Tufan Türenç

Sezer’den sonra Abdullah Gül dönemi

27 Ağustos 2007
DAHA seçilmeden tartışılmaya başlandı.Hem kendisi, hem de oturacağı makam... Çankaya’ya çıkınca Necmettin Erbakan’ın mahkûm olduğu "kayıp trilyon" davasından o da yargılanacak ya... Dokunulmazlığı nedeniyle 5 yıldır kılına dokunulamıyor ya...

Çankaya’da da dokunulmasın telaşı başladı.

Büyük bir gizlilik içinde hazırlanan sivil anayasaya onun için de bir dokunulmazlık zırhı konuyor.

Yine yargılanmaktan kurtulacak.

Tam YEDİ yıl devletin partiye verdiği iç edilen 1 trilyonun hesabını vermeyecek.

Ya sonra...

Yani yedi yıl sonra cumhurbaşkanlığı sona erip de sade vatandaş olunca ne yapacak?

Canım yedi yıl sonra kim öle kim kala.

* * *

Abdullah Bey gazeteci arkadaşlarımıza açıklama yapmış.

"Dokunulmazlığa ihtiyacım yok, gerekirse gider sade vatandaş gibi yargılanırım" diyor.

Ama bir koşul ileri sürüyor:

"Makamın hukuku ve gelenekleri izin verirse..."

İyi güzel de bugüne kadar kendisi gibi sırtında böyle bir kambur taşıyan cumhurbaşkanı o makama hiç oturmadı ki.

Yargılanması gerektiğine kim karar verecek?

Makamın hukuku ve gelenekleri mi?

Yoksa kendi vicdanı mı?

* * *

Gerçi "kayıp trilyon" olayında kendi sorumluluğu olmadığını iddia ediyor.

"Mahkeme benim konumumdaki yönetici arkadaşları sorumlu tutmadı" diyor.

Zaten kendisinin milletvekili iken dokunulmazlığının kaldırılmasını istediğini ancak bunun gerçekleşmediğini söylüyor.

Ama olaylar ne olursa olsun, bir gerçek var ki, hakkındaki iddialardan dolayı yargı önüne çıkmaktan dokunulmazlığı sayesinde kurtuldu.

Sırtında böyle bir kambur taşıyor Abdullah Bey.

Şimdi de bu kamburla çıkacak Çankaya’ya...

Zaten parlamentoda da o kamburla görev yaptı.

Önce başbakan, sonra dışişleri bakanı oldu.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni içte ve dışta temsil etti.

İddiasına göre "kayıp trilyon" olayında bir sorumluluğu yok.

İyi de buna kendisi değil, ancak yargı karar verebilir.

* * *

Şimdi biliyorum bu yazıdan sonra AKP’lilerden yüzlerce küfürname düşecek elektronik postama.

Baksanıza AKP’li Ayşe Hanım bile küfürlerden nasibini almış.

AKP’liler onu da küfür bombardımanına tutmuşlar.

Suçu ne Ayşe Hanım’ın?

Gül’ün adaylığına karşı çıktığı için din kardeşleri ona "Sürtük" demişler.

Çok alınmış AKP MKYK üyesi Ayşe Böhürler.

İlahi Ayşe Hanım, siz bize gelen küfürleri okusanız ne yaparsınız?

Size tavsiyem sakın moralinizi bozmayın.

Doğru bildiğinizi, inandıklarınızı yazın.

Ben de yazayım ve yazıyı içimden geldiği gibi bitireyim:

Nerede Ahmet Necdet Sezer, nerede Abdullah Gül...
Yazının Devamını Oku

Yüz yıl önce bir genç subayın ortaya attığı tez

25 Ağustos 2007
YIL 1909... II. Meşrutiyet ilan edileli bir yıl olmuş.Cumhuriyet kurulduktan sonra önce başbakan, 1950 yılında da Cumhurbaşkanı seçilen Celal Bayar, o yıllarda İttihat ve Terakki’nin Bursa sorumlusudur. Bayar, cemiyetin Selanik’teki kongresine bir delege gönderir.

