25 Ağustos 2008
BAŞBAKAN, "Çevrecilerin daniskasıyım. Asıl çevreci benim" diyor.<br><br>Haklı, hem de yerden göğe kadar haklı. Kendileri İstanbul Emniyet Mahallesi’nde yıllarca kaçak bir evde ikamet buyurdular.
Hálá da o evde, pardon apartmanda oturuyorlar.
Benim bildiğim kadarıyla aldıkları villaya henüz taşınmadılar.
Ama herhalde Başbakan olduktan sonra bu evin, kaçaklığı kuçaklığı kalmamıştır.
Onun için oturmalarında bir sakınca yok...
Başbakan’ın çevrecinin daniskası olduğuna dair bir örnek daha...
Kendileri belediye başkanlığından önce ormanı gasp ederek evler yapmaktan yargılanmıştı.
10 ay da hapse mahkûm olmuştu.
Eğer bu mahkûmiyet bir yılı geçseydi sanırım Erdoğan ne belediye başkanı olabilecekti, ne de başbakan.
Şimdi tüm işsiz güçsüz çevreci dostlar ellerini vicdanlarına koyup düşünsünler.
Var mı içlerinde böylesine çevrecinin daniskası olan.
* * *
Başbakan çevrecilik konusunda belediye bakanlığından beri neler yaptığını İstanbulluların çok iyi bildiğini de söylüyor.
"İstanbul susuzdu. 180 kilometreden su getirdik. Çevreciler o zaman da ağaçları söküyorlar diye karşımıza dikildi" diyor.
İyi güzel de İstanbul aradan bunca yıl geçtikten sonra hálá bir damla suya muhtaç durumda.
1994 yılından beri belediye kendi ellerinde.
Nerede bu 180 kilometreden getirdikleri sular?
Demek ki çevre sorunlarını çözmek için çevrecilerin daniskası olmak yetmiyor.
Gerçek çevreci olmak, akıl ve bilimle iş yapmak gerekiyor.
* * *
Başbakan, "Hamdolsun hortumları kestik" diyor.
Yandaşlarına, partililerine, devlet bankalarından verdirilen milyonlarca dolarlık krediler hortumlama değil mi?
Bankaları hortumlayanların yaptıklarından ne farkı var?
O da hortum, bu da hortum.
Hem de hortumun daniskası...
* * *
Başbakan, "Tüyü bitmemiş yetimin hakkını yedirmedik, yedirmeyeceğiz. Aksi varsa bunu aramızda barındırmayacağız" diyor.
Devri iktidarlarında cumhuriyet tarihinin rekorlarının kırıldığı yolsuzluk olaylarında kimin hakları yeniyor?
Örneğin, yardımcısı olan Dişli arkadaşın aracılık yaptığı olay.
Köylünün elinden ucuza alınan, imar planı değiştirilip üç dört misline satılan arsa olayında gariban köylülerin hakkı yenmedi mi?
Tüyü bitmemiş yetimin hakkını böyle mi koruyor Başbakan?
Yardımcısına ses çıkarmayarak mı?
* * *
İstanbul’un talan edildiğini bilmeyen yok.
İstanbul’da yaşayanlar her gün bu talanı kendi gözleriyle görüyorlar.
İmar planı değişikliğiyle ilgili binlerce dosya belediye meclisinde hallediliyor.
Bu işlerin hallinde trilyonlarca lira döndüğü her yerde konuşuluyor.
Kimbilir bu talanda kaç milyon tüyü bitmedik yetimin hakkı uçup birilerinin cebine giriyor.
Bunların hepsinin hesabı, günü geldiğinde tek tek sorulacak.
Gerçek hortumlar ve hortumcular ortaya çıkacak ve hak ettikleri cezayı çekecekler.
