O klasik romantizme soyunmak istemiyorum ama oyun artık bizim onu sevdiğimiz dönemdeki ahlakın, bakış açısının, taraftar mantığının ve sevda biçimlerinin çok çok uzağında. Yine de her nesil futbolla bağını kurarken benzer ruh durumlarından, benzer gönül coşkularından geçiyor; o ‘ilk görüşte aşk’ mevcudiyetini hep koruyor, bildiğimiz sorunlar sonraki aşamalarda ortaya çıkıyor...
Hayat sadece futbol değildir
Geçen çarşamba spor yazarı arkadaşlarımız Mehmet Demirkol ve Mert Aydın’la birlikte ‘Ülker Çocuklar İçin Futbol’ organizasyonunun en önemli ayaklarından biri olan ‘Futbol Köyleri’ projesinin somut uygulamalarına tanıklık etmek üzere Sakarya’ya yollandık.
Yaşları 12 civarında seyreden ve yarının yıldızları olmaya aday 40 minik arkadaşın arasında, ben de kendi çocukluk günlerime, oyuna olan tutkuma ve bugüne kadar içimde taşıdığım heyecanın o ilk, masum günlerine döndüm. Tabii ki biz ‘Arsa futbolu’nun tanıklarıydık; iki taşla hallolan kaleler, toprak zeminde sürekli parçalanan dizler, alındıktan birkaç saat sonra patlayan plastik toplarla geçerdi zaman... ‘Futbol Köyleri’nin sakinleri ise şık antrenman aksesuarları, göz alıcı kramponları ama her şeyin ötesinde yemyeşil sahalarda sevdalarının doruğuna çıkıyordu. Gördüğümüz manzara, bu ciddi projenin asıl katılımcılarıyla da buluşturdu bizleri. Ülker sponsorluğunda TFF Futbol Gelişim Direktörlüğü tarafından yürütülen Grassroots programının önemli etkinliklerinden biri olan ‘Futbol Köyleri’, sekiz yıllık bir geçmişe sahip...
İşin özü şu; yedisi erkek üçü kız olmak üzere toplam on futbol köyü var ve bu merkezlere, işinin ehli eğitmenler tarafından seçilen futbolcular geliyor. Aslında bu oyuncuların çoğu, bazı kulüplerin altyapılarında oyuna dair eğitim almış ve yeteneklerini kanıtlamış gençler. Köyde ise toplam 10 gün süren kampta meselenin sadece futbol olmadığı aktarılmaya çalışılıyor.
‘Bende futbolcu kumaşı var’
Bir ekonomi dergisinde çalışan Emma, iki başarısız sandığı deneyimin ardından seks hayatında yeni merhaleler kat etmek için kendisine yeni hedefler koyar. Peşi sıra da piyasadaki en popüler eğitici seks kitaplarından dergideki stajyer Yann’la saçma pratiklere, ünlü bir porno aktörüyle söyleşilerden tanınmış seks terapistinin tedavi yöntemlerine kadar daldan dala atlayarak tekniğini önce düzeltmek, ardından da çıtayı yükseltmek için ilerler... Öte yandan bütün bu aşamalarda iş arkadaşı Tristan’la aralarında hem mesleki bir rekabet hem de adı konamamış bir yakınlaşma vardır.
Fransız romancı ve senarist Delphine de Vigan’ın ilk yönetmenlik çabası olan ‘Yatak Dersleri’ (‘A coup sur’), kâğıt üzerinde şenlikli olan bir konuyu kötü bir senaryoyla vaat ettiği çizgilere taşıyamamış. Meselenin çıkış noktası olan ‘yanlış anlamalar’ faslı, fazla çocukça ve naif. Buna karşın filmin ‘Medyanın en geçer akçesi’ konumundaki sekse bakışı ve bu bakışın kullanılma biçimlerini perdeye yansıtışı hem olumlu, hem de gerçekçi. Mesela yaşlı editör Paul’ün bir ekonomi dergisinin satışlarını artırmak için ‘Huzurevlerinde seks’e kadar uzanan reçetesi filmin en vurucu yanlarından biriydi.
Lakin bu gibi olumlu yanlarına karşın ‘Yatak Dersleri’ istenen etkiyi özellikle komedi açısından sağlamaktan uzak bir çalışma olmuş. Filmde Emma’da Laurence Arne sempatisiyle, Paul’de Didier Bezace olgunluğuyla, Tristan’da da Eric Elmosnino gerçekçi bir biçimde çizdiği gazeteci portresiyle dikkatleri çekiyor. Sonuç? Bana sorarsanız, ‘Bir yazarın elinden çıkmış bir film, daha derin ve zekice olmalıydı’ diye düşünüyorum...
