Önce ‘Pek Yakında.’ Çekimler nasıl geçti?
Valla sekiz hafta sürdü, çok yoğun çalıştık. Zaten ancak bu sürede bitermiş. Normalde çekimler dört hafta sürer... Çok güzel bir ekiple, her kalemi, her bölümü; sanat tasarımıydı, kostümüydü, görüntüsüydü, hepsi çok profesyonel, hepsi işinin gayet ehli insanlarla çalıştım...
Can alıcı soruya gelelim! Geçmişteki Cem Yılmaz algınla şimdiki arasında farklar var mı?
Valla daha öncesine ait şöyledir, böyledir diye bir algıya sahip değildim ama şunu gördüm: Hiç egosu yok. Bazen daha ilk filminde egosundan geçilmeyen yönetmenlerle tanıştım. Ama Cem son derece mütevazı, her türlü duygusunu paylaşan, kimseye özel ya da ayrıcalıklı davranmayan bir kişilik. Üzüntüsünü de sevincini de doğrudan hissettiriyor ve paylaşıyordu. Tabii bu koşullarda çalışmak, bu koşullarda sinema yapmak çok güzel bir şey. Sana kendini ‘Şanslı’ hissettiriyor.
Fotoğraflar: Muhsin AKGÜN
Setten başka düşebileceğin özel notlar var mı?
Bence her anı yüksek bir setti, çok çalışıldı, çok yorulundu, çok terlendi. Kendi adıma en keyif aldığım set hallerimizden biri Ayşen Gruda ve filmde oğlumu canlandıran Ataberk’le beraber mitolojik ya da süper kahramanlar seçip fantastik hikâyeler yazdığımız set aralarıydı. Ya da gecenin bir yarısında setin temposunu yükselten ama uzuuunca bir süre duymak istemeyeceğim şarkılar... Ama Çağlar’ı (Çorumlu) bu şarkılarla, hep öyle dans ederken görmek isteyeceğim kesin. Bir de Hare (Sürel) ve Metin Abi’yle (Coşkun) içinde bulunduğumuz VİP araçla verdiğimiz mücadele var ki benim için kısa film konusu.
Sahadaki sonuçların yönetimde (istifa dahil) derin yaralar açması sonucu kaotik günler yaşayan Galatasaray, ligin henüz dördüncü haftasındaki bir karşılaşmaya adeta ‘Ölüm-kalım mücadelesi’ havasında çıktı… Olası üç ya da bir puan kaybı belki de dönülmez akşamın ufkuna taşıyacaktı her bir şeyi… Konuk Sivasspor ise ligin henüz galibiyet sevincini tatmayan ekiplerindendi.
‘Yiğido’ kanadı maça hızlı başlayan taraftı, önce 2. dakikada Utaka’yla, daha sonra da 10’da Tarık’ın hatasıyla gelişen atakta geçen sezonun ‘Gol Kralı’ Chahechouhe’yla iki önemli fırsatı harcadı (ki bu iki oyuncu, geçen sezonun ikinci yarısında Sivas’ta oynayan ve ev sahibinin 2-1 kazandığı maçta galibiyete imza atan isimlerdi). Arada Galatasaray da 4’te Dzemaili’yle gole yaklaşmıştı.
Pirlo’vari Sneijder
DERKEN Sarı-Kırmızılılarda bu sezon elini taşın altına koyan nadir isimlerden Chedjou sahne aldı ve artık alamet-i farikasına dönüşen kafa gollerinden biriyle 19’da takımını öne geçirdi. İbrahim Toraman’ın neden olduğu penaltıda Burak Yılmaz, atışı kötü kullandı ama dönen topta farkı ikiye çıkarmaya başardı.
2. yarının neredeyse tamamında konuğun top hâkimiyeti ve pozisyon üstünlüğü vardı. Sakatlanan Dzemaili’nin yerine giren Yekta, biraz da bu tabloya son vermek adına sahaya sürülmüş gibiydi. Nitekim girer girmez verdiği ‘ince’ pası Burak değerlendiremedi, ardından yerleşme hatası yapan Sarı-Kırmızılıların cezasını Cicinho’nun asistinde Chrisantus kesti. Bu gol Aslan için son 20 dakikada ecel terleri dökmek demekti.
Bu maç tedavi yolunda önemli bir dönemeçti. Geride ise Snejider’ın oyuna Pirlo’vari katkısı ve sakallarına veda etmiş Prandelli görüntüsü kaldı.
