Uğur Vardan

Bilic ve Oğuzhan'ın izlemesi gereken film!...

8 Kasım 2014
SANIRIM Ocak 2011 sonuydu.

O zamanlar Ntvmsnbc’de çalışan genç kültür-sanat muhabiri Yusuf Cömert arkadaşımız, hazırladıkları ‘N5’ adlı program için bir ‘Sinema-spor yazarı’ olarak benden ‘En iyi beş futbol filmi’ seçkisi yapmamı istemişti. “Ondan kolay ne var?” demiş ve naçizane en beğendiğim yapımlardan ‘Beşlik’ bir liste çıkarmıştım. Liste 1. Cehennemde İki Devre, 2. Dar Alanda Kısa Paslaşmalar, 3. Ultra, 4. Looking for Eric, 5. The Damned United diye sıralanıyordu.
Program daha sonra NTV Spor’da da yayınlanmıştı. O dönem, bizim Radikal Spor’dan eski elemanımız Halil Yazıcıoğlu, Trabzonspor’un çevirmeniydi. Sevgili Şenol Güneş’i de çok eskiden tanırım (laf aramızda çocukken, 1977-78 yıllarında yazları bordo mavililerin Uludağ’daki kamp zamanları bazı idmanlarda peşlerinden malzeme taşıyan tek çocuk bendim. Yanına gider sürekli muhabbet kurmaya çalışırdım, tabii ki o zamanlardan değil, basındaki teşriki mesaimdendir muhabbetimiz).
Şenol Hoca ekranda beni görünce Halil’e, “Şu bizim ‘Sakallı’ya söyle de bahsettiği filmleri göndersin, bir izleyelim” demiş. Çok geçmeden toparladım listedeki filmleri, Trabzon’a gönderdim. O dönemde de aklımdan şöyle bir fikir geçti; “Hani bazı genel yayın yönetmenleri vardır, ‘Sabah telefonum çaldı. Arayan başbakandı, bakandı, genelkurmay başkanıydı vs...’ diyerek kendi öneminin altını çizen yazılar kaleme alırlar ya, ola ki Trabzon o sezon şampiyon oldu, ben de ‘Şenol Hoca’ya gönderdiğim filmleri kampta seyrettirmiş, takım buralardan aldıkları ilhamla şampiyon olmuş’ türünden gırgır bir yazı kaleme alırım...” diye.
Lakin şansa bakın ki, o sezon futbol tarihimizin en belalı sezonu oldu, kimilerine göre ‘Şikeli’, kimilerine göre de ‘Temiz’ bir sezon olarak kayıtlara geçti. Ben de sonrasında meseleyi başka bir kılıfa büründürerek Halil’i aradım ve şunları söyledim: “Filmler uğurlu gelmedi, şampiyonluğu kaybettiniz...” (Ne olur bordo mavili taraftarlar bu noktada araya girerek ‘Ama biz zaten şampiyon olduk’ demesinler, ben hali hazırdaki ‘Resmi’ kayıtlar üzerinden konuşuyorum!)

‘Looking for Eric’Yön: Ken Loach

Yazının Devamını Oku

Hafıza-i beşer ‘isyan’ ile maluldür

6 Kasım 2014
‘Unutursam Fısılda’, Alzheimer hastalığı başlangıcındaki bir şarkıcının unutulmaması gereken geçmişinde dolaşırken bir anlamda pop tarihimizin kısa bir toparlamasına da soyunuyor. Filmde Farah Zeynep Abdullah ve IşılYücesoy muhteşem oynuyorlar.


5 üzerinden 4.5 yıldız

Türkiye sinemasının tarihsel akışı içinde bence mstesna bir yere sahip olan ‘Babam ve Oğlum’un yönetmeni Çağan Irmak, ‘aile odaklı’ öykülerine devam ediyor... Bu başyapıtının ardından ‘Ana-oğul’ (‘Karanlıktakiler’, bir parça da ‘Issız Adam’), ‘Dede-torun’ (‘Dedemin İnsanları’) derken son filmi ‘Unutursam Fısılda’ bu kez ‘kız kardeşler arası’ bir çekişmenin ve yıllara yayılan bir husumetin izlerini sürüyor. Ama bu son adımı sadece böylesi tanımlarla ele almak filme haksızlık olur, çünkü ‘Unutursam Fısılda’ asıl olarak bir şarkıcının yükselme ve sahne ışıklarından uzaklaşma öyküsü anlatıyor. Film, bütün bu ana ve yan öyküler eşliğinde ‘Pop tarihimiz’in kısa ama etkili bir resmini de çekiyor...

