Zaman MS 895... İskandinav coğrafyası üzerindeki (kurgusal) Hrafnsey Hanedanlığı’nda Kral Aurvandil, küçük oğlu Amleth’i ona bırakacağı tahta ve sahip olması gereken değerlere ilişkin eğitmeye çalışmaktadır. Lakin üvey kardeşi Fjölnir tarafından öldürülür. Her şey Amleth’in gözleri önünde cereyan etmiştir. Küçük prens olay yerinden kaçarken annesi Kraliçe Gudrún’un çığlıklar atarak götürüldüğüne tanıklık eder. Yaklaşık 20 yıl geçer. Kendisini kurtaranlar tarafından Rus topraklarında acımasız bir savaşçı olarak yetiştirilir ve baskınlarda kullanılır. Ama onun derdi eski hesabı kapamaktır. Köle kimliğinde vatanına geri döner. Artık küçük bir topluluğa hükmeden bir derebeyi görünümündeki Fjölnir’le, onunla evlenen ve yeni bir evlat sahibi olan annesi Gudrún’un yanında çalışırken intikam adımlarını sıklaştırır. Bu yoldaki en büyük yardımcısı da âşık olduğu Olga adlı Slav kadındır...
‘The Witch: A New-England Folktale’ ve -son derece abartılmış- ‘The Lighthouse’ adlı iki filmiyle tanınan Robert Eggers’ın son adımı ‘Kuzeyli’nin (The Northman) öyküsü kolayca anlaşılacağı gibi ‘Hamlet’ten yola çıkarak yazılmış. Amerikalı yönetmen, Shakespeare’in yapıtını Viking topraklarına ve dönemine taşımış, Danimarkalı prensi de bir tür erken çağların ‘Terminatör’üne dönüştürmüş. Senaryosunu Eggers’la birlikte İzlandalı yazar Sjón’un ortaklaşa kaleme aldıkları yapım, prodüksiyon kalitesi ve görüntü yönetmeni Jarin Blaschke’nin koyu renklere boğulmuş, İskandinav doğasını tüm hırçınlığı ve farklılığıyla yansıtan kadrajlarıyla dikkat çekiyor. Ama bu görsel yapının sunduğu etkileyici hava, öykü düzleminde aynı standardı tutturamıyor. Evet, ortada bir ‘Hamlet’ (‘Aslan Kral’ mı yoksa!) referansı var ve senaryo, sözde bu referansı Viking mitleriyle donatırken kanlı sahnelerle hazmı zor bir film inşa etmiş. Fakat ortaya bir parça ‘Gladyatör’ esintileri ama daha çok ‘Barbar Conan’ profili çıkmış. Amleth, karşısına çıkanları yok ederken ‘Kimmeryalı’ gibi davranıyor...
‘Beş yıldız’ı kapmış ama...
Prodüksiyon açısından üst düzeyde seyreden film, izlemeden önce “Ele aldığı konuya da farklı dokunuşlar getirecek” hissi yaratıyordu. Özellikle İngiliz eleştirmenlerin ‘beş yıldızlı’ yorumları da bu hissiyatı besliyordu. Fakat bütün enerjisini görsellikte, tonu sert kanlı sahnelerde kullanan ‘Kuzeyli’, hikâyenin geleneksel kalıplarına farklı fırça darbeleri vurmaktan kaçınıyor. Örneğin geçen yıl izlediğimiz David Lowery’nin ‘Yeşil Şövalye’si (The Green Knight) ele aldığı destanı modern kaygı ve bakışla, farklı okuyordu. Eggers’ın yapıtıysa sanki ‘erkeklik halleri’ ve intikam histerisiyle hesaplaşır gibi görünüyor ama sonuçta bizi getirdiği yer “Sith’in İntikamı”nı andıran, yanardağ fonundaki düello!