O yılların iletişim koşulları nedeniyle kongreden bir haber alınamaz.

Bayar, kongredeki gelişmelerden ancak gönderdiği delegenin dönüşünden sonra bilgi sahibi olur.

Kongrede kendisini etkileyecek bir olayın yaşandığını da öğrenir.

* * *

Bu olayı Bayar yıllar sonra dostlarına şöyle anlatır:

"Selanik’e gönderdiğim delege bana kongredeki görüşmeleri bütün ayrıntılarıyla anlattı.

Anladığım kadarıyla kongrenin en önemli olayı Trablusgarp delegesi olan genç bir subayın ortaya attığı tezdi.

Bu genç subay, ordunun mutlaka partiden ayrılması, sadece talim ve eğitimle uğraşması gerektiği, ancak bu sayede modern bir ordu haline gelebileceği tezini savunmuştu.

Bu genç subay, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin orduya dayanmaya devam etmesi durumunda halk arasında örgütünü güçlendiremeyeceğini, bunun ise parti açısından çok sakıncalı olacağını ısrarla belirtmişti."

* * *

Bayar’ın anlatısı şöyle devam ediyor:

"O zamanlar bu genç subayın, bu önemli iddiasındaki büyük gerçek tam anlamıyla kavranamamıştı.

Buna rağmen bu öneri oylanmış ve kabul edilmemişti.

Bizim Bursa temsilcimiz de ordunun cemiyetten ayrılmasını doğru bulmadığı için karşı oy kullanmıştı.

Ancak beklenmedik bir olay olmuş ve genç subay oylamaya rağmen tezinde ısrar etmiş, Divan Başkanı Dr.
Tevfik Rüştü’(Aras) de zorlamış.

Sonunda öneri bir kez daha oylanmış ve çoğunlukla kabul edilmiş."

* * *

Bayar’ın belirttiğine göre kongrede o genç subayın önerisi kabul edilmesine rağmen karar bir türlü uygulanmamıştı.

Daha sonraki yıllarda genç subayın dedikleri aynen gerçekleşmiş, İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ordunun iç içe olmasının sakıncaları görülmüştü.

Ordu içindeki bitmek bilmeyen particilik kavgaları ile cemiyetin halkla bütünleşememesi ülkeyi felaketlere sürüklemişti.

Sonunda bir dünya imparatorluğu olan Osmanlı Devleti parçalanıp tarihe karışmıştı.

* * *

Celal Bayar Bursa delegesinin verdiği bilgileri dinledikten merakla sormuş:

"Trablusgarp temsilcisi bu subayın adı nedir?"

"Mustafa Kemal."

* * *

Bayar, Mustafa Kemal adını ilk kez o zaman duymuş ve çok etkilenmişti.

Yıllar sonra Bayar ve arkadaşları Demokrat Parti’yi kurarken o genç subayın "Halkla bütünleşemeyen bir parti varlık gösteremez" tezini hiç unutmamışlar ve bu ilkeye sıkı sıkıya bağlı kalmışlardı.

Bu tarihi olayı, son zamanlarda Atatürk’ü ve ona bağlı olanları darbeci olarak göstermek için çabalayanların dikkatine sunuyorum.



NOT: Bu öykü Akkan Suver’in yakında çıkacak olan "Çağdaşlık ve Atatürk" kitabından alındı. (T.T.)
Yazının Devamını Oku

Şu medya da çekip gitse ne güzel olur

24 Ağustos 2007
MERAK ettim, oturup hesapladım.Meslek yaşamımda tam 14 başbakan görmüşüm.

Bunlardan bazıları, örneğin Demirel birkaç kez gelip gitmiş.

Ecevit, Mesut Yılmaz, Tansu Çiller de öyle...

Eğer onları da sayarsam, benim gazeteci olarak gördüğüm başbakan sayısı 34’ü buluyor.

