5 üzerinden 3 yıldız
Taşra, son dönem sinemamızda öykülerin bir şekilde dönüp dolaşıp aktığı ana yatak... Biraz da ‘Orada bir yer ver uzakta’ mantığıyla filmlere sızan taşrayı, elbette ki herkes farklı tarif ediyor. Masumiyetin, geçmişin, bozulmamışlığın da; büyük kentin tüm ıstırap veren öğeleriyle küçük ölçekte yeniden inşa edildiği yerin de mekânı orası. Kuşkusuz kimilerine göre de iyi ve kötüyü aynı anda barındırmanın da kesişim noktası… İş Hollywood’a gelince genel bir perspektifte benzer tasvirlerle önümüze atılıyor taşra. Oradaki tanımlarda da yine ön planda masumiyet var. Parantez biraz daha açıldığında ise büyük kente gidip bir şekilde geri dönenin çarçabuk sıkıldığı ama öte yandan da hâlâ bozulmamış bazı değerleriyle özlem duyduğu bir yerin tarifine soyunuluyor: Eski arkadaşlar, eski sevgili, ah o eski günler… Tabii ki kaçıp gittiği geçmişin parçası olan eski (ailevi) sorunlar…
Bu haftanın öncelikli filmi ‘Yargıç’ (‘The Judge’), Amerika dolaylarından bir taşra hikâyesi anlatıyor… Chicago’lu fiyakalı avukat Hank Palmer, annesinin cenazesi dolayısıyla uzun bir aradan sonra doğup büyüdüğü topraklara geri döner. Kasaba adeta bıraktığı gibidir… ‘Yargıç’ olan babası Joseph Palmer’la eski problemleri de tıpkı kasaba gibi yerli yerindedir. Bir an önce kendi hayatına, kendi gerçekliğine dönmek ister ama babasının cinayetle suçlanması üzerine davanın avukatlığını üstlenir…
‘AİLE DEĞERLERİ’NE YERİMİZ VARDIR
‘Şanghay Şövalyeleri’, ‘Wedding Crashers’ gibi sulu sepken nitelenecek komedilerle tanınan David Dobkin’in gülümsetecek kimi sahnelerle bezeli ama ağırlıklı olarak dramaya kayan son çalışması ‘Yargıç’, yukarıda altını çizdiğim ‘Taşrada zaman’ çerçevesinde bir öyküymüş gibi başlıyor. Daha sonra filmi ‘John Grisham ruhu’ sarıyor ve hikâye mahkeme salonuna taşınıyor. Dobkin bütün bu trafik esnasında duygusal sahnelerin üstesinden geliyor ve baba-oğul arasındaki soğuk rüzgârlar eşliğinde rotasını doğrultmayı başarıyor. Kuşkusuz bu uğraşta en büyük destek iki büyük oyuncudan, iki Robert’dan (!) geliyor: Babada emektar Robert Duvall, oğulda da Robert Downey Jr. bazen yalnız, bazen de karşılıklı döktürüyorlar…
Burada belki asıl vurgu yapılması gereken şey Downey Jr.’ın Amerikalı bir eleştirmenin de altını çizdiği gibi kariyerinde ‘Benjamin Button’vari bir gençleşme yaşadığı. Tecrübeli aktör ‘Iron Man’ ve ‘The Avengers’ serilerindeki ‘süper’ kahraman tiplemelerine ara verdiğinde de oyunculuk anlamında ‘süper’liğe soyunuyor diyerek övgülerimizi sunalım! Diğer performanslara gelince: Hank’in eski sevgilisinde Vera Farmiga, ağabeyi Glen’de Vincent D’Onofrio, maktulün avukatı Dickham’da Billy Bob Thornton gayet iyiler… Filmin bizim kuşağa yönelik bir sürprizi var: Cinayet davasına bakan yargıç Warren’da ‘Beyaz Gölge’nin ‘Koç Reeves’ı Ken Howard’a rastlıyoruz.
