Buluttaki Gölge (Beş üzerinden üç yıldız)
Yönetmen: Roseanne Liang
Oyuncular: Chloë Grace Moretz,
Taylor John Smith, Nick Robinson, Beulah Koale, Callan Mulvey, Benedict Wall, Joe Witkowski, Byron Coll
Yeni Zelanda-ABD ortak yapımı
Başta Hitler ve Naziler olmak üzere yeterince ‘canavar’ barındıran İkinci Dünya Savaşı döneminde sahaya bir de ‘kurgusal’ canavarları sürmek mantıklı mı? Değil elbet ama sinema bu; gönlü istediği konuya konuyor! 2018 yapımı ‘Overlord Operasyonu’nda, savaş ortamında (Dr. Mengele’nin genetik deneylerini hatırlatan) birtakım gizli kapaklı tıbbi müdahaleler sonucu işin ucu zombielere uzanıyor ve bir anlamda sinemasal türler birbirinin içine geçiyordu.
Bu haftanın öncelikli yapımı ‘Buluttaki Gölge’de (Shadow in the Cloud) de aynı çaba var. Savaş ortamındaki öykü ‘Yaratık’lı filmler kulvarına uzanıyor.
CIA operasyon görevlisi Abigail (Abby) Trent için hayatının en büyük gayesi, kurbanlar arasında bulunan kocasını ve küçük kızını öldürenlerden hesap sormaktır. Merkez onu Ürdün’de, çölün ortasındaki Citadel isimli gizli hapishaneye yönetici yardımcısı olarak atar. Tutuklular arasındaki Farhan Barakat bombalama eylemine ilişkin sorgulanmaktadır. Tam bu esnada Ankara’daki paravan bir şirkete düzenlenen operasyonda birçok terör saldırısının faili olarak aranan Hatchet kod adlı terörist yakalanır ve üsse getirilir. Lakin bu gizemli ve acımasız fail sorgu işlemi sırasında kaçarak etrafı kana bular.
‘Çıkış Yok’, Ridley Scott’ın ‘Yaratık’ını askeri bir hapishane ortamında yeniden inşa etmeye çalışan bir aksiyon. İstanbul’da patlayan bir bombayla kocasını ve küçük kızını kaybeden bir CIA ajanı olan ana karakter Michelle Monaghan, ‘Teğmen Ripley’ (Sigourney Weaver) esintileri sunuyor.
Birçok ödüllü reklam ve moda filminin yönetmeni olarak tanınan Sophia Banks’in ilk uzun metrajı ‘Çıkış Yok’ (Black Site) ailesini yok edenlerden intikam alırken kendisini bir komplonun içinde bulan bir masabaşı ajanının yaşadıklarını anlatıyor.
Beş ülkeden (ABD, İngiltere, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda) oluşan (yöreyi tanıyan bir tür gözlemci olarak İsrail de var işin içinde) ‘Five Eyes’ adlı bir topluluğun parçası olarak hareket eden ekip odakta yer alırken üsse giren ve sonrasında firar eden Hatchet vasıtasıyla öykü ‘aksiyon’un sularına doğru ilerliyor. Filmde her ne kadar İstanbul ve Ankara öykü açısından önemli ayaklar olarak dillendiriliyorsa da
SİNEMAMIZIN 100 yılı aşkın serüvenine baktığımızda emekleme ve ayağa kalkma, sonra da büyüme süreçlerinde favori olan tür melodramdı. Evet, arka plan ‘sınıfsal’dı ama işin içinde aşk olunca ‘Yeşilçam’a göre aşılmayacak dağ, yıkılmayacak ekonomik duvarlar yoktu! Büyük kente göçün yarattığı sorunlarla filizlenen kimi meseleler ve komedi formatındaki popüler filmler de melodramın yanındaki sacayaklarıydı. Daha önce, yine Hürriyet sütunlarındaki bir başka yazıda altını çizdiğim gibi takvim yaprakları 60’ların ikinci yarısını ve 70’leri gösterirken, kendi ‘Yeni Dalga’sını arayan, dünya görüşü olarak daha çok ‘sol’da yer alan o dönemin genç sinemacıları toplumsal sorunları bazen güçlü romanların adaptasyonlarıyla, bazen de etkili senaryoların yansımalarıyla perdeye taşıdılar...
ÖĞRENCİLİĞİNDEN BERİ...
