10 Eylül 2007
DÜNYADA Mevláná’nın 800. doğum yıldönümü kutlanıyor.Dine müziği sokan, kardeşlik, sevgi, hoşgörü ve aydınlık felsefesini savunan ve insanlığa armağan eden büyük düşünür Mevláná... Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu Paris’te UNESCO Merkezi’nde bir sema gösterisi yaptı.
Protokolde Fransız yetkililerle UNESCO yöneticileri, Devlet Bakanı Mehmet Aydın, UNESCO Büyükelçimiz Ali Tuygan, Konya İl Kültür ve Turizm Müdürü Abdüssettar Yarar da yer aldı.
Gösteri sürerken Yarar ayakkabılarını çıkarıp ayaklarını altına alarak koltuğunda bağdaş kurdu.
İzleyiciler ve görevliler bu garip oturuş şeklini şaşkınlıkla izlediler.
Ancak Müdür Bey protokolde oturduğu için görevliler kendisini "Burada böyle oturulmaz, lütfen doğru dürüst oturun" diye uyaramadı.
Müdür Abdüssettar Yarar’ın kısa biyografisi de şöyle:
"İmam hatipli, din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmeni. AKP döneminde Konya İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’ne getirildi."
* * *
Antalya Kemer CHP’li Belediye Başkanı Hasan Şeker ilçeye bir heykel koydurdu.
Heykel, birbirine sarılmış metal bir erkek ve kadın figüründen oluşuyor.
Kemerliler bazı önder(!) kişilerin telkinleriyle heykele müstehcen diye karşı çıkıyorlar.
"Kaldırın bu heykeli, yoksa taşlarız" diyorlar.
Gazeteciler, yeni solcu-İslamcı Kültür ve Turizm Bakanımız Ertuğrul Günay’a heykelin akıbetinin ne olacağını sordular.
Bakan şöyle yanıtladı:
"Ben sanatta özgürlükten yanayım. Sanata bir sınırlama getirmeden ama toplumsal değerleri de tahrip ve tahrik etmeden ciddi bir duyarlılığı yaratmaya çalışacağız."
Hiç kuşkunuz olmasın yakında o heykel, o kavşaktan kalkar.
* * *
Yüzde 46.6 oy alan AKP iktidarı yüzde yüz kendisine ait olan bir anayasa hazırlıyor.
Anayasa taslağı toplumdan öcü gibi saklanıyor.
TÜSİAD hükümeti uyarıyor:
"Anayasa sadece hükümetin iradesini yansıtan bir çalışma olamaz. Anayasalar toplumsal uzlaşmayı yansıtan metinlerdir, geçmişle hesaplaşma anlayışıyla yapılmaz."
Bu ifadenin Türkçesi "AKP Cumhuriyet’le hesaplaşmak için hazırlıyor bu anayasayı"dır.
O nedenle bu anayasa milletin anayasası olmaz, AKP’nin anayasası olur.
* * *
AKP ikinci iktidar döneminde belli oldu ki, dinci kadroyu devlet yönetimine daha hızlı yerleştirebilmek için Diyanet İşleri Başkanlığı’nı bekleme odası olarak daha yoğun kullanacak.
Diyanete alınan dinci kadrolar, öteki kamu kurumlarının kritik mevkilerine aktarılacak.
* * *
Toplum olarak Kurtuluş Savışı’nda yüreğimize kazıdığımız "Önce vatanım, sonra çıkarım" felsefe ve inancını artık tarihe gömdük.
Şimdi yeni felsefe ve inancımız şu:
"Önce çıkarım, sonra biraz da vatanım..."
Yazının Devamını Oku 8 Eylül 2007
ÇANKAYA’daki resepsiyona davet edilmediğim için Cumhurbaşkanı Gül’e teşekkür ederim.<br><br>Kendileri, bendenizi Cumhurbaşkanı’nın çağrısına uymamak gibi bir nezaketsizlik yapmaktan kurtardılar. Çünkü çağrılsaydım Çankaya’ya gitmeyecektim.
Bunun nedeni, Abdullah Gül’le herhangi bir kişisel sorunum olduğu için değil.
Ben Gül’ün siyasi çizgisine ve dünya görüşüne sahip bir insanın, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olmasına karşıyım.
