8 Eylül 2008
BAŞBAKAN halka "Yolsuzluklara damardan girip önleyeceğiz" diye söz vermişti. <br><br>Aradan 6.5 yıl geçti bu sözünü yerine getiremedi. Damara mamara giremedi.
Ama başkaları girmeye başladı.
Kendi Genel Başkan Yardımcısı Şabah Dişli’nin belediyeyle pişirip kotardığı yolsuzluğa CHP’li Kemal Kılıçdaroğlu girdi.
Şaban Dişli istifa etmek zorunda kaldı.
Bu süreç içinde Başbakan suspus oldu, ağzını bile açamadı.
Dört beş gün önce patlayan Almanya Deniz Feneri yolsuzluğuna ise damardan girenler Alman savcılar oldu.
Gaziantep’teki milyonlarca YTL’lik imar yolsuzlukları ise işler ayyuka çıkınca kendiliğinden döküldü ortaya.
Şimdi tüm parti örgütünü ve belediyelerini sarıp sarmalayan bu yolsuzluk ağı karşısında belli ki Tayyip Bey çaresiz.
Yolsuzluklar bir bir patlamaya başlayınca sıkıntısı arttı.
Bunların gerisinin geleceğini, Cumhuriyet tarihinde yaşanmamış kadar büyük boyutlu talanın tek tek ortaya döküleceğini biliyor.
O nedenle kürsülere çıkıp yolsuzluk olaylarını veren medyayı iftiracı olarak suçlayıp susturmak istiyor.
İyi güzel de bu yolsuzlukları ortaya çıkaran medya değil ki...
Medya Türkiye’nin temizlenmesi için yapması gerekeni yapıyor. ("Türkiye bağırsaklarını temizliyor" diyen Arınç’ın kulaklarını çınlatalım. Kendileri neden susuyor dersiniz?)
* * *
İşte Tayyip Bey’i zıvanadan çıkaran durumlar da bu durumlar.
Medyaya görmeyin, duymayın, yazmayın diyor.
Ve bir diktatör edasıyla çıkıp kürsülerden tehditler, şantajlar savuruyor.
Tayyip Bey’i demokrat sananlar veya onu demokrat olarak pazarlayan yandaşları şimdi ne yapacaklar?
Tayyip Bey’e eğer yürekleri yeterse desinler ki: "Siz Aydın Doğan’ı hedef alıyorsunuz ama bu haberlerden onun haberi bile olmaz."
"Aydın Bey de sizin gibi bu haberleri televizyonlardan ve gazetelerden ögreniyordur" desinler.
Tayyip Bey’e haber verelim, bu patlamalar çok daha vahim hale gelecek.
Çünkü kendisi de biliyor ki ortaya çıkan bu pisliklerin bin misli süpürüldüğü halının altında.
Her an patlamaya hazır bir yanardağ gibi gürültüler, kokular geliyor.
AKP’nin gidişi iyi gidiş değil.
Tayyip Bey medyayla didişeceğine yolsuzlukları ortaya çıkarmak için bir an önce önlem alsın.
Tek çare budur.
İftira atarak, şantaj yaparak medyayı susturmak, elindeki siyasi gücü kullanarak insanları baskı altına almak demokrasiyle bağdaşmaz.
* * *
Tayyip Bey Suriye’ye giderken uçağına 10 gazeteci davet etti.
Bu 10 gazeteciden 8’i kendi yandaşı gazetelerin mensuplarıydı.
Bugün, Zaman, Türkiye, Vakit, Sabah, Star, Yeni Şafak ve Kanal 7.
Kendi yandaşı olmayan iki gazete ise Hürriyet ile Akşam’dı.
Tayyip Bey’in ve Abdullah Bey’in hemen bütün gezilerindeki medya dengesi böyle kuruluyor.
Ayıp olmasın diye bir veya iki tarafsız gazete çağrılıyor, geri kalanların tümü de AKP militanı olarak kalem oynatan gazeteciler oluyor.