(5 üzerinden 3 yıldız)
İngiliz işçi sınıfının sinemadaki en önemli temsilcisi konumundaki Ken Loach’un filmlerine göz attığımızda şu görüntülere rastlarız: Sade hayat modelleri içinde tek meseleleri neredeyse ayakta kalmak olan ama mevcut ekonomik sistemin bu temel dertleri bile katlayıp işlerini zorlandırdığı karakterler…
Derviş Zaim’in son filmi ‘Balık’ın gezindiği sularda karşımıza çıkan ana tiplemelerden Kaya’nın da tıpkı Loach karakterleri gibi ekonomik sistemle bir problemi var… Küçük kızının derdine çare ararken tedavi masrafları sürekli belini büküyor. O da çözümü ekmeğini yediği göle ihanet etmekte buluyor. Kimyasal yollarla zehirlediği balıkları satarak daha fazla paraya kavuşmak isterken, hem doğanın hem de kendisinin dengesini bozuyor…
ADETA ‘TANE TANE’ ANLATIYOR
Zaim ‘Balık’ta gerçekle mistiğin arasında gitmek isteyen kahramanlar eşliğinde doğayı koşulların zorlamasıyla yok etmek durumunda kalmanın hikâyesini adeta tane tane anlatıyor. “Yeşili, suyu, siluetleri yok ederken de benzer dertlere sığınıyoruz” diyor bir anlamda. Hoş, bütün bu katliamlara imza atanların Kaya benzeri iyi niyetler taşıdıklarını iddia etmek zor, çünkü gerçek hayattaki yok ediciler çok iyi biliyoruz ki ölçekleri birbirinden farklı canavarlar kümesinden oluşuyor. Bir de işin ardında yüksek rant kokusu olunca, her şeyin tanımı değişiyor…
Sonuçta Bülent İnal (Bence çok iyi oynuyor), Sanem Çelik ve Myraslava Kostyeva Akay’ın başrollerini paylaştığı ‘Balık’, naçizane bir-iki yerindeki mantığı zorlayan sahnesine rağmen ilgiyi hak ediyor… Öte yandan ‘Mezarlık sahnesi’ çok etkileyici. Ayrıca Zaim’in masalsı anlatımı da bence kayda değer.
Hoş, bizim coğrafyamızda da yan hikâyeler zaman zaman önümüze atılır. Ama bunların çoğu oyunun doğasının yansıması değil; mesela son ‘Gökhan Töre olayı’nda olduğu gibi flu alanlarda dans eden ve aslen ‘adli’ tanımıyla ele alınacak vakaların dışa vurumu olarak hayatımıza nüfuz eder. ‘Çok önemli bir milli maç öncesi böyle bir olay gündeme taşınır mıydı?’ Bir görüş buydu, meseleye ilişkin… Lakin gazetecilik denen mesleğin doğrularla birinci elden ilişkisi vardır ve böylesi bir bilgi, gezegenin her yerinde haber değeri açısından beklemez, bekleyemez… Gerçi ‘Gökhan Töre olayı’nda bu aşama artık geride kaldı, ‘şimdiki zaman’da ana mesele ‘İki maçta sıfır puan çeken ve grubun dibine yerleşen Milli Takım’ın hal-i pür melâli…’
Başarısızlık, elbette ülkenin doğal reflekslerinden biri olarak kabul edilen ve her alanda bir tarz olarak benimsenen ‘kaotik ortam’ gerçeğini bir kez daha sahaya sürüyor ve spor basını kanadına da sonsuz malzeme veriyor. Lakin ben işin orasında değilim, ben daha çok Milli Takımlar Direktörü Fatih Terim’in, Çek Cumhuriyeti maçı düzenlenen basın toplantısında konuya ilişkin açıklama yaparken kullandığı, 'Eline ahlaksızlık fırsatı geçmeyenlerin ahlaklıyım diye böbürlenme hakkı yoktur' ifadesindeyim. Bence böylesi bir ‘teşhis’ futboldan hayatın geneline uzanan bir yolda yüklü bir felsefi tartışmanın da kapılarını aralıyor… Evet, oturduğunuz yerden başta ahlak olmak üzere her şey üzerine fikir yürütebilirsiniz ama önemli olan eyleme geçmek ve bu esnada gireceğiniz sınavların üstesinden gelebilmek, bu aşamalarda olabildiğince ayakta kalabilmektir. Aslında son olarak ifade ettiklerim de neredeyse tersi olmayan ve ‘ideal’ tanımlanan yaklaşımların kısa özetidir.