5 üzerinden 4 yıldız
Toplumsal kimlikler üzerinden sürekli ‘öteki’leşmenin yaşandığı ve ideolojik yarılmanın her geçen günde daha da derinleştiği kaygan bir coğrafyanın sinemasının, bu tür sularda gezinmesinden daha doğal ne olabilir? Hatta sayısal açıdan yetersiz bile kaldığı iddia edilebilir. Tayfun Pirselimoğlu, son filmi ‘Ben O Değilim’de bir anlamda kayıp kimlikler peşine düşüyor ve seyircisini, ‘Öteki’ olmanın heyecanına kapılmış bir karakterle buluşturuyor. Bu noktada bir uyarı boynumuzun borcu: Kuşkusuz öykü boyunca karşımıza çıkan ‘kimlik’ ve ‘öteki’ kavramları içinden geçtiğimiz süreçteki anlamlarla buluşmuyor, daha genel ve evrensel bir derdin peşine düşüyor…
Kısaca öykü diyelim: Bir hastanenin yemekhanesinde çalışan Nihat, işyerinden çalışma arkadaşı Ayşe’nin kendisine özel bir ilgi gösterdiğini fark eder. Genç kadının kocası hapistedir. Adeta ikisi de yalnızlıklarına çare olarak birbirlerini uygun görmüş gibidirler. Bir gece Nihat, Ayşe’nin evine gider ve bu noktadan sonra hayatının akışı değişir…
‘YOLCU’YLA YAKIN AKRABA
‘Ben O Değilim’in yüzdüğü sular itibariyle yakın dönemde gösterime giren ‘Öteki’ (‘The Double’) ve ‘Düşman’ (‘Enemy’) filmleriyle akrabalıkları olduğu yazılıp çizildi. ‘Öteki’ daha çok bir ‘Alter ego’ hikâyesi, ‘Düşman’ı ise izlemedim, yorum yapamayacağım ama ‘Ben O Değilim’in asıl kan bağını elbetteki Antonioni’nin ‘Yolcu’su (‘The Passenger’) kuruyor. Çünkü iki film de rotasını bir kişinin sadece kimliğini değil kaderini de üstüne geçirmek bağlamında rotalarını çiziyorlar.
‘Ben O Değilim’de ana yükleri Nihat’ta Ercan Kesal, ‘Ayşe’de de Maryam Zaree üstleniyor. ‘Küf’te acılı bir babanın yalnızlığını, ‘Yozgat Blues’da da taşranın yalnızlığını ve hüznünü üzerinde taşıyor Kesal, bu kez İstanbul’un varoşlarından İzmir’e uzanan bir yalnızlığın ifadesini perdeye yansıtıyor. Elbetteki bu yalnızlık görsel bir çerçevenin asli unsuru değil, o suretin arkasında belki en çok Camus’ye yakın düşen ‘Varoluşsal’ ve ‘Yabancı’sal bir yalnızlık, keder ve üzerine geçirdiği kimliğin kaderini tayin etmeme hali var… Ayşe’de karşımıza gelen Maryam Zaree ise adeta gözleriyle oynuyor. İran kökenli oyuncu neredeyse bütün film boyunca gönül tellerinizi titretecek bir performans ortaya koyuyor. Rıza Akın ise her zamanki gibi ‘inceci’
5 üzerinden 3 yıldız
Modern zamanlarda ‘Gönlümüzün prensesi’ni bulmak nispeten kolay olsa da gerçek bir prensese rastlamak pek mümkün olmuyor. Bu yüzden de bulduğumuzda bırakmıyor, onları el üstünde tutabildiğimiz kadar tutuyor, giderek sıkıyor, boğuyor ve bazen de Diana örneğinde olduğu gibi adeta ölümlerine neden oluyoruz...