Tayyip Bey ne yaparsa yapsın, ne kadar uğraşırsa uğraşsın, yolsuzlukları, talanı, pislikleri örtmeye, saklamaya gücü yetmez.
Tarihteki diktatörler bile bunu başaramamışlardır.
Yazının Devamını Oku 6 Eylül 2008
CUMHURİYET’ten önce Osmanlı İmparatorluğu fetvalarla yönetiliyordu. <br><br>Hak ve adaleti "kadı"lar dağıtıyordu. Kadı ne derse insanların yazgıları ona göre çiziliyordu.
Cahit Kayra’nın "Osmanlı’da Fetvalar ve Günlük Yaşam" adlı son kitabını okurken cumhuriyetin Türk toplumunu nereden nereye taşıdığını çarpıcı bir şekilde görüyorsunuz.
Fetvalarla yönetilen ülkede bireylerin yaşamlarının tüm evreleri müftü, kadı ve imam tarafından belirleniyor.
Ne yiyecekleri, eşleriyle nasıl sevişecekleri, nasıl mal alıp satacakları, hatta insanların gerisini nasıl yıkayacakları, bir kadının genital organını ya da erkeğin makadını nasıl temizleyeceği müftülerin, kadıların, imamların verdikleri fetvalara bağlanıyor.
Osmanlı’da imanla ilgili suçlarda kolaylıkla ölüm cezası verilmektedir.
Ceza olarak el, parmak, ayak kesilmekte, göz çıkarılmaktadır.
Kadın tam anlamıyla bir maldır.
Şeriata göre aklen ve dinen eksik yaratılmıştır. Alınır, satılır, dövülür, boşanıp sokağa atılır, hatta öldürülür.
Öğretmenin çocuğu dövmesi, sopa ile vurup öldürmesi, sıradan bir olay olarak kabul edilir.
* * *
Cahit Kayra fetvalarla yönetilen Osmanlı toplumunun günlük yaşamının koşulları ile bugünkü ortam ve koşullar arasında büyük farklılıklar olduğunu vurguluyor ve şöyle diyor:
"Bugün hukuk toplumu, sosyal devlet, laiklik ve bunların dışında teknoloji, sibernetikler ile çok yaygın ve derinlere inen bir iletişim, enformasyon dünyası yaşıyoruz. Fetvalarla yönetilen yüzyıl önceki dünyada bunların hemen hiçbiri yoktur ve yaşamlarını fetvalarla şekillendirmeye çalışan insanların bunlardan haberleri de yoktur."
Cahit Kayra’ya göre Osmanlı yaşamı ile bugünkü yaşam arasındaki en çarpıcı farklılık, insanların eskisi gibi sadece cennet rüyaları ile değil, dünya nimetlerinden yararlanarak da yaşamasıdır.
Kadının bu çağdaş yaşam disiplininde yer almasıdır.
"Kadın", Türk toplumunun çağdaşlık ve uygarlık anahtarıdır.
* * *
Ama Türk insanı bugün, doktrini yabancı ülkelerde üretilen ve karışık finansmanların karıştığı bir ılımlı İslam politikasının tehdidi altındadır.
Bugün Türkiye’yi yönetenler, toplumun huzurunu ciddi şekilde rahatsız eden acımasız bir ısrarla "kadın"ın statüsüne "fetvalar dönemi"nin normlarını uygulamaya çalışmaktadırlar.
İktidar partisinin yöneticileri "kadın"ı örtmeyi, kapamayı, dış dünyadan, bilim, sanat ve iş hayatından, cemiyet yaşamından soyutlayarak evine kapamayı, cumhuriyetle ve Atatürk devrimleriyle "kadın"a sağlanmış olan haklarını geri almayı düşlemektedirler.
Osmanlı’daki fetvaların belirlediği günlük yaşam biçiminin bugünkü yaşam biçiminde de geçerli olması için gösterilen bu çabalar endişe vericidir.