Önce kısaca konu diyelim: Yıllar sonra baba ocağına, hayattaki tek yakını olan ablasının yanına dönen eski şarkıcı Hatice’nin (sahne ismi ‘Ayperi’), alzheimer’la başı derttedir. Hastalık henüz başlangıç aşamasındadır ve işin ilginci ablasıyla arasındaki geçmişten kalan problemlerin unutulmasından (!) yanadır. Ablası Hanife ise bu geri dönüşe karşı çıkarken kız kardeşini hiçbir zaman affetmeyeceğini söyleyip durur. Bu noktada öykü geçmişe, 70’li yıllara uzanır ve meselelerin kökenini seyircisiyle paylaşmaya başlar...

‘Unutursam Fısılda’, öyküsünden ziyade asıl olarak biçimci yanı ve görselliğiyle dikkat çeken bir yapım. 70’lerin kendine özgü parlak, göz alıcı renkleri, modası, saç kesimleri, ‘Hey’ ve ‘Ses’ dergileri (bu arada dönemin Hürriyet gazetesi de var bu ‘Retro’ resmi geçitte!) derken film, yaşı yetenleri o eski günlere götürüp kendi anılarıyla da buluşturuyor. Bu noktaya ise bizi kasabaya gelen, Yeşilçam filmlerinden fırlamış, taşra kızlarıyla gönül eğlendiren şehirli çocuk görünümdeki kaymakamın oğlu Tarık’ın çok geçmeden delişmen, başına buyruk Hatice’ye vurulması neden oluyor. İki gönül bir olunca ve ortak parantez müziğe çıkınca çareyi İstanbul’a gidip ‘Pop müziği tarihimiz’in asli unsurlarından biri haline geliyorlar. Grupta Tarık’ın hayattaki belki de tek arkadaşı Erhan da ye alıyor. Bütün bu süreçte de devreye, yönetmeni Çağan Irmak’ın da deyişle döneme hâkim olan ‘kitsch estetiği ve ruhu’ giriyor...

‘ORASI DÜNYA, BURASI...’

Yazının Devamını Oku

Hafıza-i beşer ‘isyan’ ile maluldür

1 Kasım 2014
‘Unutursam Fısılda’, Alzheimer hastalığı başlangıcındaki bir şarkıcının unutulmaması gereken geçmişinde dolaşırken bir anlamda pop tarihimizin kısa bir toparlamasına da soyunuyor. Filmde Farah Zeynep Abdullah ve Işıl Yücesoy muhteşem oynuyorlar.



Türkiye sinemasının tarihsel akışı içinde bence mstesna bir yere sahip olan ‘Babam ve Oğlum’un yönetmeni Çağan Irmak, ‘aile odaklı’ öykülerine devam ediyor... Bu başyapıtının ardından ‘Ana-oğul’ (‘Karanlıktakiler’, bir parça da ‘Issız Adam’), ‘Dede-torun’ (‘Dedemin İnsanları’) derken son filmi ‘Unutursam Fısılda’ bu kez ‘kız kardeşler arası’ bir çekişmenin ve yıllara yayılan bir husumetin izlerini sürüyor. Ama bu son adımı sadece böylesi tanımlarla ele almak filme haksızlık olur, çünkü ‘Unutursam Fısılda’ asıl olarak bir şarkıcının yükselme ve sahne ışıklarından uzaklaşma öyküsü anlatıyor. Film, bütün bu ana ve yan öyküler eşliğinde ‘Pop tarihimiz’in kısa ama etkili bir resmini de çekiyor...
Önce kısaca konu diyelim: Yıllar sonra baba ocağına, hayattaki tek yakını olan ablasının yanına dönen eski şarkıcı Hatice’nin (sahne ismi ‘Ayperi’), alzheimer’la başı derttedir. Hastalık henüz başlangıç aşamasındadır ve işin ilginci ablasıyla arasındaki geçmişten kalan problemlerin unutulmasından (!) yanadır. Ablası Hanife ise bu geri dönüşe karşı çıkarken kız kardeşini hiçbir zaman affetmeyeceğini söyleyip durur. Bu noktada öykü geçmişe, 70’li yıllara uzanır ve meselelerin kökenini seyircisiyle paylaşmaya başlar...
‘Unutursam Fısılda’, öyküsünden ziyade asıl olarak biçimci yanı ve görselliğiyle dikkat çeken bir yapım. 70’lerin kendine özgü parlak, göz alıcı renkleri, modası, saç kesimleri, ‘Hey’ ve ‘Ses’ dergileri (bu arada dönemin Hürriyet gazetesi de var bu ‘Retro’ resmi geçitte!) derken film, yaşı yetenleri o eski günlere götürüp kendi anılarıyla da buluşturuyor. Bu noktaya ise bizi kasabaya gelen, Yeşilçam filmlerinden fırlamış, taşra kızlarıyla gönül eğlendiren şehirli çocuk görünümdeki kaymakamın oğlu Tarık’ın çok geçmeden delişmen, başına buyruk Hatice’ye vurulması neden oluyor. İki gönül bir olunca ve ortak parantez müziğe çıkınca çareyi İstanbul’a gidip ‘Pop müziği tarihimiz’in asli unsurlarından biri haline geliyorlar. Grupta Tarık’ın hayattaki belki de tek arkadaşı Erhan da ye alıyor. Bütün bu süreçte de devreye, yönetmeni Çağan Irmak’ın da deyişle döneme hâkim olan ‘kitsch estetiği ve ruhu’ giriyor...

