13 Ağustos 2007
MELİH Gökçek yeryüzünde az rastlanır, ilginç bir insan.Doğruları söylememe gibi bir özrü var. <br><br>Ankara’yı sürüklediği felaket ortamında bile gerçekleri kusursuz bir demagoji ile saptırmaktan vicdan rahatsızlığı duymuyor. 13 yıldır kendisine güvenip oy veren Ankara halkını gözlerinin içine baka baka kandırıyor.
Bağdat, yıllardan beri bombalanıyor.
Ama sular gürül gürül akıyor.
Beyrut, yıllardan beri savaş içinde kıvranıyor.
Orada da su sorunu yok.
Riyad, Mekke, Medine çölün ortasında kurulmuş.
Ama su kesintisi görülmüş bir şey değil.
Las Vegas da çölün göbeğinde.
Ama sular orada da gürül gürül. Her taraf yemyeşil.
Dünyanın hiçbir başkentinde su sıkıntısı yok.
Ama Ankara...
Atatürk’ün özene bezene yarattığı gözbebeği, Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Melih Bey’in sayesinde bir avuç suya muhtaç.
Ankara felaketi yaşıyor.
* * *
İki gün önce Haber Türk’te benim yazımı kameralara doğru sallayarak "Bakın bakın Tufan Türenç bile benim efsane olduğumu itiraf etti" demiş.
Ben "Gökçek efsanesi çöktü" diye bir yazı yazmış, kendisini çok ağır bir dille eleştirmiştim.
Allah insanı şaşırtmasın.
Almış eline, kendisini istifaya davet eden o yazının bir sözcüğünden bile medet umuyor.
Yazık...
Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti hálá böyle bir insanın yönetiminde...
Ankara’daki insanların çektiği sıkıntıyı her gün televizyon ekranlarında izliyoruz.
Tam bir rezalet...
13 yıldır bu kenti yöneten Melih Bey bakın neler öneriyor bu perişan duruma soktuğu insanlara:
Ananızı ziyarete gidin.
Tatile çıkın.
Okullar geç açılsın.
Banyo yapmayın.
Yağmur duasına çıkın...
* * *
Ankara’da yaşanan bir ulusal felakettir.
Salgın hastalıklar birden patlayabilir ve on binlerce insan ölebilir.
Hükümet ne bekliyor, Meclis ne bekliyor?
Aslında halimiz tam fıkralık.
Ortadoğu ülkelerinden birine uçan bir uçağın bir motoru durmuş.
Pilot kuleye durumu bildirmiş.
Kule, "Telaşlanmayın, soğukkanlı olun, daha üç motorunuz var" demiş.
Fakat önce ikinci, sonra üçüncü motor da durmuş.
Kule pilotlara tek motorla yola devam edebileceklerini bildirmiş, "Telaşlanmayın, yola devam edin" demiş.
Bir süre sonra dördüncü motor da durmuş.
Kaptan pilot panik içinde "Şimdi ne yapacağız?" diye sormuş.
Kule "Soğukkanlılığınızı bozmayın, telaşlanmayın" demiş, sonra devam etmiş:
"Şimdi benim söylediklerimi tekrarlayın, Eşhedü enla ilahe..."
Yazının Devamını Oku 11 Ağustos 2007
ÖNCE bir gerçeği açık açık ortaya koyalım:"Abdullah Gül veya onun çizgisindeki bir kişi cumhurbaşkanı olursa bu, rejimi ayakta tutan dengeleri olumsuz etkiler. Devletteki uyum bozulur.
Kurumlar arasındaki kavgalar, çekişmeler ülkenin gündemini doldurur.
İstikrar bozulur, pamuk ipliğine bağlı olan ekonomi bundan olumsuz bir şekilde etkilenebilir vs..."
Bütün bunlar Abdullah Gül ve onun çizgisindeki bir insanın cumhurbaşkanı seçilmesi durumunda kaçınılmaz hale gelir.
Onun için ben böyle çizgide bir insanın cumhurbaşkanı seçilmesine karşıyım.
Ancak dürüst olarak şunu da belirtmek zorundayım:
"Bütün dolaylı telkinlere, verilen mesajlara ve ihsaslara rağmen Abdullah Gül’ün adaylıkta ısrar etmesinde haklı olduğuna inanıyorum."
Çünkü Abdullah Gül kendi isteğiyle aday olmadı.