Cahit Kayra kitabını şu hükümle bitiriyor:
"Tarih kısa bir süreç değildir ve bu çirkin zihniyetin yaşamla mücadele gücü yoktur. Bu aymazlığın vicdansız sahipleri günü gelince uygarlık sahnesinden çekileceklerdir."
Yazara katılıyorum.
Türkiye Cumhuriyeti’ni laiklikten, demokrasiden koparıp 1400 yıl önceki kuralların geçerli olduğu karanlık döneme götürmek isteyenlerin gücü buna yetmeyecektir.
Cahit Kayra’nın "Osmanlı’da Fetvalar ve Günlük Yaşam" kitabı, kaderlerine razı bir yaşam anlayışı içinde olan AKP’li kadınların dikkatlerine sunulur.
Yazının Devamını Oku 5 Eylül 2008
REZALETİ hep birlikte izliyoruz. Türkiye’deki savcılar pek ilgilenmiyorlar ama Alman meslektaşları bu işin üzerine çok ciddi bir şekilde gittiler. Almanya’daki Deniz Feneri’nin yöneticileri topladıkları paraları ceplerine indirmek suçuyla yargılanıyorlar.
Deniz Feneri’nin merkezi Türkiye’de.
Yargılamadan anladığımıza göre Almanya’da toplanan milyon Euro’ların bir kısmı orada iç ediliyor, geri kalanı da Türkiye’ye gönderiliyor.
Türkiye’ye gelen paralar ne oluyor, bunu bilen yok.
Belli ki o paralar da buradaki yöneticiler tarafından iç ediliyor.
Deniz Feneri bir yardım kuruluşu.
Ama anlaşıldığına göre öyle yardımla filan pek ilgisi yok.
Toplanan paraların sadece önemsiz bir kısmı muhtaç insanlara dağıtılıyor, geri kalanı ceplere indiriliyor.
Almanya’daki sanıkların ifadelerine göre Deniz Feneri’ni kuranların ve yönetenlerin iktidar partisiyle bağlantısı var.
AKP’ye yakın olan Kanal 7 de işin içinde.
Deniz Feneri olayı hayır adına yapılan bir rezalet.
* * *
Aynı rezalet dinci holdinglerin Almanya seferlerinde de yaşanmıştı.
Bilindiği kadarıyla bu holdinglerin dini kullanarak "Allah adına" topladıkları paraların 50 milyar dolar civarında olduğu tahmin ediliyor.
Para miktarının kesin olarak saptanamamasının nedeni bir kaydı kuydu olmaması.
Dinci holdinglere "Allah adına" para verenler, karşılığında bir belge bile almaya gerek görmemişler.
Bunu Almanya’da yaptığımız araştırmada varını yoğunu, 30 yıllık emeğinin birikimini bu tip holdinglere kaptıranlara sormuştum:
"Belge almadan yıllarca çalışıp alın teriyle biriktirdiğiniz, çocuklarınızın rızkını bu adamlara nasıl kaptırdınız?"
Verilen yanıt hep aynıydı:
"Camide topladılar. Yanlarında müftü vardı, caminin imamı vardı. Onlar da ’Verin, bunlar Müslüman insanlardır, hakkınızı yemezler’ dediler. Biz de inandık verdik."
Tabii burada hepsi kendilerine vaat edilen mark bazında yüzde 25 faizi söylemiyorlardı.
Bu faiz üç beş ay ödeniyor, sonra gerisi gelmiyordu.
* * *
Erbakan Hoca zamanında da aynı rezaletler yaşanmıştı.
"Bosna’daki çaresizlik içindeki Müslümanlara yardım" diye toplanan milyonlarca markın da büyük bölümü iç edilmişti.
Olay soruşturuldu, davalar açıldı ama bir sonuç çıkmadı.
Çünkü şikáyetçi kimse yoktu.
Benim aklım bir şeyi almıyor.
Bir Müslüman, dini kullanarak böyle bir sahtekárlığı nasıl yapabilir?
Zavallı insanları nasıl kandırıp elinden varını yoğunu alabilir?
