Sinemamız, arabesk müziğin trajik öykülere sahip yıldızlarını perdeye taşımayı sürdürüyor. Bu güzergâhta kapıyı ilk olarak ‘Müslüm’ aralamıştı, sonrasında ‘Dilberay’ı izledik, şimdi de sırada ‘Bergen’ var... Hemen şu notu düşelim: Bu toplam içinde Mersin doğumlu sanatçının
yeri elbette farklı; çünkü yeterince çileli geçen hayatı, yaşadıklarının müsebbibi olan kocası tarafından öldürülmek suretiyle sonlandırılmıştı.
‘Zenne’ ve ‘Çekmeceler’ filmleriyle tanıdığımız Mehmet Binay ve M. Caner Alper’in imzasını taşıyan, gerçek adıyla Belgin Sarılmışer’in biyografisi niteliğindeki yapım, ana karakterinin öyküsünü çocukluğundan itibaren ele alıyor. Ailesi kendi içinde kırılmalar yaşarken kahramanımız annesiyle birlikte Ankara’ya taşınıyor, konservatuvarın orta bölümüne kaydoluyor, sonrasında geçimini sağlamak amacıyla PTT’de çalışıyor. Okuldan arkadaşlarıyla katıldığı bir kutlamada söylediği şarkı mekân sahibinin ilgisini çekiyor ve sahne hayatı başlıyor. Yazı boş geçirmemek adına Adana’dan gelen teklifi kabul ediyor ve bu kararı, onun için dönüm noktası oluyor.
Halis Serbes adlı kendisinden yaşça büyük bir müşteri her gece onu dinlemeye geliyor. Çok geçmeden de artık sahne adı Bergen olan genç şarkıcıya aşkını ilan ediyor ve evleniyorlar. Başlarda her şey yolunda giderken kocası gaddar yüzünü göstermeye başlıyor... Dayak, yüzüne atılan kezzap, bir gözünü kaybetmesi ve nihayetinde trajik sona doğru ilerleyen süreç...
Bu hayat hikâyesine daha önce Canan Gerede, 1995 tarihli ‘Aşk Ölümden Soğuktur’la uğramıştı. Keza Bergen de kendi serüveninden parçalar taşıyan, 1986 yapımı ‘Acıların Kadını’ (Yön: Ülkü Erakalın) adlı yapımda bizatihi kendi dramını sinemaya taşımıştı. Binay-Alper ortaklığının ürünü filmse genel hatlarıyla derli toplu bir biyografi olmuş. Yıldız Bayazıt-Sema Kaygusuz ikilisinin kaleminden çıkan senaryo da serinkanlı bir duruşu tercih etmiş. Önceki biyografik adımlarda sanatçıların serüvenlerindeki acı boyutunun altı fazlaca çizilmiş ve seyircinin gözyaşlarını akıtmak için sanki özel olarak çaba harcanmıştı. ‘Bergen’deyse acı dozajı belli noktalarda tutulmuş, daha sakin bir anlatım ön plana çıkmış.
Abdullah’ın yeteneği
Cyrano (Beş üzerinden üç buçuk yıldız)
Yönetmen: Joe Wright
Oyuncular: Peter Dinklage,
Haley Bennett, Kelvin Harrison Jr.,
Ben Mendelsohn, Monica Dolan, Bashir Salahuddin, Joshua James, Anjana Vasan, Ruth Sheen, Glen Hansard, Sam Amidon, Scott Folan, Mark Benton
İngiltere-ABD-Kanada ortak yapımı
Cyrano, tüm yeteneklerine karşın fazla irice burnuyla fiziksel görünüşünden rahatsızlık duyar ve âşık olduğu Roxanne’a bir türlü açılamaz. Sevdiği kadınsa Christian adlı genç bir askere vurulur ve aralarını yapması için bir tür hamisi gördüğü Cyrano’dan yardım ister. Denklem bu aşamada karışsa da şövalyemiz şöyle bir formül bulur: Roxanne’a Christian adına aşk mektupları yazar, buluşmalarında da bir tür ‘suflörlük’ görevini üstlenir. Aslında aktardıkları kendi duygularıdır...
