Faizi 25 baz puan indirebilmek bile ‘kırk katır, kırk satır’ dengesinde olacak. ‘Çalışan saate’ müdahale ile durum öyle bir yere geldi ki; bundan bir ay önceki görünümde faizi güle oynaya indirebilecek pozisyona sahip Erdem Başçı’nın, bugün terazisinde tartacağı çoklu zorluklar var.
Birincisi, 4 Şubat’ta açıklanan Ocak enflasyonu ‘beklentilerin fiyatların önünden koştuğunu’ gösterdi. Faizi hızla indirmek için o kadar rahat bir ortam olmadığını söylüyordu.
İkincisi, bundan bir ay önceki faiz indirimi yapılan toplantıdan bu yana döviz kuru en yüksek yüzde 5.5 kadar yükseldi, şimdi yüzde 4’lerde. Gün sonu olarak yapılan kur değişiminden belki de çok daha önemlisi; döviz kurunun gün içindeki çok sert dalgalanması oldu. Buna da Ankara’da siyaset cephesindeki söylem neden oldu. Hem tarihsel olarak seviyedeki yükseliş, hem de gün içine dağılan iniş çıkışlı dalgalanmadan oluşan bu kur çalkantısı beklentileri bozuyor. 2014 içinde gözlenen ve devam ettiği konusunda Merkez Bankası’nın da ‘örtülü biçimde’ kaygılı olduğu anlaşılan fiyatlama davranışındaki bozulma, bu kur çalkantısı ile güçlü bir olasılıkla bir temel sağlayacak.
Üçüncüsü, faiz indirim sürecini besleyen beklentiler kanalındaki terse dönüşün belirtileri ortaya çıkmaya başladı. Merkez Bankası’na faiz indirme cesaretini veren biraz da mali piyasalardaki beklentilerin iyileşmesi idi. Beklentilerin iyileşmesindeki ana neden de, uluslararası piyasalarda petrol fiyatındaki yüzde 50’ye varan düşüştü. Bunun de iki nedenle sonuna gelindi; biri ham petrol fiyatlarındaki düşüş yerini çıkışa bıraktı. Ocak ayında brent tipi ham petrolün ortalama fiyatı 47 dolar/varil iken, Şubat’ın ilk yarısındaki ortalama 10 dolarlık artışla (yüzde 20) 57 dolar/varil oldu. Nokta değişim olarak bakılırsa yüzde 30’luk bir artış söz konusu. İkincisi de döviz (dolar) kurundaki kabaca yüzde 6’lık artış olması. Nitekim bu iki unsurun etkisiyle, içeride akaryakıtta fiyat artışları (benzin ve motorinde) Şubat’in yarısında yüzde 6 oranında oldu. Bunun enflasyonu yukarı çekeceği çok açık.
Dördüncüsü de, bir süredir Merkez Bankası’nın piyasaya gösterdiği ‘çıta’ yükseldi. Bu ‘çıta’, tahvil piyasasındaki faiz eğrisinin yatay tutulması idi. Yani uzun vadeli faizlere bakarak Merkez Bankası kısa vadeli faizleri aynı hizada tutacaktı. Merkez Bankası’na ‘faiz indir’ baskısı ile ortaya çıkan döviz kurundaki yükselişle uzun vadeli faizler de yükseldi. 10 yıllık tahvil faizleri yüzde 7’ye kadar gerilemişken, ‘faiz indir’ baskısı sonrasında yüzde 8’e kadar yükseldi. BİST tahvil piyasasında son bir haftalık ortalaması ise yüzde 7.79’da. Dolayısıyla, ‘verim eğrisini yatay tutma’ sözüne bakılırsa Merkez Bankası’nın yüzde 7.75’te tuttuğu haftalık repo faizini indirmemesi gerekiyor.
Peki, Merkez Bankası’nın bugünlerdeki operasyonları gelecek haftaya ışık tutuyor mu? Eğer gecelik para piyasasındaki ek sıkılaştırmaya bakarsanız Merkez Bankası’nın yüzde 7.75’lik faizi aşağı çekmesi için neden yok. Gecelik faizler son bir haftadır tavan faiz yüzde 11.25’e yakın seyrediyor. Merkez Bankası haftalık repo kanalıyla yüzde 7.75’le piyasaya para verirken, zaman zaman bunun miktarını azaltıp gecelik faizlerin yükselmesini sağlayabiliyor. Buna da ‘ek sıkılaştırma’ diyor.