Alexander Skarsgard’ın Amleth’te bol bol ‘kas şovu’na soyunduğu, Claes Bang’ın amca Fjölnir’de dikkat çektiği, Nicole Kidman’ın Kraliçe Gudrún’da fazlasıyla soğuk ve mesafeli bir karakter çizdiği, Anya Taylor-Joy’un da Olga’da etkileyici bir profil sunduğu film izlemesi zevkli ama meseleye ilişkin entelektüel dokunuşlardan uzak bir yapıt olmuş.
‘Ee, memleket hakkında ne düşünüyorsun?’
Tüm dünyanın sevdiği ‘Harry Potter’ın hayranı çocuklar çoktan büyüdü. Karakteri canlandıran Daniel Radcliffe 33 yaşında bir aktör olarak eski imajını geride bıraktı, farklı rollerle yoluna devam ediyor. Ama bütün bu cephelerdeki değişimler J.K. Rowling’i ve uyarlamalarını bağlamıyor elbette; elde yeni bir maden var ve o, işlenmeye devam ediyor. Evet, ‘Fantastik Canavarlar’dan bahsediyorum. Meselenin odak noktası, Rowling’in 2001 tarihli ‘Fantastik Canavarlar Nelerdir, Nerede Bulunurlar?’ (Fantastic Beasts and Where to Find Them) kitabı. Bereketli bir kaynak bu; çünkü beş filmlik bir seriye ilham kaynağı oldu. İlki kitapla aynı ismi taşıyordu. İkinci hamlenin adı ‘Fantastik Canavarlar: Grindelwald’ın Suçları’ydı (Fantastic Beasts: The Crimes of Grindelwald). Bu haftadan itibaren salonlara uğrayan üçüncü adımsa ‘Fantastik Canavarlar: Dumbledore’un Sırları’...
Tabii ki bütün bu yapımları sadece bu kitap değil, ‘Harry Potter’ serisindeki kimi küçük öykücükler de besliyor.
Gelelim yeni serüvene... Profesör Albus Dumbledore, karanlık tarafta yer alan Gellert Grindelwald’u durdurma mücadelesine girer. Bu uğraşta en büyük destekçileri büyüzoolog Newt Scamander’in öncülüğündeki büyücüler, cadılar ve cesur Muggle fırıncıdan oluşan ekiptir...
‘Fantastik Canavarlar’ serisi David Yates’e teslim edildi.
Politik okumalarla yüklü serinin bu üçüncü filminde Mads Mikkelsen, öykünün parlayan yıldızı.
Yıllar önce kocası Waymong Wang’in peşinden, Çin’i terk edip Amerika Birleşik Devletleri’ne yerleşen ve Kaliforniya’da aile çamaşırhanesini işleten bir kadın Evelyn Wang. Çin’i ve kendilerini terk etmesine kızan babası Gong Gong da artık yanlarındadır. Bu orta yaşlı kadın, kızı Joy’la sorun yaşamaktadır; çünkü onun lezbiyen olduğunu babasına söylemekten kaçınır ve kız arkadaşı Becky’ye de mesafeli davranır.
Tam bu ortamda vergi dairesi hesaplarında sorun olduğu konusunda ısrarcı, acımasız müfettiş Deirdre Beaubeirdra onları çamaşırhaneyi kapatmakla tehdit eder. Derken tuhaf şeyler olmaya başlar; anlaşmak için gittikleri vergi dairesinin asansöründe ‘kocası olmayan kocası’ Waymond (fiziği aynı ama kişiliği ve yetenekleri farklıdır) ona değişik yollar gösterir. Ve Evelyn, çok geçmeden hayatının tüm dağınık parçalarına doğru ilginç bir yolculuğa çıkar...
Uçuk kaçık ve eğlenceli
2016 tarihli ‘Swiss Army Man’ filmiyle tanıdığımız Daniel Kwan ve Daniel Scheinert ikilisi (ki onlara kısaca ‘The Daniels’ deniyor) uzun bir aradan sonra çektikleri ‘Her Şey Her Yerde Aynı Anda’yla (Everything Everywhere All At Once) yeniden huzurumuza çıkıyor.
