16 Temmuz 2007
BAŞBAKAN kürsülerden bağırıyor: "4.5 yılda Türkiye’yi uçurduk, uçurduuuuk." <br><br>Şimdi Tayyip Bey’in Türkiye’yi nasıl ve nereye uçurduğuna bakalım: Dünyanın en yüksek faizi Türkiye’de...
Dolarlarını getirip Türk parasına çeviren yabancılar yüzde 22 faizi cebe indiriyorlar.
Bu nedenle Türkiye’ye giren sıcak para 80 milyar doları geçti.
Borsanın yüzde 72’si yabancı yatırımcıların elinde.
Bankacılık sisteminin yüzde 42’sini yabancılar satın aldı.
Bir kez daha AKP iktidar olursa bu oranın yüzde yüze yaklaşacağına kuşku yok.
AKP iktidarında 80 yıllık cumhuriyet dönemindeki kadar borç yapıldı...
Türkiye’nin borcu 407 milyar dolar oldu. Yoğun özelleştirmelere karşın borç azalmıyor hızla artıyor.
İşsizlik facia...
Resmi rakamlara göre 3 milyona yaklaşıyor. Gerçek rakam nedir bilinmiyor.
Avrupa’nın en pahalı mazotu Türkiye’de satılıyor...
Türk insanı elektriğe Avrupalı’dan on kat fazla para ödüyor...
* * *
Belki Tayyip Bey kızıyor ama ne yapalım. Döküme devam:
Türkiye’deki büyümenin bütün rantını nüfusun sadece yüzde 5’i paylaşıyor. Yüzde 95’i havasını alıyor.
Bütün ekonomilerde büyüme görüldü. Türkiye’deki büyüme gelişmekte olan ülkeler ortalamasının altında kaldı. Yatırım yaparak, üretimi artırarak değil, ithalatımızı patlatarak, borçlanarak büyüyoruz.
4.5 yıllık AKP iktidarında yoksulluk, yolsuzluk, yoksunluk görülmemiş boyutlara çıktı...
Yolsuzluk ve talanın adı AKP ile bütünleşti
Vatandaş buna "Ali Dibo" adını taktı. Hemen her ilde "Ali Dibo"lar patladı.
Medya Başbakan ve bakanların çocuklarının 4.5 yılda nasıl servet sahibi oldukları haberleriyle doldu taştı...
AKP yandaşları para ve servet sahibi olurken 18 milyon insan yoksulluk sınırının, 1 milyon insan da açlık sınırının altında kaldı...
İşçi, memur, küçük esnaf, çiftçi başta olmak üzerene bütün dar gelirli kesimler perişan hale getirildi.
AKP iktidarının beceriksizliği yüzünden terör yeniden tırmanışa geçti...
Dış politikada hemen her mevzi yitirildi veya yitirilme noktasına getirildi...
Kıbrıs davasının peşi bırakıldı...
Avrupa Birliği Allah’a havale edildi.
Yunanistan’la sorunlar belirsizliğe itildi.
Kuzey Irak’taki gelişmeler sadece seyrediliyor.
* * *
Bütün bu döküme karşın Tayyip ile Abdullah Gül halkın karşısına çıkıp "Türkiye’yi uçurduk, uçurduuuk" diye bağırıyorlar.
353 milletvekiliyle 550 kişilik parlamentoda cumhurbaşkanı seçemeyen bir iktidar olarak boyunlarını büküp mazlumu oynuyorlar.
Meydanlarda din tüccarlığı yaparak, yoksul insanlara sadaka dağıtarak onların oylarını satın almaya çalışıyorlar.
Oy uğruna tarikatlara, cemaatlara teslim oluyorlar.
Sizce Tayyip Bey neden muhalefetten fellik fellik kaçıyor?
Adamın önüne yukarıdaki dökümü koyuverirler de ondan.