Tarihsel olarak bakıldığında, her ne zaman döviz kuru çalkantısı olmuşsa Türkiye ekonomisi yavaşlıyor, durgunlaşıyor. Faiz artırımları ya da sıkılaştırmalar bu çalkantıyı durdurup, sakinleştirmek için kaçınılmaz bir araç.
Erdem Başçı, Mayıs 2014’te ‘faizi neden daha da indirmiyorsun?’ baskısına karşı koymamış ve enflasyon hala yüksekken yaptığı indirimlerle Cumhurbaşkanlığı seçimine düşük faizle girilmesini sağlamıştı. Ancak seçimden sonra ek sıkılaştırma ile gecelik faizleri tavana yaklaştırmıştı. Şimdi yeniden seçim öncesinde, benzer bir baskı var. Ancak koşullar, 2014 ilkbahar yazı gibi değil. Ankara’da tribün psikolojisinden uzaklaşarak doğru açıdan bakabilecek politikacılar, Başçı’nın temkinli durarak sadece makro dengeleri değil, kendilerini de seçim sandığında oy kaybettirecek potansiyel felaketten koruduğunu görebilir.
20 Ocak’ta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözleri ile başlayan ‘faiz indir’ baskısı, tam da 10 yıllık tahvil faizlerinin son iki yılın en düşük seviyede olmasına (yüzde 7.05) denk gelmişti. Kimse bu konuya dokunmasa olasılıkla düşüş devam edecekti. Oysa önceki günkü kapanış yüzde 8 oldu. Yani kısa vadeli faizi düşürsün diye Merkez Bankası’na baskı yapan siyasetçiler, uzun vadeli faizlerin yaklaşık 1 puan yükselmesine neden oldular. Peki, neden yükseldi? Faizleri baskıyla indirme çabası, döviz kurunun yükselmesine yol açtı. Dolar kuru 2.33 TL seviyesinden 2.50 TL’ye kadar yükseldi. Yani ‘kaybet-kaybet’ oldu.
Bu kurla faiz indirimi artık zor
İşte sorun da burada; döviz kuru yükseldikçe, kurdan enflasyona olan geçişkenlik nedeniyle enflasyon görünümü de bozuluyor, faiz indirim süreci baltalanıyor. Merkez Bankası’nın araştırmasına göre kurdaki yüzde 10’luk bir artış, enflasyona 1.3 puan yansıyor. Başka bir çalışmaya göre ise Merkez Bankası’nın kredibilitesinin düşük olduğu durumda, yansıma daha yüksek oranda olabiliyor. Son 20 gündeki kur artışı, önümüzdeki dönemde yaklaşık 1 puanlık bir enflasyon yaratacak.
Özeti şu; kur yüksek seyrettikçe, kur dalgalanması yüksek oldukça Merkez Bankası’nın ‘kör gözüm parmağına’ faiz indirmesi mümkün değil. Siyasetçiler, ‘çalışan saati’ kurcalayıp bir çuval inciri berbat etmiş oldu.
Başçı’nın mesajı
Geçtiğimiz Pazar günü Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF) tarafından ‘Türkiye Başkanlığı’nda G20 Gündemi’ konulu konferansta karşılaştığım merkez bankacıya, çok eleştirildiklerini, bu konuda konuşup konuşmayacaklarını sordum. Konferansın Pazartesi günkü programındaki Başçı’nın konuşmasına atıfta bulunarak, “olacak” dedi. ‘Peki, mesajınız ne olacak’ soruma ise “The medium is the message” (Mesaj medyanın kendisidir) yanıtını verdi.
Bu bir iletişim kavramı. Akademisyen iletişimci Dr. Esra Arsan bunu şöyle açıkladı: “Dünyanın en ünlü iletişimcilerin McLuhan’ın bu sözü ‘Her mesaj aynı zamanda o mesajın iletildiği medya ortamını (radyo, TV, internet vs.) içinde taşır’ anlamına geliyor. Mesajların gazete, TV, radyo veya internetten gelmesi, o mesajın algılanış biçimini de etkileyebilir. Yani iletişim jargonuyla basitleştirirsek, ‘söylenene değil nerede söylendiğine bak’ diyebiliriz.”