Erdoğan tarafından áláyıvalayla aday yapıldı.
Bugün cumhurbaşkanlığına aday olamamak, Abdullah Gül açısından bir onur sorunu haline gelmiştir.
* * *
Soruna Tayyip Erdoğan açısından bakarsak, Başbakan ve çevresinde ciddi bir tereddüt görmekteyiz.
Başbakan, Çankaya’ya başını ağrıtmayacak bir ismin çıkmasını istiyor.
Ama tavrını açık açık ortaya koymuyor.
Ya ne yapıyor? Abdullah Gül’e adaylıktan çekilmesi için imalarda bulunuyor.
Siyasi danışmanına, Abdullah Gül’den yana ağırlık koyan ama arada kontra vuran Yeni Şafak’ta şöyle bir yazı yazdırıyor:
"Seçimin ana mesajı istikrar ise istikrarı bozacak, hükümetin 5 yılını yeni krizlerle sıkıntıya sokacak bir siyasal atmosfer, seçimde verilen oyların ruhuna ters olmaz mı?"
Bundan daha açık şekilde bir insana "Sen aday olma" denilebilir mi?
Kuşkusuz denemez... Hoş ertesi gün aynı danışman yazısının yanlış yorumlandığını yazıyor ama bu usulen yapılan bir düzeltme...
Bütün bunlar Başbakan’ın da Abdullah Gül’ün adaylığından kaygılı olduğunu ortaya koyuyor.
Ama aynı Başbakan şunları da söylüyor:
"Milletimizin iradesini bir kenara koyamayız. Millet bu istikamette bizden hareket etmemizi istiyor."
Strateji hem nalına, hem mıhına bir tutumla götürülüyor.
Bu ilginç gelişmeler içinde Türkiye gibi AKP de Gül’ü isteyenler, istemeyenler diye ikiye bölündü.
Gül’cülere göre AKP tabanı Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesinden yana.
Karşı olanlara göre ise, böyle bir değerlendirme gerçekçi değil.
Onlar, "Seçimde halk Gül cumhurbaşkanı seçtirilmedi diye değil, istikrarı AKP’de gördüğü için oy verdi" diyorlar.
Dinci gazeteler de ikiye bölünmüş durumda.
Kimisi Gül diyor, kimisi Gül olmasın diyor. Kimisi de ortada duruyor.
* * *
Başbakan Erdoğan’ın işi zor.
Ama Başbakan bu noktaya kendi stratejisi nedeniyle geldi.
Gül’ü aday göstermese hem tabanının bir bölümünü hüsrana uğratacak, hem de bir vefasızlık göstermiş gibi bir hava doğacak.
Gösterse bu kez önündeki 5 yılda birçok sorunla başı ağrıyacak.
Oysa Tayyip Bey’in planı başka...
Tayyip Bey’in seçimi, değiştirilecek Anayasa ile yetkileri budanmış bir cumhurbaşkanlığına razı olabilecek bir kişinin Çankaya’ya çıkarılması.
Hangi tarafın dediği olacak dersiniz?
Çok değil birkaç gün içinde bıçak sırtında dans sona erer.
Yazının Devamını Oku 10 Ağustos 2007
EĞER Başbakan Erdoğan, Köksal Toptan’ı cumhurbaşkanlığına aday gösterseydi 11. cumhurbaşkanı şimdi Çankaya’da oturuyor olacaktı. Çünkü CHP Toptan’a verdiği desteği, nisandaki cumhurbaşkanlığı seçiminde de verirdi.
Meclis başkanlığı için bulunan akıl yolu o gün de bulunsaydı Türkiye bu kadar gerginlikler yaşamazdı.
"Ama bu gerginlik AKP’nin işine yaradı. Cumhurbaşkanlığı seçimini bir mağduriyet aracı olarak kullanıp beklenenin üzerinde oy topladı" denilebilir.
Evet, o da bir hesap ama benim böyle hesaplara pek aklım ermez.
Ben, politikacıların ülke çıkarlarını parti çıkarlarından da, kişisel zaferlerden de önde tutmaları gerektiğine inanırım.
Neyse...
Başbakan Erdoğan’ın Meclis Başkanlığı için Köksal Toptan’ı seçmesi doğru ve isabetli bir karardır.
Köksal Bey deneyimli, donanımlı ve iyi bir politikacıdır.
Devleti bilir ve tanır.
Devlet gelenek ve göreneklerine saygılıdır.