Yazının Devamını Oku 14 Temmuz 2007
12 Eylül askeri darbesinden sonraki dönem... Bazı sakıncalı politikacılar, Çanakkale’deki Zincirbozan askeri kampına kapatılmıştı.
Bu politikacılardan biri de İhsan Sabri Çağlayangil’di.
Çağlayangil’in anılarındaki şu ilginç olayı okuyalım:
Zincirbozan komutanı Amiral ile Deniz Baykal arasında üzücü bir olay yaşandı. Biz yemekte iken emir subayı bize bir káğıt getirdi.
"Bunu lütfen imzalayınız" dedi.
"Nedir bu?" dedik.
"Efendim usulen tahliye kararını tek tek tebliğ ediyoruz."
Demirel dahil getirilen káğıdı okuma gereği bile duymadan imzaladık.
Emir subayı, káğıdı imzalatmak için Deniz Baykal’a götürmüş.
Baykal okumuş, bakmış ki tebliğe bağlı olarak hepimizin imzaladığı káğıtta, tahliye ile birlikte "Zincirbozan günlerini hiçbir surette eleştirmeyeceğiz" diye bir ibare var.
"Ben bunu imzalamam" demiş.
Emir subayı komutana durumu bildirmiş, komutan da Baykal’ı çağırmasını söylemiş.
Baykal yanına gelince onun koluna girmiş, "Sizinle yemekhanede konuşalım" demiş. Başlamışlar tartışmaya.
* * *
Ben seslerini duyarak odaya girdiğimde, ikisi de oldukça öfkeliydi. Tartışıyorlardı. Deniz Baykal, "Böyle bir metni imzalatmaya hakkınız yok" diyordu. Komutan elini hırsla masaya vurdu:
"Ben Türk ordusunun bir amiraliyim. Bunu imzalayacaksınız diyorum ve bunu imzalamaya mecbursunuz."
Baykal aynı şekilde elini masaya vurdu:
"Sizin de karşınızda bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı var. İmzalamıyorum."
Ben araya girdim. "Şu metni getirin de bir okuyalım" dedim.
Metin getirtildi. Okuduk. Metinde tahliye kararıyla birlikte ilerde Zincirbozan günlerinin hiçbir şekilde tartışılmayacağı, eleştirilemeyeceği ibareleri vardı.
Amiral, "Ne var bunda? Biz burada sizi elimizden geldiğince rahat ettirmeye gayret etmedik mi?" diyordu.
Baykal da, "Ben ilerde bu tasarrufu eleştireceğim. İlerde eleştireceğim bir olayı eleştirmeyeceğim diye niçin imza vereyim?" diye karşılık veriyordu.
Amiral bize karşı gerçekten saygılı ve dikkatli davranmıştı. Ona dedim ki:
"Sizin burada bize gösterdiğiniz tavra bir diyeceğimiz yok. Ama bizi buraya siz getirmediniz. Buraya geliş biçimimizin nedenini eleştirme hakkımız hep olacaktır."
Amiral durdu, düşündü. Emir subayına döndü, "Sadece radyoda okunan tahliyeyi belirten bir metin yazarak imzalarını alınız" dedi ve elinde tuttuğu bizim imzaladığımız, Baykal’ın imzalamadığı káğıdı yırtıp attı.
* * *
Bugün seçim yaklaştıkça daha yoğun olarak sürdürülen bir kampanya var.
AKP’nin yeniden iktidar olmasını sağlamak amacıyla yürütülen bu kampanyayı Batılılar yerli işbirlikçileri eliyle yürütüyorlar.
İşlenen şu:
"CHP faşist parti, Baykal faşist, asker yanlısı ve darbe destekçisi."
AKP ve Erdoğan ise liberal demokrat ve istikrarın güvencesi..."
Türkiye bu densiz oyunu 22 Temmuz’da yenmek gücüne sahiptir.
Tek yapılması gereken, sandığa gidip oy kullanmaktır.