"Allah adına" toplanan bu paraları nasıl cebine atabilir?
Hangi vicdan buna razı olabilir?
Hadi kulu takmıyor ama Allah’tan da mı korkmuyor?
Bu kadar ahlaksız, tıynetsiz, vicdansız nasıl olunabilir?
Yolsuzluklara damardan gireceğim diyen Başbakan bu olaylarla neden ilgilenmiyor?
Deniz Feneri rezaleti nedeniyle Almanya’da yer yerinden oynarken Erdoğan neden sus pus oturuyor?
Vicdanı neden sızlamıyor?
Yoksa hálá "Verirken bana mı sordular" diyor.
Yazının Devamını Oku 3 Eylül 2008
GEÇEN yıl seçimlerden 4-5 ay önce Oktay Ekşi ile Ordu’ya gitmiştik.<br><br>Ordulu olan Oktay Ekşi’nin bir arkadaşı yemek verdi. Yemekte vali, belediye başkanı ve kentin bazı ileri gelenleri de vardı. Deniz kıyısında bir restoranda verilen yemekte politika konuşulmadı. Konu Ordu ve sorunlarıydı.
Yemekte doğal olarak içki servisi de yapıldı.
Ordu’nun genç, başarılı valisi Said Vakkas Gözlügöl de bizimle birlikte bir kadeh beyaz şarap içti.
Yemekten sonra Oktay Ekşi ile aramızda şöyle bir konuşma geçtiğini anımsıyorum.
"Vali şarap içti diye bir kazaya uğramasa bari. Uğrarsa valiye de, Ordu’ya da yazık olur."
Korktuğumuz başımıza geldi.
Said Vakkas Gözlügöl AKP’li bazı milletvekillerinin hışmına uğrayarak 5-6 ay önce Ankara’ya, merkeze alındı.
Benim kanım büyük olasılıkla valinin ipi o gün, o yemekte çekildi.
Oktay Ekşi de aynı görüşteydi.
* * *
Bu olay, Moda İskelesi’ne konan içki yasağına semt sakinlerinin gösterdiği tepki gazetelerde haber olunca aklıma geldi.
AKP Türkiye’deki laik yaşam biçimini, İslami yaşam biçimine dönüştürme statejisini adım adım yürütüyor.
2000 yılında onarılan Moda İskelesi’nde içki servisi yapılıyordu.
Ancak bundan iki ay önce Büyükşehir Belediyesi işletmecinin sözleşmesini uzatmadı ve iskelenin işletme hakkını kendi şirketi Beltur’a verdi.
Bu operasyonun amacı burada içkiyi yasaklamaktı.
Nitekim öyle de oldu.
Pek çok yerde olduğu gibi bu da bir dayatmaydı.
Moda sakinleri bu dayatmaya karşı tepki koydular ve her cuma günü akşamı içkilerini alıp iskelenin önünde oturma eylemi yapmaya başladılar.
Geçtiğimiz hafta lokantaya girmek istediler ama içeri sokulmadılar.
Beltur yetkilileri hemen polis çağırarak önlem aldırdı.
Biraz itiş kakış oldu, ama hiçbir şey değişmedi.
Moda’daki cihat kazanılmıştı ve kale geri verilmeyecekti.
* * *
AKP’nin Türkiye genelinde fethettiği kaleler hızla çoğalıyor.
Anadolu kentlerinde içki servisi yapılabilen lokanta sayısı parmakla sayılacak kadar azaldı.
Bazı kentlerde sadece meslek odalarının lokalleri kaldı.
Büyük kentlerde ise kalelerin fethi, Anadolu’daki kadar pervasızca yapılamıyor.
Daha ince bir strateji gerektiriyor.
İstanbul’da belediyeye bağlı köşk ve kasırlarda içki servisi tamamen sona erdi.
Bunun dışında park ve bahçelerin içinde bulunan işletmeler de içki satılmamak koşuluyla kiraya veriliyor.