Öte yandan kronolojik açıdan meseleye bakarsak bu âlemde Diana’dan önce Grace Kelly vardı. ‘Bir zarafet abidesi’ olarak da popüler kültürün zihnine sonsuza kadar çıkmamacasına yerleşen Kelly, olay mahalli Monako’ya gelmeden önce de bir nevi ‘Prenses’ti. Bir Hollywood ikonu olarak ‘Prenses’lere layık bir hayatın ifadesiydi, Avrupa’nın minik ülkesi Monako’nun Prensi Rainer’la evlenerek soyutu somuta dönüştürdü.... Bu haftanın mönüsünde yer alan ‘Monako Prensesi Grace’ (‘Grace of Monaco’), ışıltılı bir hayatın ardındaki zorlukları, kişisel seçimleri, o küçücük toprak parçasında bile dönen taht kavgalarını ve Monako’nun, ‘ağabeyi’ Fransa’yla yaşadığı sorunları anlatıyor... Film 1961’de, Kelly’nin Rainer’la evliliğinin beşinci yılında açılıyor.
Monako’nun başı, yeni vergi yüklemeleri yüzünden Fransa’yla beladadır. De Gaulle, bu minik ülkeye el koyma çabası içindedir. Hitchcock ise favori ‘Sarışın’ı -ki diğerleri malum Kim Novak, Tippi Hedren, Janet Leigt ve Vera Miles’tır- olarak Grace Kelly’ye yeni filmi ‘Marnie’de oynaması için teklifte bulunur. “Ülke onca sorunun içinde boğuşurken Prenses, ayrıldığı sinemaya geri mi dönecektir?” Basın bu soruyu gündeme getirirken Rainer zor durumda kalır...
Edith Piaf’ın hayatını anlatan ‘Kaldırım Serçesi’yle (‘La Vie en Rose’) tanıdığımız Fransız yönetmen Olivier Dahan, yine biyografik türde bir filmle karşımıza çıkarken ele aldığı karakterin bütün bir hayat hikâyesine göz atmaktansa belirli bir kesiti ele alıyor ve o zaman diliminde öne çıkan olaylara yoğunlaşıyor.
DE GAULLE’E KAFA TUTMAK
Bu tanım, sadece taraftar olmanın doğası değil, tuttuğunuz takımın maçını izlemek istediğinizde karşınıza oyunun kendi mecrası dışında çıkabilecek engelleri de kapsıyor. Meseleyi somutlarsak son günlerin öncelikli maddesi, Beşiktaş’ın maçları dolayısıyla Atatürk Olimpiyat Stadı...
‘Orada bir stat var uzakta, gitmek de zor dönmek de...’başlığı altında yükselen eleştiriler zemin problemleriyle ayyuka çıktı. Tüm bu eleştirilerin haklı bir yanı var ama iş giderek stadı canlı varlık gibi görme ve bir an önce yok edilmesi gereken bir tehlike biçimine dönüştü. Sonraki aşamada da o eski tezler gündeme geldi: “Böyle bir tesis yapılır mı, böyle stat olur mu, böyle bir yapının olimpiyatla ne ilgisi var?” Bu durumda da serinkanlı bir yaklaşıma ihtiyaç duyulması kanısındayım.
Açık söylemek gerekirse Atatürk Olimpiyat Stadı, mimari açıdan hiçbir kusur barındırmamaktadır. Tesisin meselesi oraya ulaşmakla ilgilidir, bu da ülkenin ya da şehrin genel ulaşım planlarını ve politikalarını bağlayan bir sorundur.
Bir kere bu tesis, hayatını Türkiye’de Olimpiyat Oyunları gerçekleştirmeye adayan ama bu ‘Mutlu rüya’yı görmeye ömrü ne yazık ki yetmeyen ‘Rahmetli’ Sinan Erdem’in, en azından yapısal anlamda bir düşünün gerçekleşmesinin ifadesiydi. Bilindiği gibi Olimpiyat Oyunları yaz aylarında düzenlenir ve İstanbul’da yaz sıcağında, ısının en az hissedildiği ve büyük bir tesis kurulmaya uygun arazi burasıydı.
RÜZGÂR SORUNU
Dolayısıyla yer seçimi bu yüzden Başakşehir’e bağlı Altınşehir bölgesindeki 584 hektarlık alanda gerçekleştirildi. Buradaki en büyük problem güçlü rüzgâr akımlarıydı, bilindiği üzere Olimpiyat Oyunları’nda rüzgârın yüksek olması durumunda dereceler, dolayısıyla olası rekorlar geçersiz sayılır.