Yolculuklar keyiflidir, hele ki trenle olanları... Lakin yolculuk sırasında pencereden kayıp giden onca güzel görüntüye eşlik edecek partner de önemlidir... Kabul edelim ki Richard Linklater’ın o ünlü üçlemesinin ilk filmi olan 1995 tarihli ‘Gün Doğmadan’ı (Before Sunrise) izleyen herkes bu türden yolculukların arayışı ya da beklentisi içindedir...
KIRILAN ÖNYARGILAR...
‘6 Numaralı Kompartıman’ın (Hytti nro 6) ana karakteri Laura böylesi şanslı bir yolcu değil. 90’ların başında dil öğrenmek için Moskova’da bulunan Finli bir arkeoloji öğrencisi olan bu genç kadın, kendisinden yaşça büyük sevgilisi Irina’yı geride bırakıp (o da gelmek istemiştir ama işi yüzünden isteği gerçekleşmez) ülkenin uç noktalarından birine, kuzeybatıdaki Murmansk’a doğru bir yolculuğa çıkar. Hedefinde mesleğine ilişkin araştırmalarda bulunmak ve o bölgedeki petroglifleri (antikçağlardan kalma, taş ya da kaya üzerine yapılan çizim, zaman içinde oluşmuş görüntü vs.) incelemek vardır. Fakat amacına varmak için çıktığı bu serüvende, kompartımanındaki diğer yolcu en büyük zorluk olarak belirir. Ljoha ırkçı, kadın düşmanı, sarhoş, kaba saba bir gençtir ve ilk tanışmanın hemen ardından tacizlerine başlar. O da madende çalışmak için Murmansk’a gitmektedir... Dışarıda lapa lapa karın yağdığı dondurucu kış ortamında bu yolculuğun Laura için sorunlu geçeceği bellidir...
Şampiyon bir boksörün hayatından kesitler aktardığı, gerçek öyküye dayalı 2016 yapımı “Olli Maki’nin En Mutlu Günü’yle (Hymyileva mies) tanınan Juho Kuosmanen imzalı ‘6 Numaralı Kompartıman’ bir yolculuk esnasında değişen dengeler ve insanların birbirini daha yakından tanımasıyla kırılan önyargılar üzerine bir film. Finli yazar Rosa Liksom’un 2011’de yayımlanmış ve büyük övgüler almış romanından uyarlanan çalışma, Rusya’nın beyaz örtüye bürünmüş bölgelerinde seyreden sahnelerine rağmen ‘Gün Doğmadan’ türü romantik bir öykü anlatmıyor. Coğrafya açısından benzer güzergâhlarda geziniyor ama ünlü klasik ‘Doktor Jivago’vari bir hava da taşımıyor. Ancak İskandinavlara özgü bir lirizme ve kara komedi anlayışına sahip olduğu söylenebilir.
Film başlarda Laura ve sevgilisi Irina’yı gösterirken Moskova’nın küçük burjuva aydın çevrelerinden de portreler sunuyor. Çoğu snob (şair Anna Ahmatova’nın adını yanlış telaffuz ettiği için dalga geçiyorlar mesela), ağzı laf yapan ama mutsuzlukları belli bir topluluk bu. Laura’yla Irina’nın ilişkisinde de problemler başlamış gibi. Bu açıdan genç arkeoloji öğrencisinin yolculuğu tam da bir metaforun karşılığı olarak kendi içine doğru bir rotayı da barındırıyor. Öykü zaman zaman tren dışına taşıyor ve belli bir bölümünde Laura ve Ljoha’nın yanı sıra ara karakterlere (Finli yolcu ve ziyaret edilen yaşlı kadın gibi) uğruyor. Bu noktalarda da ana refleksinden taviz vermiyor: Kimse göründüğü gibi değildir. Zaten yolculuk esnasında yaşanan dönüşüm de benzer hamlelerin eseri; burjuva zevklerine sahip entelektüel kadın, çok geçmeden önyargılarını kırıyor, dürtüleriyle hareket eden, emekçi genç adam sert görünümünün ardındaki hüznü ve karamsarlığı geride bırakıp umuda koşmak için çabalıyor...