Ama Başbakan Erdoğan’a sorarsanız kendileri kimsenin tabağına, bardağına bakmaz.
Yani kimsenin yediğiyle içtiğiyle ilgilenmez.
Böyle diyor Başbakan, ama içkili yerlerin tek tek kapatılması için yürütülen salam politikası sürüyor.
Hani AKP insanların yaşamlarına karışmazdı.
Hani iktidarlarında dayatma, baskı söz konusu değildi.
Anayasa Mahkemesi’nin kararından ders almayan AKP’ye Atatürk’ün şu sözünü de anımsatmak istiyorum:
"Yaşamda ileriye doğru değil, geriye bakmak cehalet ve gafletinde bulunanlar, medeniyetin akıp giden selleri altında boğulmaya mahkûmdurlar."
Yazının Devamını Oku 1 Eylül 2008
HİÇ kuşkunuz olmasın, bu Ergenekon soruşturması sonunda tıpkı bir bumerang gibi bu çirkin tezgáhları kuranları vuracak. Kendilerine karşı olan herkesi (muhalefet, TSK, yargı, medya), devletin içine çöreklenmiş çetelerle ilişkilendirip karalamak, sonra cezalandırmak hevesleri başlarına büyük işler açacak.
İlk fatura Devlet Bakanı Hayati Yazıcı’nın önüne kondu.
Yazıcı’nın, Ergenekon iddianamesine konan bir telefon dökümünde, Tayyip Bey’in avukatı olarak şiir davasında iki hákim ile bir savcıya rüşvet verdiği yolunda bir iddia yer alıyor.
İddia üzerine Hayati Yazıcı bakın nasıl isyan ediyor:
"Bu alçakça bir iddia. Hiçbir mesnedi yok... Absürd..."
Evet Sayın Yazıcı, gördünüz mü bu alçakça iddia sizi nasıl isyan ettiriyor.
Oysa gözaltına alınmadınız, cezaevine atılmadınız.
Peki aylardan beri cezaevinde neyle suçlandıklarını bile bilmeden yatan insanlar ne yapsın?
Türk ordusunun yaşamları terörle savaşarak geçen iki paşası, haklarını hukuklarını nerede arasın?
Ordular yönetmiş, kuvvet komutanlığı yapmış bu insanlar 40-50 kişiyle ihtilal hazırlamakla suçlanıyorlar.
Sayın Yazıcı, sizce bu "absürd" değil mi?
Ama onların sizin gibi dokunulmazlık kalkanı yok.
Onun için cezaevindeler.
* * *
Peki Emin Şirin ne yapsın?
Milli Gazete’nin bir muhabiri arıyor kendisini ve ileri geri konuşuyor.
Emin Şirin hükümete muhalif ya, telefonu 2007’den itibaren takibe alınmış.
Hayati Yazıcı’yla ilgili konuşmalar bu takipte saptanmış ve Emin Şirin’i işin içine sokma gayretleriyle ek iddianameye sokulmuş.
Sanık hatta şüpheli olamayan bu iki insanı, özellikle de Emin Şirin’i karalayalım derken Devlet Bakanı’na sürmüşler kara boyayı.
Yani kaş yapayım derken göz çıkarmışlar.
Emin Şirin diyor ki: "Bu özel hayata saldırıdır. Savcı beyin bu konudaki duyarsızlığını da hayretle karşılıyorum. Dava açacağım."
Açsın. Bu hukuksuzlukla birilerinin korkusuzca boğuşması lazım.
Biliyorsunuz, Erdoğan da Ergenekon iddianamesine bulaştırıldı.
Erdoğan’ın Mehmet Ağar’a 60 milyon dolar verdiği iddia edildi.
Durun bekleyin daha ne şenlikler çıkacak.
* * *
Bilemiyorum, soruşturmayı yürüten savcılar yüklendikleri sorumluluğun bilincindeler mi?
Bu konuda ciddi kuşkularım var.
Hukukçular da benim gibi değerlendiriyorlar olayları.