‘Orası dünya, burası...’

Yazının Devamını Oku

Bozkırımdan manzaralar

31 Ekim 2014


5 üzerinden 3 yıldız

Ken Loach’u, vakti zamanında ‘Umut vaat eden yönetmen’ sıfatıyla buluşturan ‘Kes’ (bizde ‘Kerkenez’ olarak bilinir), okul ve aile hayatı içinde bocalayan işçi sınıfına mensup uyumsuz bir çocuğun hikâyesini anlatır. Minik Billy bir kerkenezin eğitimi ve dostluğu üzerine adeta hayata tutunur. Genç yönetmen Kaan Müjdeci de ilk filmi ‘Sivas’ta benzer şekilde küçük bir çocuğun -fiziksel ve psikolojik olarak- alabildiğine sert bir coğrafyada tutunma ve dahi ayakta kalkma mücadelesine odaklanıyor. Öykünün kahramanı Aslan, okuldaki sergilenecek olan ‘Pamuk Prenses’ piyesinde kendisine ‘cüce’ rolü verilmesine içerliyor. Çünkü oyunda, ilgi duyduğu kızın karşısına ‘Prens’ olarak çıkmak istiyor. Kendi dünyasında bulamadığı saygıyı, ölmek üzereyken yanına aldığı dövüş köpeği Sivas sayesinde yetişkinlerin dünyasında arıyor. Sivas’ın ayağa kalkma çabası aslında biraz da onun da ayağa kalkması ve yetişkinliğini ilan etmesi anlamına geliyor; çünkü köpek yeniden ‘Dövüşçü’ kimliğine kavuşup ‘Şampiyon’luğa koşarken en büyük gururu Aslan yaşıyor.

Müjdeci, ‘Sivas’ta yer yer belgeselci bir üslupla son derece heyecanlı ve gerçekçi sahneler yakalamış. Film, bizi, birçok bölümünde yaşanan anın ilk elden tanığı haline dönüştürüyor. Bu üslup, ‘Sivas’ın gezindiği dünyanın sert ve erkeksi koridorlarıyla birebir örtüşüyor. Öte yandan filmin en etkileyici yanı sanırım Aslan’ı canlandıran Doğan İzci’nin görmelere seza oyunculuğu. Minik yetenek, karakterinin haletiruhiyesinin hakkını neredeyse her karede vermeyi başarıyor. Umarım bu ilk filmin devamı gelir ve Müjdeci, bize yeni ve heyecan verici projeler ‘müjde’ler... Son bir not: Film, yönetmeninin ifadesiyle ‘Bozkırı en iyi anlatan kişi’ye, Neşet Ertaş’a adanmış...

Yazının Devamını Oku

Hayatın ‘depresif’ halleri

26 Ekim 2014
Yaralı bir sevdanın izlerini süren ‘Aşkın Halleri’, sezonun en çarpıcı yapımlarından… Jessica Chastain’in o kendine özgü anlamlı yüzü, filmin hüzün tonunu daha da artırıyor…