Yazının Devamını Oku 23 Ağustos 2008
HER Kurban Bayramı’nda kentlerimizin sokaklarında yaşanan ilkellik ve vahşet hangimizi rahatsız etmiyor? Hayvanların ortalık yerlerde canlı canlı boğazlanıp her yerin kan gölüne döndürülmesine, dinimizin koyduğu kuralların bu kadar ilkel ve vahşi bir şova dönüştürülmesine hangimiz isyan etmiyor?
Bu vahşeti zorunlu olarak izleyen çocuklarımızın korku içinde kaldıklarını hangimiz bilmiyor?
Hülya Avşar cesaretle işte bu gerçekleri vurgulamış, bu vahşetin sona erdirilmesi gerektiğini yazmış.
Başlık olarak da küçük bir çocuğun babaannesine içindeki isyanı anlatan "Hayvan keserek bayram yapan bir dini aklım almıyor" sözlerini almış.
Hülya Avşar’ı bu yürekliliği gösterdiği için kutluyorum. Yerden göğe kadar haklı.
* * *
Doğal olarak Hülya Avşar’ın bu çok önemli uyarılarına bir sürü yobaz kafalı tepki gösterdi.
Oysa her Müslüman’ın Hülya Avşar’a kızmak yerine onun uyarılarına kulak vermesi gerekir.
Çünkü inançlı bir Müslüman olan Hülya Avşar dinini korumak istiyor.
"Türkiye’de bana göre alttan hiç kimsenin tahmin etmediği, Müslümanlığa farklı bakan bir jenerasyon geliyor.
...Evet yine söylüyorum; yeni jenerasyon hayvanların gırtlağını göstere göstere keserek bayram yapan bir toplum istemiyor."
Haksız mı?
Yobaz kafalıların İslamiyet’i katı, mantık dışı, çağın gerçeklerini dışlayıcı bir anlayışla sürdürme ısrarları, alttan gelen jenerasyonu dininden soğutmuyor mu?
Çünkü dinin ticaretini yapan yobaz kafalılar, İslamiyet’i kara, kapkara bir din olarak gösteriyorlar.
İnsanları Allah ile korkutuyorlar. Saldıkları korku sayesinde yürüttükleri iğrenç düzenlerini sürdürmek istiyorlar.
İslamiyet’e en büyük kötülüğü bu kafalar yapıyor.
Öteki İslam toplumlarının haline bakın. İçlerinde tek çağdaş, uygar, demokratik düzenle yönetilen ülke Atatürk’ün laik Türkiye Cumhuriyeti.
* * *
Akıllı, mantıklı, sorgulayan insanların elinde din çok daha güzel, öğretici ve kutsal...
Önceki gece bir TV kanalında Hatice Koç adlı genç kızla yapılan röportajı izledim.
Dindar, inançlı, akıllı, mantıklı bir genç kız.
Sivaslı. ÖSS’de Türkiye 9’uncusu olmuş ve Hacettepe Tıp Fakültesi’ni kazanmış. Doktor olacak.
Ancak babası asgari ücretli bir işçi. Hatice’nin iki kardeşi daha var.
Babası zorlanıyor. Ancak Sivas Valisi, Hatice’ye yardımcı olacaklarını söylüyor.
Hatice çok mutlu ama heyecanlı. Ankara’yı hiç görmemiş.
"Gider gitmez ilk işim Anıtkabir’i ziyaret etmek olacak. Atatürk’e dua edeceğim. Sonra gidip kaydımı yaptıracağım" diyor.
Hatice türbanlı. Muhabir, "Üniversiteye gidebilmek için başını açman gerekecek, ne yapacaksın?" diye soruyor.
Hatice hiç tereddüt etmeden, "Açacağım. Türban takmakta ısrar edersem bunca yıl verdiğim emeklerimin anlamı kalmayacak" diyor.
Muhabir ikinci bir soru yöneltiyor: "Peruk mu takacaksın?"
"Hayır, kendi saçımla gireceğim okula."
Hatice aklı ve mantığıyla hareket ediyor.
İnancı azalıyor mu?