Dünyadaki onca kötülüğün müsebbibi kim olabilir? Bildiğim kadarıyla dini kitaplar ‘Şeytan’ı işaret ediyor; kaynak o, uygulayıcılar da ona kananlar... Bir de içine ‘İblis’ girenler var... Onları da daha çok Amerikan sineması işaret ediyor. William Peter Blatty’nin ‘bestseller’ romanını bizatihi kendi senaryosuyla sinemaya uyarlaması ve bu metnin William Friedkin’in maharetli elleriyle popüler kültürün zihnine bir daha çıkmamacasına yerleşmesiyle birlikte ‘The Exorcist’ (‘Şeytan’) öncülüğünde 1973’te açılan kapıdan zamanımıza değin o kadar çok film geçti ki, artık bu kulvar neredeyse özel bir ‘tür’e dönüştü.
‘The Exorcist’in devamı niteliğindeki yapımları bırakın, göndermelerde bulunan, meseleyi tazeleyen, daha eski bir zamana taşıyan, farklı formlarda sunan çok sayıda film izledik; bu haftadan itibaren salonlarımıza uğrayan ‘Bizi Kötüden Koru’yla (‘Deliver Us from Evil’) birlikte izlemeyi de sürdürüyoruz. Bu haftanın mönüsünde yer alan bu yapım, aslında ayrı güzergâhtan daha önce ‘The Exorcism of Emily Rose’la geçen Scott Derrickson imzasını taşıyor. En son karşımıza Ethan Hawke’ın ‘lanetli bir ev’de son kitabını yazmaya çalışan bir yazarı canlandırdığı ‘Sinister’la çıkan Derrickson, ‘Bizi Kötüden Koru’da da ‘Gerçek bir hikâyeden uyarlanmıştır’ ibaresine sahip bir filmle huzurlarımızda. New York Polis Teşkilatı’ndan Ralph Sarchie’nin anılarını topladığı ‘Beware The Night’ adlı kitaptan Derrickson’ın daha önce de birlikte çalıştığı Paul Harris Boardman’la kaleme aldığı senaryodan çekilen yapım, içeriğini çarpıcı görselliğiyle tamamlamak isteyen filmlerden olmuş. Günümüz sinemasında bu ifadenin bir başka anlamı görselliğe yüklenmek ve genellikle içeriğin zaaflarını atmosferle örtbas etmeye çalışmaktır.
Önce kısaca konu diyelim: New York’taki hayvanat bahçesinde çocuğunu aslan kafesine atan bir anneyle başlayan olaylar zincirinde, tuhaflıklar birbirini izler. Polis departmanından Sarchie, partneri Butler’la birlikte son dönemlerde karşılaştığı vakaları bir araya getirdiğinde aralarında bir ilişki olduğu hissine kapılır. Ki bu hissiyatın doğruluğu çok geçmeden kıyıya vuracaktır. İlginç olan da şudur, spiritüel özellikler içeren bu olayların Sarchie’ye yansıması ise özel olmakta, zaman zaman gaipten sesler duymakta, kimsenin farkına varamadığı görüntüleri görmektedir...
10 yıllık bir hapis hayatından sonra artık artık kirli işlerin başına eski arkadaşı Yılmaz, “Sen sokağı bırakabilirsin ama sokak seni bırakmaz, içindeki varoşu silemezsin” dese de Ertan her türlü beladan uzak durmaya çalışır. Üstelik yeni meselesi, kendi geçmişinden izler gördüğü genç Mikail’in bu ortamda yoluna nasıl devam edeceğidir. Çünkü genç adamla sonradan anlaşılacağı üzere ‘özel’ bir bağı vardır…
İlk filmi ‘Kuma’yla tanıdığımız Umut Dağ, uzaktan uzağa Fatih Akın’ın erken dönem işlerini hatırlatan ve kendisine Alman medyası tarafından, ‘MeanStreets’ üzerinden ‘Yeni Scorsese’ denmesine yol açan bir tavra sahip ‘Betondaki Çatlaklar’da, belli bir sinema dili ve yer yer etkileyici bir anlatım tutturuyor. Her ne kadar çıkışsızlık, çaresizlik, parçalanmış bireyler, Batı’nın kirli işlerine talip olma zorunluluğu gibi filmin ana durakları bildik olsa da diyaloglar ve özellikle iyi çizilmiş Ertan karakteri sayesinde ‘Betondaki Çatlaklar’ belli standartları tutturuyor ve ilgiyi hak ediyor.