Çin kökenli bir kadının ABD sularında yüzme uğraşı olarak da tanımlanabilecek çalışma, aynı zamanda bir annenin geçmişi ve geleceği arasındaki dengede de dolaşıyor. Geçmişi babasından ötürü hüzünlü ve yaralı; geleceğiyse kızının onun yönelimlerine ve kararlarına saygı duymadığını düşünmesi itibariyle sorunlu. Bu arada kocası eşinin sürekli işle ilgilenip kendilerine zaman ayırmadığı kanısında. Asansörde başlayan yeni süreçse farklı ihtimalleri aralıyor; bir anda karşımızda paralel evrenler beliriyor.
Başkahramanımız kendini ‘Şahane Hayat’ın (It’s a Wonderful Life) George Bailey’yi, ‘Rastlantının Böylesi’nin (Sliding Doors) Helen’i ya da ‘Ben Şahsen Bizzat Kendim’in (Me Myself I) Pamela’sı gibi farklı yaşantıların içinde buluyor. Lakin ‘Her Şey Her Yerde Aynı Anda’nın ana ve yan karakterleri bu filmlerdeki gibi ikili hayatlarda gezinmiyor, onlar çoklu evrenin parçaları ve birkaç öykünün içine dalıp çıkıyorlar. Bu arada ben ‘kuklacı rakun’ bölümünü ve sosisli parmaklara sahip olan insan profillerini uçuk kaçık ve de gayet eğlenceli buldum.
Michelle Yeoh, kendi kariyerinden de (‘Kaplan ve Ejderha’ Crouching Tiger, Hidden Dragon) kimi izler sunduğu Evelyn karakterinde adeta döktürüyor. Kocası Waymond’da karşımıza gelen Ke Huy Quan’la (hatırlarsanız, kendisi ‘Indiana Jones- Kutsal Tapınak filmindeki küçük çocuktu) uygun bir kimya tutturduklarını söyleyebiliriz. ‘Aşk Zamanı’na (In the Mood for Love) göndermede bulunan sahnede özellikle çok iyiydiler. Denetçi Deirdre’de de Jamie Lee Curtis’in ışıltılı bir performans gösterdiğini belirtmeliyim.
Filmde Dr. Morbius’u canlandıran Jared Leto etkileyici bir performans sunamıyor.
Yunanistan’daki bir sağlık merkezinde yolları kesişen iki çocuk; Michael ve Milo... Metabolizmalarının işleyişini sekteye uğratan bir kan hastalığından mustariptirler ve kader arkadaşı olurlar. Michael zekâsıyla sivrilir, kendini bilime adar ve hem kendisinin hem yakın arkadaşının tedavisi için çaba harcar. Yardımcısı Dr. Bancroft’la birlikte yaptığı araştırmalardaki finansörü de Milo’dur.
Nihayetinde süreç onu bünyesinde yüksek miktarda antikoagülan (kanın pıhtılaşmasını önleyen madde) barındıran vampirlere yönlendirecektir. İnsan DNA’sıyla vampirinkini birleştiren deneylerden sonuç alınca bu işlemi kendi vücudunda uygular. Sonuç korkutucu olacaktır. O artık insan kanıyla beslenen ve buna sıkça ihtiyaç duyan tuhaf bir yaratık olmuştur. Birçok özelliği gelişir ama güçleri onu denetimsiz hale getirmiştir…
1971’de ortaya çıktı
Farkında mısınız bilmiyorum ama Akademi’nin son zamanlarda sinema zevki çok değişti! ‘Popüler filmler’ neredeyse hiç gündemlerinde yok. Aday çalışmalar ‘bağımsız’ karakterli, küçük bütçeli, daha çok insani dramalara odaklı yapıtlar. Geçmiş değerlendirme yazılarımdan birinde de altını çizmiştim; çoğu kez aday yapımlar ruh ve beden olarak adeta bizim festival filmlerimiz gibi ya da SİYAD’da (Sinema Yazarları Derneği) oyladığımız türden yapılara sahipler!