Yazının Devamını Oku 13 Temmuz 2007
AMERİKAN Büyükelçiliği bilmem ne danışmanı, kalkıp Atatürkçü Düşünce Derneği’ne gidiyor. Ve hesap soruyor:
"Cumhuriyet mitinglerini nereden finanse ettiniz?"
Biliyorum bu mitingler AKP’yi destekleyen Washington’u çok rahatsız etti.
Ama böyle bir soru sorma hakkını Bush yönetimi kendisinde nereden buluyor, onu anlamadım.
Washington, mitinglerin kaynağını merak edeceğine, Kürt gruplar eliyle terör örgütü PKK’ya giden Amerikan silahlarının hesabını versin.
Ankara’daki AKP iktidarına vermeye gerek duymuyor olabilir ama Türk halkına vermek zorunda.
Anlayamadığım bir şey daha var.
ADD yönetimi, büyükelçilik siyasi işler bilmem nesini neden kabul etti?
Neden böyle bir soruya muhatap oldu?
Neden ADD Başkanı, bu soruyu soran büyükelçilik görevlisine "Görüşme burada sona ermiştir. Güle güle" diye kapıyı göstermedi?
* * *
Şimdi gelelim içinden çıkılamaz hale getirilen cumhurbaşkanlığı sorununa...
Önce kendisi için uzun süre nabız yoklayıp düşündü Tayyip Bey.
İşin çıkmaz olduğunu anlayınca sağ kolu Abdullah Gül’ü ileri sürdü.
Gül, seçileceğine kesin inanıyordu.
Ama evdeki hesaplar çarşıya uymadı.
O zaman Erdoğan, Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Demirel’in yıllardan beri önerdiği, kendisinin de dudak büktüğü önerisine kurtarıcı gibi yapışıverdi.
"Meclis seçecek, Meclis’teki bir AKP’li seçilecek" dayatmalarını unuttu ve "cumhur" seçsin diye tutturdu.
Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi için gerekli hiçbir hukuki altyapıyı hazırlamadan Anayasa değişiklikleri paketini Meclis’ten geçirtti.
Yangından mal kaçırır gibi...
Şimdi seçimden sonra 21 Ekim’de halkoylaması yapılacak.
Bu kez de döndü, "11. cumhurbaşkanını yeni Meclis seçecek. Bu kez uzlaşma arayacağız" dedi.
* * *
Kendisini ve partisini istikrarın güvencesi olarak gösteren ve bununla övünen Başbakan’ın son 3 aylık istikrar karnesi de işte böyle...
Tam bir tutarsızlık belgesi...
Her gün birbiriyle çelişen görüşler ileri süren Erdoğan’ın bu tutarsız tutumu, işleri arapsaçına çevirdi.
11. cumhurbaşkanını Meclis seçerse 21 Ekim’deki referandum yapılabilecek mi, yoksa Anayasa paketi değişikliği kadük mü olacak?
Gelin çıkın işin içinden bakalım.
Meclis’te uzlaşma olmayacağına göre Erdoğan referandumu öne almaya çalışacak, o zaman işler daha da karışacak.
Oysa baştan itibaren tutarlı bir yol izleyip muhalefetle uzlaşsaydı, toplumun geniş kesimi tarafından da kabul edilebilecek bir ismi aday olarak belirleseydi, şimdi bu sorunlarla uğraşmıyor olacaktı Türkiye...
Üstelik de şu anda Çankaya’da bir cumhurbaşkanı, büyük olasılıkla da bir AKP’li oturuyor olacaktı.
Ben Tayyip Bey’in ne yapmak istediğini anlamadım.
Ama bir şeyi çok iyi anladım.
Tayyip Bey, sağ kolu olan kader arkadaşını bu işte fena harcadı.
Yazının Devamını Oku 11 Temmuz 2007
ÖNCE Maliye Bakanı Unakıtan’ın marifetlerini anlatalım.<br><br>Unakıtan gırgır bir adamdır. Sohbeti canlı ve renklidir. Hemen her konuda espri yapar, bol bol kahkaha atar. Tipi de karakterine uygundur.