Ah o İsviçre maçı!
Gelelim Terim’in yaklaşımına ilişkin söyleyeceklerime: Evet, ahlak denilen olgu bütün zorlu serüvenlerde karşımıza çıkar ve her dem bizi yeniden sınava sokar. Tıpkı kapı komşusu ‘vicdan’ gibi… Dolayısıyla toplumsal saikler açısından bazı yerleri bazı kişilere, bu sınavları en az hasarla atlatabilsin diye teslim ederiz. Bu teslimiyetin tanımı içinde ahlaksızlığımızı yüzümüze vurması da vardır. Tamam, oradaki kişi de nihayetinde insandır ve tabiatı gereği, doğruları ve yanlışlarıyla yoluna devam edecektir ama işin içine görmüş geçirmişlik ve yıllar içinde biçimlenen tecrübe girince, hassasiyetimiz fazlalaşır. Üstelik en azından bazılarımız için gerçek netliğiyle hâlâ tartışılmamış 2005 Kasım tarihli Saracoğlu’ndaki ‘İsviçre meydan muharebesi’ olunca, her seferinde hassasiyetimiz daha bir katlanıyor.
Buradan bir adım sonrasında ise benim kendi kişisel serüvenim devreye giriyor. Milli Takım’a ilişkin ilk anım 18 Kasım 1973’te Türkiye’nin İsviçre’yi Göztepeli ‘Fuji Mehmet’ ve Ankaragüçlü Melih’in attığı gollerle 2-0 yendiği maçtı. Aradan geçen 41 yıl içinde bu takım, ülke tarihi açısından onca sevinç ve üzüntünün kaynağı oldu. Öte yandan son 20-25 yılda birçok etmenin birleşmesiyle yaratılan ‘Başarı kültürü’, sadece Kırmızı-Beyazlılar açısından değil bütün takımlar açısından bu oyunun galibiyet üzerinden ‘Tek seçenekli’ bir hale bürünmesine neden oldu. Zaman içinde bu dönüşüm öyle çarpıcı hal aldı ki, 14 yıl formasını giydiği ve kaptanlığını üstlendiği Galatasaray’da şampiyonluk görmeden jübile yapan Fatih Terim, teknik direktörlük uğraşında verdiği söyleşilerde her türden deneyimi futbolculuk hayatında yeterince tatmasına karşın “Tavlada bile yenilmeye dayanamam” türü sözler sarf etmeye başladı. Oysa Terim de çok iyi biliyordu ki oyunun doğasında galibiyet kadar yenilgi de vardı ve bu açıdan naçizane, kendisinin ‘Kazanma kültürü’ne bu denli sıkı sıkıya bağlanmasını hiçbir zaman anlayamadım. Gerçi bunu yüzeydeki bir motivasyon unsuru olarak tanımlamak da mümkündür. Nitekim dün Aykut Kocaman’ın yazısında da belirttiği gibi, ‘Gökhan Töre olayı’nın son basın toplantısı üzerinden Terim’ce özel olarak ‘harlanması’ da, hocanın ‘Motivasyon üslubu’nun son adımı olarak görülebilir.
Lakin bütün tablo içinde, hele hele 1973’ten beri izlediğim Milli Takım’ın 41 yıllık tortusunu da göz önüne alarak söylüyorum, biz zaten üst düzey bir takım değiliz. Her turnuvada yer almak gibi bir geleneğimiz de yok (nadiren yer aldığımız turnuvaları ‘Üçüncülük’ unvanıyla bitirmek daha bir geleneksel tavrımız gibi gözüküyor!). Dolayısıyla yenilginin ya da başarısızlığın bu oyunun parçası olduğu gerçeğini bize daha çok Milli Takım hatırlatıyor. Madem takım ‘Eski’si gibi, ‘Eski Türkiye’nin futbol alanındaki temel düsturlarından biri olan ‘Gururumuzla yenildik’i ‘Yeni Türkiye’de de devreye sokalım derim...