Tarafsız, partilerüstü, toplumun her kesiminin içine sindireceği birinin seçilmesi, ülkenin içinde bulunduğu hassas durum nedeniyle gerekliydi.
Onun için Gül’ün seçilmemesini istedim.
* * *
Ayrıca Abdullah Gül’ün Dışişleri Bakanlığı’nın da başarısız olduğuna inanıyorum.
Çankaya’da tarafsız olamayacağını biliyorum.
"70 milyonu kucaklayacağım" diye verdiği sözleri tutamayacağına da adım gibi eminim.
İşte attığı ilk adım...
Ne yazık ki, benim kendisi hakkındaki olumsuz düşüncelerimi haklı çıkardı.
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği’ne AKP’nin siyasi çizgisindeki Kültür Bakanlığı Müsteşarı Mustafa İsen’i getirmesi, uyması gereken partilerüstü konumla çelişir.
Mustafa İsen son seçimlerde AKP’den aday olmak için başvurmuş ama listelere girememiş ve görevine geri dönmüş bir kişidir.
Böyle bir insanın Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği görevini tarafsız yürütmesi beklenebilir mi?
Mustafa İsen’in bir kültür ve sanat adamı olması, bu durumu kurtarmaz.
* * *
Mustafa İsen, Abdullah Gül kabinesinin Kültür Bakanı Hüseyin Çelik tarafından bu göreve getirildi.
Kendisi imam hatip kökenlidir. Tarikatçı olduğu biliniyor.
Siyasi çizgisi yüzde yüz AKP anlayışı ve dünya görüşü doğrultusundadır.
Son seçimde bu partiden aday adayı oldu.
Ben sanat etkinliklerini izlemeye çalışan bir insanım.
Kültür Bakanlığı Müsteşarı’yla bir kez bile herhangi bir kültür ve sanat etkinliğinde karşılaşmadım.
Müsteşar Bey’in bir kez Atatürk Kültür Merkezi’ndeki bir bale gösterisine geldiğini, onu da dans sürerken yarıda bırakıp çıktığını duydum.
Bunu yazdım ve kınadım.
Beni telefonla aradı. Ankara uçağına yetişmesi gerektiği için gösteriden ayrılmak zorunda kaldığını söyledi.
Müsteşar Bey’in ileri sürdüğü gerekçe, bana göre özrü kabahatinden büyük cinstendi.
Onun için bir şey söylemeye gerek görmedim.
Neyse bu atama ülkemize, milletimize hayırlı uğurlu olsun.
* * *
Abdullah Bey yumuşak, hoşgörülü görünmeyi başaran bir insan.
Ama bugüne kadar siyasi çizgisinde bir yumuşama ve değişim olmadı.
O uyumlu görünümünün altında kafasına koyduğunu yapan bir karaktere sahip.
Bu karakterle Çankaya’ya çıktı.
Orada siyasi çizgisini ve dünya görüşünü değiştirmez.
Onun için özde değil, olsa olsa sözde tarafsız olabilir.
Yazının Devamını Oku 7 Eylül 2007
POLİTİKACILAR, özellikle de iktidardaki politikacılar halka doğruları söylemek zorundadır.<br><br>Başbakan Erdoğan gerek hükümet programını okurken, gerekse eleştirileri yanıtlarken bu kuralı sık sık çiğnedi. Biliyorum, Tayyip Bey seçim zaferinin sarhoşluğunu henüz üzerinden atamadı.
Öyle ya, yüzde 46.6 oy verdi bu halk ona. Onun için ne söylerse bu halkın kendisine inanacağına güveniyor.
Bir örnek verelim.
Eleştirileri yanıtlarken Baykal’ın Maliye Bakanlığı döneminde reel faizlerin yüzde 40 olduğunu söyledi.
Sözü, "Senin, bizim dönemimizi eleştirmeye hakkın yok" demeye getirdi.
Baykal da çıktı, "Benim Maliye Bakanlığım döneminde faizler Sayın Başbakan’ın dediği gibi yüzde 40 değil, yüzde 9’du" dedi.
Rakamlara göre Baykal haklı. AKP’ye yakın gazeteler Tayyip Bey’in CHP’nin Tansu Çiller’le yaptığı kısa koalisyon dönemini kastettiğini yazıp olayı saptırmak istediler.
Başbakan’ın rakamları istediği gibi eğip büktüğünü biliyoruz.