Tayyip Bey dáhiyane bir kararla Unakıtan’ı Eskişehir’e yolladı.
"Orada işler iyi değil. Git orayı derle toparla..." diye de talimat verdi.
Başbakan’ından bu talimatı alan Unakıtan, birden Eskişehirli kesiliverdi.
Birileri ona şu aklı verdi:
"Eskişehir futbola düşkündür. Eskişehirspor’u ayağa kaldırırsan AKP’yi de ayağa kaldırırsın."
Unakıtan cin gibi adam, nereden ne kazanılacağını çok iyi bilir.
Zaten siyasetten önceki serbest meslek yaşamı da bu bakımdan son derece başarılıdır.
Örneğin, "naylon fatura" uzmanı olarak tanınır. Bu konuda kimsenin eline su dökemeyeceği söylenir.
Naylon fatura düzenlemekten hakkında davalar vardır.
Ama dokunulmazlığı nedeniyle yargılama yapılamamaktır.
* * *
Unakıtan’ın Maliye Bakanlığı’na geldikten sonra ne kadar cin olduğunu, şeytana bile külahını ters giydirdiğini, gerek "mısır", gerekse "yumurta" olaylarında gördük.
Doğrusu bu konulardaki becerisiyle hepimize parmak ısırttı.
Şimdi de Eskişehir’de siyasi rakiplerine parmak ısırtıyor.
Halk Bankası’na emir veriyor, esnafın borçlarını erteletiyor.
Eskişehirspor’a iki futbolcu transfer ediyor.
Bunlardan biri, spor sahalarında finalin finalini oynayan eski Beşiktaşlı Sergen Yalçın...
Öteki de Coşkun...
Maliye Bakanı’nın, bu iki futbolcuya 1 milyon YTL’nin epeyce üzerinde bir para verdiğini yazıyor gazeteciler.
Şimdi milyonlarca insan merak ediyor: "Unakıtan bu paraları nereden buldu?"
Bunun hesabını kamuoyuna açıklaması gerekir.
Maliye Bakanı’nın yaptığı bu transferin kaynağı araştırılmalıdır.
Unakıtan bununla da kalmıyor, iki futbolcuyla halkın huzuruna çıkıp soruyor:
"Söyleyin başka kimi getireyim?"
Halk bağırıyor:
"Ronaldinho... Ronaldinho..."
Maliye Bakanı söz veriyor:
"Birinci Lig’e çıkın onu da getiririm..."
"Bravo... Yaşşa... En büyük Unakıtan... Türkiye seninle gurur duyuyor..."
* * *
Gelelim İzmir mitingine...
AKP çok iddialıydı.
Başbakan, il örgütünden Cumhuriyet Mitingi’ni gölgede bırakacak bir miting istiyordu.
Kollar sıvandı... Çuval çuval para harcandı...
Alkolsüz kolonyalı mendiller, halkı ferahlatacak soğuk su fıskıyeleri bile hazırlandı.
Ama aynı meydanda düzenlenen taşımalı, toplamalı mitinge tüm gayretlere rağmen 25-30 bin kişi toplanabildi.
Cumhuriyet Mitingi’nde aynı meydana koşa koşa gelen insanların 40’ta biri...
Yazının Devamını Oku 9 Temmuz 2007
ÜLKENİN içinde bulunduğu durumu gördükçe içimde bir şeyler kopuyor.Petkim’in satışını hep birlikte yaşadık. Satılan sıradan bir kurum değil.
Bu kadar ciddiyetsizlik olur mu? Bu kadar duyarsız davranılır mı?
Koca Petkim’i sattık ama kime sattığımızı bilmiyoruz.
Kuşkusuz özelleştirme çok önemli ve gerekli.
Ama bunun bir plan içinde özenle yapılması gerekir.