Bu kuşağın öncüleri arasında Yılmaz Güney, Zeki Ökten, Şerif Gören, Erden Kıral, Ali Özgentürk gibi isimler vardı ve onlar genel bir çerçevede ‘İtalyan Yeni Gerçekçiliği’ çizgisinde seyreden yapımlara imza atıyorlardı. Pazar günü aramızdan ayrılan Erden Kıral ise aynı zamanda sinema üzerine kalem oynatmış, fikir üretmiş, sonra da kamera arkasına geçerek kimi dönemeç yapıtlarla akıllarda yer etmiş yaratıcılarımızdandı. 1942 Gölcük doğumlu sanatçı İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Seramik Bölümü’nü bitirmişti. Öğrenciliği sırasında kimi filmlerde asistanlık yaptı, reklam ajansında çalıştı. Sonrasında ‘Gerçek Sinema’, ‘Çağdaş Sinema’, ‘7. Sanat’ ve ‘Güney’ dergilerinde yazı yazdı, yöneticilik görevlerini üstlendi. ‘Kumcu Ali Yaşar’ adlı orta metrajıyla yönetmenlik serüvenine atıldı.
‘BİZİ SİNEMATEK YETİŞTİRDİ’
‘1978’de ‘Kanal’la başlayan uzun metraj cephesinde ise
1) Paralel Anneler / Madres Paralelas (5 yıldız)
Acı bir tarihin kapısını aralarken...
Yaşları farklı olsa da modern zamanlardan iki annenin doğum yaptıkları hastanede başlayıp adeta İspanyol siyasi tarihinin yakın geçmişine de uzanan öyküleri. Penélope Cruz’a ‘En İyi Kadın Oyuncu’ dalında Oscar adaylığı getiren bu enfes filmde Pedro Almodóvar, ‘Franco faşizmi’nin darmadağın ettiği hayatları da hatırlatıyordu...
2) Vortex (5 yıldız)
Yaşlılara gerçekten yer yok mu?
Biri demans problemleriyle, diğeri de hem onunla hem de yayına hazırladığı kitabıyla uğraşan, 80’lerindeki bir çift. Provokatif yapıtlarıyla tanıdığımız Gaspar Noé, bence kariyerinin en iyi filmi “Vortex”te hem yaşlılığın trajik yanlarında hem de varoluşumuza dair soru ve sorunlarda dolaşıyordu.
Bu hafta vizyona giren filmlerin konularına göz atalım... Ahmet Karaağaç’ın yönettiği ve Tuğba Özay, Okan Karacan, Ahmet Dursun, Naci Taşdöğen, Max Bendo gibi oyuncuların rol aldığı ‘Külahıma Anlat’ta, dededen yadigâr aile işi dondurmacılığı sürdürmek için İstanbul’da setlerde figüranlık yapan arkadaşı Max’le Kahramanmaraş’a dönen Mert’in yaşadıkları ve eskiden âşık olduğu Mine’yle tekrar yakınlaşma çabaları ön planda.
Komedi türündeki bu çalışma ‘Dondurmam Gaymak’ ve ‘Türk İşi Dondurma’dan sonra yakın dönemdeki üçüncü ‘dondurmalı’ film olarak dikkat çekiyor!
Değişen düzeni anlatıyor
Azerbaycan yapımı ‘Zehir Zemberek’ bıçaklı saldırıdan sağ kurtulan ve asi bir kişiliğe sahip Adil’in tedavi gördüğü hastaneden taburcu olduktan sonra tesadüfen hayatına giren hamile bir kadınla değişen düzenini anlatıyor. Orijinal ismi ‘Zeher Tuluğu’ olan filmi Orkhan Mardan-Taleh Yüzbeyov ikilisi yönetiyor. Oyuncularsa Taleh Yüzbeyov, Leman Merrih, Nezaket Heyderova, Alikhan Rajabov, Zülfiye Kurbanova ve Javidan Novruz.
Haftanın yerli gerilimi ‘Babil-i Cin’ ise Ahmet Yaşar Gümüş imzasını taşıyor. Kadroda yer alan isimlerse şöyle: Tuğba Duygu, Ersin Özkan, Gülfem Eğilmez ve Arif Bal. Film her gece rüyasında kendisini eski bir kiliseye çağırarak oğluyla evlendirmek istediğini söyleyen yaşlı bir kadını gören Ela’nın kâbuslarla örülü hayatını konu alıyor.