5 üzerinden 4 yıldız

Hayat bu belli olmaz, sizi bir bakarsınız Ferdi Özbeğen’in o ünlü şarkısındaki sözlerle buluşturur: ‘Şimdi yabancı gibiler…’ Bu haftanın sinemasal anlamda en kayda değer filmi ‘Aşkın Halleri’ (‘The Disappearance of Eleanor Ribgy: Them’), mutlu bir çiftin varlığından bizi haberdar ederek başlıyor… Lakin çok geçmeden kahramanlarımız Eleanor ve Conor’ın bambaşka yönlere savrulduklarını görüyoruz: Kadın, erkeği terk ediyor ve intihar girişiminde bulunuyor. Conor ise ısrarla hayatından aniden kaybolup giden Eleanor’un izini sürüyor…

1977 New York doğumlu Ned Benson kısa film tecrübesinden sonra uzun metraja, aynı meseleleri üç farklı açıdan anlatan filmlerle adım atmıştı. ‘Her’ ve ‘Him’de hikâyeye kadın ve erkek cephelerinden ayrı ayrı bakılırken ‘Üçleme’nin son adımı niteliğindeki ‘Them’de kamera iki ayrı kutba da uğruyor ve bir tür toparlamada bulunuyor (Ve ilginçtir bizim salonlarımıza önce ‘Them’ uğruyor, diğer iki adım da gelir mi, bilinmez). Benson, seride yaralı bir aşkın peşine düşüyor. Öykü üniversitede hoca olan babasıyla Fransız annesinin ortak sevdaları olan Beatles’ı isminde yaşatan Eleanor’la küçük ölçekli bir lokanta işleten Conor’un gelgitlerle dolu ilişkisi etra fında biçimleniyor.

‘SEN GERÇEKTEN BEATLES’TAN NEFRET EDİYOR OLMALISIN…’

Benson kendisinin kaleme aldığı senaryoda son derece incelikli ve bir o kadar derin diyaloglar eşliğinde, arada bir gülümsetse de asıl olarak hüznün resmine soyunuyor. Keza bu hüznün yaratılmasına Eleanor’u canlandıran Jessica Chastain’in kendine özgü anlamlı yüzü de özel bir destek sunuyor. Conor’da karşımıza gelen James McAvoy rolünün üstesinden geliyor gelmesine de Chastain’in yanında sanki kardeşi gibi duruyor. Diğer tiplemelere gelince soğuk akademisyen babada William Hurt, neredeyse filmin tamamında elinden şarap kadehi düşmeyen Fransız annede Isabelle Huppert, baba Conor’da Ciaran Hinds, Eleanor’un yol göstericisi profesör Friedman’da Viola Davis (ki o enfes ‘All The Lonely People’ göndermesi de onun canlandırdığı karakterden geliyor, ayrıca “Sen gerçekten Beatles’tan nefret ediyor olmalısın” cümlesi de fena değildi). Bilirsiniz, bazı filmler salonu terk ettikten sonra peşinizi bir süre bırakmaz… Sezonun en çarpıcı yapımlarından biri olan ‘Aşkın Halleri’ böylesi bir çaba… Kesinlikle kaçırmayın derim…

Yazının Devamını Oku

Öldürme üzerine bir film...

26 Ekim 2014
Brad Pitt’in başrolünde yer aldığı ‘Fury’, II. Dünya Savaşı ortamında aksiyon sahnelerine yüklenirken arka planda da masumiyetin yitirilişi üzerine bir öykü anlatıyor.


5 üzerinden 3 yıldız

Anlaşılan Brad Pitt, II. Dünya Savaşı’nda boy göstermekten fazlasıyla hoşlanıyor… 2009 yapımı ‘Soysuzlar Çetesi’ni ilk adım olarak alırsak ‘Hazine Avcıları’ ve bu haftanın en gösterişli filmi ‘Fury’yle birlikte beş yılda üçüncü kez aynı sularda dolaşmış oluyor. Bunun özel bir nedeni var mı bilmiyorum ama Hollywood’un zaman zaman insanlık tarihinin bu en dehşetengiz sayfalarından birine dönmesini, ‘Er Ryan’ı Kurtarmak’ sırasında yabancı bir eleştirmen değişik bir noktadan ele almıştı: “Amerika’nın katıldığı son haklı savaştı da ondan…”

David Ayer’in yazıp yönettiği ‘Fury’ görsel açıdan aksiyon sahneleriyle gönül almaya çalışsa da felsefi arka planında savaş olgusu üzerine seyircisinin zihninde farklı kapılar aralamaya çalışıyor. Bu kapılardan önceliklisi filmin bir yerinde ana karakterlerden birinin ifadesinde hayat buluyor: “İdealler barış içerir tarih ise şiddet...”