Asla... Tersine çok daha güçlü ve değerli hale geliyor.
Yazının Devamını Oku 22 Ağustos 2008
ECEVİT başbakanken ne zaman yurtdışına gitse, muhalefet lideri Demirel hemen lafı gediğine koyardı: "İçeride bunaldığı için kendini dışarılara attı."
Demirel’in bu sözleri siyaseten söylenmiş olsa da iki lider arasında siyasi polemik yaratırdı.
Ecevit yanlısı yazarlar ile Demirel’i tutanlar birbirlerine girer, günlerce tartışırlardı.
Cumhurbaşkanı Gül ile Başbakan Erdoğan arka arkaya yurtdışına gittikleri zaman hep 1970’lerdeki bu siyasi fotoğraf aklıma gelir.
Son zamanlarda her ikisinin de içeriyi biraz boşlayıp dış sorunlara ağırlık verdikleri bir gerçek.
Üstelik ilgilendikleri, arabuluculuk yapmak istedikleri sorunlar Türkiye’nin kronikleşmiş sorunları da değil.
Hepsi bölgeyi ve dünyayı ilgilendiren konular.
Örneğin, Ortadoğu’da Amerika’nın bile beceremediği barışı kurmak istiyor Abdullah Bey ile Tayyip Bey.
Her ikisi de Kafkaslar için yeni bir barış modeli öneriyor.
İran ile Batı arasındaki anlaşmazlıklara çözüm arıyorlar.
Ama yıllardan beri çözüm bekleyen Kıbrıs konusuyla, Ege sorunuyla, Kuzey Irak’taki gelişmelerle pek ilgilenmiyorlar.
* * *
"Darfur Kasabı" olarak dünyada nefret toplayan ve demokratik ülkeler tarafından aforoz edilen Sudan Devlet Başkanı’nı Türkiye’ye çağırıp baş tacı ediyorlar.
Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin "soykırım yapmakla" suçladığı bu zatı, İstanbul’da üst düzey devlet protokolüyle ağırlıyorlar.
Adam da İstanbul’da bir basın toplantısı yapıyor ve kendisini "soykırım suçlusu" diye yargılayan uluslararası mahkemeye, Türkiye’nin kanatları altından meydan okuyor.
"Sudan’da İslam şeriatı hükümleri uygulanıyor, şeriat hükümlerinin geçerli olmadığı bir mahkemeyi tanımam" diyor.
"Türkiye’den büyük destek görüyoruz. Endişemiz yok" diyor.
Sonra da akıl almaz bir fütursuzlukla şöyle konuşuyor:
"Darfur’da ölen insan sayısı sanılandan az."
Soykırım suçlusu bu zat, bu meydan okumayı nerede yapıyor?
Avrupa Birliği ile tam üyelik görüşmelerini sürdüren laik, demokratik, hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nde...
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Başbakan Tayyip Erdoğan da bu sözleri içlerine sindiriyor.
Pes doğrusu...
* * *
Ahmedinejad ise Türkiye’de Sultanahmet Camii’ne cuma namazı kılmaya gidiyor.
Bu zat için bütün yollar kesiliyor ve İstanbul felç oluyor.
Adam namazını kıldıktan sonra hem caminin içinde, hem dışında bir güzel de şov yapıyor.
Cami imamı dayanamayıp bu şova müdahale etmek zorunda kalıyor.
Ama aldıran olmuyor.
Bizimkiler bunu da seslerini çıkarmadan seyretmekle yetiniyorlar.
Hem Ömer el Beşir’in, hem Ahmedinejad’ın Türkiye’yi ziyaretleri ve verdikleri mesajlar Batılı ülkelerde hiç de sempatik karşılanmıyor.
"Kafkasya İşbirliği ve İstikrar Platformu" ise AKP’nin kendi kendine gelin güvey olmasından öteye bir etki yapmıyor.
Dış politikada bu işlere kalkmadan önce mutlaka nabız yoklanır, sonra girişimde bulunulur.