İnandığı Tanrı’dan hasta kızı için yardım dileyen bir fani... Gorr’un duaları bir türlü kabul olmaz ve en değerli varlığını yitirir. Üstüne üstlük Tanrı bellediği Rapu yaşananlara ilişkin üzüntü duymak bir yana ona hakaret eder. Bu durumda Gorr, ‘Necrosword’ adlı özel bir silahla ‘Altın Kaplı Tanrı’ Rapu’yu öldürür ve akabinde bütün Tanrılara savaş açar... Marvel Sinematik Evreni üyelerinden Thor’un perdedeki dördüncü solo koşusunda öykünün ‘kötü karakteri’ işte böylesi bir nedenden dolayı gücün karanlık tarafında yerini alıyor. Filmin ana ekseni, eski aşkı Jane Foster’la yolları kesişen ‘Çekiçli İlah’ (gerçi bizim kuşak için ‘Baltalı İlah’ Zagor Tenay’ın yerini kimse tutamaz ama!) Thor’un ekibiyle birlikte inançlarını yitirmiş ‘Tanrı Katili’ Gorr’a (Gorr the God Butcher) karşı verdiği mücadele üzerine kurulu.
Thor: Aşk ve Gök Gürültüsü
Yönetmen: Taika Waititi
Oyuncular: Chris Hemsworth, Natalie Portman, Christian Bale, Tessa Thompson, Russell Crowe, Chris Pratt, Dave Bautista, Sam Neill, Matt Damon, Luc Hemsworth, Melissa McCarthy, Sean Gunn, Jaimie Alexander, Jonny Brugh
ABD-Avustralya ortak yapımı
belirsiz bir şehir, belirsiz bir zaman dilimi... Kyra (bir şirkette yöneticidir) ve Jake (çay dükkânı işletmektedir) çifti Çin’den bir kız evlat edinmişlerdir. İkili, kızları Mika’nın kültürel bağlarını canlı tutmak için Yang adlı bir android’i de düzenlerine dahil etmiştir. Dünya çapında ailelerin katıldığı son derece eğlenceli bir dans yarışmasının ardından teknik adı ‘technosapiens’ olan robotları devre dışı kalır. Bu durum dengelerini bozar. Öncelikle Mika abisini, can yoldaşını ve kültürel rehberini kaybetmiştir. Jake bu durumun üstesinden gelmek için Yang’ı tekrar çalıştırmanın (hayata döndürmenin) yollarını arar. Sistem, eskiyen ya da fonksiyonlarını tamamlayan robotları yenileriyle değiştirme esası üzerinde yükselmektedir. Jake, Yang’ı bu tür bir alışverişin dışında tutmak adına bağımsız çalışan bir tamirciden yardım ister. Çok geçmeden bu eski model ‘tekno’nun, kayıtların toplandığı bir çipe sahip olduğunu fark ederler. Konunun uzmanı bir teknoloji müzesi küratörü olan Cleo, çipteki verilerin Yang’ın anıları olduğunu söyler. Bu durumda Jake, verilere göz atarak ailenin eski üyesinin geçmişine uzanır...
Yang’dan Sonra
Yönetmen: Kogonada
Oyuncular: Colin Farrell, Jodie Turner-Smith, Malea Emma Tjandrawidjaja, Justin H. Min, Haley Lu Richardson, Orlagh Cassidy, Ritchie Coster,
Sarita Choudhury, Ava DeMary, Clifton Collins Jr.
ABD yapımı
Sahnede adeta trans haline geçen, ritmi, dansları ve performansıyla özellikle kadın seyircileri etkileyen, katılımı yüksek konserleriyle dikkat çeken genç müzisyen Elvis Presley, önce kendine kol kanat geren Sun Records ve sahibi Sam Phillips’le yollarını ayırıyor. Ardından devasa dağıtım şirketi RCA Records’a transfer oluyor. Her daim yokluk çeken ailesini Memphis’te satın aldığı ‘Graceland’ adlı malikâneye taşıyor ve bambaşka bir hayatın içine dalıyor. Presley kariyerinde yükselirken sistem onu ‘Müziği, sahne performansı ve enerjisiyle gençliği dejenere ediyor’ şeklinde suçlamaya başlıyor. Genç yıldızın bunlara göğüs germesine tanık oluyoruz.