Zaten işine gelenleri söylüyor, işine gelmeyenleri ise es geçiyor.
Kimse aldırmıyor. Bu kez de öyle oldu. Tartışma geçti gitti. Kimse üzerinde bile durmadı.
* * *
Nedendir bilinmez toplum inanılmaz bir vurdumduymazlık içinde.
Laiklik, demokrasi, cumhuriyet, cumhuriyetin kazanımları, Atatürk ilke ve devrimlerine sahip çıkma, hukuk devleti, toplum ahlakı, birey hakları, soygun, talan, yolsuzluklar için toplum ve kurumlar suspus...
Nereye kadar gider bu iş?
İnsanlar ürkütücü bir bıkkınlık, bir karamsarlık içinde.
Ciddi ciddi Türkiye’yi terk etmeyi düşünenler bile var.
Açık açık "Artık bu ülkede yaşanmaz, çekip gideyim" diyorlar.
Hiçbir dönemde görmediğim bu ruh halinin yaygınlaşmasından ciddi şekilde endişe ediyorum.
Bu psikolojinin üzerinde durulması gerekir. Bunlar iyiye işaret değil.
* * *
Ekonomiye gelince...
Çizilen bütün pembe tablolara karşın dengeler hálá pamuk ipliğine bağlı.
Kırılganlık sürüyor.
Şimdi Dışişleri Bakanı olan Babacan bile dengelerin bozulması durumunda duvara toslayabileceğimizi itiraf ediyor.
Bir ülke üretmeden, yaratmadan borçla nereye kadar gidebilir?
AKP yandaşı olanların dışında bütün uzmanlar bunun sürdürülebilir olmadığını söylüyor.
Gelir dağılımında ise durum feci.
Bugün gelir vergisinin yarısını işçi-memur kesimi ödüyor.
Durumun ne kadar vahim olduğunun önemli bir göstergesidir bu.
Jaguar marka otomobillerin dünya yetkilisi geçenlerde Türkiye’nin en iyi alıcıları arasında olduğunu söyledi.
"Türkiye’de babalar çocuklarına Jaguar alıyor. Satışlarımız çok iyi" dedi.
Hemen bütün lüks otomobil satışları bakımından varlıklı bir ülke olmayan Türkiye iştah kabartan bir pazar.
"Ne var bunda? Parası varsa adam isteği arabayı alır" diyenler olabilir.
Doğrudur, bu ülkede parası olan istediğini satın alma özgürlüğüne sahiptir.
Ama çarparak, çırparak, talan yaparak, vergi kaçırarak değil.
Namusuyla, bileğinin hakkıyla kazanarak.
Yazının Devamını Oku 5 Eylül 2007
BÖYLE bir şey dünyada ne görülmüş ne de duyulmuştur. <br><br>AKP kendi dünya görüşüne yakın akademisyenlerden bir kurul oluşturuyor. Onlara "Şöyle şöyle bir anayasa yapın" diye talimat veriyor.
Onlar da oturup öyle bir anayasa taslağı hazırlıyorlar.
Bu işi büyük bir gizlilik içinde yapıyorlar ve taslağı AKP’ye veriyorlar.
Gazeteciler ancak taslakla ilgili tırtıkladıkları bilgilere dayanarak haberler yapabiliyorlar.
İşte, kamuoyunun, sivil toplum örgütlerinin, meslek odalarının, derneklerin, sendikaların, üniversitelerin bildikleri, basında çıkan bu sınırlı bilgilerden ibaret.
Şimdi hem komisyon, hem akademik kurul Tayyip Bey’in başkanlığında toplanacak ve taslağa son şeklini verecek.
Oysa anayasalar toplumsal bir uzlaşma belgesi olduğu için geniş bir tartışma ortamında hazırlanır.
Ama bu anayasa toplumun değil, AKP’nin anayasası olacak.
Onun için ömrü de uzun olmayacak.
* * *
Siviller çalışmalardan bihaber oldukları için bu sivil anayasaya bir katkı yapamadılar.
Şeffaf ve demokrat iktidar bu demek olmalı.
AKP tarafından izlenen anayasa yapma yönteminin ne kadar demokratik ve saydam olduğunu kendilerini bu dinci partiye yakın bulan neo solcu liberaller iyi düşünsün.