Ciddi bir devlet, varını yoğunu bir talan anlayışıyla satmaz.
Ülkeyi yönetenlerin böyle bir hakkı yok.
Baksanıza satış tamamlandıktan sonra alıcıların içinden kimler kimler çıkıyor.
Ondan sonra da devlet adamlığında on paralık nasibi olmayan birtakım adamlar çıkıyor, "Gerekirse iptal ederiz" diyorlar.
Basit bir örnek verelim.
Sizin büyük bir apartmanınız var.
Binayı elden geçirtmeniz gerekiyor. Bunun için para lazım.
Ne yaparsınız? Bazı katları satarsınız.
Elde edeceğiniz gelirle de binayı tamir ettirirsiniz.
Hiç tanımadığınız, sokaktan geçen insanlara satar mısınız apartmanınızın bazı katlarını?
* * *
İşte AKP, büyük bir fütursuzluk içinde bunu yapıyor.
Onca emeklerle, sıkıntılarla kurulmuş Petkim’i kim olduklarını bilmediği insanlara satmakta bir sakınca görmüyor.
Devleti yönetenlerin bu kadar duyarsız, ciddiyetsiz davranmaya hakları olabilir mi?
Bu ne biçim bir mantıktır, bu nasıl bir anlayıştır?
Nitekim satın alan grubun en büyük ortağının Rusya Ermeni lobisinin en etkin ismi olduğu ortaya çıkıyor: Ruben Vardanian...
Şimdi gazetelerden Ruben Vardanian’ın patronu olduğu Rus Troika Dialog Bankası’nın 1991 yılında kurulduğunu ve dünyadaki Ermenilerin paralarını tek elde toplamayı amaçladığını öğreniyoruz.
Hedef de güçlü Ermenistan’ı kurmak...
Doğrudur, yalandır o başka...
Dünyanın hangi ülkesi, önemli bir kuruluşunun satışında bu kadar duyarsızlık içinde olabilir.
Şimdi Erdoğan bu skandalı çıksın kürsülerde anlatsın bakalım.
* * *
Ya cumhurbaşkanlığı seçimi? O da bir ayrı komedi. Ne olacak şimdi?
Erdoğan’ın dayatma politikası yüzünden ülke bu çıkmaz noktaya geldi.
Hangi birini sayalım...
Dış politika deseniz tam deyimiyle "Allah’a emanet".
Örneğin, Kuzey Irak konusu... Çaresizlik içinde kıvranıp duruyoruz.
Kıbrıs bir belirsizliğin içine itildi. Ne olacağını kimse bilmiyor.
Terör aldı başını gidiyor.
Hükümet ise her şeyi bir yana bırakmış, devlet gücüyle topladığı muazzam parayı seçmene dağıtarak oy avcılığı yapıyor.
Ekonomide Türkiye’nin uçtuğu söylemleri her tarafı kaplıyor.
Evet uçuyoruz ama freni boşalmış bir otobüsün içinde bilinmeyen bir yöne doğru...
Nereye toslayacağımız belli değil.
İnsanın söylemeye dili varmıyor ama görünüm tam anlamıyla "Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete" gibi bir durumu yansıtıyor.
Önümüzdeki tek kurtuluş 22 Temmuz’daki sandık.
Ona sarılmaktan başka çaremiz yok.
Herkes aklını başına alsın. Bilelim ki Türkiye için başka kurtuluş yolu yok.
Yazının Devamını Oku 7 Temmuz 2007
ÜÇ padişah görmüş, Atatürk, Celal Bayar, Adnan Menderes, Demirel, İsmet Paşa ve Evren’le çalışmış... Valilik, emniyet müdürlüğü dahil 30 yıl devlet hizmetinde bulunmuş, 1965-1980 arasında 10 yıl Dışişleri Bakanlığı yapmış olan İhsan Sabri Çağlayangil’in anıları yayınlandı.
Çağlayangil çok renkli bir insandı. Çok çapkın olarak tanınırdı. Bu renkli insanın anıları da renkli.