Film notu: 5 üzerinden dört yıldız
The New York Times’ın film eleştirmeni Manohla Dargis’in deyişiyle ‘Sinemanın karanlık efendisi’ David Fincher, yine karakteristik çizgilerinde dolaşan ama kendi sinemasal yolculuğu açısından ilk ‘Kara komedi’si olarak da nitelendirilebilecek ‘Kayıp Kız’la (‘Gone Girl’) huzurlarımızda... Gillian Flynn’ın kendi romanından senaryosunu kaleme aldığı film, Fincher’ın sosyal mesajları en yüklü çalışması da kabul edilebilir (Lüften, “Ama ‘The Social Network’ de vardı” diyerek kelime oyunları üzerinden itiraz etmeyin, çünkü o film mesajların değil ‘Mesajcı’nın öyküsüydü).
Önce her zaman olduğu gibi kısaca hikâye: Kâğıt üzerinde mutlu-mesut bir beraberlik yaşayan Nick Dunne, evliliklerinin beşinci yıldönümünde karısı Amy’nin kaybolduğunu fark eder. Olaya polis el koyar ve cinayet ihtimali vakayı ülke gündemine taşır. Ama asıl kötüsü Nick’in, kayıtsız ve dikkat çekici davranışlarıyla şüpheleri üzerinde toplamasıdır...
‘Şimdiki zaman Amerikan sineması’nın bence en kıymetli yaratıcılarından biri olan David Fincher’ın kendi içinde birinci elden akrabalıklar taşıyan filmleri sanırım ‘Se7en’ ve ‘Zodiac’tır. Biri kurgusal diğeri gerçek bir meselenin sinemasal yansıması olan bu iki ‘Seri katil’ öyküsü, yönetmenin filmografisindeki çizgi üstü yapıtlardandır... Sonu neredeyse tek bir sürprize bağlı yapımlar koridorunun ilk ana duraklarından biri de yine Fincher imzalı ‘The Game’dir... ‘Kayıp Kız’ sanki bu üç eski filmin belli oranlarda karışımlarından da izler taşıyor... Öykü ‘seri’ boyutuyla olmasa da yine katil olgusuna göz atıyor, belirli bir noktadan sonra da seyircisini yeni bir ‘oyun’un peşine takıyor...
DÜNÜN KATİLİ BUGÜNÜN KAHRAMANIAma ‘Kayıp Kız’ın asıl olarak bizimle tartışmak istediği dertler, ‘modern’ toplumun ilişki biçimleri ve yüzeydeki refleksleri. Film öncelikle ‘Bir Evlilikten Manzaralar’ şeklinde o kutsal kurumun kendine özgü problemli sularında yüzüyor. Tutkuyla atılan ilk adımların ardından zaman içinde önce rutine sonra da nefrete kadar uzanan bir sürecin dönemeçleri: Film geri dönüşlerle önce bu yolculuğa ilgi gösteriyor. Ama sonradan elini daha bir belli ederek asıl rotasının konturlarını çiziyor: Yani günümüz dünyasında medyanın aradığı malzemeyi bulması halinde meseleleri nasıl köpürttüğünü ve kitlenin de bu yoğun bombardımandan neredeyse ‘mazoşistçe’ hoşlandığını ve sürekli uçlarda dolaşmaktan özel bir zevk aldığını gösteriyor. Daha net bir şekilde ifade edelim: Dünün katili ve nefret öğesi, bugünün kahramanı ve idolü olabiliyor...
Film notu: 5 üzerinden üç yıldız
Sakin, renksiz, neredeyse yaprağın kıpırdamadığı, işlerin her daim yolunda gittiği bir dünyadan tıpkı ait olduğumuz gerçek evren gibi bir bütüne geçme çabalarını öyküleyen filmi, bir başka deyişle siyah-beyazdan renkli yayına geçmek gibi tarif etmek de mümkün... Zaten öykü de bu kronolojiyi izliyor.
