Bugün sermaye girişlerinin yavaşladığı ve ekonomik büyümenin durulduğu bu günlerde, ekonomik büyümeye destek olmak için faizleri aşağı çekme konusunda kısıtlarımız olamayacaktı.
Türkiye, kurdaki yükselişin, faizdeki yükselişe göre topluma daha pahalıya mal olduğunu öğrenmiş oldu. Şimdi yoğurdu üfleyerek geçiyor zaman. Şimdi, faizleri aşağı çekmek için hem mali piyasayı iyice ikna etmek gerekiyor, hem de kurun istikrarlı kalması şart.
Uluslararası piyasalarda petrol fiyatındaki düşüş, son 4 yılda iyice itibar kaybeden Merkez Bankası’na mali piyasayı biraz ikna etme fırsatı sağladı; ‘Petrol fiyatı düştü, bu akaryakıtı ucuzlatır, bu da enflasyonu aşağı çeker’ beklentisi tam aynı oranda olmasa da gerçekleşiyor.
Ağustos sonundan bu yana brent tipi ham petrol fiyatı yüzde 42 gerilerken, yurtiçi benzin fiyatındaki gerileme yüzde 13’le sınırlı kaldı. Aralık ayı tüketici fiyatları endeksi (TÜFE), yüzde 0.44 geriledi. Ağırlıklı nedeni, gıda fiyatlarındaki fiyat artışının sıfır olması, akaryakıttaki indirimler ve mevsimsel giyim ve ayakkabı indirimleri oldu.
Bu tablo, ekonomideki temel fiyatlama eğiliminde belirgin bir iyileşme tablosu değil. Dışsal ya da mevsimsel düşüşleri yansıtıyor. Çekirdek enflasyon verilerindeki iyileşme, ana TÜFE’deki iyileşme kadar hızlı değil. Dış ticarete konu olmayan, yani döviz kuruyla ilgisi olmayan kesimlerden klasik örnek berber fiyatları bunun iyi bir göstergesi; sadece Aralık ayında berber ücretleri erkeklerde yüzde 1, kadınlarda yüzde 0.5 artarken, son bir yıldaki artışlar ise sırasıyla yüzde 10.5 ve yüzde 15.4’e çıkmış. Bu, fiyatlama davranışlarındaki bozulmanın henüz onarılmadığının, hatta kimi kalemlerde devam ettiğinin işareti olsa gerek.
Şimdi, 7 Haziran’da yapılacak seçim öncesinde siyasetçiler faiz düşsün isteyecekler. Ancak durum geçmiş deneyimlerdeki gibi değil; hem ödemeler dengesinde geçmişteki gibi bolca döviz akışı yok, kur baskısı artık nefesini hissettiriyor. Hem de dış konjonktürdeki koşullar lehimize gelişmiyor. Fed’in faiz artırma ufku netleşiyorken, Avrupa’da politik rüzgârlar yeniden Yunanistan’dan esmeye başladı. En azından bu ayın 28’indeki seçimlere kadar finansal açıdan daha dalgalı bir dünya söz konusu.
Ankara’da Erdem Başçı, 2014’te Eylül ayına kadar madalyonun güzel yüzünü ön plana çıkarıp, piyasalara ‘siz uzun vadeli faizi düşürün, ben de sizi takip edeceğim’ havucu uzatırken, şimdi Ankara’da kendini sıkıştıran politikacılara doğrusunu, ‘biz sıkı durursak uzun vadeli faiz iner, bize de hakkıyla faizi aşağı çekme kapısı açılır’ tablosu çiziyordu. Ancak, tek engel var; o da kur. Başçı bunu daha önce Eylül ortasında kadar denemiş, ancak yükselişe geçen kur nedeniyle (belki de kamuoyuna açıklamasa da fiyatlama davranışındaki bozulmanın devam ettiğini görüp) gecelik faizleri yeniden yüzde 11.25’e yanaştırmak zorunda kaldı.