Birkaçını Gazeteci Tanju Cılızoğlu’nun hazırladığı, Bilgi Yayınevi tarafından çıkarılan kitaptan aktaralım.
İhsan Sabri 50’li yıllarda Antalya valisidir. Başbakan da Adnan Menderes.
Başbakan, Antalya’ya gelir ve ilk gün heyetleri kabul eder. Akşam Çağlayangil, Başbakan onuruna bir yemek verir.
Yemekte Menderes, heyetlerin şikáyetçi olduğunu söyler.
- Sen Lara’ya plaj yaptırmışsın. Orada kadınları seyrediyormuşsun.
- Bunlar çapkın vali görmemişler.
- Çapkın vali nasıl olurmuş?
Çağlayangil şu fıkrayı anlatmış:
"Eski dönemlerde Halep’te çok çapkın bir vali varmış. Evleri sıraya koymuş. Her evde on yediden yetmişe iş bitiriyormuş. Halk önce Dahiliye Nazırı’na şikáyet etmiş. Yanıt yok. Sonra mazbata yapıp Sadrazam’a başvurmuşlar, yine yanıt yok. Bir gün Padişah Abdülhamid bir telgraf almış, ’Hünkárım bizim eve iki kaldı’. Padişah bir şey anlamamış. Mazbatayı buldurunca durum anlaşılmış. Vali, yangın gibi geliyor."
Menderes uzun uzun gülmüş. Çağlayangil sormuş:
- Siz o heyetlere ne cevap verdiniz?
- Biz validen memnunuz, siz kadınlarınıza mukayyet olunuz, dedim.
* * *
İhsan Sabri, BM toplantısına katılmak için New York’a bir gidişinde ünlü aktris Elizabeth Taylor’la tanışmasını şöyle anlatır:
"İran’ın Washington Büyükelçisi bir gece yemek verdi. Ünlü sanatçıları da çağırmıştı. Yemekte sağıma Senato Dışişleri Komisyonu Başkanı’nın eşi, soluma da Elizabeth Taylor oturmuştu.
Amerikan silah ambargosunun uygulandığı yıllar. Bütün ilgimi komisyon başkanının eşi üzerinde topladım. Bir ara Elizabeth Taylor, ’Hiç böyle şey görmedim. Varlığım inkár ediliyor. Bütün dikkatinizi sağınızda topladınız’ dedi.
Yaptığım hatayı anlamıştım. Tamir etmem lazımdı:
’Ben sizin tarafınıza bakamam. Çünkü gözleriniz o kadar anlamlı ki... Baktıkça insanın başı dönüyor. Düşecek gibi oluyor.’
Bir kahkaha attı:
’Çevir kazı yanmasın, gibi olsa da konuşma hoşuma gitti. Sizi bir dansla ödüllendireceğim.’
Dansa kalktık."
* * *
Bir anı daha:
"Antalya valisiyim. Kapı çalındı, bir güzel hanım içeri girdi:
- Ben BM’de FAO’ya bağlı çalışıyorum. Beslenme konusunda köylerde incelemeler yapacağım.
- Sizi ben götürürüm.
Kalktık gittik. Birkaç köyü gezdik. İncelemeler yaptı. Sonra birlikte yemek yedik. Antalya’ya dönerken bana, ’Ben size çok acıdım vali bey’ dedi.
- Neden acıdınız?
- Çünkü burası o kadar güzel bir doğa parçası ki, burada şiir yazılır, eğlenilir, aşk yapılır. Burada görev yapılmaz.
Kendilerine şu cevabı verdim:
- Söylediklerinizi yapmaya valilik mani değil ki..."
Yazının Devamını Oku 6 Temmuz 2007
AKP’lilere sorarsanız yüzde 40’tan başlayıp yüzde 50’lere kadar çıkıyorlar. <br><br>CHP’liler "Mümkün değil... Yüzde 30’u aşamazlar. Biz birinci parti olabiliriz" diyorlar. MHP’liler, DP’liler, AKP’ye yüzde 30 bile vermiyor.
