Paylaş
Krizin patlak verdiği ilk yer olan ev küresel ekonominin yüzde 22’sini oluşturan Amerikan ekonomisi toparlanırken, ‘küresel kriz atlatıldı’ diyebilmek için AB ve Japonya’nın da büyüme patikasına girmesi gerekiyordu. Ancak AB, ‘amiral gemisi’ Almanya’dan başlayarak yeniden durgunluk limanına demir attı.
2012’nin son çeyreğinde ve 2013’ün ilk çeyreğinde daralan ekonomisi ile 2009 sonrasında yeniden resesyona giren Almanya, bu yılın ikinci çeyreğinde yüzde 0.3 küçüldü. Bunda ihracatın katkısının azalması ve özellikle inşaat başta olmak üzere sabit sermaye yatırımlarının yavaşlaması etkili olmuş.
Avrupa’da Almanya yalnız değil; Fransa sıfır büyüme, İtalya ise küçülmeye deva ediyor. Büyüme lokomotifi iki büyük ülkenin yeniden ‘sürünen’ bir büyümeye dönmeleri pekiyi haber değil. Hatta Haziran ayına dair sanayi üretim verileri, Euro Bölgesi’nde yüzde 0.3’lük bir oranda gerçekleşen küçülme ile yavaşlamanın yayıldığının da göstergesi olabilir.
Avrupa’nın sorunu şurada; bankacılık sisteminde büyük zararlar var, bu zararların sermaye artırımlarıyla kapatılması gerekiyor. Ancak görünen o ki; Avrupalı siyasetçiler bunun tedavisinin zamana yayılarak yapılması taraftarı. Sokaktaki yurttaşına kemer sıktırarak faturayı ödetmek zorunda kalan siyasetçiler, bankalara kamu parası koyarak hiddeti üzerlerine çekmek istemiyorlar.
Peki, ne oluyor? Şu; Avrupa Merkez Bankası’nın (ECB) 2012’de Akdeniz kuşağındaki çevre ülkelerde derinleşen bankacılık krizine karşı yaptığı, bolca parayı sisteme sürmek olmuştu. Güven o kadar kaybolmuştu ki; bu paralar da yine ECB’de park etmişti. Bolca piyasaya sürülen eurolar ve ECB Başkanı Mario Draghi’nin ‘Ne gerekiyorsa yaparız’ sözü biraz sakinleşme yaratmıştı. Ancak, yine de AB içindeki ülkeler arasında kayda değer bir ayrışma olduğu gözlendi; ‘güvenli liman’ Almanya ve diğerleri…
Bugünlerde Almanya’nın 10 yıllık tahvil faizleri yüzde 1’in altına düştü. Bu durum yeniden akıllara şunu getiriyor; uzun yıllar sürecek bir ‘Japon stili’ durgunluk dönemi mi kapıda? Deflasyonist bir sürecin mi (fiyat düşüşleri, ekonomik küçülme) eşiğinde?
Malum; Japonya 1990’lı yıllarda düşen konut fiyatları ve borsa, bankacılık sisteminde bir türlü temizlenemeyen yüksek zararlar nedeniyle on yılı aşan bir dönem deflasyonist sürece girmiş, ekonomik büyümesi felç olmuştu.
Faizleri yakın zamanda sıfıra yakın bir seviyeye çeken, kendi nezdinde tutulan mevduat hesaplarına negatif faiz uygulayan (üste faiz alan) Avrupa Merkez Bankası’nın, yeniden 2012-2013’de yaptığı gibi bolca parayı piyasaya sürmesi de işe yaramayacaktır. Deflasyonist bir süreç, bu defa yeniden ciddi bir tehlike olarak kapıda.
Türkiye’ye ‘kıssadan hisse’, ekonomik büyümeye getireceği yavaşlama tabii ki. Bir o kadar da, bir ekonomi politikası çerçevesinin acil hale geldiği de çok açık.
Haziran sonrasında Irak’a, dolayısıyla Orta Doğu’ya olan ihracatta kayıplar ortaya çıktı. Avrupa’daki durgunluk da ekonomik büyümede yeni bir dış talep ‘gediği’ açacak. Özellikle son 3 ayda belirginleşen ekonomik yavaşlamaya, Avrupa ve Irak’a olan ihracattan gelecek dış talep yavaşlaması da eklenince, yüzde 4’lük büyüme olanaksız hale gelecek. Bu gelişmeler, yeni bir ekonomik program ihtiyacının çok daha acil hale geldiğini söylüyor bize.
Ancak son 6 aydır tanık olduğumuz politik kriz tablosuna, gelecek 10 aydaki seçim süreci de eklenince; yeni bir ekonomi programı çerçevesinin çizilmesinin zor olduğu da çok açık biçimde görülebiliyor.
Önümüzdeki 1 yıllık sürecin temel sorusu budur; Türkiye yeni bir ekonomi politikası çerçevesi mi çizecek? Yoksa bunun farkında olan ama ‘kazasız’ seçimlere kadar götürmeyi benimseyen bir ekonomi yönetimini korumayı mı tercih edecek? Ya da ‘ekonomi yavaşlıyor, faizi düşür’ diyerek Merkez Bankası üzerinde baskı kuran, popülist ve absürt politika söylemini benimseyen ekonomi yönetimi tablosu mu çizecek?
Paylaş