Nitekim Merkez Bankası Başkanı Başçı, uluslararası nitelikli bu toplantıda yaptığı konuşmada kimin ne dediğine bir gönderme yapmadan, çok net bir duruş gösterdi. ‘Ekonomi 101’ denilebilecek bir çerçeveden başlayarak anlattıklarının özeti şuydu; Merkez Bankası’nın büyümeye verebileceği en büyük destek, fiyat istikrarını sağlamasıdır. Konuşmasında ABD ve Japonya örneklerini ‘sıkılaşma sonrası enflasyon düşüşü’ tablolarını koyması bu yüzdendi. İkincisi de, ‘büyümeyi yükseltmek istiyorsanız, ülkedeki potansiyel büyümeyi yukarı çekecek reformları (işgücü piyasası, insan sermayesi, teknoloji, yenilikçilik ve fiziksel altyapı) yapın. Bu, siyasetçilere ve kamuoyuna verilmiş çok açık bir mesaj.
Biri 1994, diğeri ise 2001 krizi idi. Her iki krizin ortak tarafı, ülkeyi yöneten politik iradenin üzerine düşen ekonomi politikası kararlarını ve reformları ötelemesi, bir ekonomik programı sahiplenmemesi, nihayetinde de ‘topu’ Merkez Bankası’nın ‘kucağına’ bırakması idi.
Her iki krizde de, siyasetçiler kronikleşmiş sorunları Merkez Bankası’nın elindeki sınırlı araçlarla ‘yüzdürmesini’ istediler; birinde faizleri düşürmesini isteyerek, diğerinde de sahiplenmedikleri bir programı bankanın kucağına bırakarak. Her iki krizde de, siyasetçiler Merkez Bankası’na ‘günah keçisi’ rolü biçmeye çalıştılar.
Geçmiş Merkez Bankası başkanları bugün yaşananlara ne diyorlar?
Merkez Bankası son dönemde yine en yüksek perdeden politikacı eleştirisiyle baskı altında. 1993-94 döneminde üzerinde yine benzer bir ‘faiz indir’ baskısı gören Merkez Bankası’nın eli bağlanmış, ülke krize sürüklenmişti. Hazine’nin siyasi iradenin talimatı ile bono-tahvil ihalelerini iptal etmesi, yüklü avans kullanımı ve kamu borçlarının parasallaştırılması ile piyasaya çıkan likiditenin yol açtığı döviz kuru artışı ile baş etmeye çalışılmış, ancak sınırlı döviz rezervi ile eli bağlanmıştı. Bedeli, yüklü bir devalüasyon ve nihayetinde ekonomide yüzde 5’e yakın daralma, yani kriz olmuştu. Enflasyon ise yüzde 70’lerden yüzde 120’lere fırlamıştı. Nihayetinde şirketlere çıkan fatura da, ‘net aktif vergisi’ olmuştu. Tüm bunlar, kırılgan bir makroekonomik ve politik ortamda, siyasal iradenin kendi üzerine düşeni yapmak yerine, faizleri Merkez Bankası eliyle 1-2 puan daha düşürebilmek için baskı yapması ile ortaya çıkmıştı.
Dr. Rüşdü Saraçoğlu
1987-1993 döneminde başkanlık yapan ve 1994 krizinden kabaca 6 ay önce görevden ayrılan, eski devlet bakanlarından Dr. Rüşdü Saraçoğlu şunları söylüyor; “Bütün kariyeri boyunca Merkez Bankası’nın bağımsızlığını savunmuş, görevde bulunduğu 7 yıl boyunca pek çok ekonomiden sorumlu bakanla özellikle faizler konusunda tartışmış bir kişi olarak bu günkü faiz-enflasyon tartışmalarına girmek istemiyorum. Yirmi yıl öncesine göre günümüzün şartları çok farklı olup en önemlisi de Sayın Cumhurbaşkanı’nın da tartışmaların içinde olmasıdır.