Uluslararası sorunlarda akla estiği anda arabuluculuğa kalkılmaz.
Kalkarsanız öneriniz havada kalır.
Bununla da kalmaz, devletinizin saygınlığına gölge düşürürsünüz.
Yazının Devamını Oku 20 Ağustos 2008
ÖMER Hasan Ahmet el Beşir...Sudan Devlet ve Genelkurmay Başkanı.<br><br>Suçu: Ülkesinin Darfur Eyaleti’nde soykırım yaptırmak ve insanlığa karşı suç işlemek. Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICC) Savcısı Luis Moreno-Ocampo, mahkemeden Sudan Lideri El Beşir’in "Görüldüğü yerde tutuklanması" için tüm dünyayı kapsayacak bir karar alınmasını istedi.
Mahkeme başvuruyu inceliyor.
Şu anda Afrika Zirvesi için Türkiye’de bulunun El Beşir için bir tutuklama kararı çıkarsa Ankara, Roma Statüsü’ne taraf olmadığı için bunu uygulamak zorunda kalmayacak.
Yani El Beşir hazretleri için Türkiye’de bulunduğu sürece bir tehlike yok.
Zaten insanlık suçlusu olan bu adam bir başka demokratik ülkeye gidemiyor.
108 ülke ona kapılarını kapatmış durumda.
Geçen ocak ayında da Cumhurbaşkanı Gül’ün resmi davetlisi olarak Ankara’ya gelmişti.
Demokratik dünyanın nefret ettiği ve insanlık suçlusu olarak kabul ettiği bu adam baş tacı edilmiş ve kırmızı halılarla karşılanmıştı.
* * *
Şimdi AKP iktidarının büyük bir özenle ağırladığı bu adamdan demokratik ülkeler neden nefret ediyor ona bakalım.
El Beşir, 1989 yılında bir darbe yaparak hükümeti devirip iktidara el koydu.
4 yıl sonra da kendini devlet başkanı ilan etti.
İktidara geldikten sonra zaman yitirmeden 7 milyon nüfuslu Darfur Eyaleti’nde terör estirmeye başladı.
Darfur, ülkenin en yoksul bölgesi.
Burada Hıristiyan Araplar ile Afrikalı kabileler yaşıyor.
Darfur’da yaşayan bu yoksul insanlar, kendilerine yapılan baskılara dayanamayıp isyan ettiler.
El Beşir bu isyanı fırsat bilip kontrolündeki milis ve ordu güçlerini bu zavallı insanların üzerine salarak milyonlarca kişiyi köylerinden, evlerinden sürüp çıkardı.
Milyonlarca insan, çoluk çocuk kaçarak BM kamplarına sığınmak zorunda kaldı.
Şimdi o kamplarda mülteci olarak perişan bir halde yaşıyorlar.
Olaylar sırasında 300 bine yakın insan, El Beşir’in askerleri ve milisleri tarafından vahşice öldürüldü.
Binlerce kadın tecavüze uğradı.
* * *
İşte Ömer Hasan Ahmet el Beşir’in marifetleri böyle.
Ancak bu insanlık suçlarını işlemiş bu adam, İstanbul’daki Afrika Zirvesi’nde en seçkin konuk olarak ağırlanıyor.
Dünyanın nefret ettiği bu zata büyük değer veriliyor, sevgi ve yakınlık gösteriliyor.
Bunun nedenini anlamak gerçekten zor.
İçeride demokratlığı kimselere bırakmayan AKP iktidarı ve onun cumhurbaşkanı, demokrat dünyanın insanlık suçlusu ilan ettiği ve ülkesine kabul etmediği bu adamı neden bağırlarına basıyor?
Demokrat, insan haklarına, dünya değerlerine bağlı 108 ülkenin kabul etmediği El Beşir, AKP sayesinde Türkiye’ye elini kolunu sallayarak gelip gidiyor.