5 üzerinden 3 yıldız
Artık sakin bir hayat süren eski silahşor, gün gelir tekrar silahına sarılmak zorunda kalır... Clint Eastwood’un ‘Unforgiven’ında başyapıtını veren ‘western’in bu en klasik teması, Denzel Washington’ın sürüklediği ‘Adalet’te (‘The Equalizer’) modernize edilmiş bir aksiyon olarak karşımıza geliyor... Önce bu bildik şablonun yeniden nasıl kurulduğuna bakalım yani kısaca özet diyelim: Sade ve huzurlu bir hayatın sahibi Robert McCall, tanıdığı bir kızın saldırıya uğramasıyla birlikte bir anlamda sünger çektiği geçmişine geri döner. Olaya neden olanların hesabını görür, fakat bu kez karşısındaki kötülüğün çapı büyür. Çünkü Rus mafyasının tekerine çomak sokmuştur...
Denzel Washington ve Antoine Fuqua’nın bir önceki buluşması olan ‘İlk Gün’ (‘Training Day’), siyahi yıldıza kariyerinin en büyük ödülünü (‘En iyi erkek oyuncu’ Oscar’ı) getirmişti. İkili, 13 yıl sonra yeniden ‘Adalet’ vesilesiyle bir araya gelirken kuşkusuz bambaşka bir filme imza atmışlar. Senaryosunu Richard Wenk’in kaleme aldığı ‘Adalet’in ilham kaynağı, 1985-89 yılları arasında çekilmiş aynı adlı TV dizisi. Öte yandan öykünün oturduğu gövde de hem eski silahşorun tekrar silahına sarılması hem de vakti zamanında Charles Bronson ve Clint Eastwood filmlerinde sıkça rastladığımız ‘Kendi adaletini kendin sağla’nın yeni bir türevi...
Bütün bu bildiğimiz formüllere, klişelere rağmen ‘Adalet’ kendisini izletmesini bilen bir film olmuş. Foqua, sakin biçimde önce ana karakterinin kendine özgü dünyasının temel taşlarını örmüş. Sonraları yardım elini uzatacağı Alina’yla 1930’lar stili dekoruyla bir ‘Yalnızlar rıhtımı’nı andıran kafede ilişkisini daha sağlam temeller üzerinde inşa ederken araya ‘Yaşlı Adam ve Deniz’ini ‘sıkıştırmış’. Öyle ki McCall’la fahişelik yapan genç kız arasındaki diyaloglar, Hemingway’in romanı üzerinden gelişir bir hal almış...
5 üzerinden 2.5 yıldız
Evet, lise hayatımızın ayrılmaz ikilisi ‘Eflak ve Boğdan’ şimdi de bir Hollywood yapımıyla karşımızda. Hoş, bu haftanın özel efektlere boğulmuş ve aksiyon destanı olmaya soyunmuş filmi ‘Dracula: Başlangıç’ (‘Dracula Untold’), öyküsünün zeminini bu topraklar üzerine kursa da elin oğlu nerden bilsin oraların bizim zihnimize ‘Eflak ve Boğdan’ olarak yerleştiğini...
Malum, önce edebiyat üzerinden Bram Stoker’ın Dracula’sı vasıtasıyla popüler kültürün sularındaki hâkimiyetini yavaş yavaş ilan eden ‘Vampir’ meselesi, benzer şekilde gölgesini sinemaya da aksettirmişti. Yönetmenliğini Gary Shore’un -ki ilk uzun metrajlı çalışması- üstlendiği ‘Dracula: Başlangıç’, temel rotasını bizde ‘Kazıklı Voyvoda’ olarak bilinen tarihsel karakter üzerine kuruyor. Bu öykü sinemada kuşkusuz orijinal romana en sadık biçimde Coppola tarafından (‘Bram Stoker’s Dracula’) anlatılmıştı. ‘Dracula: Başlangıç’ ise ‘Serbest uyarlama’ tadında ilerliyor ama bu öyle bir serbestlik ki arada ‘II. Mehmet’, namı diğer ‘Fatih Sultan Mehmet’ kaynıyor...