TCMB, bankaların TL zorunlu karşılık yükümlülüklerini döviz olarak yerine getirebilme olanağı sağlayan Rezerv Opsiyon Mekanizması (ROM) olarak adlandırdığı karşılık sisteminin katsayılarını yükseltirken, aynı anda döviz tevdiat hesapları (DTH) dışında uyguladığı zorunlu karşılık oranlarını da değiştirdi. DTH dışı yükümlülüklerin kısa vadeli olanları için daha yüksek, uzun vadeli olanları ise daha düşük karşılık yatırılacak. Böylece, bir yıla kadar vadeli hesaplara uygulanan karşılık oranı yüzde 13’den yüzde 18’e, 2 yıla kadar vadeli hesaplara uygulanan oranı da yüzde 11’den yüzde 13’e yükseltti. 3 yıl, 5 yıl ve 5 yıldan uzun vadelilerde ise oranlar sırasıyla yüzde 8, 7 ve 6 olarak belirlendi.
Bunların anlamı nedir?
TCMB 2011 sonundan itibaren altının döviz yükümlülüklerin, dövizin de TL yükümlülüklerin yerine getirilmesine kapı açmıştı. Böylece bankalar, kendilerine maliyeti nerdeyse 4 kat pahalı TL yükümlülükleri yerine borçlanma maliyeti dörtte bir olan dövizi TCMB’na yatırmaya başladılar. Böylece, TCMB’nda tutulması gereken TL karşılıklar yerine yaklaşık 33 milyar dolar döviz, döviz olarak tutulması gereken karşılıkların bir bölümü yerine de yaklaşık 400 ton altın (15 milyar dolar) girdi. Toplam 48 milyar dolarlık rezerv artışı oldu. Ama unutmamak gerekiyor ki bunlar, emanet bir döviz rezervi.
Başka yükümlülük yerine ikame edilen bu dövizlerin (ROM) bir sorunu var; asıl yükümlülük TL olduğu için yerine getirilen dövizlerin hesabında kullanılan kur da yükseldikçe, TCMB’nın aynı tutar dövizi kendisinde tutabilmek için kullandığı katsayıları yükseltmesi gerekiyor.
TCMB, hafta sonu ROM mekanizmasındaki katsayıları artırmak yanında, döviz hesapları dışındaki yükümlülüklere uygulanan zorunlu karşılık oranlarını da değiştirdi. En önemli kısmı bir yıla kadar vadeli hesaplara uygulanan karşılık oranı yüzde 13’den yüzde 18’e çıkarılması.
TCMB kaynakları, dün yapılan katsayı artışının Para Politikası Kurulu’nun son toplantısındaki “kısa vadeli borçlanmayı caydırıcı yönde planlanan tedbirlerin 2015 yılının ilk çeyreğinden itibaren uygulanmaya başlaması” kararının bir sonucu olduğunu vurguluyorlar.
Böylece, ROM katsayı artışı ile bankalara geçerek serbest kalacak döviz miktarı 2.4 milyar dolar, DTH dışı yükümlülüklere uygulanan karşılıkların değişmesiyle de bankalardan TCMB’na yatacak döviz miktarı ise 3.1 milyar dolar olacak. Sonuçta, nette bankalar TCMB’na 700 milyon dolar ödeyecek. Yani bir mekanizmadan diğerine geçiş var.
Peki, Merkez Bankası’nın amacı ne?
2002-2008 arası dönemde ‘bahçe temizliği’ yapılmış ekonominin bir hikâyesi, 2009-2013 arası dönemin bol likiditesi vardı. 2014 ‘partinin bittiğine’ dair önemli bir eşik yıldı.
Üçüncü çeyrek bunun iyi bir göstergesi.