Demek ki Türkiye’nin verdiği destekten son derece memnun olduğunu söyleyecek kadar iktidarın tutumundan mutlu olan El Beşir’in, bizim anlayamadığımız bir değeri ve ayrıcalığı var.
"Ülkeyi temizliyoruz" diyenlerin yaptıklarına bakın.
Yazının Devamını Oku 18 Ağustos 2008
1973 seçim kampanyasında 3’üncü Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ı izlemiştim. Bayar, Demirel’in AP’sinden kopanların kurduğu Demokratik Parti adına seçim gezilerine çıkmıştı.
O yıllarda muhabirdim ve Milliyet’te çalışıyordum.
Yazı İşleri Müdürleri Hasan Pulur ile Turhan Aytul, Bayar’ı izleme görevini bana vermişti.
Uzun, yorucu bir maraton olmuştu.
O yıllarda 91 yaşında olan Bayar o yorucu maratonda öyle bir performans sergilemişti ki, hepimiz hayretler içinde kalmıştık.
Kampanyanın sonuna doğru Mersin’e gelmiştik.
Kaldığımız Mersin Oteli’nin terasında nefis bir Akdeniz akşamında yemek yiyecektik.
Parti yöneticileri gelip Bayar’ın bu akşam gazetecilerle birlikte olmak istediğini, o nedenle de hepimizi masasına davet ettiğini söylediler.
9-10 gazeteciydik. Bayar’ın masasına gittik.
Karşımızda oturan insan bir tarihti.
Yemek boyu çok ilginç, derslerle dolu bir sürü anısını anlattı.
* Ê* *
Ben Bayar’a gezinin başından beri kafamı kurcalayan bir konuyu açma fırsatı buldum:
"Efendim. Bu kampanya boyunca yaptığınız konuşmalarda sizin Atatürk’e karşı büyük bir sevgi ile bağlı olduğunuzu gördüm. Doğrusu biraz şaşırdım. Çünkü ben sizin Atatürk’ü bu kadar sevdiğinizi bilmiyordum. Kusura bakmayın ama bu kampanyada yaptığınız içten konuşmalardan sonra size karşı bazı haksız önyargılar içinde olduğumu anladım."
Bayar sözlerimi dikkatle dinledi, hafifçe gülümsedikten sonra üstüne basa basa şunları söyledi:
"Bak delikanlı! Dikkat et! Atatürk’ü sevmek bir ibadettir..."
Hepimiz donup kaldık. İlk kez böyle bir söylemle karşı karşıyaydık.
Bayar sonra bu çarpıcı cümleyi açtı ve uzun uzun başbakanlığını da yaptığı Atatürk’ü sevmenin neden ibadet olduğunu örnekler vererek anlattı.
Bu anıyı yirmili yaşlardaki "Atatürk’ü sevmiyorum, Humeyni’yi seviyorum" diyebilen genç bir neslin nasıl yetiştirildiğini anlatabilmek için yazdım.
Bu bir.
Atatürk’ü ziyaret etmemek için Ankara’ya uğramayan İran Cumhurbaşkanı’nı büyük bir hüsnü kabulle ağırlayan devlet adamlarının, onu alkışlayan halkın okuması için yazdım.
Bayar’ın sözü belki onların yüzlerini biraz kızartır diye düşündüm.
Bu da iki.
* Ê* *
Ben yobazların, siyasi İslamcıların Atatürk’ten nefret ettiklerini biliyorum.
Ellerinden gelse Atatürk adını beyinlerden kazıyacaklarına da eminim.
AKP iktidarında buna dış odakların güdümündeki bir kısım elit zibidilerin de katıldığını görüyorum.
Bilmiyorlar ki onlar, o küçücük akıllarıyla karalamaya, yıpratmaya çalıştıkça Atatürk daha da büyüyor.
Atatürk bu toplumun vazgeçilmez ortak değeridir.
O nedenle bu toplumun yıkılması, bölünmesi için Atatürk sevgisini yok etmek gerekir.