Tahmin edebileceğiniz gibi 34. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan.

Yazının Devamını Oku

Öfke maskeleri düşürüverir

22 Ağustos 2007
GEÇENLERDE AKP’li olan bir gazeteci arkadaşla sohbet ediyorduk. Konu döndü dolaştı, Başbakan Erdoğan’a geldi.

Ben kendisine şöyle dedim:

"Bana sorarsan Tayyip Erdoğan demokratlığı kimselere bırakmıyor ama kendisinin demokratlıkla uzaktan yakından ilgisi yok."

Erdoğan’ın epey süre yakınında bulunmuş olan arkadaş güldü, sonra beni şaşırtan şu sözleri söyledi:

"Demokratlık Erdoğan’ın yanından bile geçmez."

* * *

Bizim demokratlığı kimselere bırakmayan Başbakan’ın özde değil, sözde demokrat söylemlerinden Bekir Coşkun da nasibini aldı:

"Cumhurbaşkanı senin değilse çık vatandaşlıktan, git kimi seçersen seç."

Bekir, Başbakan’ın "Ananı da al git" demediğine şükretsin.

"Abdullah Gül benim cumhurbaşkanım değil" deme cüretini gösterirsen işte böyle ağzının payını alırsın.

Şimdi Başbakan’ı "büyük demokrat" diye tanıtanlar düşünsün.

* * *

Bir başbakan düşünün, kendisine karşı olan bir gazeteciyi ülkeyi terk etmeye davet edebiliyor.

Bu kadar tahammülsüzlük olabilir mi?

Şimdi gelin de bir gazeteciye "vatandaşlıktan çık git" diyebilen bir başbakan için "Benim başbakanım" deyin bakalım.

Türkiye’nin böyle bir başbakana sahip olması ciddi bir talihsizliktir.

* * *

Başbakan’ın aslında aday olmasını istemediği Gül’ü şimdi göklere çıkarması da bir garip.

Cumhurbaşkanı seçilmesi kesin olan Abdullah Gül’ün kapı kapı dolaşıp, "Vallahi billahi laik, demokratik cumhuriyetten yanayım" diye yeminler etmesi de...

Gül’ün böyle davranması bu konuda kendisine duyulan kuşkuları da doğrular nitelikte.

Yarın ülkenin cumhurbaşkanı olacak kişinin böyle kapı kapı dolaşmasına karşın partisinin dışında destek bulamaması da düşündürücü.

AKP’liler bunu iyi değerlendirsinler.

* * *

Gelelim türban olayına...

Bu da matrak bir iş.

Kaç günlerdir Hanımefendi’nin türbanıyla yatıp kalkıyoruz.

Yok Sophia Loren stili olacak, yok Catherine Deneuve stili...

Gazetelerde bu iki aktrisin türbanlı, böşörtülü fotoğrafları kafaları iyice karıştırdı.

Allah ünlü modacımız Atıl Kutoğlu’na kolaylık versin.

İşi zor.

Bakalım Hanımefendi’nin beğeneceği bir model yaratabilecek mi?

Ve de bu model tesettüre uygun olacak mı?

* * *

Galiba Gül’e en gerçekçi sözleri, destek istemek için gittiği Kamer Genç söylemiş:

"Türbanlı eşlerinizin görüntüsü Türkiye’yi bir Arap devleti gibi gösteriyor. Köşk’e çıkarsanız orayı takkeli, kara çarşaflı insanlarla doldurmayın."

Doğrusu Gül’ün işi zor.

Aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse bıyık.
Yazının Devamını Oku

Geriye doğru yöneliş

20 Ağustos 2007
AMERİKA’dan vermiş fetvayı Hoca Efendi!Başbakan’ın da katıldığı yağmur duasını hiç beğenmemiş.<br><br>"O yapılan dua değil, şovdu" demiş. Sonra da duanın nasıl yapılacağını anlatmış.

Duaya çıkanın yüreği duracak, icabında bayılacak.