Üçüncü çeyrekte ülkeye gelen döviz miktarı azaldı; Temmuz-Eylül arasında Türkiye’nin cari açığı, aylık ortalama 2.2 milyar dolar, toplamda ise 6.6 milyar dolar oldu. Bu, 2013’dekinin yarısı kadar bir açık demek. Ekonomik büyümenin yüzde 1.5 gibi benzer düşük oranda olduğu 2012 üçüncü çeyreğinde de verdiğimiz cari açık 8 milyar dolardı. 15 milyar dolar açık verdiğimiz 2011 üçüncü çeyreğinde ise yüzde 8.7 büyüme gerçekleşti. Ya 2010’da? 9.5 milyar dolar açık vererek, yüzde 5.3 büyüme sağlanmıştı.
2010’dan bu yana ortaya çıkan büyük mali piyasa iki dalgalanmanın her birinde kur kabaca yüzde 20-25 zıplarken, her ikisini frenlemek için 4-5 puanlık faiz şoku kaçınılmaz olmuştu. Başka ülkede olsa eğlenceli olurdu ama bu iki dalgalanmayı izleyen ekonomik yavaşlamaya Ankara’dan gelen açıklama, “aldığımız önlemlerle ekonomi dengeleniyor” dolmuştu. Akışına bıraktıktan sonra ‘aldığımız önlemler sayesinde’ diye yapılacak bir açıklama başka bir ülkede dalga konusu olurdu.
2015, yılın ortasında seçime gidilen bir ülke için, reform namına hiçbir şeyin yapılmayacağı, dolayısıyla ne bir yeni ekonomi programının ne de yeni bir hikâyenin ortaya çıkamayacağı bir yıl olarak görünüyor. Bu koşullarda, yine akışa bırakılmış bir ekonomi politikası, Merkez Bankası üzerinde faizi düşür baskısı olan bir yıl olacak.
İşin kötü tarafı; 2013 ortasından itibaren, çok kapsamlı bir çıkış planını adım adım uygulayan ve de Türkiye’de 2010-2012 arası güçlü bir büyüme ortaya çıkaran parasal genişlemenin ‘ev sahibi’ olan Amerikan Merkez Bankası Fed’in 2015 ortasında faizleri yükselteceği günler yaklaşıyor. Haziran ayına kadar olağanüstü bir gelişme olmaz, beklenmedik bir veri ortaya çıkmazsa Fed’in faizleri artıracağı çok açık. Bu göstere göstere gelen değişikliğe politika yapıcıların Türkiye’de duruşu, ‘iyi dilek tutalım, iyi olsun Polyannacılığı’ ile devam ediyor.
Başa dönersek, Türkiye’nin son 10 yılda artan ölçüde büyüyen cari açığı ve reel sektör şirketlerinin kaldıraçlı borçlarının, azalan sermaye girişleri ortamında yarattığı döviz kurunda yukarı yönlü baskı, artık ‘partinin’ eskisi gibi düşük faiz ortamında süremeyeceğini söylüyor. Bu, kredi büyümesinde de ‘partinin bittiğini’ söylüyor. Krediler artık eskisi gibi büyüyemeyecekse nihayetinde de hane halkı tüketiminde ortaya çıkan yavaşlama devam edecek demektir. Bu da, 2011 sonrasında büyümeye katkısızlık tablosu çizen yatırımlar veri iken yıllık yüzde 2-2.50’luk bir büyüme patikası demektir. Bu büyüme oranı ile de şirketler için zor bir döneme girmiş olacağız.
Ancak Ankara’da politika yapıcıların bu gelişmeleri görse de, buna el atmaları ve ‘ortak akıl’ ile çözeceklerine dair bir duruş göstermeleri, içinde bulunduğumuz politik kriz içinde pek mümkün görülmüyor.
Son 4 yıldır, iniş-çıkışlı ekonomide iş yapmaya çalışan şirketler, girişimciler, borcu olanlar, hane halkı; hepimiz 2015’te nasıl bir ekonomi tablosu ile karşı karşıya olacağımızı hesaba katmak istiyoruz. Ama önce geriye dönüp, neredeyiz buna bakmalı.