Laura’da Seidi Haarla’nın, Ljoha’da da Yuriy Borisov’un canlandırdıkları karakterleri basit ama etkili dokunuşlarla son derece gerçekçi portrelere dönüştürdüğü ‘6 Numaralı Kompartıman’, geçen yıl Cannes’da Büyük Ödül’ü Asghar Farhadi’nin ‘Kahraman’ıyla paylaşmıştı. Sonuç olarak ilgiye değer bir yapım.
İngiliz edebiyatının belki de Shakespeare’den sonraki en çok tanınan, en verimli yazarı... Kendi adıyla 66 dedektif romanına, 150’den fazla kısa öyküye, 24’e yakın tiyatro oyununa ve 2 biyografiye imza attı. Ayrıca Mary Westmacott takma adıyla da 6 aşk romanı basıldı. Evet, 1890’da doğan ve 1976’da aramızdan ayrılan Agatha Christie’den bahsediyoruz. Sinema, yarattığı eserlere elbette zaman zaman uğradı ve kimi unutulmaz yapımlar eşliğinde seyirciyi bu usta kalemin dünyasıyla buluşturdu. Adaptasyonlar içinde 1957 yapımı ‘Beklenmeyen Şahit’ (Witness for the Prosecution), ‘Doğu Ekspresi’nde Cinayet’ (Murder on the Orient Express / 1974) ve ‘Nil’de Ölüm’ (Death on the Nile/ 1978) ön planda gelir...
Kenneth Branagh, Christie’nin romanlarına 2000’lerde yeniden el attı ve önce 2017’de ‘Doğu Ekspresi’nde Cinayet’i çekti, şimdi de sırada ‘Nil’de Ölüm’ var. Geçen salı açıklanan 94’üncü Oscar’larda yönettiği ‘Belfast’ 7 dalda aday olan İrlandalı sinemacı, bu iki yapımda da yazarın ünlü dedektif karakteri Belçikalı Hercule Poirot’ya da hayat veren isimdi.
‘Nil’de Ölüm’, 1937’de, Mısır’da geçiyor. Güzel ve zengin bir kadın olan Linnet Ridgeway, en yakın arkadaşı Jacqueline’in eski sevgilisi Simon’la evlenmek üzeredir. İntikam hissiyle dolu Jacqueline’in ortaya çıkışıyla kutlamaları bir tekne üzerinde yapmaya karar verirler. Lakin bu etkinlik arka arkaya işlenen cinayetlerle kanlı bir serüvene dönüşürken katili bulma görevi, Hercule Poirot’ya düşecektir...
Christie’nin çok bilinen yapıtlarındaki genel yapı, şüpheli sayısının çokluğudur. Romanda yer alan neredeyse her bir karakterin, maktulü öldürme nedeni vardır ve olası şüphelidir. Branagh’ın seçtiği, daha önce 70’lerde de sinemaya aktarılmış romanlarındaysa entrikaların kurulduğu yerler kapalı alanlardır (tren ve tekne gibi). Doğrusu ben 2017 tarihli ‘Doğu Ekspresi’nde Cinayet’i pek beğenmemiştim, ana gerekçemse romana ve eski filme aşina olmaktı. Yeni uyarlamada Branagh nispeten daha iyi bir yapıma imza atmış ama yine de ortalamayı geçememiş. Romanın 1978’deki ilk sinemasal ziyaretini izlememiştim, belki bu yüzden daha bir çekici geldi ama genel çizgisiyle çok da doyurucu değil. ‘Doğu Ekspresi’nde Cinayet’te dijital teknolojinin yardımıyla çekilen sahnelerin bende ‘The Polar Ekspress’ havası uyandırdığını yazmıştım. Son filmdeki Nil Nehri ve çevresi, piramitler, sfenskler de yine şık ama bilgisayar efekti olduğunu gizleyemeyen bir yapaylıkta geldi.