Diğer yandan söz konusu tartışma bütün dünyada yıllardır süren bir tartışmadır. Genellikle politikacıların, özellikle de ekonomist olmayanların, savunduğu tez faizlerin enflasyona neden olduğudur. Ekonomistler, özellikle Merkez Bankacılar içinse düşük faizler, enflasyona karşı verilen başarılı bir mücadele sonunda yemeyi hak edeceğimiz tatlı bir meyvedir.
Hangi görüşün doğru olduğundan çok daha önemlisi ise Merkez Bankası’nın bağımsızlığıdır. Titizlikle korunmalıdır.”
Son 15 günde tanık olduklarımız da bu türden. Merkez Bankası’na olağanüstü bir siyasal baskı, başka bir ‘hesaplaşmanın’ parçası olarak politik nedenlerle bir banka yönetimine pek de uygun olmayan yöntemlerle atama yapılması gibi gelişmeler, sadece ekonominin kur-faiz dengelerini değil, dışarıda Türkiye’nin gelişmiş ekonomilere doğru olan yolculuğunda itibar kaybına, içeride de hane halkının beklentilerinin bozulmasına yol açıyor.
İşte bu çalkantılı noktada gözler, kabine içinde ‘sağduyulu’ olduğu izlenimi bırakan Ali Babacan’ı arıyor; tam da Babacan’a “bağlı, İlgili veya İlişkili Kurum ve Kuruluşlar” şeması altında yer alan BDDK, TMSF ve Merkez Bankası ile ilgili gelişmeler olurken. BDDK’nın hukuken de tartışmalı politik kararı, Merkez Bankası’na olağanüstü bir politik baskının göbeğinde; O, son birkaç yıldır, tanık olduğumuz hali ile ihtiyaç olan anlarda olduğu gibi ortaya çıkmadı.
Londra’daki bir yatırım bankası analisti; “Babacan’ın sessizliği istifa yolunda olduğunu mu gösteriyor?” sorusunu soruyordu. Öyle ya, ‘iyi zamanlarda’ yol gösterirken, zor zamanlarda da aynı işi yapıyor olmanız beklenir.
Ekonomide büyümenin yüksek seyrettiği, sermaye akışıyla varlık fiyatlarının adeta patlama yaptığı günlerde tüm arenalarda boy gösterip ‘sancağı’ en yüksekte tutan Babacan, her ne olduysa bu çalkantılı dönemde ortaya çıkıp kamuoyuna iki çift sözü esirgiyor. Şuna hiç şüphe yok ki; sular durulduğunda ortaya çıkıp ‘hukuk herkese lazım’, ‘birinci sınıf ekonomi için birinci sınıf demokrasi olmamız lazım’ sözlerinden oluşan felsefi bir söylev verecek; oysa kamuoyunun ihtiyacı olan, Babacan’ın bunları ‘doğru zamanda, doğru yerde’ söylemesi ve yapması. Siyaset dışındakilerden farkı ve o koltukta bulunuş nedeni, bunları yapma iddiası ve hevesi değil miydi?
Ama hep Ankara’dan bize sunulan tablo şu oldu; ‘Ali Babacan’ın olan bitenden rahatsız olduğu, bunlara karşı çıkıp odasına kapandığı, kimseyle görüşmediği’ haberleri. Artık bu tür ‘iletişim manevraları’ çalışmıyor.
Babacan, Ak Parti’nin hem kurucusu, hem de ekonomi politikası çerçevesini hazırlayan ekibin içinde yer alıp, bunları kamuoyuna ilk sunan sözcülüğü de yürütmüştü. Başlarda hem kendi duruşu, hem Derviş reformları ve IMF programı ile 25 milyar dolarlık IMF parasının desteği sayesinde ekonomi iyi performans gösterdi. Devamında da küresel likidite yardım etti. 2013 ortasından itibaren, konjonktürün sağladığı payanda ortadan kalkmaya başladı. İşte o noktada, zor günlerde ekonomik bir ‘yokuşta’ ustalığı sergilemesini beklediğimiz bir dönemde, Babacan’ın duruşu dışarıdan bakanlardan, bizlerden farklı olmadı; adeta ‘FİFA gözlemcisi’ bir duruş sergiliyor.