Sonuç itibariyle Dağ, ‘Yeni gerçekçilik’ kanalı üzerinden, anladığım kadarıyla el atılmayı gerektirdiğini düşündüğü hayatların öykülerini perdeye taşımış. Ertan’da Murathan Uslu son derece bir performans sunuyor. Uzaktan uzağa Akın filmleriyle tanıdığımız Mehmet Kurtuluş’u hatırlatan genç oyuncu Alechan Tagaev de Mikail’de gayet başarılı… Son olarak, ‘Deplasman’daki alt kültürler üzerine eli yüzü düzgün bir film izlemek isteyenlere diyelim…
Malum, felaketler durmak bilmez, dolayısıyla filmleri de… Sinema özel efekt ve bilgisayar destekli yeni anlatım biçimleriyle aynı sularda elbette yüzdü, hatta acıların çapını genişletti ama hiçbir zaman 70’ler gibi toplu bir reflekse rastlanmadı. Şimdi felaketlerle ara ara buluşuyoruz. Mesela zamanımızın korkutucu meteorolojik histerilerinden biri olan ‘Hortumlar’, en son 1996 yapımı ‘Twister’da karşımıza çıkmıştı. Bu haftanın mönüsünde yer alan ‘Fırtınanın İçinde’ (‘Into the Storm’), Jan de Bont imzalı öncü filmi takip eder hüviyette. Ama hemen şöyle bir teşhiste bulunmak lazım, ‘Fırtınanın İçinde’ ‘YouTube kuşağının felaket filmi’ tadında…
70’ler boyu karşımıza çıkan yapımların formülü belliydi, öykü önce seyirciyi ana karakterlerle tanıtır ardından ana eksen belirir yani el atılan felaket o karakterlerden bazıları ekip alır, bazıları da birer kahramana dönüşürdü. ‘Fırtınanın İçinde’, bu formülü ‘Post-modernize’ ederek uyguluyor. Hikâye Silverton adlı küçük bir kasabada geçiyor, ana karakterlerin bir kısmı ‘Zaman kapsülü projesi’ dahilinde 25 yıl sonra kendi geçmişlerine göz atmak isteyen bir grup insan, diğer kısmı ise ‘Hortumlar’ üzerine belgesel hazırlamak için görüntü peşine düşen sinemacılar (tabii aralarında bir de ‘meteoroloji uzmanı’ var). ‘Kapsülcüler’ kendilerini kameraya tanıtırken bir anlamda seyirciye de varlıklarını hatırlatıyor ve filmi hafiften ‘The Blair Witch Project’in kulvarına çekiyor.
KÜÇÜCÜK KASABADA O UÇAKLARIN İŞİ NE?
James Cameron’ın ‘Titatic’ ve ‘Avatar’daki James yardımcı asistanlarından Steve Quale’nin yönettiği ‘Fırtınanın İçinde’, konu bakımından klişelerle yüklü. Öyle ki onca felaketin arasında iki oğluyla problemler yaşayan kasabadaki lisenin müdür yardımcısı Gary’yle belgeselci Pete’in ekibinde yer alan işkolik meteoroloji uzmanı Allison arasında f ilizlenen adın konulmamış bir aşka bile göz kırpan film, sürekli aile içi dayanışma ruhunu vurgu yapıyor. Lakin böyle filmlerin zaten öyküleri pek de önemli değildir, asıl mesele bize böylesi bir yapımın ne türden özel efektler sunacağı, imkânsızlıkların nasıl üstesinden geleceği ve doğaya ne denli kafa tutulacağının sınırlarını hangi ölçülerde çizeceğidir… ‘Fırtınanın İçinde’, bu bilinçle hareket etmiş ve klişe diyalogları ve akıl mantık sınırları dışında gelişen olaylar bütünü içinde birkaç etkileyici sahne sunuyor. Mesela bildiğim kadarıyla ne sinemada ne de gerçek hayatta daha önce ateş topuna dönen bir hortuma rastlanmamıştı, ‘Fırtınanın İçinde’ böylesi bir doğa olayına insanlığın hizmetine (!) sunuyor. Keza ‘Twister’da havada uçan traktörlere, ineklere tanık olmuştur, burada uçaklar hortumun etkisiyle pistten havalanıyor ve gökyüzünde başıboş halde dolaşıyor. Ara not: Yakında ‘Dünyanın en büyük havalimanı’na sahip olacak’ bir ülkenin eleştirmeni ve de vatandaşı olarak küçücük bir kasabada öyle bir havaalanı niye var, o kadar büyük kapasiteli uçaklar orada ne arıyor, bunu sormak da hakkım sanıyorum…
5 üzerinden 3 yıldız
2005’te gösterime giren ‘Sin City’nin eleştiri yazısında da belirtmiştim: “Frank Miller’ın 1991’de yarattığı dünyayı, Robert Rodriguez öncülüğünde Miller’la birlikte sinemaya taşıyan bu film, kuyruk jeneriği yazılarından sonra aslında cümleyi şöyle kurmamız gerektiğini hatırlatıyor: Sinemayı çizgi romana taşıyor...”