PERA PALACE’IN MİSAFİRİ
Albert Finney, Peter Ustinov, David Suchet, Tony Randall, Ian Holm, John Malkovich, Alfred Molino gibi isimlerden sonra Hercule Poirot’yu canlandıran Branagh, ‘yaramaz, hınzır, sarkastik ve romantik’ bir karakter olarak çizdiği modele bu adımda da devam ediyor. Bu arada filmin en güzel yanlarından biri dedektifin o ünlü bıyıklarına ilişkin Birinci Dünya Savaşı üzerinden yapılan mantıki (!) açıklamaydı.
Sonuç olarak Branagh, Gal Gadot, Tom Bateman, Annette Bening, Russell Brand, Emma Mackey, Sophie Okonedo, Letitia Wright, Jennifer Saunders gibi isimlerden oluşan kayda değer kadroya karşın etkileyici bir yapıta imza atamamış. Örneğin Rian Johnson imzalı modern bir çaba olan ‘Bıçaklar Çekildi’ (Knives Out) seviyesinde değil. Neyse, belki de polisiyede kaybeden tarihsel dramada (Belfast) kazanır ve Oscar heykelciğine bir ya da birkaç dalda uzanır...
Salı günü açıklanan adaylarla Akademi kimlere göz kırptığını ya da kırpacağını, kimleri bu yıl görmezden geldiğini gösterdi. Listeler elimizde; artık 27 Mart’ta verilecek ödüllere kadar bol bol favoriler, sürpriz başarılara imza atabilecekler, geceye renk katacaklar vs. konuşulacak. Biz de ilk eldeki verilere göre kimi detaylarda dolaşalım ve kimi bilgileri paylaşalım dedik...
THE POWER OF THE DOG 12 DALDA ADAY
Kuşkusuz 94’üncü Oscar’larda en fazla öne çıkan yapıt ‘The Power of the Dog’ oldu. Tom Savage’ın 1967 tarihli romanında uyarlanan ve Jane Campion’ın imzasını taşıyan bu yapım, son Venedik Film Festivali’nde ‘En İyi Yönetmen’ ödülünü kazanmıştı. Başrollerinde Benedict Cumberbatch, Kirsten Dunst, Jesse Plemons ve Kodi Smit-McPhee gibi isimleri barındıran ve 12 dalda aday olan bu çalışmayı, 10 dalda adaylığa sahip, bilimkurgu uyarlaması ‘Dune: Çöl Gezegeni’ takip değiyor. Kenneth Branagh’ın ‘Belfast’ı ve Steven Spielberg’ün ‘Batı Yakasının Hikâyesi’ de yedi dalda aday olan yapımlar. Tenisin yaşayan efsaneleri Venus ve Serana Williams kardeşlerin nasıl bu noktalara geldiğini, çizgi dışı babalarının kişiliğinde anlatan ‘King Richard’ın adaylık sayısı ise altı.
HANGİ FİLMİ NEREDE İZLEYECEĞİZ
Neyse, ödül sahiplerinin açıklanacağı 27 Mart’a kadar süremiz var, bu zaman zarfında dersimize daha iyi çalışıp görmediğimiz yapımlara ilişkin açığımızı kapatabiliriz. Peki bu aday filmlere nasıl ulaşabiliriz? Küçük bir liste verelim: ‘The Power of the Dog’, ‘Don’t Look Up’, ‘tick, tick...BOOM!’ ve ‘The Hand of God’ Netflix’te, ‘Being The Ricardos’ Prime Video’da gösterimde, ‘Drive My Car’ iki hafta önce, ‘Nightmare Alley’ de geçen hafta sinemalarda vizyona çıktı, ‘Parallel Mothers’ ise 25 Mart’ta salonlarımıza uğrayacak. Çeşitli dallarda aday gösterilen ‘Dune’, ‘West Side Story’, ‘King Richard’, ‘Encanto’, ‘Licorice Pizza’, ‘The Lost Daughter’, ‘No Time To Die, ‘Cruella’, ‘The Worst Person In The World’ gibi yapımlar ise daha önce ülkemizde vizyona girmişti. 23 kategoride dağıtılacak ödüllerde hak eden kazansın diyelim...