Bunu çok iyi biliyorlar ve onun için Atatürk’ü ortak hedefleri olarak seçtiler.
"Atatürk tepeden inmeci, diktatör, devletçi, din düşmanı. Hálá onun arkasından gitmek anlamsız" diyecek kadar küçülüyorlar.
Onlara yanıt olarak rahmetli Bayar’ın sözünü yineleyelim:
"Atatürk’ü sevmek bir ibadettir."
Yazının Devamını Oku 16 Ağustos 2008
İÇ politikada yapabilirsiniz ama dış politikada hayalciliğe ve şova yer yoktur. <br><br>Uluslararası ilişkilerde karşılıklı çıkarlar söz konusudur. İsmet Paşa’nın dediği gibi "Ne daimi dostluklar söz konusudur, ne de daimi düşmanlıklar..."
Dış politikasını hayalcilik ve şov üzerine kuran liderler her an hüsrana uğrayabilirler.
Bunlardan biri de rahmetli Turgut Özal’dı.
Ama o dozunu iyi ayarlardı.
Tayyip Bey’de bu doz biraz aşırı gibi görünüyor.
Bodrum’da tatil yaparken birdenbire Kafkaslar’da patlayan yangını söndürmeye karar verdi.
Hatta bölgeye yeni bir düzen getirmeyi düşledi.
Kalktı önce Rusya’ya gitti, arkasından da Gürcistan’a.
Hem Putin’e hem de Saakaşvili’ye "Kafkasya İstikrar Paktı" önerdi.
İki liderle yaptığı görüşmelerden sonra önerisinin kabul gördüğünü açıkladı.
Öyle bir hava yarattı ki, hem Rusya hem de Gürcistan kendisine böyle bir girişimde bulunduğu için medyun kaldı.
Türk medyası da bu havaya kendisini fazlasıyla kaptırdı.
Batı basını ise Kafkasya seferini önemsemedi.
* * Ê*
Hem Medvedev hem de Putin, Tayyip Bey’i gerektiği gibi ağırladılar.
Önerilerini diplomatik nezaket içinde dinlediler ama net yanıtlar vermekten özenle kaçındılar.
Ertesi gün Tayyip Bey Rusya’dan ayrıldıktan sonra Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un yaptığı açıklama ise tam anlamıyla hüsran oldu:
"Osetleri ve Abhazları yeniden Gürcistan çatısı altında yaşamaya ikna etmek artık olanaksız. Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü unutun."
Sanırım o saatlerde Tayyip Bey ya Gürcistan’a uçuyordu ya da Saakaşvili ile görüşüyordu.
Yine aynı saatlerde bir başka hüsran daha yaşanıyordu.
Rusya Devlet Başkanı Medvedev Güney Osetya ile Abhazya yetkilileriyle toplantı yapıyordu.
Toplantıdan sonra gazetecilere "Osetler ve Abhazlar kendileri için ne karar verirlerse Rusya hem bunun takipçisi, hem de tüm dünyaya karşı garantörü olacaktır" diyordu.
Aynı saatlerde Saakaşvili ile görüşmesini tamamlayan Erdoğan yaptığı açıklamada Kafkasya istikrar paktı önerisinin Saakaşvili tarafından da olumlu karşılandığını açıklıyor ve şöyle diyordu:
"Gürcistan’ın toprak bütünlüğüne saygılı olunmasından yanayız."
* * *
Tayyip Bey’i olağanüstü bir ilgi ve yakınlıkla karşılayan, ağırlayan Rusların yaptıklarına bakın.
Başbakan daha ülkesine dönmeden Gürcistan’ın topraklarının neredeyse yarısının uçup gittiğini dünyaya ilan ediyorlardı.
Yine de Tayyip Bey’e karşı çok kibar davrandılar.
Örneğin, "Kıbrıs, Ege, Kuzey Irak sorununuz, Ermenistan’la ilişkileriniz ne durumda?" diye sormadılar.
