Paylaş
5 üzerinden 3 yıldız
Modern zamanlarda ‘Gönlümüzün prensesi’ni bulmak nispeten kolay olsa da gerçek bir prensese rastlamak pek mümkün olmuyor. Bu yüzden de bulduğumuzda bırakmıyor, onları el üstünde tutabildiğimiz kadar tutuyor, giderek sıkıyor, boğuyor ve bazen de Diana örneğinde olduğu gibi adeta ölümlerine neden oluyoruz...
Öte yandan kronolojik açıdan meseleye bakarsak bu âlemde Diana’dan önce Grace Kelly vardı. ‘Bir zarafet abidesi’ olarak da popüler kültürün zihnine sonsuza kadar çıkmamacasına yerleşen Kelly, olay mahalli Monako’ya gelmeden önce de bir nevi ‘Prenses’ti. Bir Hollywood ikonu olarak ‘Prenses’lere layık bir hayatın ifadesiydi, Avrupa’nın minik ülkesi Monako’nun Prensi Rainer’la evlenerek soyutu somuta dönüştürdü.... Bu haftanın mönüsünde yer alan ‘Monako Prensesi Grace’ (‘Grace of Monaco’), ışıltılı bir hayatın ardındaki zorlukları, kişisel seçimleri, o küçücük toprak parçasında bile dönen taht kavgalarını ve Monako’nun, ‘ağabeyi’ Fransa’yla yaşadığı sorunları anlatıyor... Film 1961’de, Kelly’nin Rainer’la evliliğinin beşinci yılında açılıyor.
Monako’nun başı, yeni vergi yüklemeleri yüzünden Fransa’yla beladadır. De Gaulle, bu minik ülkeye el koyma çabası içindedir. Hitchcock ise favori ‘Sarışın’ı -ki diğerleri malum Kim Novak, Tippi Hedren, Janet Leigt ve Vera Miles’tır- olarak Grace Kelly’ye yeni filmi ‘Marnie’de oynaması için teklifte bulunur. “Ülke onca sorunun içinde boğuşurken Prenses, ayrıldığı sinemaya geri mi dönecektir?” Basın bu soruyu gündeme getirirken Rainer zor durumda kalır...
Edith Piaf’ın hayatını anlatan ‘Kaldırım Serçesi’yle (‘La Vie en Rose’) tanıdığımız Fransız yönetmen Olivier Dahan, yine biyografik türde bir filmle karşımıza çıkarken ele aldığı karakterin bütün bir hayat hikâyesine göz atmaktansa belirli bir kesiti ele alıyor ve o zaman diliminde öne çıkan olaylara yoğunlaşıyor.
DE GAULLE’E KAFA TUTMAK
Film, Kelly’nin, bu zor zamanlarda bir iyi niyet elçisine dönüşümü ve üstünde taşıdığı o ‘zarafet halesi’yle birlikte siyası krizlere bile çözüm bulmaktaki maharetini anlatıyor. Eğer bardağın boş tarafından bakarsanız, filmi “Amerikalı her zaman kahramandır ve gerektiğinde Avrupa siyasetine bile çözüm bulur” şeklinde okuyabilirsiniz. Lakin kamera arkasındaki Dahan’ın bir Fransız olduğu düşünülürse bu tür bir okuma sanırım ‘Kötü niyetli’ bir yaklaşım olur! Dahan anladığım kadarıyla sevdiği Kelly’ye saygı duruşunda bulunmak istemiş... Saray içi entrikalar, siyaset ve oyunculuk kariyeri etrafında biçimlenen tehlikeli virajlardan sıyrılmayı bilen ve De Gaulle gibi kurt bir politikacıyı bile dize getiren bir portreyi yumuşak dokunuşlarla perdeye taşıyan Dahan, sanırım böyle bir tarzı da Kelly’nin kişiliğine paralel olması bakımından tercih etmiş. Film dışarıda pek beğenilmedi, hatta yerden yere vuruldu ama bana kalırsa haksızlık edilmiş; derdini gayet iyi anlatan, çizdiği sınırlar içinde hedeflerine varan ve en önemlisi Kelly gibi bir ikonu yeniden hatırlatan bir çalışma olmuş.
Oyunculuklara gelince... Başroldeki Nicole Kidman, bazı sahnelerde görsel açıdan Grace Kelly’ye gayet başarılı bir şekilde hayat veriyor. Prens Rainer’a gelince Tim Roth, özellikle fiziksel açıdan pek olmamış gibi. Hitchcock’ta ise Roger Ashton-Griffiths çok iyi. Paz Vega da Maria Callas için ilginç bir seçim olmuş. Kelly’nin hamileri Peder Francis’te Frank Langella, Kont D’Aillieres’de Derek Jacobi de her zamanki ustalıklarını ortaya koyuyorlar... De Gaulle’de ise André Penvern Fransız politikacıya neredeyse tıpatıp benzemiş..
Sonuç? ‘Monako Prensesi Grace’, 1982’de trafik kazasıyla sona eren bir peri masalının kahramanına ilişkin, “Onun da dertleri vardı” türünden bir hikâyeyle örülü zarif bir saygı duruşu olmuş...
Paylaş