BİR İLKE İMZA ATTI
Jane Campion, filmi ‘The Power of the Dog’la ‘En İyi Yönetmen’ kategorisinde listeye girerken Hollywood tarihinde iki kez aday gösterilen ilk kadın yönetmen unvanının da sahibi oldu. Yeni Zelandalı sanatçı daha önce 1994’te ‘Piyano’ adlı filmiyle de aday gösterilmişti.
Sinema genel bir parantezde tüm sanatçıların, yaratıcıların, özel bir parantezde de elbette müzisyenlerin hayatlarına neredeyse en başından beri ilgi duyar. Çünkü onların hikâyelerinde beyazperdenin aradığı ve seyircisine aktarmak istediği dramatik unsurlar, insani zaaf ve çelişkiler, inişler çıkışlar vs. her daim vardır. Bu tezi temellendirmek adına ilk elde aklımıza gelen filmleri şöyle bir sıralayayım: ‘Amadeus’ (Mozart), ‘Dünyanın Tüm Sabahları’ (Sainte Colombe), ‘Bird’ (Charlie Parker), ‘The Doors’ (Grup ve solistleri Jim Morrison), ‘Ölümsüz Sevgili’ (Beethoven), ‘Shine’ (David Helfgott), ‘Ray’ (Ray Charles), ‘Walk the Line’ (Johnny Cash), ‘Kaldırım Serçesi’ (Edith Piaf), ‘Nowhere Boy’ (John Lennon), ‘Bohemian Rhapsody (Queen grubu ve Freddie Mercury), ‘Rocketman’ (Elton John) ve benzerleri...
Bizim sinemamızdaysa bir zamanlar müzisyenlerin hayatlarından ziyade onların yükselişlerine benzer öyküler anlatan yapımlar gözdeydi. Bu konuda Zeki Müren öncü olurken özellikle 70’lerin ikinci yarısında ve 80’lerin başında izlediğimiz çalışmalarda (ki ‘arabesk filmleri’ denirdi bu türe) da Ferdi Tayfur, Orhan Gencebay, İbrahim Tatlıses, Gökhan Güney, Hakkı Bulut gibi isimleri başrollerde görürdük. ‘Modern zamanlar’daysa sinemamız biyografik öyküleri perdeye taşımaya başladı. Bu hamlelerin ilki, hatırlanacağı gibi ‘rahmetli’ Müslüm Gürses’in hayatından kesitler aktaran ‘Müslüm’dü. Yönetmen olarak Ketche-Can Ulkay imzalarını taşıyan bu çalışmanın gişede de ilgi görmesi sanırım benzer türde projelere yeşil ışık yaktı. Bu eğilimin yeni bir örneği, bu hafta salonlarımıza uğrayan ‘Dilberay’.
‘ZORUNDA MIYIM?’
Dilber Babuş ya da sahne adıyla Dilber Ay, Kahramanmaraşlı aşiret mensubu bir ailenin kızı. İlkokul üçe kadar okuduktan sonra taşındıkları Düzce’de çocuk yaşta para karşılığı kendisinden çokça büyük bir erkekle evlendiriliyor. Sonrasında da acılı bir serüveni olan Dilber Ay’ın yaşamını anlatan yapımı ‘Müslüm’de de çalışan Ketche (Hakan Kırvavaç) yönetmiş. Bu seçimden dolayı mıdır bilmiyorum ama senaryosunu Nalan Merter Savaş ve Kamuran Süner’in kaleme aldıkları ‘Dilberay’, fazlasıyla ‘Müslüm’ filminin havasını taşıyor: Yine ailevi geçmişi trajik dönemeçlerle dolu, alt sınıftan gelen, yeteneği ve Allah vergisi sesiyle yükselirken kitlelerinin sevgisini kazanan bir sanatçı profili...