Bunun önlemi de proje dahilinde yer alan ‘Rüzgâr panelleri’ vasıtasıyla çözülecekti. Lakin Olimpiyat Oyunları’nın (son seçimde de olduğu gibi) İstanbul’a verilmemesi, panel takviyesini ‘Oyunları alınca yaparız’ zihniyetinin tezahürü olarak rafa kaldırdı. Bütün bu gelişmeler sonucu da “Koca tesis atıl kalmasın, bari tek bildiğimiz spor olan futbola yarasın” diyerek ayak topu maceralarımızın yeni duraklarından birine dönüştürülmeye çalışıldı. Ama vücut ta en başından beri bu yeni organı kabul etmedi, sürekli reddetti. Lakin bunun nedeni elbette stadın mimarisi değildi.
‘Stade de France’ın mimarları
Lakin G.Saray ruhen ve fiziken öyle dermansız ki bu haliyle aslında rakiplerine derman oluyor!
Çocukluğumun bir yılı Balıkesir’de geçti ve biz taşındığımızda (1971 sonu) 1. Lig heyecanının sarıp sarmaladığı şehrin her tarafı, Kırmızı-Beyazlı bayraklarla donatılmıştı. O sezonu pas geçen ‘Bal-Kes’, 1974-75 sezonu ‘mutlu rüya’yı görmüş ama 1. Lig’deki misafirliği bir sezondan öteye gidememişti. 38 yıl sonra aynı sularda yüzmeye çabalayan Kırmızı-Beyazlılar, yeni serüvenin ilk iki haftasında ‘sıfır’ çekince ‘kolay lokma’ hüviyetini üzerine geçiriverdi hemencecik.
OFSAYTSEVER BURAK YILMAZ
Bu dengeler içinde start alan dünkü maçın ilk dakikalarında Sneijder’ın sürüklediği Galatasaray ataklarını izledik. Bu aşamada Burak Yılmaz her zamanki dağınık görüntüsü ve ‘ofsaytsever’liliğiyle pozisyonlara harcamaktaki öncelikli isimdi. Derken ev sahibindeki ‘İkinci el’ yıldızlar sahne aldı; önce Sercan Yıldırım, sonra da Gökhan Ünal (ki vakti zamanında Kayserispor formasıyla uzatma dakikalarında Galatasaray’a attığı bir golle bütün ülke sathında varlığını hissettirmişti!), skor tabelasındaki eşitliği ev sahibi lehine 2-0’a taşıdı.
ÇARE MELO’DUR AMA...
İkinci yarı maç Balıkesirspor yarı sahasında oynandı. Prandelli, Bruma ve Dzemaili’yi kulübeye çekerken Emre Çolak ve Umut’u sahaya sürdü. Bruma oyunda kaldığı sürece hareketli göründü ama her zamanki gibi o hareketliliğine mana kazandıracak akıl ve uygulamadan yoksundu (Ki yerine oyuna dahil olan Emre Çolak da geçmişte onun ‘yerli’ versiyonu olmaktan öteye gidememişti, gidemeyecek de gibime geliyor)...
Sonuçta dün ‘Höşmerim diyarı’ Balıkesirspor, adeta Süper Lig’e döndü. 2 haftalık liderliğe veda eden Aslan’daki yara ise her geçen gün derinleşiyor. Birbirinin benzeri ve yetenekleri sınırlı onca oyuncu içinde toparlayıcı bir ismin eksikliği o denli bariz ki... Melo’nun cezası bitti, çare olur mu? Nispeten olur ama nihai çözüm getirmez. Fakat haftaya Arena’da Sivas maçı, başta Burak ve Selçuk olmak üzere birçok isim için kariyerlerinin en zor maçlarından biri olacak...
Gençlik temalı disütopyalar, önce kitap raflarına sonra da salonlara uğramayı sürdürüyor. ‘Açlık Oyunları’ (‘The Hunger Games’) ve ‘Uyumsuz’dan (‘Divergent’) sonra sahne sırası ‘Labirent: Ölümcül Kaçış’ta (‘The Maze Runner’)... James Darsher’ın çok satmış kitabından yapılan bu uyarlamanın ilk hamlesi bu hafta huzurlarımıza çıkıyor. Öykü kısaca şöyle: Thomas yukarıda doğru hareket eden bir asansörde uyanır. Kendisini yaşıtları karşılar. Burası dev duvarlarla çevreli bir alandır ve tek kapı, gizemli bir labirente bağlıdır. Her ay gelen yeni bir konukla da nüfusun arttığı bu topluluğun içinde Thomas, çıkış yolu aramak gerektiğini düşünür ama ‘Başkaldırı’ olarak nitelenen bu çabası, düzenin bozulmamasını isteyen kimi eski üyeler tarafından hoş karşılanmaz…
Yönetmenliğini Wes Ball’un üstlendiği ‘Labirent: Ölümcül Kaçış’ ilk elde ister istemez akla William Golding’in ünlü klasiği ‘Sineklerin Tanrısı’nı getiriyor. Çocuklar arası hiyerarşi bu kez gençler aşamasına yükseltilmiş sanki (kimi Batılı eleştirmenler çağrışımlar arasına ‘Lost’ dizisini de katmış, ben bu diziye hâkim olmadığım için bu konuda yorum yapamayacağım ayrıca kronolojik açıdan ‘Sineklerin Tanrısı’ daha öncelikli sıradadır!)