Sanık olmayanların telefon dinlemelerinde saptanan konuşmaların iddianameye sokulmasının yasalara aykırı olduğunu söylüyorlar.
Hakkında dava açılmayan şüphelilerin dinleme kayıtlarının imha edilmemesinin yasal olmadığını vurguluyorlar.
Bunların iddianameye konmasının tazminata neden olacağını belirtiyorlar.
Bu iddianame kuşkulu hale gelmiş, içerdiği iddialar güvensizlik uyandırmıştır. Davanın ciddiyeti ciddi şekilde zedelenmiştir.
Bu nedenle hukukçular, savcı hakkında disiplin soruşturması açılması gerektiği görüşündeler.
Hákimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile Adalet Bakanlığı Teftiş Kurulu’nun harekete geçmesi gerektiği noktasında birleşiyorlar.
Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, hukuk devletinin sorumlu bakanı olmanın yükümlülüğüyle zor ama kaçınılmaz bir görevle karşı karşıya.
Yazının Devamını Oku 30 Ağustos 2008
HER ikisi de, ailemden ve sıcacık evimden uzakta, Fransız lisesinin taş binasının duvarlarıyla yalnızlığımı paylaştığım o zor günlerimdeki can arkadaşlarımdı.
İkisi de yatılı yaşamda benim ve arkadaşlarımın ayrılmaz parçasıydı.
Birini, Orhan Günşiray’ı kaybettik.
Ötekini, Tony Curtis’i ise tekerlekli sandalyedeki fotoğraflarında hüzünle seyrettik.
Onlar 1960’ların sinema ilahlarıydı.
Yazının Devamını Oku 29 Ağustos 2008
CUMHURBAŞKANI Gül, Çankaya’daki bir yılının muhasebesini şöyle yaptı: "Herkesi kucakladım, vicdanım rahat, yeminime sadığım, tarafsız kaldım."
Kendileri buna inanıyor mu?
Çünkü Gül, herkesin değil AKP’nin cumhurbaşkanı olarak bir yılını doldurdu.
Devletin başı titizliği içinde olmadı.
Çankaya noteri gibi çalıştı.
Önüne konan yasaları, kararnameleri bekletmeden imzaladı.
Rektör atamalarında uyarıları dikkate almayarak tercihlerini AKP dünya görüşüne yakın isimler doğrultusunda kullandı.
Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Demirel’in sorusu da bu gerçeği dile getiriyor:
"Cumhurbaşkanı rektör tayinleriyle acaba, laikliğe karşı eylemlerle odak teşkil edecek tayinler mi yaptı, yoksa cumhuriyete sadık rektörler mi tayin etti?"
"Vicdanım rahat" diyen Abdullah Gül, laik, demokratik cumhuriyetten yana olanların vicdanlarının hiç rahat olmadığını bilmeli.
* * *
Merak ediyorum, Başbakan Erdoğan, Kafkasya çıkarmasının fiyaskoyla sonuçlanması konusunda ne düşünüyor?
Bu şovu hazırlayan dış politika danışmanlarıyla yola devam edecek mi?
Yoksa bundan sonra Dışişleri Bakanlığı’nın deneyimini ve birikimini mi kullanacak?
Başbakan, düşünülmeden apar topar yapılan çıkışların yalnız kendisini ve partisini değil, devletin saygınlığını da yıprattığının farkında mı?
Yoksa onun da Cumhurbaşkanı gibi vicdanı rahat mı?
Bundan sonra Kafkaslar’da çok önemli ve karmaşık bir satranç oyununun başladığını, bin kez düşünülüp hamle yapılması gerektiği gerçeğini gördü mü?
Dış politikada öyle her akla gelen hamlenin yapılamayacağını, yapılırsa bunların fiyaskoyla sonuçlanacağını anladı mı?
Eğer anlamadı ise ve Dışişleri’ni dışlamaya devam ederse Türkiye daha çok benzeri fiyaskolar yaşar.