Baz Luhrmann, son çalışması ‘Elvis’te kuşkusuz tarihin en tanınan müzisyeninin hayatını perdeye taşıyor. Film aslında ‘Rock’n Roll’un Kralı’ namıyla bilinen sanatçının öyküsü kadar onu adeta gölgesi gibi takip eden, kariyerindeki tüm basamaklarda söz sahibi olan, geçmişi karanlık, şimdiki zamanı fazlasıyla ürkütücü görünen ‘Albay’ lakaplı Tom Parker’la olan ilişkisi üzerine kurulu. Luhrmann senaryosunu kendisiyle birlikte Sam Bromell, Craig Pearce ve Jeremy Doner’ın kaleme aldığı yapıtında geniş bir alanı tararken hem bir sanatçının yükseliş ve düşüş dönemine odaklanıyor hem de elindeki yeteneği sonuna kadar sömürmekte kararlı bir menajerin portresini sunuyor.
Bazı sayfalar eksik!
‘Elvis’ öyküsündeki ayrıntılar, ele aldığı ana karakterin sanatsal virajları, müzik piyasası, hâkim ideolojinin meseleye bakışı, dönemin püriten ahlakının Presley’ye uyguladığı total ‘pres’ gibi yanlarıyla kayda değer bir çalışma. Şarkılar, görkemli konser sahneleri, koreografi, ışıltılı hayatların yansıması, yer yer sosyolojik bakış derken 2 saat
39 dakikalık sürenin nasıl geçtiği doğrusu pek hissedilmiyor. Bence filmin en çarpıcı yanı, Elvis’in müziğindeki kaynaklarda yaptığı gezi: Oturduğu semt ve siyahlarla geçen çocukluk günleri itibariyle caz, blues, kilise müziği (gospel) gibi kaynaklardan besleniyor. O muhteşem sesiyle farklı bir tarz ve müzikal büyü sunuyor. Bu açıdan çocukluk döneminde caz kulübüyle kilise arasındaki koşuşturma sahneleri çok başarılıydı. Öte yandan ‘Elvis’, kimi yerli ve yabancı müzisyenlerin hayatlarını perdeye taşıyan ‘Müslüm’, ‘Dilberay’, ‘Bergen’, ‘Bohemian Rhapsody’, ‘Rocketman’ gibi yapımlarla aynı kulvarı paylaşıyor. Bu da genel olarak ‘biyografik filmler’e ilişkin kıstasları yeniden hatırlamamıza vesile oluyor. Bu tür yapıtlar, bazen sanatçının bütün hayatını, bazen bir kısmını ele alıyor. ‘Elvis’, Amerikalı müzisyenin popülerleşme aşamasından ölümüne kadar geçen sürede geziniyor. Örneğin lise dönemimde izlediğim ve başrolünde Kurt Russell’ın yer aldığı, John Carpenter imzalı ‘Elvis’ (1979) 42 yıllık bir yaşamın ilk 35 yılında dolaşıyordu. Baz Luhrmann’ın çalışmasında birçok detay ve dönemeç var ve bütün bunlar, başarılı bir sinematografiyle aktarılıyor. Ama 2022 model ‘Elvis’e dışarıda şöyle eleştiriler getirilmiş: “Liberal hassasiyetlerle donatılmış filmde Presley ve yakın çevresinin Martin Luther King ve Robert F. Kennedy suikastlarından etkilendiğine dair vurgular var. Oysa o, Cumhuriyetçi Parti sempatizanıydı.” Ayrıca Presley Aralık 1970’te Başkan Nixon’la bir araya gelmişti. Beyaz Saray’daki buluşmada Nixon’ın, ABD’nin Vietnam’ı işgaline muhalefet yapan John Lennon’ı sınır dışı edebilmek için “Rock’n Roll’un Kralı”ndan kanıtlar bulmasını istediği öne sürülmüştü. Bu iddiaları radyo sunucusu Bob Harris, geçen yıl bir kez daha dile getirmişti. Yakın arkadaşı Jerry Schilling’se Elvis’in ‘The Beatles’ı ve Lennon’ı sevdiğini, Nixon’a tutkulu bir ‘vatansever’ görünmek için farklı davrandığını söylüyor. Bu tarihi buluşma filmde yok. Performanslara gelince: Elvis’te Austin Butler bence karakterinin enerjisini ve her daim terli (!) görüntüsünü aktarmada son derece başarılıydı. Keza Tom Hanks de Tom Parker’da...