Türkiye’nin 2002-2008 arasındaki dönemi ile 2010-2014 arasındaki dönemi epeyce farklıydı. 2002-2008 arası dönemde Derviş reformları, IMF çapası ve 25 milyar dolarlık IMF parası, AB çapası, devasa özelleştirmelerle giren yüklü doğrudan yatırım girişleri, kriz sonrası siyasi istikrar gibi ana nedenler bu dönemi, en düşüğü yüzde 4.7 olan yüksek büyüme dönemi yaptı.
2008 sonrasında ise diğer gelişen ülkelere olduğu gibi Türkiye’ye de akan, devasa bir kısa vadeli sermaye girişi, küresel krizden hızlı toparlanma olanağı getirirken yüklü bir cari açık kamburu da yarattı. Kredileri yavaşlatma, sermaye girişlerini frenleme cari açığı frenleme düşüncesi teknik düzeyde akıllarda vardı ama pratiğe geçişi sadece faizleri düşük tutma ile sınırlı kaldığından, 2011’de kur zıplaması ve faizleri 3-4 puan yukarı çekmekle sonuçlanan başarısızlıkla sonuçlandı. Ekonomik büyüme 2012’de bu kur-faiz şoku yüzünden yüzde 2.1’ düştü.
Cari açığı ve enflasyonu yüksek olan ülkenin Merkez Bankası, 2013’te faizleri yüzde 4.50’nin altına kadar düşürüyordu. Merkez Bankası Başkanı ‘negatif reel faize alışın’ dedikten birkaç ay sonra döviz kuru yukarı doğru hareketleniyor, altı ay sonra ise döviz kurundaki yüzde 30 artış sonrasında Merkez Bankası piyasaya verdiği paranın maliyetini ikiye katlıyordu. İşte 2014’e bu koşullarda girdik. Peki, ne oldu? 2013’te yüzde 4 büyüyen ekonomi, 2014’ün ilk üç çeyreğinde önceki yıla göre yüzde 2.8 büyüdü. Yüzde 2’lik bir büyüme eğilimine geriledik.
2014’te belirginleşen iki olgu var; Temel kırılganlıklarını onarmak için hiçbir ciddiye alınacak adım atmayan Türkiye, giderek daha sıklıkla kur ve faiz şokları ile karşılaşıyor. İkincisi de 2010 sonrasındaki daha düşük bir büyüme patikası, giderek belirginleşiyor. Daha düşük büyüme eğilimine girilmesinde, temel olarak 2010 sonrasındaki politik kutuplaşmanın keskinleşmesi, hukukun üstünlüğünün ve yargı bağımsızlığının rafa kalkması, baskıcı ve otoriter eğilimin yerleşmesinin de oldukça fazla etkisi var. Kısa vadeli sermayenin bir ülkeye girişinde bu unsurların pek de önemi yok; sermaye hesabına kontrol getirmediğiniz sürece ‘sıcak para’ giriş-çıkışları olacak. Asıl ölçü, doğrudan yatırımlarda. Türkiye 2011 sonrası dönemde hem cari açığına oranla yeterince doğrudan yatırım alamıyor, hem de milli gelir içinde özel kesim yatırımlarının katkısı, 2013’deki birkaç çeyrekteki zayıf katkı dışında sıfırlandı.
Sorun şurada, Türkiye gibi küresel kriz sonrası bolca döviz çeken ama bunun bir gün kesileceğini, azalacağını hesaplamayan bir ülke, açmazla karşı karşıya. Reel kesim şirketleri döviz borçlusu, döviz girişi azalıyor, kurda yükseliş yönünde baskı var, Merkez Bankası ise geçmişteki hatalarının farkında ve faiz indirmek bir tarafa, kuru dizginlemek için faizleri yüksek tutmak zorunda. Hep dışarıdan gelen sermaye ile büyüyen ülke, kaynak azalmaya başlayınca kur ve faiz baskısı altında; bu da ekonomik büyümeye ‘takoz’ oluşturuyor. Türkiye uzun vadede tasarruflarını artırana kadar da bu ‘takoz’ orada duracak.