Dış politikada hayale ve şova yer yoktur derken işte bunları anlatmak istedim.
Dış politikada çözümsüz bir sürü sorununuz varken öyle zamanlı zamansız arabuluculuğa soyunursanız sizi kimse ciddiye almaz.
Nitekim Kafkasya girişimi de öyle oldu.
Moskova ve Tiflis ziyaretleri sonuç getirmedi.
Dış politikada hesapsız kitapsız atılan adımlar bu tip fiyaskoların yaşanmasına neden olabilir.
Özetle Tayyip Bey’in Kafkasya fatihliği daha başlamadan bitti.
Yazının Devamını Oku 15 Ağustos 2008
BAŞBAKAN Erdoğan, AKP Genel Başkanı olarak halka şu sözü vermişti:<br><br>"3 Y, yani yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklarla mücadele etmek boynumuzun borcudur." Oysa bugün gelinen nokta tam bir fiyasko.
AKP iktidarında yoksulluk aldı başını gitti.
Parti tepeden tırnağa yolsuzluğa bulandı.
Yasaklar kalkmadı, yaygınlaştı.
AKP’nin yönettiği Türkiye yoksul, rüşvetle yönetilen bir korku toplumu haline geldi.
Bugün insanlar telefonla konuşmaya bile korkuyor.
Ülke hızla hukuk devleti olma niteliğinden uzaklaşıyor.
İnsanlar sabahın köründe gerekçe gösterilmeden gözaltına alınıyor.
Neyle suçlandıklarını bilmeden aylarca cezaevlerinde yatırılıyor.
* * *
Yolsuzluğa gelince...
Ben meslek yaşamım boyunca yolsuzluk olaylarına hiçbir zaman akıl erdiremedim.
Yolsuzluklar, rüşvet olayları bir türlü içinden çıkamadığım karmaşık olaylar gibi gözüktü bana.
İnsanların bu kadar haris, bu kadar tıynetsiz olabileceklerini bir türlü kabullenemedim.
Şaban Dişli olayı da bunlardan biri.
Şaban Bey’i uygar, çağdaş, efendi bir insan olarak tanırdım.
Karıştığı yolsuzlukları okudukça şaşkınlığım artıyor.
Eğer o bu işlere bulaştıysa AKP gırtlağına kadar çamura batmış demektir.
Köylülerden ucuza kapatılan arsanın imar durumu belediyede halledilip büyük bir şirkete astronomik fiyatla satılıyor.
Aradaki fark paylaşılıyor.
AKP Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli de avanta operasyonunun mimarlığını yapıyor.
Arsanın alındığı fiyatla satıldığı fiyat arasındaki fark, normal değer artışından kaynaklanan bir kazanç değil.
Düpedüz rüşvet, dolandırıcılık, siyasi güç kullanılarak sağlanan gayri meşru bir kazanç.
* * *
Şaban Dişli’nin istifa etmesi ve yargıda hesap vermesi gerekir.
Ama Şaban Bey bunu yapmayacak.
Partisinden kimse de ona "Bunu yap" demeyecek.
Zaten olay patlak verdikten sonra AKP’den tek bir ses çıkmadı.
"Yolsuzluklara damardan gireceğiz" diyen Başbakan suspus.
Görmüyor, bilmiyor, duymuyor.
Zaten Şaban Dişli’ye hesap soracak durumda da değil.
Çünkü dokunulmazlık nedeniyle ona da hesap sorulamıyor.
Kendisiyle ilgili onlarca yolsuzluk dosyası işleme konulamıyor, hakkındaki iddiaların üstü örtülüyor.
Bu konuda o kadar çaresiz ki.
Baykal’ın, "Gel sadece ikimizin dokunulmazlıklarını kaldıralım" önerisine yanıt bile veremiyor.
Bu durumda hangi hakla Şaban Dişli’ye hesap soracak, "İstifa et, hesap ver" diyecek?