‘Training Day’in senaristi, ‘Harsh Times’, ‘End of Watch’, ‘Sabotage’ gibi filmlerin de yönetmeni olan David Ayer ‘Fury’de özellikle 70’lerde çokça rastladığımız son dönemde de ‘Er Ryan’ı Kurtarmak’la tekrar önümüze gelen bir formülü sahaya sürmüş: ‘Bir grup askerin eşliğinde savaş manzaraları…’ Önce filmin kısaca konusu diyelim: Nisan 1945… Müttefik orduları artık Alman ordusunu her alanda geriye püskürtmeye başlamıştır. Hitler’in herkesi cepheye çağırdığı ve son bir çabayla ayakta kalmalarını emrettiği bir ortamda, Çavuş Don ‘Wardaddy’ Collier, komuta ettiği ‘Fury’ adlı tankı ve küçük müfrezesiyle SS’lere ağır darbeler vurmaya çalışmaktadır. Ne var ki Almanların üstün teknolojisi karşısında işleri zordur. Tam bu ortamda aralarına katılan ve cepheye sekiz hafta önce sürülen ‘Çaylak’ er Norman bir tür yeni meşgaleleridir.

Ayer, filminin genel hatlarını Norman üzerinden savaşın kirli ve gerçek yanlarını resmetmeyi denemiş, zaman zaman da aksiyonel sahnelerle vites yükseltme üzerine inşa etmiş. Bu genel tablo içinde ‘Wardaddy’ öncülüğünde Norman’ın masumiyetini yitirişini ve savaşın genel geçer kuralları arasında (‘Savaşta doğru ya da yanlış yoktur’) dönüşümünü izliyoruz…

‘ALAMO’VARİ BİR KAHRAMANLIK…

Yazının Devamını Oku

‘Rosemary’nin değil Mia’nın bebeği…

24 Ekim 2014
Haftanın gerilimi ‘Annabelle’de genç bir çiftin hayatını tarumar eden oyuncak bir bebeğin öyküsünü izliyoruz. Film öykü bazında vasat ama birkaç sahnesi literatüre girecek ve korku eşiğimizi bir hayli yükseltecek düzeyde…

60’lar sonu insanlık tarihi özgürlük rüzgârlarıyla nefes tazeleyip zihnini yepyeni açma germe hareketleriyle tanımlarken Amerika’da Charles Manson’ın öncülük ettiği tarikat da aynı döneme acı hatıralar bırakıyor ve orta sınıfın yeni korkularından biri olarak literatürdeki yerini alıyordu. Bu haftanın salonlardaki gerilim eşiğini bir hayli yükselten ‘Annabelle’, işte bu tarihsel dönemden bir öykü anlatmaya soyunuyor. ‘Annabelle’ aslında geçen sezon izlediğimiz ve bizde ‘Korku Seansı’ Türkçe çevirisiyle gösterime giren ‘The Conjuring’in bir önceki adımı niteliğinde. Söz konusu film hatırlanacağı gibi ‘paranormal’ konulardaki araştırmalarıyla bilinen Warren çiftinin el attığı yeni bir davanın öyküsünü anlatıyordu. Bu esnada Warren’ların daha önce çözdüğü vakalardan birinin ana öznesiyle de tanışıyorduk. İşte bu özne, yani oyuncak bebek nedir, ne değildir; ‘Annabelle’de tüm siciliyle karşımızda…

Filmde hikâye Manson ve çetesinin hâlâ haber bültenlerinde yer aldığı ve ‘Satanist’ grupların varlığını koruduğu bir dönemde biçimleniyor. Genç doktor John Form, hamile eşi Mia’ya el yapımı, bembeyaz bir gelinlik giydirilmiş oyuncak bir bebek hediye ediyor. Lakin zamanla evin bu yeni konuğu var olan düzeni bozmaya ve Mia’yı gerçeküstü birtakım olaylar vasıtasıyla germeye, giderek ölümcül hamlelerin muhatabı haline getirmeye başlıyor…

FENA HALDE KORKUTUYOR!