Demokrattır. 40 yıla varan siyasi yaşamı hep demokrasi mücadelesi ile geçmiştir.
Hukuk ve insan hakları konularında son derece duyarlıdır.
Bütün bunların ötesinde kararlı ama uzlaşmacı bir karaktere sahiptir.
Meclis Başkanlığı makamının partilerüstü konumuna ve tarafsızlığına titizlikle uyacağından kuşku duyulamaz.
* * *
Nitekim varılan uzlaşı sonuç verdi ve Köksal Toptan birinci turda rekor oy alarak Meclis Başkanlığı’na seçildi.
Böylece Meclis Başkanlığı’nda Bülent Arınç dönemi sona ermiş oldu.
Bülent Arınç, yaptığı gereksiz çıkışlarla o makamı sık sık Türkiye’yi germek için kullanma hatasına düşmüştü.
Sert ve meydan okuyan söylemleri rejim açısından ciddi sıkıntılara neden olmuştu.
Arınç’ın, parti tabanından alkış almak için sürdürdüğü bu tutum, zaman zaman partisini de zor durumda bırakmıştı.
Köksal Toptan’ın bu tür davranışlarda bulunmayacağı kesindir.
Deneyimli, ılımlı, çağdaş bir politikacı olduğu için söylemlerine özen gösterecektir.
Meclis Başkanlığı’nı sorun üreten bir makam olmaktan kurtaracaktır.
Balık baştan kokar
BİR ülkenin Milli Savunma Bakanı, hediye olarak başbakan ile bakanlara birer silah verirse...
Başbakan ve bakanlar da bu hediyeleri hiç itiraz etmeden kabul ederse...
Hatay’ın Samandağ İlçesi Koyunoğlu Beldesi’nden Süleyman adlı maganda da katıldığı düğünde coşkuya kapılıp pompalı tüfeğiyle havaya ateş eder.
Tüfekten çıkan saçmalarla tam 12 kişiyi yaralar...
Bunlardan başından yaralanan Buse’nin durumu ağırdır.
4 yaşındaki Buse yoğun bakımda yaşam savaşı vermektedir.
Yazının Devamını Oku 8 Ağustos 2007
BAŞBAKAN’a ve bakanlara üzerlerinde isimleri yazan özel silahlar hediye ettiği için Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ü kutluyorum! Bu hediyeleri kabul eden Başbakan ve bakanları da kutluyorum!
Gerçekten bu hareketleriyle milletimize çok güzel örnek oldular!
Ateşli silahların bilinçsizce kullanılması ile yılda 3 bin kişinin öldüğünü akıllarına getirmeden...
Hiç kuşkunuz olmasın Başbakanımızın ve bakanlarımızın da silah sahibi olmaları, silah satışlarını patlatır.
Artık düğünlerde, eğlencelerde tarrakadan geçilmez.
Evinin balkonunda oturan ya da sokakta her şeyden habersiz yürüyen insanlar bu serseri kurşunları yiyip yaşamlarını yitirirler.
En ufak öfkede insanlarımız erkekliklerini kanıtlamak için hemen silahlarına sarılıp karşısındakileri kadın erkek demeden delik deşik ederler.
Bu kadar devlet umuru görmüş, önemli görevlerde bulunmuş bir bakan nasıl olur da insanları silahlanmaya teşvik eder.
Bu nedenle Vecdi Gönül’e ve bakanlarımıza helal olsun.
Şimdi o silahlarıyla katıldıkları gecelerde bol bol havaya ateş etsinler, vatandaşlarımıza bir güzel yol göstersinler.
* * *
Avrupa’nın birçok ülkesinde polis bile silahsızlandırılıyor.
İnsanlar silahsızlanma kampanyalarıyla çok ciddi toplumsal eğitimden geçiriliyor.
Anne-babalar çocuklarına oyuncak silah almamaya özen gösteriyorlar.
Şiddet içeren filmler, TV yayınları kısıtlanıyor.
Siz Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde bir bakanın başbakana ve bakanlara silah hediye ettiğini duydunuz mu?
Böyle bir şey olsa o ülkede kamuoyunun ve medyanın nasıl bir tepki göstereceğini düşünebiliyor musunuz?
Bireysel silahlanmanın toplumumuzda yaşanmaması gereken felaketlere neden olduğunu sık sık gazetelerden okuyoruz.