Peki, bu noktaya nasıl gelindi? Sanırım her şey 2016’daki törenin ardından başladı. O yıl programı siyah bir aktör, Chris Rock sundu ama aday filmler arasında siyahlarla birlikte diğer ‘ezilmiş ve dışlanmışlar’ın dertlerini dile getiren çalışmalar azdı. Yönetmen ve oyuncu adaylarında da siyahlar yoktu ve o dönem üretilen #OscarsSoWhite (Oscar’lar Çok Beyaz) sloganı sanki nehrin yatağını değiştirdi. Oy kullanan profil yenilendi; kadın üyelerin, farklı ülkelere ait sinemacıların sayısı arttırıldı. Lakin 2020’de bu kez En İyi Yönetmen dalında kadın aday yoktu, bu da yeni bir krizin ifadesiydi. Nitekim itirazlar hemen sonuçlara yansıdı. Örneğin geçen yıl heykele uzanan ‘Nomadland’in yaratıcısı Chloé Zhao hem Oscar tarihinde Kathryn Bigelow’dan sonra bu dalda yüzü gülen ikinci kadın yönetmen hem de bu kategoride ödül kazanan Asyalı ilk yönetmen unvanlarıyla buluştu. Ayrıca geçen yıla, Minneapolis’te beyaz polis memurunun bir siyahı öldürmesiyle başlayan toplumsal başkaldırının izleri de damga vurdu; ‘Black Lives Matter’ (Siyah Hayatlar Önemlidir) ruhuna uygun olarak siyahların yaşadıkları dramlara ilişkin filmler öne çıktı.
Sürpriz yaşanır mı?
Bir de işin pandemi süreci ve yeni seyir biçimleri kanadı var. Salgın boyunca tüm gezegende insanlar bir tür kaçış yöntemi olarak sinemaya sığındı; eski-yeni birçok filmi, diziyi izledi. Netflix, Amazon Prime, MUBI, Hulu gibi platformlar sinemaseverler için yeni buluşma noktalarına dönüştü. Salonlar tekrar açıldığındaysa ‘anaakım sineması’ neredeyse sadece ‘süper kahraman’ filmleriyle yoluna devam edip seyirci toplarken genel olarak ‘yedinci sanat’ın, mesleki jargonla ifade edersek ‘minimalist sinema’ya yöneldiğini ve Akademi’nin de bu yönde tercihlerde bulunduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca şunu da belirtmek lazım; sadece siyahlar değil, diğer tüm ezilenler; kadınlar, çocuklar, LBGTİ+ bu yeni sinema anlayışının dert ettiği ve perdeye taşıdığı kesimlerdi. Bu yıl da benzer reflekslerle hareket edildiğini ve büyük stüdyo yapımı olarak sadece Spielberg’ün eski bir klasiğin yeni versiyonu olan ‘Batı Yakası’nın Hikâyesi’nin
Akademi’nin radarına girdiğini belirtelim ve ana kategorilerde tura çıkalım...
Alfonso Cuarón, çocukluğunun izlerini sürdüğü ‘Roma’da Meksika siyasi tarihinin utanç sayfalarından Corpus Christi Katliamı’na uğrarken eylemi filminin bir parçası olarak sunar. Kenneth Branagh’ın otobiyografik unsurlarla dolu ‘Belfast’ı ise dönemin siyasal dalgalanmalarının ortasında açılıyor. Film, Ağustos 1969’da Belfastlı çocukların mutlu günleri, sokak çatışmaları ve Protestanlarla Katolikler arasındaki zorlu süreç üzerinden biçimleniyor.
‘Sir’ unvanlı sinemacının son filmi, odağına 9 yaşındaki Buddy’yi alıyor; yaşananları onun perspektifinden anlatıyor. Baba çoğu zaman iş dolayısıyla şehir dışındadır, fedakâr anneleri ona ve abisi Will’e kol kanat gerip evin düzenini sağlar. Büyükannesi ve büyükbabası da
sürekli didişen ama birbirlerine sevgileri her hallerinden belli iki tatlı ihtiyar olarak gündelik hayatlarının en büyük neşesidir.