Geçmişte biriktirdiği siyasi itibarı nedeniyle, bugün sözün ötesinde icraat boyutu olan doğru duruşu sergilemesi halinde Babacan’ın, tüm ekonomik çevrelerden destek alacağı çok açık. Babacan’ın seçildiği 2002’den bu yana siyaset vitrininde geçirdiği 342 aylık sürede kazandığı itibarı, parti tüzüğü gereği görevi bırakacağı son birkaç yılda hele ki son 3 ayda, bu çalkantı içindeki sessizlikle heba etmesi üzücü.
BANKACILIK Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK), önceki gece aldığı kararla Bank Asya’da yönetim kurulunu belirleyen imtiyazlı payın yüzde 63’lük bölümünün Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) tarafından kullanılmasına karar verdi. Karar Bankacılık Kanunu’nun 18. maddesine göre alınmış. Kararın gerekçesi şu; “imtiyazlı paya sahip bazı ortakların kurucularda aranan nitelikleri taşıdıklarını gösterir bilgi ve belgelerin verilen süreye rağmen Kuruma intikal ettirilmediği” olarak açıklanıyor.
Bank Asya’daki yüzde 63’lük payın TMSF tarafından kullanılmasına dair karar yasadaki şu fıkraya dayandırılmış: “Kanunun Nitelikli paya sahip olan ortakların kurucularda aranan nitelikleri taşıması şarttır. Kurucularda aranan nitelikleri kaybeden nitelikli paya sahip ortaklar temettü dışındaki ortaklık haklarından yararlanamaz. Bu halde, diğer ortaklık hakları Kurumun bildirimi üzerine Fon tarafından kullanılır.” Yani yaklaşık 20 yıldır faaliyette bulunan bankanın ortakları birden ‘belirsiz’ hale mi gelmiş? Bu konuda bir açıklama yok.
ÜÇ FARKLI ÇELİŞKİ
Bir siyasetten, bir piyasadan, bir de enflasyondan gelen ‘sille’ epey bir itibar kaybı demek; bir merkez bankası başkanının işi ne kur tahmini vermek, ne de ‘önden koşup’ koşullara bağlı olası bir faiz indirimini olacakmış gibi varsayımsal olarak peşinen ilan etmektir.
Dünkü enflasyon verisinden sonra, siyasi baskı altındaki Erdem Başçı’nın, “yıllık enflasyon 1 puandan fazla düşerse ara toplantı yapıp karar alırız” gafı tescillenmiş oldu. 2013’teki ‘1.92’lik kur telaffuzu’ gafına eklendi. Nitekim tüketici fiyatları, Başçı’nın işaret ettiği 1 puanın üzerindeki düşüş yerine, yüzde 0.93 gerileyerek yıllık 7.24’e düşse de ara toplantı yapılarak faizi erkenden indirme şartı havada kalmış oldu.
Peki, ne oldu? Olağanüstü biçimde faiz indirilecek diye, döviz kuru yüzde 5’e yaklaşan oranda yükseldi. Ya sonra? Dün yeniden geriledi. Ancak yine de önceki seviyesinde değil. Dolar kuru, Başçı’nın Enflasyon Raporu sunumu yaptığı gün öncesinde 2.33’te iken, dün enflasyon verisi sonrasında hala 2.41’in üzerinde seyrediyordu. Haftalık sert kur artışı ve dalgalanma beklentilerin muhtemelen bozulmasına yol açtığı gibi; öte yandan da, hem dış ticaretle uğraşanları, hem de döviz borçlusu olan şirketleri sıkıntılı duruma soktu.
Bu durum, tam da eski Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün gündeme getirdiği bir sözü hatırlattı; “kasaptaki ete soğan doğranmış” oldu.
Başçı’nın, üzerine gelen ‘faiz indir’ baskısına uyumlu davranma niyetini ekonomik birimlere ‘açıklanabilir’ hale getirmeye çalışması, ‘ara toplantı bombasını’ piyasaya bırakmasına yol açtı. ‘Baskıyla faiz indiriyor’ görüntüsü TL’ye değer kaybettirdi. Kur 2.33’ten 2.45’e uzandı. Bu durum gerçekten de faiz indirim koşullarını ortadan kaldıracak düzeyde bir kötüleşme demek. Nitekim Merkez Bankası’ndan gelen “gözlediğimiz piyasa hareketleri, faiz indirim sürecinin temkin düzeyiyle uyumlu değildir” açıklaması buna işaret ediyordu.