Gepegenç insanların birbirlerine kurşun yağdırdığına, birbirlerinin yaşamına son verdiğine tanık oluyoruz.
Ya gözleri yaşlı acılı annelerin gazetelerdeki yürek parçalayan fotoğrafları...
Başta Başbakan olmak üzere tüm bakanların o silahları Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ya da Emniyet’e hibe etmelerini umutla bekliyoruz.
Kısıtlamalar neden seçimden sonra başladı
MELİH Gökçek dün aradı ve Ankara’nın susuz kalmasında kendisinin en ufak bir kusuru olmadığını söyledi.
"Ben gerekli önlemleri almak istedim ama bana yetki verilmedi" dedi.
Ankara’nın bugün geldiği noktanın sorumlusu olarak Devlet Su İşleri’ni gösterdi.
Gökçek haklı mıdır, haksız mıdır onu bilemem.
Ama bir kentin musluklarından su yerine sesler geliyorsa halk o kentin belediye başkanını tek sorumlu olarak görür.
Sonra su yatırımları ile ilgili kaynağı iktidara geldikten sonra yarı yarıya azaltan ülkenin başbakanını...
Söz konusu olan il Türkiye’nin başkenti.
Şaka değil, burada tam 4.5 milyon insan yaşıyor.
Sorulması gereken en can alıcı soru da şu:
"Hadi nutkunuz tutuldu önlem almakta geciktiniz, DSİ’nin önerdiği projeleri önemsemediniz, peki neden kısıntıyı hemen başlatacağınıza bunu seçime kadar sakladınız?"
Sanırım buna ne Başbakan, ne de Gökçek yanıt verebilir.
Yazının Devamını Oku 6 Ağustos 2007
1987 yılının mart başı İstanbul’a insan boyu kar yağmıştı. Sabah uyandığımızda şaşkınlıkla yolların kardan kapandığını gördük. Gazeteye büyük maceralar yaşayarak ulaşabildik.
Akşam hiç kimse evlerine dönemedi, çünkü İstanbul’da yaşam tam anlamıyla felç olmuştu.
Çaresiz gazeteye en yakın otellere yerleştik. Zorunlu otel yaşamımız tam bir hafta sürdü.
Bu olay İstanbul’un efsanevi Belediye Başkanı Bedrettin Dalan’ı da çok yıpratmıştı.
Dalan efsanesi ciddi yara almıştı.
Bugün de benzeri bir çöküşü Ankara’da Melih Gökçek yaşıyor.
Ankara’daki susuzluk felaketi Melih Gökçek efsanesini yerle bir etti.
13 yıldır kentin yazgısını elinde tutan, Ankaralıların çok başarılı buldukları, bu yüzden 1994 yılından beri oy verdikleri belediye başkanı onları bir avuç suya muhtaç etmişti.
Gökçek birçok kurum tarafından yapılan "Ankara 2007’de susuz kalabilir. Gerede Projesi’ni hemen hayata geçirmek gerekir" uyarılarına aldırmayarak kenti bugünkü tehlikeye sürüklemişti.
4.5 milyonluk kent bugün büyük bir risk altında yaşıyor.
* * *
Bugün Ankara halkının karşı karşıya olduğu tehlikenin sorumluları efsanevi belediye başkanı ile hükümettir.
Yaşanan olay o kadar dramatik ve korku verici ki, Melih Gökçek’in bütün kontrolünü yitirdiğini yaptığı garip açıklamalardan anlıyoruz. Bakın ne diyor:
"Bu iki üç ay içinde vatandaşlarımız diğer şehirlere giderek anne ve babalarını ziyaret etseler iyi olur. Ankara boşalır, böylece su tasarrufu sağlanır."
Başbakan da "Bizim evde su sıkıntısı yok. Zaten bu işi biraz da medya abartıyor" diyor.
Ankara’da bugün yaşanan ve ne gibi sorunlar yaratacağı uzmanlar tarafından kestirilemeyen felakete Başbakan ile belediye başkanının yaklaşımı da böyle...
Eğer uygar bir ülkede nüfusun dörtte birine yakınının yaşadığı iki büyük metropol bu kadar sorumsuzca böyle bir tehlike altına bırakılsaydı ortada ne hükümet kalırdı, ne de belediye başkanı.
Dileyelim ve dua edelim ki bir salgın hastalık başlamasın Ankara’da.