Yere yığılacak, başını yerlere sürtecek.

Elbiselerini tersine çevirecek...

Hoca Efendi kuraklığın nedenini de açıklıyor:

"Kuraklık, küresel ısınmadan değil. Maalesef gaflet içindeyiz. Bin türlü günah işleniyor ve biz tövbe etmeyi bilmiyoruz."

* * *

Psikiyatrist Prof. Dr. Aysel Ekşi Hoca Efendi’nin söylediklerini bilimsel açıdan şöyle değerlendiriyor:

"Psikiyatride bu sahnenin adı histeridir.

Bu gibi bayılma, üstünü başını parçalama sahnelerine geçmiş yıllarda sıkça rastlanır ve bunlar psikiyatristleri hayli uğraştırırdı.

Son zamanlarda bu bozukluğun zeká düzeyi pek gelişmemiş, olgunlaşmamış, duygusal bakımdan çok abartılı kişilerde görüldüğü ortaya çıktı."

Prof. Aysel Ekşi
gelişmiş toplumlarda ve gelişmiş insanlarda artık böyle kaba belirtiler görülmediğini vurguluyor.

Artık psikiyatri sınıflamasından "histeri" adının çıkarıldığını, ama bu belirtilerin geri toplumlarda hálá görülebildiğini vurguluyor.

Bilgi çağında hálá aklın, bilimin değil, hocaların, şeyhlerin, dervişlerin peşinden gidenlerin dikkatine sunulur.

* * *

Türkiye hızlı bir değişime doğru yol alıyor.

Bu yol alış çağdaşlığa, akla, bilime doğru değil ne yazık ki.

Örnek mi?

İşte "Risotto" olayı...

İçişleri bakanımız bir otelde kendisine ikram edilen risottonun içine yarım bardak beyaz şarap konulduğunu öğrenince kıyameti koparmış:

"Bana haram yedirdiniz. Niçin şarap koyduğunuzu söylemediniz?"

Oysa o şarabın içindeki alkol risotto pişerken uçup gidiyor. Bunu bakana anlatamamışlar.

Bakan kızıp risotto tabağını iterek meyve yemeye başlıyor.

İyi güzel de bakanın yediği meyvede de alkol var.

Bu mantıkla gidilirse bakanın peynir ekmeye talim etmesi gerekir.

* * *

Gelelim Prof. Yılmaz Esmer’in yönetiminde yapılan araştırmaya...

Bu araştırmaya katılan AKP’ye oy vermiş deneklerin yarıdan fazlası "Ramazanda lokantaların kapatılmasını" istemişler.

Anadolu’nun pek çok kentinde ramazanda açık lokanta zaten bulamazsınız.

AKP’lilerin yüzde 89’u kadınların plajda, havuzda mayo ile dolaşmasının da günah olduğunu söylüyor.

Araştırmaya göre Türk toplumu son 5 yılda geriye gidişte epeyce yol almış görünüyor.

* * *

Batı’da artık Türkiye "Ilımlı İslam Devleti" olarak tanımlanıyor.

Batılılar Türk toplumunda kadınların örtünmesinde göreceli bir artış olduğunu gözlemlediklerini de söylüyorlar.

Unutmayalım, önümüzde AKP’li bir beş yıl daha var.
Yazının Devamını Oku

Bu vahim yanlışı Başbakan bile yaptı

18 Ağustos 2007
BİZİM köşede ne zaman türban konu olsa AKP’liler önce küfür ederler, sonra ezberledikleri yanlış bilgiye dayanan bir demagoji ile yanıt vermeye kalkarlar. "Atatürk’ün annesi ile eşi de türban takıyordu" derler.

Zübeyde Hanım ile Latife Hanım’ın başları örtülü fotoğraflarını da kanıt olarak gösterirler.

AKP’liler ya bu fotoğrafların çekildiği tarihte Şapka ve Kılık Kıyafet Kanunu’nun henüz çıkmadığını bilmezler, ya da bilmezden gelirler.