Dönüyoruz; ihtiyacımız olan şeye; doğrudan yatırımlara ve sabit sermaye yatırımları ile büyümenin giderek daha fazla zorunluluk olarak ortaya çıkmasına. Bunun için de gerekli olan şeyler; demokratik ve özgürlükler ülkesi olmaya, hukukun üstünlüğünün ve yargı bağımsızlığının olmasına, güçler ayrılığının aksaksız çalışmasına. Ne yazık ki, bu alanların hepsinde vasat geçer not bir yana, sınıfta kalıyoruz.
Peki ya reformlar? Onuncu 5 yıllık plan dahilinde planlanan ve de yakın zamanda ‘eylem planı’ olarak duyurulan dönüşüm programları bir reform değil. Sadece bir niyet beyanı. Belli alanlarda yapılması planlanan iyileştirmelere, aranacak ama henüz bulunmamış eylemleri ilan ediyor.
Ya da yollarda, aydınlatma direklerinde asılı bez afişler ya da pankartlarda, kocaman fotoğraflarıyla yer alan belde yöneticileri; anneler günümüzü, Cumhuriyet bayramımızı kutlar, ölen madencileri saygıyla anar, kutlu doğum haftasını idrak eder.
Çevre kirliliğine yol açacak boyutta gerekli gereksiz her yerde dalgalanan pankartlar, sadece ilgili siyasetçinin boy göstermesinden başka bir anlam ifade etmeyen gazete ilanlarının benim dikkatimi çeken kısmı şurada; ilanın parasını kimin ödediğidir? Kamu bütçesinden çıkıyorsa fena, yok orada kamu ile iş yapan şirketlerin ‘desteği’ ile çıkıyorsa çok daha fena bir durum var demektir.
Örneğin, bayramımızı kutlamak için tam sayfa ilan veren bir ilçe belediye başkanının, bu ilan parasını cebinden ödemiş olması olasılığının zayıf olduğunu düşünürüm. Ya da başka bir faaliyete bakalım, yılbaşı şenliği düzenleyen belediye başkanının üç seçeneği var; belediye bütçesinden harcamak, ‘sponsorlara’ yaptırmak, kişisel olarak cebinden karşılamak.
Şöyle bir açıklama hiç de rahatlatıcı değildir; ‘devlet kasasından tek kuruş çıkmadı, tamamıyla sponsorlarla yaptık bu işleri’. O zaman şu soruyu sormak gerekir; bu sponsorlar sizin ita amiri olduğunuz kamu kuruluşuyla ya da belediyenizle iş yapıyor mu? Yani nihayetinde ‘al gülüm-ver gülüm’ ilişkisi olan bir düzlemde, yapılan faaliyetle ‘kamudan tek kuruş’ çıkmaması tek başına yeterli olmaz.
Yolsuzluğu ‘devlet kasasından para çalmak’ olarak tanımlayan üst siyasetin olduğu yerde, meseleyi bahsettiğim ölçekte tartışmanın zor olduğunu biliyorum. Ancak, yolsuzluk tanımı; kamu gücünü elinde tutanların, dolaylı da olsa sağladıkları özel çıkarları içine alan bir tanım. Kimi belediyelerde, gayri resmi biçimde yürütülen ‘sen bizim istediğimiz işleri ‘gönüllü’ biçimde yap, biz de seni belediye işlerinde görürüz’ prensibi, normal bir ülkede yolsuzluk tanımı içinde yer alır.
Bunun her ülkeye farklı yansıması olacak. Petrol geliri ile bütçe harcaması yapan Rusya, Venezuela, Nijerya, İran gibi ülkeler ekonomik olarak hem durgunluğa girecek, hem de paraları değer kaybedecek, enflasyon getirecek. Ama hem gelişmiş hem de gelişen petrol ithalatçısı ülkelerde hem enflasyon düşecek, hem de harcanabilir gelir artacağından büyümeye ilave katkısı olacak.