İstanbul da bütün umudunu 13 yıldır gerçekleştirilmeyen Melen Projesi’ne bağladı. Eğer o da çare olmazsa İstanbul’u da aynı felaket bekliyor.
* * *
Ülkeyi yönetenler şunu iyi bilmeliler ki elektrik ve su için değer biçilemez.
En pahalı su ve elektrik, olmayan su ve elektriktir.
Çağımızda susuz ve elektriksiz bir yaşam sürdürülmesi olanaksızdır.
Kıyametler koparılan ve bir sürü insanın yargılandığı Yuvacık Barajı örneği ortada.
Bugün Kocaeli halkının musluklarından o baraj sayesinde içilebilir nitelikte gürül gürül su akıyor.
Eğer 1994 yılında Tayyip Bey İstanbul’a, Melih Bey de Ankara’ya belediye başkanı seçildiklerinde ileriyi görüp "Melen ve Gerede Projeleri"ni başlatsalardı, bugün her iki kentimizde de böyle bir tehlike ile karşı karşıya kalınmazdı.
Ama yapmadılar, daha vitrine dönük projelere yöneldiler.
Şimdi öyle bir noktaya geldik ki, bu iki büyük kenti artık Melen ve Gerede ya da Kızılırmak projeleri de kurtarmaz.
Çağımızda bu sorunlar ancak akıl ve bilimle çözülür. Yağmur duasıyla değil...
Yazının Devamını Oku 4 Ağustos 2007
İSMAİL Ağabey’in ölüm haberini öğrendiğim zaman bir hüzün çöktü içime. <br><br>Kendini gazeteciliğe adamış, tertemiz, insan sevgisiyle dolu bir kalem emekçisiydi. Mesleğin çilesini çekmiş, ama yaşadığı tüm zorluklara, olanaksızlıklara karşın hep mutlu olmuş bir insandı.
Herkesin işine koşan bir yardım meleğiydi İsmail Sivri...
O kadar işinin içinde, cebinde tomarla iş arayanların, hastası olanların listesini taşır, bütün gün onların işini halletmek için kendini yer bitirirdi.
Yüzünü bile görmediği insanların dertlerine bir çare bulamadığı zaman kahrolurdu.
Bir gence iş bulduğu ya da hasta bir insanın hastaneye yatmasını sağladığı zaman keyiflenir, hemen bir sigara yakardı.
Ben Milliyet’e girdiğim zaman o İzmir büro şefiydi.
O zamanlar olanaklar bugünkü gibi değildi. Alınan maaşlarla kıt kanaat geçinilirdi.
İsmail Sivri gazetenin bir kuruşuna dokunmaz, kendisine harcaması için verilen fonları bile kullanmazdı.
Zaman zaman patronun "İsmail sakın cimrilik yapma. Büro şefi olarak gereken harcamaları yapmaktan çekinme" uyarılarına rağmen gazetenin kasasına elini sürmezdi.
* * *
1977 yılıydı...
Bir gün Genel Yayın Müdürü Abdi İpekçi beni odasına çağırdı. Her zamanki gibi ağır ağır şunları söyledi:
"Bak Tufan... Bizim İsmail artık yorulduğunu söylüyor ve emekli olmak istiyor. Bütün ısrarlarıma rağmen kararı kesin. Ben de yerine birini bulmak koşuluyla emekli olmasına izin vereceğimi söyledim."
Bir süre düşündü, sonra da sözlerini şöyle sürdürdü:
"Geçen gün bana telefon etti ve yerine bir isim öneremeyeceğini, benim bulmamı istedi. Ben de seni buldum. Senin bu görevi İsmail’den devralmanı istiyorum."
Beklemediğim bir teklifti.
Ne diyeceğimi şaşırdım, düşünmek için süre istedim.
Abdi İpekçi’nin odasından çıkar çakmaz iki yardımcısı Hasan Pulur’la Turhan Aytul beni çağırdı.
İkisi birden "Kabul etmedin değil mi?" dediler.
"Bir şey diyemedim, düşünmek için süre istedim."
Turhan Aytul gözlerini aça aça "Sakın kabul etme" dedi.
"Benim de niyetim öyle" dedim.
* * *
Ertesi gün korka korka Abdi Bey’e İzmir’e gitmek istemediğimi söyledim.
Yine düşündü, sonra da "Benim adayım sensin. Madem kabul etmiyorsun o zaman İsmail’le oraya birini bulun" dedi.