Ben ve bazı gazeteci arkadaşlar her seferinde bunu yazarız:

"Şapka ve Kılık Kıyafet Kanunu 29 Kasım 1925’te çıkarıldı.

Oysa
Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım 14 Ocak 1923’te vefat etti.

Atatürk, Latife Hanım’la 29 Ocak 1923’te evlendi, 11 Ağustos 1925’te de boşandı."

Kolaylıkla
ulaşılabilecek bu bilgilerden yoksun oldukları için yanlış yorumlar yaparlar.

* * *

Aynı hatayı geçen günkü basın toplantısında ya bilerek ya da bilmeyerek Başbakan Erdoğan da yaptı.

Doğrusu şaşırtıcı bir durum.

Bir başbakanın böylesine bir yanlış bilgiye dayanan argüman ileri sürmesi gerçekten üzücü.

84 yıl önce aydınlanma reformlarının henüz çıkmadığı bir döneme ait iki fotoğrafa bel bağlayan Başbakan neyi kanıtlamaya çalışıyor?

Ne yani, Türkiye "muasır medeniyetlerle bütünleşme" hedefine kadınlarını tesettüre sokarak mı ulaşacak?

Avrupa uygarlığıyla böyle mi birleşip bütünleşecek?

Toplumun kılık kıyafetini 82 yıl önce Atatürk çıkardığı kanunla değiştirmiş.

Türk insanının Batı toplumları gibi uygar giyim kuşama kavuşmasını sağlamış.

Türk kadınının çarşaftan, peçeden kurtulup sosyal yaşamın içinde yer alması için önündeki her türlü engeli kaldırmış.

Toplumun yarısını oluşturan kadınları üretken bireyler haline getirmiş.

Şimdi Türk kadınını yeniden tesettüre sokmak, yeniden toplumdan soyutlamaya kalkmak yaşadığımız çağla bağdaşır mı?

Bu anlayış, Atatürk’ün koyduğu hedeflere taban tabana ters değil midir?

Bu çağdışı anlayış terk edilmelidir.

Tayyip Bey ve arkadaşları bu tutumlarını sürdürürlerse Türkiye’yi muasır medeniyetler seviyesine filan yükseltemezler.

Yüzde 47 oyu nasıl aldılar?

OKURLARIMIZIN da katkısıyla bu sorunun yanıtını Tayyip Bey ve arkadaşlarının söylemlerinden okuyalım.

Tayyip Erdoğan: "Askerlik yan gelip yatma yeri değildir... Ananı da al git..." diyerek.

Kemal Unakıtan: Her şeyi baba baba satarak.

Abdullah Gül: Amerika’nın dediklerine harfiyen uyarak.

Kürşad Tüzmen: Cumhuriyet tarihindeki en yüksek borçlanmayı yaparak.

Ali Babacan:
IMF’nin sözünden çıkmayarak.

Hüseyin Çelik: Abdest suyunun faydalarını anlatarak.

Atilla Koç:
Bol bol uyuyarak.

Bülent Arınç: Dindar cumhurbaşkanı adayı seçerek... "Şeyini şey ettiğimin şeyi..." diyerek.

M. Gökçek:
Ankara’yı susuz bırakıp, Ankaralıları inim inim inleterek.

Abdülkadir Aksu: Terörü yeniden hortlatarak. Kapkaç olaylarına aldırmayarak.
Yazının Devamını Oku

Büyük coşkular da yaşarız büyük hüzünler de...

17 Ağustos 2007
BİZİM mesleğe gönül verenler, mutluluğu sık sık yaşamalarına karşın, zaman zaman da derin üzüntüler içine sürüklenirler. Çünkü sert iniş çıkışların yaşandığı bir meslektir gazetecilik.

Para puldan çok mesleki başarılar, okurlardan alınan övgüler gururlandırır gazeteciyi.

Bunlar kadar sövgülerle de karşılaşılır.