Çizgi romanlar ‘süreli’ yayınlardır ve biz, kitabın son sayfasında ‘Bu maceranın sonu’ ifadesiyle karşılaştıktan sonra bir sonraki maceraya adım atmak için sabırsızlanırız. Lakin sinemayı galiba birçok yönden akrabası olduğu çizgi roman dünyasından ayıran en önemli fark da bu olsa gerek; serilerde hikâyenin devamını ya da bir başka macerasını izleyeceğimiz film için bekleme ‘süresi’ daha fazladır. Hoş artık sektör öyle bir hale geldi ki, bazen serinin diyelim ki üç bölümü de aynı anda çekiliyor ama salonlara birer yıl arayla uğruyor (mesela ‘Yüzüklerin Efendisi’ üçlemesi)... Bu noktaya gelme nedenimiz şu; ‘Sin City’nin bir tür devamı niteliğindeki ‘Sin City’: A Dame to Kill For’ ilk filmden tam dokuz yıl sonra huzurlarımıza çıkıyor. İlkinde olduğu gibi yine Frank Miller-Robert Rodriguez işbirliğinin ürünü olan bu ikinci adım da benzer şekilde üç ayrı öyküyle ilerliyor ve iç içe geçmelerle bütüne ulaşıyor.
İlk filmin ana karakterlerinden Marv mevcudiyetini koruyor, keza yine Dwight da bu filmin ana tiplemelerinden (tek fark var, karakteri Clive Owen yerine Josh Brolin canlandırıyor). ‘Oyundan çıkan’ ama yine öyküye gölgesini düşüren dedektif Hartigan’ın yerine de genç kumarbaz Johnny’yi görüyoruz...
Gözler artık, geçen sezonu 13 gol ve 6 asistlik performansla noktalayan genç forvetin bu yıl yakalayacağı istatistiklere çevrilecek.
Kusursuz ‘Alman eğitim sistemi’nin keşfettiği yeteneklerden biri olarak ön çıkan çok sayıdaki gurbetçi gencimizden biriydi Cenk Tosun. 7 Haziran 1991’de Wetzlar’da doğdu, altyapı eğitimini ülkenin köklü kulüplerinden Eintracht Frankfurt’ta aldı. 16 yaşındayken U-19 takımında önce idmanlara çıkmaya başladı, sonra da forma şansı buldu. A takımın teknik direktörü Michael Skibbe tarafından izlenen bu genç yetenek, çok geçmeden kendisini kırmızı siyahlı takımın kadrosunda buldu. Lakin Bundesliga heyecanı ve deneyimi bir maçı geçemedi.
SERGEN’LE YENiDEN DOĞDU
BU topraklardaki macerasına gelince, ilk olarak ismi Galatasaray’la birlikte anıldı lakin Gaziantepspor Cenk Tosun’u aramıza katan kulüp oldu. 2010-11 sezonunun ortasında artık Güneydoğu temsilcisinin kadrosundaydı. Üstelik harika bir başlangıç yaptı ve ilk maçında Galatasaray’a karşı forma giyerken iki gol atmayı başardı. Fakat sonrasında genç futbolcunun Gaziantepspor kariyeri dalgalanmalar içinde geçti. Etkili başlangıcın yerini durgunluk aldı, daha sonra geçen sezon Sergen Yalçın’ın teknik direktörlük döneminde tekrar kendisini ve yeteneklerini hatırlattı Cenk Tosun (13 gol, altı da asist. Hiç de fena bir istatistik değildi). Ve bu yaz da Beşiktaş’ın yolunu tuttu.