IMF’den Baş ekonomist Olivier Blanchard ve Rabah Arezki, önceki gün yayımladıkları blog yazısı ile bunun etkilerini paylaştılar. IMF ekonomistleri, düşen petrol fiyatının küresel ekonomiye 2015’de yüzde 0.3 ile 0.7 ilave büyüme sağlayacağını düşünüyorlar. Bu ilave büyüme etkisinin 2016’da ise yüzde 0.4 ile 0.8 olacağı tahmini var. İlave büyüme tahminlerindeki alt taban petrol arzının kısılması senaryosunu, üst tavan ise mevcut arzın devam edeceği varsayımını içeriyor.
Akademik çalışmalar, petrol fiyatındaki yüzde 10’luk düşüşün, ABD ve Almanya gibi ülkelerde yüzde 0.2’lik bir milli gelir artışına yol açacağını hesaplıyor.
IMF’den sübvansiyoncu hükümetlere ‘akıl’
IMF ekonomistlerinin yazdığı analizde, Türkiye gibi petrol ithalatçısı olup da iç pazara subvansiyon sağlayan ülkelere bir tavsiye de veriliyor; petrol fiyatları hazır düşmüşken, bu sübvansiyonları ‘sıfırlamak’ için politik olarak en az sancılı dönemdesiniz, bunu şimdi yapın. IMF’nin ima ettiğinin meali şu; uluslararası fiyatlar düşüyorken, siz hükümetler olarak bu fiyat düşüşlerini içeriye tam yansıtmayın, şimdiye dek sübvanse ettiğiniz zararları kapatın. Bizde de bir ekonomik sübvansiyon efsanesi olan ama kamuya hiç bilgi verilmeyen ‘Botaş’ın zararı’ tam da bu kategoriye giriyor.
Petroldeki düşüş Rusya’ya komplo mu?
Petrol fiyatlarındaki düşüş, devamında Rusya’da rublenin düşüşü ile birlikte konuşulmaya başlandığından, bir komplo kuramın bağlanıverdi hemen; ‘ABD ve Suudi Arabistan, Rusya ve İran’ı ekonomik olarak sıkıştırmak için petrol fiyatlarını düşürdüler’.
Bu komplo kuramını seslendirenlere şu soruyu soruyorum; ne yaptılar da fiyatlar düştü? Tek başına birkaç oyuncu bunu yapabilir mi?
Besin değerinden içerik anlatımına, hayvanların nasıl kesildiği ve yakalandığına kadar getirilen kurallar hem Türkiye’nin kendi yurttaşlarının gündelik yaşam kalitesini yükseltmede hem de AB üyeleri ile ticaretinde asgari bir zorunluluk olacak.
BİZDE hâlâ popülist kaygılarla ağırdan alınan gıda güvenliği ve tüketici koruma standartları, Avrupa Birliği’nde (AB) giderek daha yüksek bir çıtaya çekiliyor. Almanya bu konuda örnek olacak iyi sistem kurmuş olan bir ülke. Bu alandaki AB standartları yaşama geçirildiğinde, hem Türkiye’nin kendi yurttaşlarının gündelik yaşam kalitesini yükseltmede, hem de AB üyeleri ile ticaretinde asgari bir zorunluluk olacak. Bu alanda uygulamaya sokulan ve ayrıca yakında yürürlüğe girecek değişiklikler de gıda güvenliğinde yeni pencereler açıyor.
Önceki hafta, Almanya Dışişleri Bakanlığı daveti ve Goethe Enstitüsü’nün işbirliği ile düzenlenen bu konudaki bir inceleme programına katıldım. Bu çerçevede, Berlin, Bonn ve Köln’de Federal Gıda ve Tarım Bakanlığı, Almanya Çevre ve Doğa Koruma Derneği, Greenpeace, Federal Risk Değerlendirme Enstitüsü, Federal Adalet ve Tüketiciyi Koruma Bakanlığı, Federal Finansal Hizmetler Denetleme Kurumu ve kamuoyu oluşturan yayınlar yapan WDR yetkililerinden bilgi aldım.