Mesleki kıskançlıklar, isyan ettirecek kayırmalar, haksızlıklar da olur.

Göz kamaştırıcı başarılar kadar başarısızlıklar da vardır işin içinde.

Üzüntülerin, keyifsizliklerin getirdiği uykusuz geceler de...

Bazen coşku dolu pırıltılı dönemlerle kapkara günler birbirini kovalar.

Bütün bunlar gazeteciliğin doğasında vardır.

* * *

Milliyet’te gepegenç bir gazeteciyken o dönemin çok ünlü magazin muhabiri Ali Z.Oraloğlu (imzasını böyle atardı) bir gün bana şöyle demişti:

"Bak genç dostum, biliyorsun şimdi çok başarılı bir dönem geçiriyorum, ama ben buna hiç güvenmem. Onun için her gün masamın üzerinde işime son verildiğini bildiren bir mektup bulacakmış gibi gelirim gazeteye."

Ali
Ağabey’in söylediklerini, kendine, mesleki kariyerine aşırı güvenen bir insanın sözleri gibi algılamıştım.

Onun masasında bir mektup bulması mümkün değildi o günlerde. Çünkü her gün çok ilginç röportajları çıkıyordu gazetede.

Milliyet’in en gözde yazarlarından biriydi. Üstelik patron Ercüment Karacan ile Genel Yayın Müdürü Abdi İpekçi’nin yakın arkadaşıydı.

Ama ertesi sabah Ali Ağabey masasının üzerinde bir mektup buldu.

İşine son verilmişti.

Sonradan öğrendim ki, mektup almak, bizim mesleğin sıkça yaşanan cilvelerinden biriymiş.

O olay üzerine gazeteciliğe yeni başlamış ve büyük hayalleri olan bir genç insan olarak allak bullak olmuştum.

Doğrusunu söylemek gerekirse bugün de yine aynı duygular içindeyim.

Emin, gazeteciliğe başladığımdan beri arkadaşım.

İkimiz de Milleyet’teydik. O Ankara’da, ben İstanbul’da olduğumuz için daha çok ben Ankara’ya gittiğim zamanlarda beraber oluyorduk.

* * *

Şimdi Emin ile Hürriyet’in yolları ayrıldı.

Her gazeteci yıllarca çalıştığı gazeteden içi kopa kopa ayrılır.

Kolay değildir insanın evinden çıkıp gitmesi.

Emin’in 1977’de Milliyet’te başladıktan kısa bir süre sonra Ankara’dan geçtiği ilk haberi anımsadım.

Ben o sırada Milliyet’te yazı işlerindeydim.

Yanlış anımsamıyorsam Erbakan’ın kardeşiyle ilgili bir yolsuzluk haberiydi.

Emin kısa zamanda çok çarpıcı haberler yakalayan ve adından söz ettiren bir gazeteci oldu. Büyük başarılara imza attı.

Haber geçtiği günler, akşamüzerine doğru haberinin nasıl kullanıldığını merak edip arardı.

Ben de ona "Manşetten girdin" diye müjdeyi verirdim.

Nasıl mutlu olurdu anlatamam.

Zaman geçti Emin artık muhabirlikle tatmin olmamaya başladı. Önce tatil sohbetleri yaptı, sonra da köşe yazarlığına soyundu.

Kısa zamanda en çok okunan köşe yazarlarından biri olmayı başardı.

Ama dedim ya, bizim mesleğin hüzün dolu sürprizleri de vardır.

Pek çok meslektaşımızın yaşadığı gibi...

İnanın bu meslekte bazen kararlar hiç istemeden, büyük üzüntüler duyularak alınır.
Yazının Devamını Oku

Bir manşet haberinin ortaya koyduğu gerçek

15 Ağustos 2007
MADDE bir: Türkiye döndü dolaştı, yine aynı yere geldi. <br><br>Abdullah Gül yine aday. Ama seçim, bu kez MHP’nin verdiği güvence sayesinde 367 krizi çıkmadan aşılacak.