Normal koşullarda, bir merkez bankası ve de başkanının geçmiş enflasyona değil, gelecek enflasyona işaret etmesi beklenir. Sahi hangi gerekçe rutinden 20 gün önce toplanarak faiz indirmeye koşmayı gerektiriyordu ki?
Gıda, petrol, kur
Yüzde 1.1 artış biçiminde gelen enflasyon verilerinde en ‘çetrefilli’ alan gıdada; geçen yıl Ocak ayındaki yüzde 5.5’luk artış, bu yıl yüzde 3.76 olmuş. Bu hala çok yüksek bir artış demek. Daha geçen hafta açıklanan 2015 enflasyon tahmininde, yılık yüzde 9’luk bir gıda enflasyonu varsayılıyordu; bunun yaklaşık 3.5 puanı tek bir ayda, Ocak’ta gerçekleşmiş oldu. ‘Enflasyon düşecek’ hikâyesinin arka planında ham petrol fiyatlarındaki sert düşüş vardı. Oysa son bir haftada, ham petrol fiyatlarındaki artış Ocak ayındaki en düşük noktaya göre yüzde 25 yukarıda. Hele ki, “enflasyon düşüyor, faizi indirmek için erkene de toplanırız” dediğiniz için kur yüzde 4-5 oranında yükseldi; bu da fiyatlama davranışlarına muhtemelen olumsuz yansıyacak.
2007-2014 döneminde borçluluk oranında en çok artışın olduğu şirketler, Türkiye’deki şirketlerde. Türkiye’deki şirketlerin yarısında, vergi ve faiz öncesi kazancın (EBİT) faiz ödemelerine oranı iki kattan az; yani riskli kategoride yer alıyor. IMF ve kredi dereceleme kuruluşları, yüksek borç yüklenme ve düşük borç geri ödeme kapasitesi olan borçlu şirketlerin, dış finansmanın azaldığı ve sermaye akımlarının terse döndüğü bir konjonktürde daha kırılgan bir hale geleceği yönünde uyarmışlardı.
Geçen hafta, Coface Türkiye’nin daveti ile Paris’te yapılan ‘Coface Ülke Riskleri Konferansı’na katıldım.
Coface, dünya çapında faaliyet gösteren ticari alacak sigortacısı bir Fransız şirketi. Kamu şemsiyesi altında ihracat kredi ajansı olarak kurulup, 1994’te özelleştirilmiş. Özellikle ihracat alacakları konusundaki uzmanlığı sayesinde, faaliyette bulunduğu ülkelerdeki işletmelerin genel durumunu ve ödeme kayıtlarını izleyebiliyor.
Konferans’ta Coface Baş Ekonomisti Yves Zlotowski tarafından yapılan sunumda, Eylül 2014’de Türkiye’nin yanı sıra Brezilya, Güney Afrika ve Hindistan’ın da dereceleme sıralamasını düşürdüklerini hatırlatarak; “Gelişen ülkelerde sistemik risk beklemiyoruz. Kriz beklemiyoruz. Bankacılık krizi de beklemiyoruz. Herhangi bir IMF programı falan da beklemiyoruz. Ama beklentimiz, şirketler kesiminde daha fazla zorluklar yaşanması. Nedeni de ekonomik yavaşlama; döviz kuru oynaklığı ve şirketlerin aşırı borçlu olması bu zorlukların kaynağı. Bu birçok gelişen piyasa ekonomisinde söz konusu; risk artmış durumda” diyor.
Borçluluk ve döviz kuru sorunu
Zlotowski, “İki tür sorun var. Biri, içeride banka kredileri ki ekonomik büyümeye oldukça duyarlı, faiz oranlarına duyarlı. İkincisi de, Türkiye’de şirketler kesimi oldukça yabancı para borçlusu. Bu da döviz kuru dalgalanmasına çok duyarlı” diyerek açıklıyor.
Başekonomist Zlotowski, Türkiye’ye özel olanın, şirketlerin borçluluk ölçüsü olarak kaldıraç oranının seviyesinden çok, kurun oynaklığında olduğunu vurguluyor; “Türkiye’nin sorunu cari açığın finansmanının portföy ya da kredi, kısa vadeli sermayeye dayanmasında.”