Baksanıza, hukukçular yangın yemiş gibi şaşkın ve çaresiz.
"Tartışamadık, böyle dayatmalarla yapılan anayasalar toplum tarafından benimsenmez" diye yakınıyorlar.
AKP’ye toz kondurmayanlar ise nasıl kıvıracaklarının hesabını yapıyorlar.
Ama kimse umudu kesmesin.
Bizim başbakanımız su katılmamış bir demokrattır, aşırı uzlaşmacıdır.
Ama bir huyu vardır önce yapar, sonra uzlaşma arar.
Ne yapalım yani, uzlaşan uzlaşır, kabul eden eder, etmeyen ise anasını da alır gider.
Yakışıksız söylem
Ben daha çok demokrasinin Türkiye’nin bütün sorunlarının çözüm anahtarı olacağına inanırım.
Düşünce ve ifade özgürlüğü, bir toplumdaki bütün sıkıntıların hazım ilacıdır.
Daha çok demokrasinin bir ülkeyi bölüp parçaladığı da dünyada görülmemiştir.
Gerek Kürt sorunu olsun, gerek öteki sorunlar olsun ancak daha çok demokrasiyle çözülebilir.
Ancak...
Buna rağmen Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’in üslubu ve yaklaşımını yanlış ve demokrasiye aykırı buluyorum.
Bir belediye başkanı, bir ülkenin başbakanına, içinde bulunduğu psikolojik durum ne kadar sıkıntılı olursa olsun, böyle meydan okuma nezaketsizliği içinde olmamalı.
Evet Baydemir Başbakan’dan ve iktidardan şikáyetçi olabilir.
Başbakan ve partisini eleştirebilir.
Ama konumu, böyle bir üslup kullanmamasını gerektirir.
Baydemir 24 saat siyaset yapmak yerine, belediye başkanlığı yapsın.
Diyarbakır halkına daha iyi hizmet vermiş olur.
Yazının Devamını Oku 3 Eylül 2007
CİVAN Gasparyan ile Yavuz Bingöl önceki gece verdikleri ortak konserde 1 Eylül Dünya Barış Günü’ne çok büyük ve anlamlı bir katkıda bulundular. Barış sevgiyle başlar. Bu konserin sevgi dolu iki sanatçısının biri Ermeni öteki de Türk’tü.
Ünlü sanatçımız Yavuz Bingöl’ü anlatmaya gerek yok. Onun, insanın ta ruhuna işleyen hüzünlü sesini, usta parmaklarının altında inleyen sazını tanıyorsunuz.
Ben size dünyaca ünlü duduk ustası Civan Gasparyan’ı tanıtmak istiyorum.
Önce "duduk"tan başlayalım.
"Duduk" 5. yüzyılda iki çoban tarafından kamıştan yapılmış. Yani bildiğimiz kaval.
Ama zamanla usta yorumcuların elinde gelişmiş, değişik ses tonlarında boy boy hale gelmiş.
Bugün her türlü müzik orkestrası içinde kullanılan gizemli bir entrüman.
Civan Gasparyan da bugün yaşayan en usta dudukçu.
* * *
Duduk tutkusu çocuk yaşlarda başlamış. Ta sessiz sinema döneminde.
O yıllarda filmler sessiz oynadığı için ön sıralarda oturan duduk ustaları filmin sahnelerine göre hüzünlü ya da neşeli ezgiler çalarlarmış.
İşte o sinemalarda düşmüş duduk sevgisi Civan’ın yüreğine...
İlk duduğunu ona sinemalarda çalan Markar Makaryan adında bir müzisyen vermiş.
Kendi kendine öğrenmiş çalmayı. Sonra konservatuvarı bitirmiş ve öğretim görevlisi olmuş.
1989 yılında, Moskova’ya Sovyet halkları müziklerini incelemek için gelen ünlü yapımcı müzisyen Brian Eno, Gasparyan’ın müziğini dinleyince çok etkilenmiş ve onu Londra’ya çağırarak albüm yaptırmış.
İşte o albüm onu uluslararası şöhrete taşımış. Rodin ve Gladyatör başta olmak üzere pek çok filmde müziğiyle yer almış.
Dünyanın en ünlü senfoni orkestraları ile yıllarca konserler vermiş.
* * *
Gasparyan ile Yavuz Bingöl’ün doyumsuz konserini uzun uzun yazmaya gerek yok.