Onların korkusu bizim gerçeğimiz!
Öte yandan ‘Açlık Oyunları’ ve ‘Uyumsuz’ da göz önüne alındığında, Batı gençlik edebiyatında yakın geleceğe dair ‘Totaliter rejim’ korkularının kıyıya vurduğunu görüyoruz. Batı’nın edebiyat ve sinema üzerinden soyut olarak ürettiği korkuların, somut olarak yaşatılma çabalarının hâkim olduğu bir coğrafyadan bakıldığında ise işin rengi değişiyor. Mesela bu filmin temel sloganlarından biri olan ‘İsyan güzeldir’, geçen yaza damga vuran ‘Gezi’nin de aşağı yukarı en önemli çıkış noktalarındandı. Toparlarsak onlar hayal ediyor, biz yaşıyoruz…
Sonuç itibariyle ‘Labirent: Ölümcül Kaçış’, belli oranda çekiciliği olan bir yapım. Ama asıl kararı devam filmiyle birlikte parantez kapandığında vereceğiz. Böyle bir durumda da ‘Bekleyelim, görelim’ diyoruz…
Bazı filmler tek bir cümlesi, tek bir görüntüsü, tek bir anıyla bile hatıralarımızdaki mutena yerlerini alır... ‘Dünyada 20.000 Gün’ (‘20.000 Days on Earth’) bu türden derin izlerle dolu bir yapım. Avustralyalı müzisyen ‘Nick Cave’in hayatındaki 20 bininci gün’ esprisi etrafında onca anıyı, hesaplaşmayı, geçmişe uzanmayı ve bilinçaltı turlarını perdeye yansıtan film, seyirci koltuğunda oturan sizleri de benzer şekilde kendi hikâyelerinizle buluşturacak denli güçlü bir etkiyi sahip… Evet, perdede son derece şöhretli, yetenekli bir müzisyen var ama bu yarı belgesel niteliğindeki yapım insani bir yolculuğun peşinde ve çok geçmeden bütün yıldızlarından sıyrılmış ve kendi hayatıyla yüzleşmeye koyulmuş bir insanın portresini izliyoruz film boyunca…
‘Dünyada 20.000 Gün’ün ilginç yanlarından biri zaman zaman aktör Ray Winstone, şarkıcı Kylie Minogue ve gitarist Blixa Bargeld’in devreye girmesi ve Cave’in, onlarla arabasında hasbihal etmesi. Öte yandan grubu ‘The Bad Seeds’in elemanlarından Warren Ellis’le film boyunca süren muhabbetleri de muhteşem (“Karımdan çok seninle vakit geçirdim” cümlesi mesela)… Keza Cave’in psikanalist Darian Leader’la daha çok babasının kendi üzerinde bıraktığı izler ve anılara ilişkin konuşmaları da filmin kayda değer bölümlerindi (burada beklenildiği gibi ‘Freudyen’ okumalarla karşılaşıyoruz).
21 yıldır birlikte çalışan Jane Pollard-Iain Forsyth ikilisinin imzasını taşıyan film genel olarak Cave’in Brighton’daki evinde, stüdyosunda ve sahne hayatında dolaşıyor. Geçmişte ‘Johnny Suede’ ve ‘Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikastı’ gibi filmlerde oyuncu olarak da izlediğimiz Nick Cave, bu kez kendisini canlandırırken (!) pek de zorlanmamış…
‘Dünyada 20.000 Gün’ son zamanlarda salonlara uğrayan en önemli yapımlardan biri. ‘Kesinlikle kaçırmayın’ derim…