Hele Erbakan, TV’lerde yaptığı konuşmalarda, gazetelere verdiği demeçlerde, "Milli Görüş’e ihanet eden bu gafiller"in hezimete uğrayacaklarını iddia ediyor.
"AKP’ye oy vermek, cehenneme bilet almak gibidir. Halkımızı uyarıyorum, harakiri yapmasınlar" diyor.
Şimdi bu kadar değişik iddialar karşısında gelin çıkın işin içinden.
Bu arada AKP yüzde 40’ın üzerine çıkabilmek için bütün devlet olanaklarını kullanıyor. Kömür, erzak, hediye dağıtıyor.
Hatta bazı iddialara göre, Kuran’a el bastırıp altın veriyor, nakit para yardımında bulunuyor.
Bunlar hem yasalara aykırı, hem de siyasi ahlaka...
Ama burası Türkiye, burada herkes istediğini yapar.
Sizin, benim ödediğimiz vergilerden harcanan paralarla resmen AKP’ye oy satın alınıyor.
Bunun hesabını sormak ise kimsenin aklına gelmiyor.
* * *
Başbakan’ın yaptıklarına bakın.
Seçim kampanyasını bile devletin sırtına yükledi.
Mitinglerini TOKİ’ye düzenletiyor, devletin uçağını, helikopterini kullanıp halktan partisine oy topluyor.
Sonra da kasım kasım, "Hiçbir parti bizim yarımız kadar bile miting yapamaz" diye kürsülerden bağırıyor.
Yapamazlar tabii... Hiçbir partinin AKP gibi bitmeyecek, tükenmeyecek parayla dolu havuzu yok ki...
Devletin uçakları, helikopterleri, otobüsleri onların emrinde değil ki...
Devletin valileri, emniyet müdürleri ve bilumum bürokrasisi onlara hizmet etmiyor ki...
Devlet olanaklarını onların ayaklarının altına sermiyor ki...
Peki nasıl demokrasi bu böyle?
Malum çevreler tarafından en demokrat parti ilan edilen AKP’ye bakın, devlet olanaklarını nasıl fütursuzca kullanıyor.
Sanki ülke babalarının çiftliği.
AKP’ye giren sosyal demokratlar ve enteller, vicdanlara sığmayan bu antidemokrat tutumu görmezden geliyorlar.
Ya demokrasi komiserliği yapan Avrupa Birliği ile Amerika?
Türkiye’de bugüne kadar görülmemiş bir komedi oynanıyor.
NOT YORUM
Barış’a nasıl içim yandı, nasıl...
BARIŞ, gençliğini yaşayamadan kanatlanıp uçuverdi, barışı bir türlü yakalayamayan dünyadan.
Ölümle sürdürdüğü zorlu savaşta ne yakışıklılığı, ne yeteneği, ne de tertemiz ruhu ona yardımcı olabildi.
Kaç gündür umutla bekliyordum.
Aslında umutsuzdum ama yine de umutla bekliyordum.
Ne yazık ki umut bir türlü yeşermedi.
Trafik terörü onu da aldı götürdü.
Yollarımızın standardını yükseltemediğimiz, uluslararası kuralları oturtamadığımız sürece daha çok acılar çekeriz.
Annesine, babasına, sevenlerine Tanrı’dan sabır diliyorum.
Yazının Devamını Oku 4 Temmuz 2007
ASLINDA olay yeni değil. Ama Deniz Baykal, AKP’nin Kuzey Irak konusundaki duruşunu vurgulamak amacıyla yeniden gündeme getirdi. 22 Eylül 2003’te Dubai’deki IMF ve Dünya Bankası’nın yıllık toplantıları sırasında ABD ile bir anlaşma imzalandığını söyledi. Şöyle dedi:
"AKP 1 milyar dolar hibe karşılığında ABD’ye Kuzey Irak’a girmeme taahhüdünde bulundu."