İki usta, Açıkhava’da binlerce insana sevginin ve barışın insanlığın ulaşabileceği en büyük değer olduğunu müzikleriyle gösterdiler.
Önce Yavuz Bingöl o hüzünlü, içe işleyen sesiyle Anadolu ezgilerini usta yorumuyla seslendirdi.
Sonra Gasparyan geldi sahneye, hem Türk hem de Erivan’dan kalkıp gelen Ermeniler tarafından dakikalarca alkışlandı. O gizem dolu, büyüleyici "duduk"u önce ağlattı, sonra güldürdü.
Konserin son bölümünde iki sanatçının yaptıkları düet harikaydı. Yavuz Bingöl Anadolu türkülerini söyledi, Gasparyan da ona Ermeni ezgileriyle katıldı.
Tam üç saat soluksuz kalan izleyiciler konserin sonunda her iki sanatçıyı da ayakta alkışladı.
Konserden sonra Gasparyan’ı kutladım, "Bizi ağlattınız" dedim. Ne kadar mutluydu.
Sonra Yavuz Bingöl’e sarıldım ve şöyle dedim:
"Bu gece ne kadar büyük ve anlamlı bir iş yaptın. Seni yürekten kutluyorum. Bunu devam ettir."
"Ettireceğim" dedi. "Gelecek yıl beni Erivan’a çağırdı. Gideceğim."
"Mutlaka git. Ben de sizi ayakta alkışlamaya gelirim."
Gasparyan Türkiye’ye her geldiğinde kendisine gösterilen ilgiden ve sevgiden o kadar mutlu ki...
Bir röportajında söylediği şu sözleri çok anlamlı:
"Türkiye’de şuna bir kez daha inandım ki, dünyada kötü millet yoktur."
Yazının Devamını Oku 1 Eylül 2007
BİLİM adamı Galileo Galilei modern fiziğin kurucularından. 1564’te Pisa Kenti’nde doğan Galileo, fizik, astronomi ve astroloji dallarında sayısız buluşlara, teorilere imza attı.
Özellikle "Güneş merkezli astronomi sistemi" fiziğinin gelişmesine büyük katkılar sağladı.
Müzisyen bir babanın altı çocuğundan biri olan Galileo, önce tıp öğrenimi görmeye başladı.
Ancak parasızlık nedeniyle bundan vazgeçti ve matematiğe yönelerek kısa zamanda profesör oldu.
1610 yılında kendi geliştirdiği teleskopla astronomi gözlemlerine başladı.
Bu gözlemlerini "Yıldız Habercisi" kitabında yazdı.
Daha sonraki yıllarda yıldız kümeleri ve Samanyolu üzerine ilk saptamaları ile Jupiter’in 4 uydusunun varlığını yazdığı kitabı büyük ilgi gördü.
Astronomi ile ilgilenmesi ve yaptığı bu bilimsel çalışmalar Galileo’nun başını "Engizisyon"la ciddi bir şekilde belaya soktu.
1611 yılı Galileo için felaketlerin başladığı yıl oldu.
* * *
Bu tarihlerde yaptığı gözlemlerde Güneş’in üzerindeki gölgelerin leke olduğunu saptadı ve bunu kanıtladı.
1613’te Güneş lekeleri üzerine yazdığı kitap onu kiliseyle karşı karşıya getirdi.
Çünkü Galileo bu eserinde, modern astronominin kurucusu Polonyalı Nicolas Copernicus’un (Kopernik) "Güneş’in evrenin merkezinde bulunduğunu, Dünya’nın da Güneş’in çevresinde döndüğünü" ileri sürdüğü tezini savundu.
Kitap kilisenin sert tepkisiyle karşılaştı.
Ancak Galileo bilim adamı kararlılığıyla, Dünya’nın Güneş’in çevresinde döndüğünü doğrulayan iddiasını savunmak üzere Roma’ya gitti.
1916’da Papa V. Paul, Galileo’nun kitaplarının incelenmesi amacıyla bir komisyon kurdurdu.
Komisyon, Galileo’nun kitaplarına dokunmadı ama iddiasını savunmasını yasakladı.
* * *
Verilen bu göz dağları Galileo’nun bilimsel çalışmalardan vazgeçmesini engellemeye yetmedi.