Ve Abdullah Bey Türkiye’nin 11. cumhurbaşkanı olarak Çankaya’ya oturacak.

Madde iki: Başbakan Erdoğan seçim meydanlarında verdiği sözü tutmadı.

Başbakan dediği gibi uzlaşma aramadı, yine dayattı.

Baykal’ın tavşan benzetmesi üzerine başka adaylar çıkarmaktan da vazgeçti.

Şimdi sorun Abdullah Gül’ün tarafsız bir cumhurbaşkanı olup olmayacağı noktasında düğümleniyor.

Gül, Çankaya’da AKP’nin noterliğini mi yapacak, yoksa partilerüstü konumu mu benimseyecek?

Yani Tayyip Bey’in gönderdiği atama kararnamelerini Çankaya’nın süzgecinden geçirecek mi, yoksa hemen onaylayacak mı?

Meclis’ten gelecek AKP patentli yasaların Anayasa’ya uygun olup olmadığını incelettirip gerektiğinde veto müssesesini işletecek mi?

Yoksa onaylıyacak mı?

Devletin rejim açısından güvencesi olan kurumlarına yapacağı atamalarda dengeleri korumaya özen gösterecek mi?

Yoksa oralara AKP’nin dünya görüşüne uygun insanları mı seçecek?

* * *

Bütün bunlar birer bilinmez.

Ama Abdullah Bey’in kişiliğine, yetişip geldiği çizgiye bakarsanız rejim açısından rahat olmak zor.

Abdullah Bey, rejimi kollasa kendisini o makama seçen partisiyle ters düşecek.

Kollamasa AKP’nin noteri konumuna düşecek, bu tutum da ülkede gerginliklere neden olacak.

Kuşkusuz AKP’liler için dindar bir cumhurbaşkanı seçmek en büyük düştü.

Şimdi bu düş gerçekleşiyor.

İyi güzel de, laik demokratik Türkiye, Çankaya’da dindar bir cumhurbaşkanını taşıyabilecek mi?

Dindar bir cumhurbaşkanı rejimin güvencesi olan kurumları ele geçirmek isteyen AKP’ye engel olabilecek mi?

Yoksa onların önünü açıp Ilımlı İslam Devleti’nin yolunu mu kısaltacak?

Gerçi dün yaptığı açıklamada Gül, tarafsızlık sözü verdi. Ama bakalım bu sözleri tutabilecek mi?

Bunu yaşayıp göreceğiz.

* * *

Pazartesi günkü Hürriyet’in manşet haberi bu soruların tümüne yanıt getiren çok önemli bir belgeydi.

Batı uygarlığı ile bütünleşmek için 40 yıldır çaba harcayan Laik Demokratik Cumhuriyet’in haberdeki Meclis fotoğrafı çarpıcıydı.

Bu fotoğrafa göre eşleri türbanlı milletvekillerinin sayısı şöyle:

AKP 226, MHP 6, DTP 1, BBP 1, Bağımsız 1, CHP 0...

Toplam türbanlı eş sayısı 235. Geçen dönemde bu sayı 274’tü.

Düşme, AKP’nin milletvekili sayısının azalmasından ve 30 kadın milletvekilinin seçilmesinden kaynaklanıyor.

Bir ilginç bulgu da şu: Bolu, Karaman, Kilis ve Nevşehir’den seçilenlerin tümünün eşleri türbanlı.

Ardahan, Bartın, Edirne, Gümüşhane, Hakkári, Osmaniye, Tunceli’den çıkan milletvekillerinin eşlerinin ise tümü türbansız.

Burada bir noktayı daha vurgulamak gerekir: Eşlerin hepsi başörtülü değil, türbanlı.

İşte Abdullah Bey’i Çankaya’ya çıkaran Meclis’in fotoğrafı bu.

Hürriyet’in manşeti geldiğimiz noktayı bütün açıklığıyla gözler önüne seriyor.
Yazının Devamını Oku