‘The Conjuring’in de görüntü yönetmenliği üstlenen usta kameraman John R. Leonetti’nin imzasını taşıyan ‘Annabelle’, kimi sahneleri itibariyle gerçekten seyircisini gerdikçe geriyor. Hele bir sahne var ki –anlatarak gizemini kaçırmak istemem ama- size oturduğunuz yerde soğuk terler döktürüyor. Bu fena halde ‘tırsıtan’ e literatüre geçmesi muhtemel bu bölümün dışında ‘Annabelle’ ölçülü biçili gerilimi ve korkutucu kadrajlarıyla takdire şayan bir çaba olmuş (mesela filmdeki gerilimin ilk kez perdeye yansıyan hamlesi de aynı oranda korkutucu. Genç kadının yatağından kalkarak komşu evde bir şeyler olduğu fark etmesiyle de süreçte gerim gerim geriliyorsunuz). Ama öykü bazında ‘The Exorcist’ten bu yana bazen bir vücut bazen de bir ruh arayan iblis temasına tekrar rastlamamız, filmin klişe duraklarında ister istemez çokça uğramasına neden oluyor. ‘Bebek’ motifi de uzaktan uzağa elbette ‘Chucky’yi andırıyor.

Oyunculuklara gelince doktor John’da Ward Horton iyi, Mia’da Annabelle Wallis çok çok iyi (bazı yabancı eleştirmenler hemen ‘Hitchcock sarışınlarını andırıyor’ tanımlamasında bulunmuşlar ama ben naçizane ‘O kadar da değil’ diyorum). Genç kadının kitapçı komşusu Evelyn’de de emektar oyuncu Alfre Woodard kısa ama etkileyici bir kompozisyon sunuyor. Dikiş makinesi gibi nesnelerden korku öğesi çıkarmayı başaran ve dönem ruhunu son derece etkileyici bir şekilde inşa eden ‘Annabelle’, çok önemsenecek bir film değil belki ama yukarıda altını çizdiğim birkaç hatırası korku eşiğimiz bakımından zihnimize yer edecek gibi. Ayrıca ‘Rosemary’nin Bebeği’ne yaptığı göndermeler ve ana karakterinin isminin Mia (Farrow) olması da özel bir alkışı hak etmesini sağlıyor…

5 üzerinden 2.5 yıldız



Yazının Devamını Oku

Aralar yeniden açılmış!

23 Ekim 2014
MADEM meseleye ’kartvizitlerin’ içeriğin her zaman birkaç adım önde olduğu bir coğrafyadan dahil oluyoruz, o halde G.Saray’ın rakibi Dortmund’u iki sezon öncesinin ’Şampiyonlar Ligi finalisti’ ve geçen sezonun şampiyonu Real’i turnuvada yenen tek takım unvanıyla anmak gerekiyordu.

Lakin futbol, kartvizitler ve unvanların çok çabuk geçmişe karıştığı ve her yeni adımda kendinizi yeniden kanıtlamak zorunda olduğunuz uzun bir koridor... Bu tabloda G.Saray’ın kanıtlamak zorunda olduğu şey de artık üzerine adeta tarihsel bir misyon olarak yüklenen ’içimizdeki Avrupalı’ kimliğiydi. Bu kimliğe son iki sezonda halel gelmedi. Serüvenin bu sezon nasıl bir yöne evrileceği konusunda önemli bir virajdı dünkü mücadele...
Maça gelirsek (keşke hiç gelmesek!) Arsenal karşısında aynı kişiden (Welbeck) aynı gollerden yiyen sarı kırmızılılar dün de iki ayrı kanattan iki aynı golü, yine aynı kişiden (Aubameyang) yedi ve gardını düşürdü. Cılız ataklarla şeref golü aranırken 41’de Reus derbi kahramanı Sneijder’e selam sarkıtan bir vuruşla farkı üçe çıkardı. Bu gol ’Bize ayrılan sürenin sonuna geldik’ anlamına gelebilirdi ama matematik sağ olsun! Girer girmez ağları havalandıran Ramos ise sadece skoru resmileştirdi.

Teselli arayacaklar

Hem önceki geceki farklı skorlar hem de G.Saray’ın bu sezonki Avrupa performansı gösterdi ki ’futbolda bazı takımlar arasındaki fark’ yeniden açılmış. Arsenal ve Dortmund’a ‘böyle’ yenilmek sorun. Kalan maçlarda sarı kırmızılılar hem prestij, hem de Avrupa’daki yol haritası için mücadele edecek. Ama görünen o ki asıl teselliyi ‘Annemizin ligi’nde arayacaklar. Bu sezonki Şampiyonlar Ligi’nin şöyle kötü bir hatırası oldu, futbolumuzun Avrupa’daki en pırıltılı yolculuğu olan 2000 UEFA Kupası şampiyonluğunda G.Saray hem Dortmund’u hem Arsenal’i üzmüştü. Rakipler, hesapları son 2 maçta kapattı.

Yazının Devamını Oku