1618’de 3 kuyrukluyıldızın görülmesi üzerine kiliseyle bir kez daha tartışmaya girdi.
Daha sonra da "İki Kainat Sistemi Üzerine Konuşmalar" adlı kitabını 1632 yılında yayınladı.
Bir yıl sonra kitap kilise tarafından yasaklandı ve "Engizisyon mahkemesi" onu ömür boyu hapis cezasına çarptırdı.
Ancak cezası evinde göz hapsine çevrildi.
O sırada Galileo 70 yaşındaydı.
Hapis yıllarında gözleri kör oldu.
Ve 1642’de Galileo’nun bilim uğruna çektiği çilelerle dolu 78 yıllık yaşamı son buldu.
* * *
Tarihte akıl ve bilimi savunanların başı hiçbir zaman beladan kurtulmadı.
Bu yazgı günümüzde de zaman zaman kapkara yüzünü gösteriyor.
Bu büyük bilim adamının buluşlarının insanlığın ve uygarlığın gelişmesine büyük katkıları oldu.
Din yobazlarının şerrinden kurtulamayan ve yaşamı boyunca onlarla boğuşan Galileo’nun şu sözleri bugüne de anlamlı bir ışık tutuyor:
"Koyu bir Katoliğim. Dinimin gereklerini eksiksiz yaparım. Ancak İncil’den fiziği öğrenemezsiniz."
Yazının Devamını Oku 31 Ağustos 2007
ÇANKAYA’ya zorlu bir süreçten sonra çıkan Abdullah Gül’ün önünde birbiriyle çelişkili iki yol var. Ya kendisini Cumhurbaşkanı olarak seçen partisinin rejim karşıtı isteklerine karşı koyacak.
Ya da Başbakan Erdoğan’ın önüne koyduğu kararname ve yasaları itiraz etmeden onaylayacak.
Yani, laik, demokratik, sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı mı olacak?
Yoksa AKP iktidarının noteri mi?
* * *
Abdullah Gül’ün seçilmesini rejim açısından sakıncalı görenlerin kafalarında yanıt bulamadıkları sorular şunlar:
Şeriatçı dünya görüşüne sahip kişiler devletin kritik görevlerine atanınca bunların kararnamelerini veto edecek mi?
Devletteki şeriatçı kadrolaşmaya karşı çıkacak mı?
Rejimin temel değerleriyle çelişen yasaları TBMM’ye geri gönderecek mi?
Cumhuriyetin temel kurumlarına yapacağı atamalarda liyakat mı arayacak, yoksa siyasi çizgisine uygun kişileri mi seçecek?
Kendinden önceki cumhurbaşkanlarının sürdürdüğü laiklik ilkelerine bağlı kalacak mı?
Laikliğe, çağdaşlığa, cumhuriyetin temel değerlerine, Atatürk ilke ve devrimlerine, hukuka sahip çıkacak mı?
Bu sorulara olumlu yanıt vermek, tanıdığımız Abdullah Gül için zor.
Çünkü Cumhurbaşkanı bunları yaparsa partisiyle ipleri koparmak, içinden çıktığı tabanla ters düşmek durumunda kalacak.
Bunu göze alabilecek mi?
Abdullah Gül’ün böyle kararlı bir duruş sergilemesini beklemek biraz hayalcilik olur.
* * *
Hem Cumhurbaşkanı’nın, hem de eşinin önemli görevlerinden biri de devleti temsil etmektir.
O nedenle Gül çiftinin dünyaya verecekleri imaj, Türkiye açısından son derece önemlidir.
Oysa Gül ve eşi, bu açıdan avantajlı bir durumda değildir.
Dünyada devlet başkanları ile eşlerinin giyim kuşamları, hareketleri, davranışları, konuşmaları, halkla ilişkileri, toplumsal olaylara, çevre sorunlarına karşı duyarlılıkları titizlikle elden geçirilir.
Oysa Türkiye’nin "First Lady"si tesettürlüdür. Bu, modern Türkiye imajıyla nasıl bağdaşacak?
Çünkü Türkiye’de pek çok kişi tarafından ileri sürülen "İnsanların kafasının içi önemli, dışı değil" yaklaşımı, uygar dünyada kabul edilen bir argüman değil.
* * *
Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesinden büyük mutluluk ve gurur duyan çok insan var Türkiye’de...