Kara deliklerle dolu bir partinin genel başkanı.
Böyle kaldığı sürece bunu yapması, partisini temizlemesi olanaksızdır.
AKP yolsuzluklara damardan girip temizleme sözü vermişti.
İktidara gelince yolsuzluk bataklığına boğazına kadar battı.
İşte bu parti bugün Türkiye’yi yönetiyor.
Yazının Devamını Oku 13 Ağustos 2008
TUZLA Tersanesi’nde yapımı tamamlanan bir tankerin filikasının testi yapılacak. Geminin kıç tarafındaki kızaktan denize bırakılacak filikaya bir mühendis ile 18 işçi bindiriliyor.
Sonra işaret verilip denize bırakılıyor.
Fakat teknik bir sorundan filika denize ters dönerek düşüyor ve camları kırılıyor.
İçeriye su dolmaya başlıyor.
İşçiler can havliyle kapıya saldırıyorlar.
Kapı su içinde kaldığı için basınçtan açamıyorlar.
Korkunç bir panik çıkıyor.
İşçilerden 3’ü büyük olasılıkla kemerini çözemiyor ve boğuluyor.
Filika, içine su dolduğu için yüzeye çıkamıyor.
Mühendisin anlattığına göre sular boğazlarına kadar yükseliyor.
Ölümün dehşetini duyuyorlar ama çaresizlik içinde bekliyorlar.
Tam o anda filika vinçle yukarıya, su yüzüne çekiliyor ve kapı açılıyor.
İçeriye hava doluyor. Havasızlıktan bitkin haldeki kurbanlık 16 insan dışarıya alınıyor.
Sonra da 3 işçinin cansız vücutları çıkarılıyor.
* * *
Böyle bir facia dünyanın hiçbir tersanesinde yaşanmamıştır.
Çünkü bu bir kaza değil, cinayettir.
Böyle bir testin işçilerle yapılmasının başka bir anlamı olamaz.
Bunu yapanların hiç mi aklı, mantığı yok? Dünyanın hangi ülkesinde insan yaşamı bu kadar ucuz olabilir?
Filikanın içine tıkılan işçiler kobay mı?
İşyerlerinde önemli ve yaşamsal olan çalışanların can güvenliğidir.
Ama Tuzla Tersaneleri’nin sicili bu açıdan kapkaradır.
Tuzla’da faaliyet gösteren ve inanılmaz üretim başarılarına imza atan yapım firmalarının iş güvenliği karnesi ise sıfırdır.
42 tersaneden 27’sinde meydana gelen kazalarda 1985’ten bugüne kadar tam 105 işçi yaşamını yitirdi.
Bu işçilerin hiçbiri gemi yapım eğitiminden geçirilmemiş, vasıfsız işçiler.
2008’in ilk 7 ayında ölen işçi sayısı 12...
Ne acıdır ki bu korkunç cinayetlere bir dur diyen yok.
Türkiye’deki insan yaşamı bu kadar ucuz.
* * *
Tuzla büyüdükçe, üretim arttıkça ve sektör olağanüstü para kazandıkça işçilerin kanları daha çok akıyor.
Bu faciaya önce işçiler isyan etti.
Sonra sendikalar tepki koydu.
Kimse aldırmadı.
Medya defalarca yazdı, çizdi.
Üzerinde bile durulmadı.
Partiler olayın üzerine eğildiler, hemen hepsi heyetler gönderdi.
Liderler, bakanlar gitti incelemelerde bulundu.
Değişen bir şey olmadı.
Sonunda Başbakan gitti. O da inceledi.
Tersane sahiplerine gerekli önlemleri almaları için süre verdi.
Hiçbir şey değişmedi.
Çoluğuna çocuğuna ekmek götürmek uğruna 3 kuruşa çalışan işçiler daha hızlı ölüme gönderildi.
Tuzla’da akan kan bir türlü durmadı.
Yazının Devamını Oku