Vlad, küçükken yenilgi sonrası yetiştirilmesi için babası tarafından Osmanlılara verilmişti -ki burası tarihsel açıdan doğru-. Daha sonra Osmanlı desteğiyle ‘Eflak Voyvodası’ olmayı başarmış ve iktidarı ele geçirmişti. Vlad, düşmanlarına karşı acımasız, şiddet dolu bir politika izlemiş, birçok insanı kazığa geçirerek öldürmüş ve namını bu yolla yapmıştı. Lakin filmde ‘Voyvoda’nın bu yönleri küçük birer bilgiden öteye gitmiyor. Osmanlı’nın, tıpkı kendisi gibi oğlunu yetiştirmek için istemesi üzerine ‘Aile değerleri’ üzerinden savaşa soyunan Vlad, kendilerinden kat kat üstün bir orduya karşı durmak için çözümü ‘Vampir’ olmada buluyor.
5 üzerinden 3.5 yıldız
Blake Edwards’ın muhteşem komedisi ‘Parti’nin (‘The Party’) giriş bölümünde sakar bir figüranın yarattığı, koca bir seti dağıtan tarif ötesi yıkıma tanıklık ederiz. Peter Sellers filmografisi içinde de özel bir yere sahip olan bu başyapıt, bir parça da sinema dünyasının kendine özgü koridorlarında gezinir. Cem Yılmaz’ın son çalışması ‘Pek Yakında’ da ‘Parti’ye benzer şekilde bir figüranın (‘Altıncı polis’) sette yarattığı tuhaflıklarla açılıyor. Öykü böylesi bir girişle, evet Edwards’ın filmine selam sarkıtıyor ama asıl referansı bir Yavuz Turgul klasiği: ‘Eşkıya.’ Aslında ‘Pek Yakında’ elini hemen belli eden filmlerden; göndermeleri, ana karakterlerinin dünyaları, özlemleri, hayal kırıklıkları, derdi tasası derken genel çizgileri itibariyle Yeşilçam’a bir sevgi, saygı ve de vefa duruşu...
Önce kısaca konu diyelim: Korsan DVD’ci Zafer, karısı Arzu’nun boşanmaktaki ısrarı üzerine kanunsuz işlere veda etme kararı alır. Lakin patronu büyük bir vurgun yapacaktır ve ondan, son defa destek ister. Ve fakat polis baskını sonucu işler karışır. Zafer biraz sinema sevdası ama asıl olarak karısı Arzu’yu yeniden kazanma derdiyle film işine girer. Bir grup eski Yeşilçam’cıyla zamanında çekilememiş bir proje olan ‘Şahikalar: Kötülüğün Sonu’ filmi için kollarını sıvar... Çaktırmadan da filmin kadın başrolünün karısı Arzu’ya verilmesini sağlar...
KADRO ÇOK ÇOK İYİ...
‘Pek Yakında’ her ne kadar ‘Parti’ üzerinden ‘Eşkıya’ya gönderse de genel fotoğrafta galiba en güçlü akrabalığını bir başka Yavuz Turgul yapıtı olan ‘Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’yle kuruyor. Göndermeler, detaylar, ince ara pasları derken etkileyici bir güzelleme olmuş. Öykünün şimdiki zamanla bağı da gayet zekice (‘Korsan DVD’cilik işi). Öte yandan ‘Pek Yakında’, Cem Yılmaz külliyatı ‘Hokkabaz’a yakın duruyor. ‘GORA’, ‘AROG’ ya da ‘Yahşi Batı’da olduğu gibi öykünün adım başı espri patlatma gibi bir derdi (ya da çabası) yok, dolayısıyla böyle bir beklentiyle salona yollanmak isteyenleri uyarmak boynumuzun borcu! Ama şu noktanın da altını çizmek gerek: Film boyunca çok sıkı espriler var (‘Çok sıkılar’ kategorisinde yer almasa da ben ‘Şu ülkede Kore sinemasını biz sevdirmedik mi?’ saptamasını bir hayli beğendim mesela)... Ayrıca Cem Yılmaz’ın kendi geçmişine yaptığı göndermede ‘Her Şey Çok Güzel Olacak’ hatırlatmaları, Sunay Akın’ın kendisini ti’ye alması, ‘Art-house sinema’ ve bu bağlamda festivaller saptamaları vs. filmde aralara serpiştirilmiş onca güzellikten bazılarıydı...