Kıyamet koptu... Önce Erdoğan yalanladı:
"Baykal’ın iddiaları edep, adap seviyelerini aşan bir yaklaşım tarzı. Ne ben, ne arkadaşlarım böyle bir sözün altına imza atmıştır. Baykal iddiasını ispatlayamazsa ona ne deneceği de malumdur. Müfteri çok hafif kalır."
Gül de esip yağdı:
"İftira... Böyle bir anlaşma imzalanmamıştır."
Ali Babacan da "Yalan" dedi.
Bunun üzerine Baykal, "Olay kesinlikle doğrudur" diye açıklama yaptı ve belgeyi gazetecilere gösterdi.
* * *
Olayı, MHP Ankara ikinci bölge adayı, ABD’yle çetin tezkere pazarlıkları yapan Büyükelçi Deniz Bölükbaşı’na sordum.
Anlattıkları şöyle:
"Böyle bir anlaşma var. Bu anlaşma Devlet Bakanı Ali Babacan tarafından 22 Eylül 2003 tarihinde imzalandı."
Sonra da olayı anlattı.
12 Nisan 2003 tarihinde Amerikan Kongresi, Ek Ödenek Yasası’nı kabul etti.
16 Nisan’da yasa Bush tarafından imzalandı ve yürürlüğe girdi.
Yasa, Körfez Savaşı nedeniyle Ürdün, Mısır ve Türkiye’ye 2 milyar 422 milyon dolar ekonomik destek sağlanmasını öngörüyor.
Bu paranın 1 milyar doları da Türkiye’ye verilecek. Yasada ikinci bir seçenek de var.
Türkiye ya bir milyar dolar hibe alacak, ya da 8.5 milyar dolar uygun koşullu krediyi tercih edecek.
Buraya kadar güzel, ancak yasada bir koşul maddesi var.
Türkiye, Irak harekátında Amerika’ya yardım edecek ve Kuzey Irak’a harekát yapmayacak.
* * *
Bu yasa Baykal’ın açıkladığı gibi Dubai’de eylül ayında Devlet Bakanı Ali Babacan ile ABD Hazine Bakanı John Snow tarafından imzalandı.
Anlaşma, devlet bakanlığı tarafından da açıklandı ancak açıklamada Türkiye’nin Kuzey Irak’a harekát yapmama koşulu gizlendi.
Anlaşmanın hukuken yürürlüğe girebilmesi için iki ülke arasında nota teatisi yapılması gerekiyor.
Bunun için anlaşma Dışişleri’ne gönderiliyor ve Deniz Bölükbaşı’nın önüne geliyor.
Deniz Bölükbaşı, anlaşmadaki Kuzey Irak’a girmeme koşulunu görünce şaşırıyor ve "Bu kabul edilemez" diye karşı çıkıyor.
Bakanlık da durumu Başbakanlığa bildirince ortalık karışıyor. Muhalefet ve Silahlı Kuvvetler buna karşı çıkıyorlar.
Başbakanlık bu maddenin düzeltilmesini istiyor.
Ancak ABD Dışişleri, maddenin düzeltilmesini "Yasa yürürlüğe girdi. Değişmesi söz konusu değil" diye kabul etmiyor.
Sonuç alınamayınca da anlaşma yürürlüğe girmiyor.
Deniz Bölükbaşı’nın aktardıkları özetle böyle.
Bölükbaşı şöyle diyor:
"Başbakan ve bakan, yalan diye ısrar ediyorlarsa kendilerine imzalı anlaşmayı takdim edebilirim. Dini ahlak, yalan söylememeyi gerektirir."
Bizim "Minareyi çalan kılıfını hazırlar" diye çok bilinen bir atasözümüz vardır.
Ama bu kez minareler kılıflara sığmadı.
Yazının Devamını Oku