Rusya bir süredir uygulanan ambargolara ek olarak son sıralarda petrol fiyatlarının düşüşü ile de sarsılıyor. Petrol düştükçe, bütçe gelirinin yüzde 45’ini oluşturan petrol bağlantılı gelirleri de düşecek. Yılda 280 milyar dolar petrol ihracatı, fiyatlar varil başına 65 dolarda kalırsa yılda en az 100 milyar dolar düşecek. Kabaca 30 milyar dolar cari fazla verirken, en az 60-70 milyar dolar cari açık verecek. Buna 2015’de vadesi gelecek olan 150 milyar dolarlık borç ödemesini de ekleyin; 2015’de 220 milyar dolar dövize ihtiyacı olacak. Kimden bulacak? Ambargo koyan Batı’dan? Tabii ki zor; bu görünüme 420 milyar dolara düşen döviz rezervleri yetmeyecek. İşte bu hesapları yapanlar, Rublenin değer kaybını kaçınılmaz görüyorlardı; nitekim yaz aylarında dolara karşı 30 ruble olan parite, Rus Merkez Bankası’nın önceki gece faizleri yüzde 10.5’tan yüzde 17’ye çekmesine rağmen dün 75’e dayandı.
Böylece otokratik yönetim tarzının olumsuz sonuçlarını, yüksek petrol geliri ile perdeleyen Putin için son perde başladı; gücüne güç katan elindeki kandilin yağı bitmeye yüz tuttu.
Rublenin hızlı değer kaybı, TL dahil diğer gelişen ülke paralarında da değer kaybı yarattı. Gelişen ülke paraları aynı ‘bileşik kap’ içinde bulunduklarından, biri hapşırdığında diğerleri de hapşırıyor.
Küresel piyasalarda risk iştahının kaçışının iyi bir göstergesi; Fed’in faiz artırım patikasının belirginleşeceği bugünkü toplantı öncesinde, Amerikan devlet tahvili faizlerinin düşmesidir.
Türkiye ne yapacak?
Gelişen ülkelerin paraları da değer kaybederken Türk Lirasında da değer kaybı birkaç günde kabaca yüzde 6 oldu. TL’deki değer kaybı, diğer gelişenlere göre biraz daha fazla oldu; nedeni, içerideki gelişmeler ve AB ile kırılma eşiğine gelen karşıt açıklamalar.
Kur artışı, yine enflasyon kaygılarını gündeme taşıyacak, beklentiler bozulacak. Merkez Bankası faizleri yukarı çekerken, hane halkında son iki çeyrekte durgunluk görülen tüketim eğilimi iyice derinleşecek. Yine uzun süredir ‘sıfıra çapa atan’ özel kesim yatırımları da aynı eğilimi koruyacak. İşsizlikteki yükseliş devam edecek.
Merkez Bankası, geçen yıldan aldığı dersle bu yıl daha doğru bir yoldan ilerliyor; birincisi, petrol fiyatları düşüyor diye faiz indirimine koşmamasının avantajı ile girdi. İkincisi de kur artışını gördüğünde, TL likiditesini kısarak, yüzde 8.25’le verdiği parayı azaltıp, efektif faizleri gecelik vadede yüzde 11.25’e doğru itiyor. Ayrıca, döviz likiditesi yolu olan döviz satım ihalelerindeki miktarı büyütüyor. TL’yi sıkarak pozisyon alırsa ileride anlık yüksek kur artışlarında yapacağı olası doğrudan döviz müdahaleleri daha etkili olacaktır. Önemli olan, içerideki kur artışının hane halkında ve şirketler kesiminde ‘merdiven’ biçiminde yükselen bir beklenti biçimine dönüşmemesi. İşte aranan krizi yönetme mahareti de burada.