Coface, son çeyrekte büyümenin kötü de olsa 2015’de yüzde 3.5 olmasını bekliyor; “Türkiye’deki büyümenin iniş çıkışlı olması ve son dönemde düşük olmasından şikayet edenler olabilir ama makroekonomik istikrarın önemli olduğu, döviz kurunun istikrarlı seyretmesinin ise en önemli konu olduğunun altı çiziliyor.
Enflasyondaki düşüş beklentisiyle, ‘sabırlı’ bir duruşla en erken Şubat ayında başlaması olası faiz indirimleri, politikacıların ‘dayağıyla’ öne çekilmiş, Ocak toplantısında yapılmıştı. Başçı, Salı günkü Enflasyon Raporu sunumunda da, 3 Şubat’ta açıklanacak olan enflasyonda daha yüksek bir düşüşün olması halinde, acil Para Politikası Kurulu toplantısı yaparak 4 Şubat günü faiz indirimi yapılabileceğini ilan etti.
Ankara’da siyasetçilerin söylemi de buydu; ‘rutin toplantıyı bekleme, ara toplantı yap ve faiz indir’. Başçı tam da bunu yapacağını söylüyordu.
İşin doğrusu, Ankara’da kendisine söylenen ‘kendine çeki düzen ver’, ‘dalga mı geçiyorsun’, ‘neyi bekliyorsun’, ‘mesajdan nasibini almamış’ sözlerinden sonra ‘sabırlı duruşu’ bırakıp, hemen faiz indirimi yaptı; Mayıs 2014’de de, Ocak 2015’de de olan bu. Ama bu tür ‘tokatlanarak’ yapılan faiz indirimlerinin sonunda elde kalan hep şu oldu; sert parasal sıkılaşma.
Nedeni de şu; tasarruf açığımız var, yurtdışından döviz borçlanıyoruz, ama biz paramıza, fiyatı olan daha düşük faizle değer kaybı biçiyoruz.
Erken indirilen faiz ve verilen indirim taahhüdü şunu getirdi; döviz kuru zıplaması. Hele ki Erdem Başçı’nın ‘sabırsız ultra güvercin’ duruşu sergileyerek, rutin toplantı tarihini öne çekerek faiz indirme sinyali vermesi, döviz kurunu yukarı itti. Salı’dan Cuma’ya kur artışı yüzde 2.5’e vurdu; Dolar kuru 2.4180 seviyesine kadar çıktı. Neden? Politikacıların ‘kulak çekmesiyle’ faiz indirimi için sabırsız bir para politikası duruşunun olması.
Erdem Başçı, yine ve yeniden basiretli bir para politikası izleyecekmiş görüntüsünü ve de en önemlisi kaybettiği krediyi kazanma olasılığını çöpe attı. Öyle ki; ‘ara toplantı yapıp faizi indiririz’ diyerek, faiz indiriminin önündeki engeli, döviz kurunu yükseltmiş oldu. Kur yükseldikçe, hem müjdesini verdiği faizi indirmek zorlaşacak, hem de enflasyon bekleyişleri bozulacak.
Birkaç günde yüzde 2.5’luk kur artışı, tasarruflarını TL’de tutan ve en yüksek faiz işletilen herhangi bir mevduat sahibinin 4 ayda alabileceği net faiz getirisine eşit. Bu durumda çok tehlikeli bir kapı açılıyor; döviz kurunu yukarı itecek politikalar konusunda bu kadar ısrarlı ve döne döne benzer adımları atan politikacılar ve merkez bankacıların olduğu yerde, tasarrufçu neden sabırlı biçimde TL’de dursun?
Ankara’daki faiz baskısı, hep kentin meşhur türküsündeki gibi ‘güvercin uçuverdi’ sonucuyla baş başa bırakıyor Merkez Bankası’nı. ABD’de Merkez Bankası Fed, faiz artırma konusunda ‘sabırlı şahin’ duruşu sergiliyor. Oradaki ekonomik realite bunu gerektiriyor. Ülkemizdeki realite ise ‘sabırlı güvercin’ olmayı gerektiriyor. Oysa Merkez Bankası’nın sergilediği tutum, tam bir ‘sabırsız güvercin’ duruşu.