ALMANYA DEĞİL TÜRKİYE’Yİ SEÇTİ
MİLLİ takım tercihine gelince, Almanya’nın U-16’sından 21’ine kadar her düzeyinde oynadı. A takım seviyesinde Joachim Löw’ün Almanya’nın kadrosuna katmayı düşündüğü isimler arasındaydı ama Türkiye Milli Takımı’nda teklif alması üzerine Almanya defterini kapattı. Beşiktaş serüvenine gelince siyah beyazlıların forvet hattında Demba Ba’dan sonraki ilk tercih gibi görünüyordu Cenk Tosun.
Lakin Mustafa Pektemek’in olağanüstü performansı dengeleri değiştirdi ve Bilic’in, ileri hatta Senegalli’nin ardından Cenk’i düşünmesini en azından şimdilik erteledi. Lakin sezon uzun ve Beşiktaş, üç cephede mücadele edecek. Lig, kupa ve Avrupa’daki bu üçle ayakta kuşkusuz Cenk’e de sıra gelecek ve yetenekli forvet, kuşkusuz kendisini göstereceği fırsatları bolca bulacak.
BİR İLKE İMZA ATTI
HERAKLEITOS “Aynı suda iki kez yıkanılmaz” diyedursun, futbolda aynı suda üç kez yıkananlar bile var. Mesela Fatih Terim... Tecrübeli çalıştırıcı hem Galatasaray’da hem de Milli Takım’da üç kez yıkandı, yıkanıyor... Vahid Halilhodzic de Karadeniz’in hırçın dalgalarında ikinci kez yıkanmak üzere tekrar Spor Toto Süper Lig sahnesindeki yerini aldı. Boşnak teknik adam 2005-06 sezonunda yarım dönem Trabzonspor’un başındaydı, sekiz yıl sonra tekrar bordo mavili takımla yeni bir maceraya açılıyor.
Lakin bu seferki macera çok çetin geçeceği benziyor, çünkü Halilhodzic geldiğinden beri takımın iskeletine ve inşasına yönelik bitmez tükenmez istekleri ve sürekli gerilim çıkarmaya yönelik yaklaşımlarıyla Karadeniz ekibini, sezon öncesinin en sancılı takımlarından biri haline getirdi. Ve giderek asıl soru Trabzonspor’un Boşnak hocayla ligde ne yapacağından çok, ikinci maceranın nasıl ve ne zaman sonlanacağına dönüştü...
‘EN AZ 10 TRANSFER GEREK’ DEDİ
PEKİ bu noktaya nasıl gelindi? Çalıştırdığı Cezayir’e 2014 Dünya Kupası’nda son derece yırtıcı, yıpratıcı, özellikle fiziki mücadeleye dayalı (Bir bakıma zorunluydu, eldeki kadrodan en mantıklı şekilde böyle verim alabilirdi) bir oyun oynatan Halilhodzic, ‘Kuzey Afrika temsilcisi’ni ikinci tura da çıkarınca dikkatleri üzerinde topladı. Kupa öncesi Trabzonspor’a söz vermişti lakin yıldızı parlayınca vazgeçeceği yolunda haberler basına yansıdı. Neyse ki “Verdiğim sözü tutarım” diyerek Trabzon’a geldi ve bordo mavili takımın başına geçti. İşte problemler de bu noktadan sonra başladı...
Var olan kadroyu bir türlü beğenmeme, üstelik bu görüşünü basın üzerinden kamuoyuyla paylaşma, hazırlık maçlarında alınan her kötü sonucun ardından futbolcuları herkesin önünde suçlama ve nihayetinde, 11 kişi üzerinden oynanan bir oyunda “En az 10 yeni transfer gerekiyor” diyerek bütün bir takımı toptan silme yaklaşımları, Halilhodzic kanadındaki huzursuzluğun yüzeyi vurma ifadeleriydi...
MALOUDA’YI KADRO DIŞI BIRAKTI
YÖNETİM muhtemelen sezon başlamadan yeni bir teknik adam arama uğraşına girmemek için Boşnak hocanın ister istek ister kapris deyin ‘Diplomasi’yi çoktan aşan yaklaşımlarına sesini çıkarmadı ve meselenin üzerini ‘Yeni transfer hamleleri’yle örtme yoluna gitti. Ama Halilhodzic bu arada boş durmadı; bugün oynanacak ve takımın bu sezonki Avrupa macerasına yön verecek en önemli randevulardan ilki olan içerideki Rostov maçı öncesi, eldeki kadronun uluslararası kalibredeki birkaç isminden biri olan Malouda’yla tartışma yaşadı. Sonuçta Fransız yıldız hocanın isteğiyle kadro dışı bırakıldı.
EN KRiTiK iKiNCi HAFTA