Paylaş
Örneğin önlem ajandasının içindeki iki madde, hukukun üstünlüğü konusundaki ahlaki çöküntüyü apaçık ortaya seriyor; birincisi, iş kazalarını önlemek için, işyerinde çalışma güvenliğine dikkat gösteren işverenlerin prim ödemelerinin azaltılması. İkincisi de işyerinde kaza olan işverenlerin ihalelere katılımının iki yıl boyunca yasaklanması.
Soru şu; Türkiye’de meri yasalar iş kazalarına karşı yeterince caydırıcı, koruyucu değil mi? Şurası açık; yasaların kime uygulanacağı konusunda uygulamada ‘de facto’ bir durum var. Belli ki; hukukun üstünlüğünün işlemediği bir kesim var. Örneğin iktidardaki siyasetçilerle ahbap-çavuş ilişkisinde olup maden işletenler, kuralların kendilerine uygulanmayacağını, kurumların da kendilerine ‘esneklik’ göstereceklerini düşünüyor olmalı.
Güçler ayrımı işlemiyor. Hukukun üstünlüğü, seçmen çoğunluğunun hukuksal üstünlüğüne dönüşmüş durumda. Bu koşullarda, hükümet mealen diyor ki yasalara uyanlara ikramiye var; üç yıl içinde iş kazası olmayan çok tehlikeli iş yerlerinde işsizlik sigortası priminde işveren payı 1 puan düşecek.
İktidarı döneminde defalarca ‘kolaylık’, ‘barış’ adı altında vergi ve prim afları yapan hükümet, son ‘af’ gündeme geldiğinde, vergisini zamanında ve tam ödeyene prim verme, diğer kolaylıkları sağlama fikrini de ilan etmişti.
Yasaları uygulama konusunda kararlılık göstermek yerine, yasalara uyanlara prim getirmek hukukun üstünlüğünün rafta olduğunun da güzel bir kanıtı değil midir?
İşverenin, ölümlü iş kazasında kusurlu bulunursa iki yıl kamu ihalelerinden men edilmesi ise kara mizah örneği. İş kazasında ölümlerin, ihaleye girme konusundaki ‘hassasiyete’ kurban edilmesi anlaşılır gibi değil. Hem kusurun belirlenmesi yıllar süren yargılamalarla olacak, hem de sadece 2 yıl uzak kalacak. Sahi bunun ‘tolerans ayarı’ fazlaca kaçmamış mı?
Önlemler içinde sayılan ‘rödovans sistemindeki değişiklik; kamunun rödovansla verdiği işin bütünüyle bir başka taşerona devredilemeyeceğini içerecekmiş. Burada soru şu; bu önlemler içinde işin muhatabı ve paydaşı olan işçi örgütlerine neden bir atıf yok? Yasa var uygulanmıyor; işçi var sendikası yok. Ücretini üç ay alamayan işçiden, aksaklıkları ‘telefon açıp bildirmesi’ isteniyor.
Asıl konu şurada; işçilerin can ve bedensel bütünlüğünü riske atan devasa üretim baskısında ‘insan’ nerede? Başbakan Davutoğlu’nun geçen hafta açıkladığı dönüşüm programları içinde yer alan Yerli Kaynaklara Dayalı Enerji Üretim Programı Eylem Planı’nda, yerli kaynaklarla üretilen birincil enerjinin payının yüzde 27’den yüzde 35’e getirilmesi hedefleniyordu. 2013’de 32 milyar kw/saat olarak gerçekleşen yerli kömür kaynaklı elektrik enerjisi üretiminin 2018 yılında 57 milyar kw/saat’e çıkarılması hedeflenmişti. Bu, artışın ithal kömürle değil, yerli kömür üretimiyle iki katına çıkması demek.
TKİ verilerine göre, yerli kömürün toplam brüt elektrik üretimindeki payının yüzde 15’e yakın olduğu, 2012’de Türkiye’de çıkarılan linyitin yüzde 81.5’i olan 56 milyon ton kömürle kabaca 33.6 tkw/saat elektrik üretildiği hesaba katılırsa 2018’de 57 tkw/saat’lik kapasiteye çıkmak için düz hesapla 95 milyon ton linyit üretimine ihtiyaç olduğu görülüyor. 2012 verileri toplam kömür tüketiminin, yerli üretim ve ithalatla beraber 100 milyon ton olduğunu söylüyor.
2018’e kadar sağlanması gereken 45 milyon ton ilave üretimin, bu iş güvenliği modeli ile olmayacağı çok açık. Davutoğlu’nun dönüşüm programları için ‘içinde insan var’ dediğini hatırlayınca, böylesine ikiye katlanacak bir kömür üretimine dayanan iddialı ve hırslı elektrik üretim artışının, mevcut çalışma koşullarıyla nasıl olup da işçilerin can ve bedensel kaybında artış olmadan sağlanacağını anlamak zor geliyor.
Sonuç şu; Türkiye bu ahbap-çavuş ilişkisiyle, bu iş güvenliği modeli ile yerli kaynakla elektrik üretimini becerecek deniliyorsa iş cinayetlerinde ölümler de kitlesel hale gelecek demektir.
Paylaş