Ama buna karşı büyük kesim de Gül’ün Çankaya’ya çıkmasını içine sindiremiyor.
Çok sayıda kişi, seçimden sonra uykuları kaçacak kadar tedirginlik içinde.
Bu insanların endişeleri hafife alınmamalı.
Duygusal açıdan bu kadar ters kutuplara sürüklenen insanlarla bu toplumda birlik, beraberlik sağlanamaz.
Unutmamak gerekir ki, böyle bir ayrışma ortamının derinleşmesi Türkiye’ye büyük zarar verir.
Herkes, özellikle de iktidar, ülkemizin geleceği için uzlaşma sorumluluğu içinde hareket etmek zorundadır.
Ancak ne yazık ki Cumhurbaşkanı seçiminde bu sorumluluğa iktidar tarafından özen gösterilmedi.
Yazının Devamını Oku 29 Ağustos 2007
6 Nisan 1973 Cuma günü İstanbul ılık, güneşli, pırıl pırıl bir bahar gününü yaşıyordu. <br><br>O tarihte ben, Birinci Ordu Komutanlığı Karargáhı olan tarihi Selimiye Kışlası’nda yedek subaylığımı yapıyordum. Muhafız Bölüğü’nde görevliydim.
Bizim bölük hem karargáhın dış güvenliğinden sorumluydu hem de bütün törenlerden...
6 Nisan çok önemli ve tarihi bir gündü.
Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin altıncı cumhurbaşkanı seçilecekti.
* * *
Demirel ile Ecevit, Kontenjan Senatörü Emekli Oramiral Fahri Korutürk üzerinde anlaşmışlardı.
Biz de seçim tamamlanınca resmi törenler kapsamında 101 pare top atışı yapacaktık.
Bir gün önce top atışı için gerekli bütün hazırlıkları tamamlamıştık.
Topu, tarihi Selimiye Kışlası’nın bahçesinin Harem’e bakan ucuna yerleştirmiştik.
Topun namlusu Harem’e ve Topkapı Sarayı’na dönüktü.
TBMM’deki seçim öğleden sonra yapılacaktı.
Yemekten sonra top başına geçerek beklemeye başladık.
Her şey hazırdı.
Topu bir çavuş ile bir onbaşı ateşleyecekti. Onlar ve yardımcıları, benim ateş emrimi bekliyordu.
Ben de Karargáh Komutanlığı’ndan "Ateş serbest" komutunu bekliyordum.
Bir kulağımız da TBMM’den canlı yayın yapan radyodaydı.
* * *
Seçimin tamamlandığını ve Korutürk’ün seçildiğini radyodan duyunca askerlere hazır olmalarını söyledim.
Tam o sırada Karargáh Komutanlığı’ndan top atışına başlamamız için emir geldi.
Ben de iki çavuşa dönüp atışa başlamaları için emir verdim.
Anında bizim top büyük bir gümbürtüyle atışa başladı.
Harem meydanındaki yüzlerce kişi, bir anda neye uğradıklarını şaşırıp top sesiyle birlikte kendilerini yere attı.
Biz ara vermeden ardı ardına atış yapıyorduk.
Bir süre sonra korkudan yere yatan vatandaşlar da top atışlarının tören nedeniyle olduğunu anlayıp ayağa kalktılar.
* * *
Ancak 101 pare top atışı bir türlü bitmiyordu.
Kulaklarımız çınlıyor, uğulduyordu.
Top atışını tamamladıktan sonra saatlerce hiçbir şey duyamadık.
Kulaklarımız neden sonra normale döndü.
* * *
Türkiye dün de 11. Cumhurbaşkanı’nı seçti.
Resmi tören kapsamında Abdullah Gül için de Selimiye’den 101 pare top atışı yapıldı.
Sanırım top atışı yine bizim yaptığımız yerden olmuştur ve aynı sahneler yaşanmıştır.
Yine Harem’de insanlar korkudan yere yatmıştır.
Biz 34 yıl önce Fahri Korutürk için Selimiye’den 101 pare top atışı yaparken inanın subayından erine kadar hepimiz çok mutluyduk.
O gün çocuklar gibi şendik.
Acaba dün 11. Cumhurbaşkanlığı’na seçilen Abdullah Gül için top atışı yapanlar da bizim kadar mutlu ve şen miydi?
Yazının Devamını Oku