Hayatındaki ‘iyi insan’ sayısı sınırlı olan Dilber Ay’ın ancak sanatıyla kendisini saran çemberi (zinciri) kırma öyküsü de sayılabilecek film, ‘kadına şiddet’ meselesini de popüler bir toplumsal figür eşliğinde perdeye taşıyor. Küçükken ailesinden gizli olarak katıldığı bir TRT seçmesinde ‘ustalar’ın gözüne giren ve yıllar sonra bu çocukluk başarısıyla şöhrete ulaşan sanatçının kariyer serüveni sayesinde, gazino ve pavyon hayatına, o tür ortamların kendine özgü koşullarına, raconlarına dair veriler de izliyoruz perdede. Büşra Pekin’in Dilber Ay’ın yetişkinliğine hayat verirken şarkılarını seslendirdiği ve inandırıcı bir portre çizdiği filmde ben en çok zalim babası rolündeki, yakın zamanda aramızdan ayrılan Ayberk Pekcan’ın ve küçüklüğünde izlediğimiz Zeliha Kendirci’nin performanslarını beğendim.
Dilber Ay’ın yetişkinliğini Büşra Pekin, küçüklüğünü Zeliha Kendirci canlandırıyor.
Finali sanki pat diye kesilmiş gibi duran, kimi dönemeçleri çok çabuk geçen ‘Dilberay’, sinematografik açıdan çok etkili bir yapım olmasa da ele aldığı karakteri ve karakterin travmalarını yansıtmada başarılı. Görüntü yönetmeni Jean Paul Seresine’in kadrajlarının da kayda değer olduğunu söylemeliyim. Popüler âlemde Sırrı Süreyya Önder-Muharrem Gülmez ikilisinin ‘Beynelmilel’inde, özellikle ‘Tavukları Pişirmişem’ şarkısıyla tanınan, sonrasında Flash TV’deki ‘Kadere Mahkûmlar’la daha geniş kitlelerce sevilen, ayrıca Cüneyt Özdemir’le ‘Zorunda mıyım?’ diyaloğuyla da zihinlerde yer edinen Dilber Ay’ın öyküsüne, öncelikle hayranları ilgi gösterecektir elbette.
Dışarıdan bakıldığında mutlu bir çift; kadın (Oto) senarist, erkekse (Kafuku) ünlü bir tiyatro oyuncusu ve yönetmeni; Beckett ve Çehov’un eserlerini sahneliyor. Seks hayatları da mükemmel görünüyor, hatta zaman zaman Oto’nun hayal dünyasından aktardığı öyküler ilişkilerine edebi bir tat katıyor. Lakin bu tablo Kafuku’nun eve habersizce geldiği bir gün karısını genç bir aktörle ilişki sırasında bulmasıyla çatlıyor. Sessizce evden ayrılıyor, ardından da hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi davranıyor. Bir süre sonra da Oto, ani bir beyin kanamasıyla hayata veda ediyor.
Ryûsuke Hamaguchi, Haruki Murakami’nin bizde de Doğan Kitap’tan yayımlanan ‘Kadınsız Erkekler’ adlı kitabındaki ilk öyküden (‘Drive My Car’ / ‘Doraibu mai kâ’) uyarladığı çalışmada, metni bir çıkış noktası kabul ederek 179 dakikalık bir filme imza atıyor. Girişte paylaştığım olay akışı, kitaptaki 35 sayfalık öyküde ana karakterin geçmişinden bir kesitken film bu bölümü kendi girişinde kullanıyor ve jenerik 40’ıncı dakikadan sonra geçmeye başlıyor. Sonrasındaysa çeşitli duraklara uğruyor ve yanında Murakami’nin dertlerini de taşıyarak ilerliyor.