İki kardeş dışarıda oyun oynarken etraftaki mezhepsel ve politik çekişmenin yansımalarını sokağın gerçekleri eşliğinde öğrenirler...
Branagh’ın siyah-beyaz çektiği (sadece günümüzün Belfast’ı renkli görüntülerle perdeye yansıyor) film, yer yer komik, yer yer hüzünlü, nostaljik bir yolculuk. Buddy’nin büyüme ve hayatı kavrama sürecinin (ilk aşk da dahil) kimi zarif anlarla yansıtıldığı yapımda ailece sinema ve tiyatroya gitme ritüeli de var. Ki ‘Kahraman Şerif’ (High Noon), ‘Kahramanın Sonu’ (The Man Who Shot Liberty Valance) gibi western klasiklerinin yanı sıra ‘Uçan Otomobil’ (Chitty Chitty Bang Bang), ‘Bir Milyon Yıl Önce’ (One Million Years BC) gibi yapımları izlediklerini, Dickens’ın ‘Bir Noel Şarkısı’ (A Christmas Carol) oyunu için de tiyatronun yolunu tuttuklarını görüyoruz.
Buddy rolünde minik oyuncu Jude Hill’in döktürdüğü ‘Belfast’ta anne ve babayı Caitriona Balfe ve Jamie Dornan canlandırıyor. Filmde ikisi de son derece başarılı ve uyumlu. Ama asıl etkileyici ikili, büyükanne ve büyükbabada izlediğimiz Judi Dench ve Ciarán Hinds adlı iki muhteşem çınar. Ki performanslarıyla yarın gece sabaha karşı dağıtılacak Oscar’larda Dench En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu; Hinds, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dallarında aday oldular. Meraklısına not: Filmin soundtrack’inde Van Morrison’ın şarkıları yer alıyor.
‘Umut ve Zafer’ tadında
iri genç, diğeri orta yaşlarına doğru yol alan iki bekâr kadın. Kazara hamile kalmışlardır ve Madrid’de doğum yapmak için gittikleri hastanenin bir odasında yolları kesişir... Janis biraz da yaşının getirdiği olgunlukla daha sakinken Ana korkmuş ve sarsılmış görünür. Bu durumda biri diğerine kol kanat gerer, cesaret aşılamaya çalışır. Sonuçta ikisi de anne olur. Lakin bir süre sonra olaylar karmaşık bir hal alacak, hastane oda ve koridorlarında gelişen dostluk bambaşka yönlerde filiz verecektir.
Kariyerinin en politik yapıtı
Pedro Almodóvar zamanımızın ‘melodram ustası’. Anlattıklarına Batı dünyasından bakanlar filmlerinde Douglas Sirk ya da Rainer Werner Fassbinder esintileri buldu; bu coğrafyadan bakanlarsa (mesela ben) Yeşilçam ruhu, tadı... 72 yaşındaki İspanyol usta incelikli anlatımıyla donattığı yapıtlarında görsel açıdan geometrik desenlere, kitsch (hiçbir estetik değere sahip olmayan) estetiğine yakın renklere rastladık. Öyküleri bazen fazlasıyla sarstı, bazen de çok derinleşmeyen ama her daim neşesi ve hüznü yerinde anlar sundu. Cinsel yönelimler, kadın-erkek sorunları, karşılıksız aşklar derken bireysel çıkışsızlıktan kurtulmak adına umuda yolculuk serüvenlerini perdeye taşıdı hep. Bu hikâyelerin arka planındaysa az ya da çok İspanya’nın siyasi tarihi vardı: Franco rejiminin yıllardır ezdiği bir halk ve diktatörün kararttığı hayatların günümüzdeki izleri yani...
Penélope Cruz bu filmdeki performansıyla En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar’a aday gösterildi.