İsmail Ağabey’le uzun uzun kafa yorduk. Günlerce düşündük ama Abdi Bey’in kabul edeceği bir aday bulamadık.
İsmail Ağabey’in emekli olması gecikiyordu.
Sürekli telefon açıp "Birini bulun. Karımla el ele tutuşup çarşı-pazar dolaşmak istiyorum" diyordu.
Sonunda Almanya’dan Nurettin Tekindor İzmir’e şef olarak atandı.
İsmail Ağabey de emekli oldu.
Gazetecilik har gürü içinde yapamadıklarını yaptı ve eşiyle el ele çarşı-pazar dolaştı. Yazları Burhaniye’deki küçük kooperatif evinde geçirdi.
Ama kaleminden hiç kopamadı. Günlük fıkralar, çocuk kitapları yazdı.
Fazla bir birikimi olmadığı için hiçbir zaman bir eli yağda, bir eli balda olmadı.
Ama hep mutluydu. Hep iyilik meleğiydi.
Yazının Devamını Oku 3 Ağustos 2007
AKP yine koyu bir gizemlilik içine girdi. İçe de, dışa da bütün kapılar kapandı. <br><br>Yine aynı üçlü, ülkenin yazgısını kimseyle paylaşmadan çizmeye kalkıyor. Tıpkı seçimden önceki cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde olduğu gibi...
Yine aynı senaryoları izliyoruz.
Erdoğan, Gül ve Arınç...
Bakanların bile olup bitenden en ufak bir bilgisi yok.
Belki Tayyip Bey, üçlü arasındaki konuşmaları yakın danışmanlarıyla paylaşıyordur.
Bakalım şapkadan ne çıkacak?
Devlet Bey 367 garantisi verdiğinden olacak üçlü ne yaparsa yapsın, istediği kadar gizemli bir hava takınsın heyecan yaratamıyor.
Bugün ben size tanık olduğum daha ilginç bir olayı anlatmak istiyorum.
Geçenlerde bir davetteydim. Çok ilginç bir davetti.
Önce biraz ortam hakkında bilgi vermem gerekiyor.
* * *
Davetin sahibinin ve katılanların isimlerini vermeyeceğim.
Birçoğu birbiriyle yakın dost.
Yediği içtiği ayrı gitmeyecek kadar...
Davette konuşulan tek konu, seçimler ve alınan sonuçtu. Daha doğrusu AKP’nin topladığı inanılmaz orandaki oydu.
Hemen hepsi bu sonuca şaşırmıştı.
Endişeyle birbirlerine "Şimdi ne olacak?" diye soruyorlardı.
Bu soruya gazeteci olduğum ve bir şeyler bildiğim inancıyla en fazla muhatap olanlardan biri de bendim.
Size, davete katılanlar konusunda da bilgi vermeliyim.
Hemen hepsi bir hayli varlıklı.
Çok iyi eğitim görmüş, birden fazla yabancı dil konuşan aydın, çağdaş, kültürlü insanlar.
Yaşamlarının önemli bölümü Avrupa’da, Amerika’da geçmiş Türkiye’nin krem tabakası.
Ve doğal olarak hepsi Atatürkçü.
Laik, demokratik cumhuriyete, değerlerine de sonuna kadar bağlılar.
Evet bu insanların sordukları sorulardan ve seslerinin tonundan, seçim sonuçları konusunda son derece rahatsız olduklarını anlıyordum.
Hepsini teselli ediyor, endişelenmemelerini, Türkiye’nin bu dönemi de atlatacağını söylüyordum.
Hemen hepsi iç geçirerek "Ah... Ah... İnşallah... İnşallah..." diyorlardı.
* * *
Sonra bir arkadaş yanaştı yanıma. Onların içinden birisi...
Kulağıma, "Sen sakın bunların söylediklerine bakma" diye fısıldadı.
"Ne gibi?" diye sordum.
Biraz öfke içinde sorumu yanıtladı:
"Yahu ne gibisi var mı? Bunların hepsi AKP iktidarında paralarına para kattılar. Böyle faiz dünyanın hiçbir ülkesinde yok. Bunlarda da para çok, onun için bu dönemde keyifleri yerindeydi."
Sözün nereye gideceğini merak ediyordum. Arkadaşım devam etti:
"Bunların hepsi hayatlarından çok memnundu. Onun için çoğu gitti oylarını AKP’ye verdi. Şimdi oturmuş günah çıkarıyorlar."