Eşinin vefatından iki yıl sonra Kafuku, Hiroşima’daki bir festivalden ‘Vanya Dayı’yı sergilemesi için teklif alıyor; kabul ediyor ve yola çıkıyor. Asya kökenli uluslararası bir oyuncu kadrosuyla çalışırken kurallar gereği kendisine bir şoför tahsis ediliyor. Başta kabul etmiyor, çünkü kırmızı renkli emektar Saab 900’ü onun için hem sığınılacak önemli bir dost hem de eşi Oto’yla birçok anısını barındıran bir zaman tüneli adeta... Fakat şartnamedeki kurala uyuyor ve 23 yaşındaki genç Misaki’nin şoförü olmasını kabul ediyor. Öte yandan oyuncu kadrosunda, eşinin kendisini aldattığı Takatsuki’nin olması meseleye özel bir rekabet katıyor ve ortalık gergin bir hal alıyor...
İsmini The Beatles’ın ‘Drive My Car’ından alan bu öyküyü Takamasa Oe’yle birlikte senaryolaştıran Hamaguchi, son derece katmanlı, parça parça açılan bir yapıta dönüştürmüş. Film, orijinal metinden farklı olarak ‘Vanya Dayı’nın sahnelenme sürecine, ekipteki tiyatro oyuncularının karakterlerine, Kafuku’nun o sırada gelişmeleri ‘sessiz bir tanık’ kimliğiyle izleyen şoför Misaki’yle derinleşen ilişkilerine de uzanıyor. Ve tabii ki Takatsuki’yle yönetmen arasındaki kişisel hesaplaşma da kıyıya vuruyor.
‘Drive My Car’ sevdiği kadını kaybeden kederli bir adamın yaralarıyla hesaplaşması, travmalarıyla başa çıkmaya çalışması üzerine inşa edilmiş bir yapıya sahip. Dertlerini paylaşacak, ‘Niye zamanında gerekli hamleleri yapmadım’ı tartışacak birilerini arıyor. Eşini tanıması nedeniyle Takatsuki aradığı uygun kişi diye düşünürken aslında gerçek yareninin şoförü Misaki olduğunu fark ediyor. Çünkü 23 yaşındaki bu genç kadının (ki 4 yaşında kaybettikleri kızı hayatta olsaydı bu yaşta olacaktı) da geçmişinden gelen derin yaraları var ve o da kendi travmalarıyla başa çıkmaya çalışıyor.
‘VANYA DAYI’YA DOYUYORUZ…
Öte yandan filmin aktardığı öykü özetle bize zaman zaman kendi serüvenlerimizde, aşk ilişkilerimizde, ayrılıklarımızda, yaşanmışlıklarımızda karşımıza çıkan “Bende ne bulmuştu, ben onda ne bulmuştum; şununla neden beraber oldu, ben de olmayan ve şunda bulduğu neydi” türünden soruları hatırlatıyor. Ben filmde en çok Kafuku’nun Oto’yu anlatırken kurduğu “Hayatla başa çıkmak için birbirimize ihtiyacımız vardı” cümlesini beğendim.
Yaşı yetenler hatırlayacaktır, Alman gazeteci Günter Wallraff, 80’lerin başında Türk işçisi kılığına girmiş ve yaşadıklarını ‘En Alttakiler’ (Ganz unten) adlı kitabında (daha sonra sinemaya da aktarıldı) paylaşmıştı. Haftanın yenilerinden ‘Ayrı Dünyalar’dan (Ouistreham) da anlıyoruz ki Wallraff’ın yöntemini Fransız gazeteci-yazar Florence Aubenas da uygulamış. Liberation, Le Nouvel Observateur, Le Monde gibi yayınlarda muhabir olarak çalışan Aubenas, Kuzey liman kenti Caen’de çeşitli işyerlerinde temizlikçi olarak çalışan emekçi kadınların arasına karışmış ve deneyimlerini 2010 tarihli ‘Le Quai de Ouistreham’ adlı yapıtında toplamış. ‘Ayrı Dünyalar’ işte bu çalışmanın sinema uyarlaması.