Kolombiya topraklarında İskoç bir botanikçi... Jessica, kız kardeşi Karen’ın tanım koymakta zorlanılan rahatsızlığı dolayısıyla Bogotá’dadır. Derken tuhaf bir patlama sesi duyar. Nedenini ve kaynağını bilemez ama artık bu onun için en büyük merak unsurudur. Karen ve eşi Juan’la buluştukları yemekte ses tekrarlar, lakin bu sonik tınılar içeren patlamayı sadece kendisinin duyduğuna ikna olur; çünkü lokantadaki herkes hayatın normal akışı içinde hareket etmektedir.
Merakı daha da artmıştır ve Juan’ın öğrencilerinden Hernán’ın ses stüdyosuna giderek sesin orada yeniden üretilmesi için yardım ister. Jessica patlamayı, denizin içindeki bir metal duvara çarpan beton kürenin çıkardığı bir ses olarak tanımlar. Belli zaman sonra tekrar Hernán’ın stüdyosuna gittiğinde orada öyle biri olmadığını söylerler... Öte yandan bir botanikçi olarak orkidelerini tehdit eden mantarları araştırmaya koyulur. Bu esnada tanıştığı profesör onu 6 bin yıllık bir iskeletin incelenmesine davet eder. Merakı kırsala yönlenmesine neden olacak, sığ bir derenin kenarında, yemek için önündeki balıkları temizlemeye çalışan bir adama rastlayacaktır. Tıpkı ses stüdyosundaki kişi gibi adı Hernán olan bu yöre insanı, bilgece yaklaşımlarıyla Jessica’yı az zamanda çok derin sulara çekecektir...
Apichatpong Weerasethakul, filmografisindeki birçok yapıta rağmen sadece ‘Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor’unu (Loong Boonmee raleuk chat) seyrettiğim ve bu film dolayısıyla kendime yakın hissetmediğim bir sinemacı(ydı). Yukarıda konusunu özetlediğim son yapıtı ‘Memoria’ ise bence dertler bakımından belki aynı ama anlatımıyla insanı çarptıkça çarpan bir çalışma. İlk kez ülkesi Tayland’dan uzakta bir coğrafyada, yine ilk kez uluslararası bir yıldızla (Jessica’da Tilda Swinton’ı izliyoruz) çektiği bu yapım, zamanın akışına, insanın varoluşuna, zihinsel köklerine, arayışlarına, anılarına, belleğin birikimine ve modern çağların kaygan zemini üzerindeki gelgitlerine dair görselliğin eşlik ettiği psikolojik bir yolculuk olmuş... Jessica’nın sadece kendisinin duyup duymadığı konusunda endişe yaşadığı o ses bir bireyin mi
yoksa toplumsal bir hafızanın, vicdanın ya da tepkinin yansıması mıdır; film bence asıl olarak bu tür hatırlatmaların ve dertlerin peşinde.
Bu tür metaforik hassasiyetleri olan öyküler (ve de yönetmenler), daldıkları girdaplara seyirciyi de çeker ama çoğu kez vardıkları noktadan geri dönemezler ve adeta izleyeni de kafası karışık bir şekilde bırakarak çekip giderler. Oysa Weerasethakul’un ‘Memoria’sı genel olarak bir terapi seansı ya da sinemasal bir meditasyon tadında. Filmin açıklanamayan yanları bile kendini kaptıran seyirciye huzur veriyor adeta.
Hayatın hikâyeleri yeter!
Tilda Swinton’ın; endişelerini derinlemesine yansıtan ve merakının peşinde sürüklenen Jessica’da çok başarılı bir performans sergilediği filmin bence iki can alıcı bölümü var; biri ses stüdyosunda patlamayı yeniden yaratma çabası, diğeri de yaşlı Hernán’la söyleştiği kısım. Yörenin yerlisi konumundaki bu ‘halk bilgesi’, gündelik akışın gürültücü yanına dikkat çekerken hayatın kendi içinde birçok hikâye barındırdığını ve bu yüzden TV ve film izlemediğini, ömrü boyunca da doğup büyüdüğü yerden ayrılmadığını çünkü bu yolla hafızasına sahip çıktığını söylüyor.