"Yok canım... Olur mu öyle şey" diyemedim, çünkü arkadaş bu kesimin nefes alışverişini bile bilir.
Ama ben yine de inanmadım. Daha doğrusu inanamadım.
Bilirsiniz, bazı acı gerçeklere inanmak istemez insan.
Çaresiz ve anlatılamaz tatsız duygularla boğuşarak davetten ayrıldım.
Yazının Devamını Oku 1 Ağustos 2007
SEÇİMDE alınan sonuç, CHP’de geleceğe umutla bakanların sayısının dibe vurmasına neden oldu. Partide kiminle konuşursanız konuşun, hepsinin derin bir umutsuzluğun girdabına sürüklendiğini görüyorsunuz.
Bu parti, içine düştüğü karamsarlık ve çaresizlik ortamından kurtulup yeniden iktidar alternatifi olabilir mi?
Böyle bir silkinişin kısa dönemde başarılması çok zor.
Ama kollar sıvanıp, partinin yeniden yaratılması başarılabilirse, bundan hem CHP hem de Türk demokrasisi kazançlı çıkar.
CHP çok hızlı bir şekilde "düşünsel ve örgütsel" yapılanmasını baştan aşağı değiştirmelidir.
İki yıl sonra yerel seçimler var.
Eğer parti örgütü yeni bir heyecana ve dinamizme kavuşturulamazsa CHP için yerel seçimler de hüsranla sonuçlanır.
Tayyip Erdoğan seçimin hemen sonrasında örgütüne yerel seçim hedeflerini verdi, "İzmir’i, Çankaya’yı, Edirne’yi, Muğla’yı istiyorum" dedi.
AKP örgütü bu hedefleri yakalamak için çalışmaya başladı bile.
CHP ise hálá seçim depreminin enkazı altında.
* * *
Unutulmamalı ki yerel seçimler sadece belediye başkanlıkları bakımından önemli değil.
Partililer için belediye meclislerine, il genel meclislerine girebilmek örgütün ayakta durması bakımından hayat memat meselesidir.
O nedenle CHP bir an önce yapması gereken değişimi başlatmalı ve zaman yitirmeden yerel seçimlere büyük hedefler koyarak hazırlanmalı.
CHP’nin bugün oylarını artıracak gücü yok.
CHP yönetimi bu gerçeği artık kabul etsin.
36 ilden hiç milletvekili çıkaramayan bir ana muhalefet partisi olmaz.
Sosyal demokrat bir partinin Kürt kökenli vatandaşlarımızın böylesine nefretini çekmesi de aklın alacağı bir şey değildir.
Tersine, o insanlara bir barış ortamı içinde mutlu ve huzurlu bir yaşam vaat eden bir parti olmalıydı CHP...
Eğer o insanlar kendilerine MHP’yi bile CHP’den daha yakın görüyorlarsa ve bunu söylüyorlarsa Güneydoğu’ya dönük politika baştan aşağı yanlış demektir.
Aynı yanlış politika sosyal demokrat partiyi umut olarak göremeyen dar gelirli insanlar için de geçerlidir.
Geçim sıkıntısı altında inim inim inleyen insanların, bütün politikasını rantçı kesim ile kendi yandaşlarını zengin etmeye göre işleten bir partiye sarılması CHP için acı bir durumdur.
* * *
Ben Ecevit’in 1973 ve 1977 seçim kampanyalarını adım adım izledim.
O zamanın coşku dolu, kıpır kıpır CHP’sinden bugün eser yok.
O seçimlerde CHP örgütü dağa taşa "Umudumuz Ecevit" diye yazmıştı.
Bir önceki seçimde Demirel’in oy deposu olan kent varoşları ile doğudan batıya tüm Anadolu kırsalının insanları "Karaoğlan" adını taktıkları Ecevit’e akıtmışlardı oylarını...
Ecevit’in o yoksul insanların yüreklerine işleyen şiirsel sloganları kitleleri büyülemişti.
1977’de CHP yüzde 41’le çok partili dönemde aldığı en büyük oy oranına ulaşmıştı.
İşte CHP o heyecanı yeniden yakalamayı hedeflemeli, bunun için yeniden yapılanmalıdır.
Kimse unutmasın ki CHP Türkiye için, Türk demokrasisi için vazgeçilmez bir kurumdur.
Yazının Devamını Oku