Yönetmen Emmanuel Carrère, kitabı perdeye taşırken Aubenas’ı Marianne Winckler adlı bir yazar karakteriyle karşımıza çıkarıyor.
Önce kısaca konu: İşsizliğin ve yoksulluğun baskın olduğu toplumsal yapıları ve problemlerini bizatihi yaşayarak anlama derdinde olan yazar iş bulma kurumlarına başvurarak kendini bu zorlu sulara atar.Kişisel öyküsündeki boşlukları da (yıllardır niye çalışmamıştır mesela) kimi yalanlarla kapatır: Konforlu bir hayatı vardır ama eşi onu genç bir kadınla aldatınca artık emeğiyle ayakta kalma mücadelesi vermeye karar vermiş ve iş aramaya başlamıştır. Nihayetinde temizlikçi olur ve süreç onu Caen-Portsmouth arasında sefer yapan ‘Ouistreham’ adlı feribota yönlendirir. Burada her gün tam 230 odayı, her birini dört dakikada olmak üzere temizlemeleri gerekmektedir. Marianne işe adapte olurken bir yandan da yeni dostlar edinir. İşçi sınıfının yılmaz bekçileri konumundaki üç çocuk annesi Christèle ve genç Marilou onun yeni yarenleridir. Kâh cam siler, kâh tuvalet temizler. Ama şöyle bir durum vardır; kendisine kucak açan bu topluluğu günün birinde kitabını yazmak üzere terk edecektir. Dostları meseleden habersizdir...
Emmanuel Carrère’in yapıtı iki ana eksende ele alınabilir. Görünürdeki kaygı, emekçilerin kötü koşullarını, sistem karşısındaki çaresizliklerini göstermek... Bu yanıyla ‘Ayrı Dünyalar’ fazlasıyla Ken Loach filmlerinin tadını veriyor. Öte yandan ikinci eksende bizi şu soruyla karşı karşıya bırakıyor: Tüm iyi niyetine rağmen gazetecinin, kendisini böylesine sıcak karşılayıp ‘aile üyesi’ gibi gören emekçilere durumu dürüstçe açıklamaması ne kadar etiktir? Marienne kitabı için yeterli malzemeyi topladıktan sonra kendi konforlu hayatına kaldığı yerden devam edecektir. Peki ya Christèle, Marilou ve diğerleri? Onlar yine karanlıkta yollara düşecek, nevresimleri değiştirecek, ‘en alttaki’ hayatlarına devam edeceklerdir. Bu çelişkiyi bir Fransız sinema yazarı enfes bir biçimde tanımlamış: “İlhamını başkalarının sıkıntılarından alanlar...”
BINOCHE HARİÇ HEPSİ AMATÖR
‘Ayrı Dünyalar’ emekçilerin hayatları ve gazetecinin vicdanı gibi meselelerde dolaşırken işçi sınıfının küçük mutluluklarına da göz kırpıyor. Bir noktada işi eğlence haline getiriyorlar; zaten Marianne onlar sayesinde dayanışmanın, birlikte hareket etmenin önemini ve ruhunu fark ediyor. Film ayrıca gecenin karanlığında yola düşen Sudanlıları göstererek göçmen meselesine de vurgu yapıyor.
Juliette Binoche elbette büyük bir oyuncu. Büründüğü her karakterde muhteşem performanslar ortaya koyuyor. ‘Ayrı Dünyalar’da onu Marienne Winckler olarak izliyoruz. Rol arkadaşlarının hepsinin gerçek emekçiler olduğunu ve tüm amatörlüklerine rağmen çok iyi iş çıkardıklarını belirtmek gerek. Özellikle Christèle’i canlandıran Hélène Lambert, muhteşem oynuyor.