* * *
Bu arada, bir merakım da şu: Cumhurbaşkanı ile Başbakan, haber olarak medyada pek büyütülmeyen bir rezaletin farkında oldular mı?
Danışmanlarının her gün önlerine koyduğu basın özetlerinin içinde yer almamış olabilir.
Açıklamayı TÜİK, açılmışıyla Türkiye İstatistik Kurumu yaptı.
Buna göre, 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 255 YTL (aylık).
Yoksulluk sınırı ise 651 YTL (aylık).
Yani TÜİK’e göre, ayda 255 YTL geliri olan 4 kişilik bir aile aç kalmıyor.
Ayda 651 YTL geliri olan 4 kişilik bir aile yoksul değil.
TÜİK uzmanlarında eğer varsa kocaman bir İNSAF!
255 YTL’yi önce dörde, sonra otuza bölerseniz kişi başına 2.1 YTL çıkar.
Bütün giderleri bırakın, sadece karın doyurmak için kullanın bu parayı.
Doymanız mümkün mü?
Şimdi soruyorum.
Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın, bakanların, milletvekillerinin vicdanları rahat mı?
Yanıtları "Evet"se kendilerine, olimpiyatlarda ancak bir tane kazanabildiğimiz kocaman bir altın madalya da benden.
Yazının Devamını Oku 27 Ağustos 2008
SİZİN için dış güçler karar veriyor, geleceğiniz için planlar yapıyorsa ülkeniz bir çaresizlik içinde demektir.<br><br>Ülkeniz iyi yönetilmiyor demektir. Bugünkü durum budur. AKP iktidarı bunu değiştirecek güce sahip değil.
Kafkaslar’da işler karıştı. Rusya Gürcistan’ı üçe böldü. Tayyip Bey’in "istikrar paktı" önerisi fiyaskoyla sonuçlandı.
Olay, bir dünya sorunu haline geldi. Nasıl çözüleceği de belli değil.
İçeride de aynı durum söz konusu.
Toplum ikiye ayrıştı.
İktidar bunu önleyeceğine daha da körüklüyor.
Bu durum Türkiye üzerinde oyunlar oynamak isteyen iç ve dış güçlerin stratejilerini pervasızca yürütmelerini kolaylaştırıyor.
Türkiye’de iç ve dış gelişmeleri dikkatle izleyen insanlar, olağanüstü bir tedirginlik yaşıyor.
Türkiye hem siyasi, hem de ekonomik yönden zor günlere doğru sürükleniyor.
Başbakan Erdoğan bütün bu tatsız gelişmelerden habersiz gibi davranıyor.
* * *
Kimseyle uzlaşmak gereğini duymadığını ilan ediyor, "Biz milletle uzlaştık. Bu bize yeter" diyor.
Belli ki Anayasa Mahkemesi’nin kararını iyi okuyamamış.
Geçenlerde bir üniversiteli gençle yaptığımız söyleşiyi çok önemsediğim için yazmak istiyorum.
Karşımdaki cin gibi, bilgili, donanımlı, iç ve dış gelişmeleri dikkatle izlediği anlaşılan bir genç.
Üniversiteyi yeni bitirmiş, askere gitmeye hazırlanıyor. Bir yandan da kendisine bir gelecek çizmek için zemin yokluyor.
Genç, mezun olduğu üniversitedeki gariplikleri anlatıyor.
Bazı öğretim görevlilerinin derslerde kendilerini belli konularda şartlandırmak istediklerinden şikáyet ediyor.
Örneğin, bazı öğretim görevlileri şunları söylüyorlarmış:
"Bizim toplum olarak kendimizi sorgulamamız lazım. Kürtlere ve Ermenilere karşı yaptığımız tarihsel haksızlıkları kabul etmeliyiz."
Genç anlatıyor:
"Bu konularda araştırma yapmamız için görev veriyorlar. Ama bu araştırmada Türklerin yaptığı haksızlıkları irdelememizi, suçlu olduğumuzu vurgulamamızı istiyorlar."
Öğrenciler zor durumda kalmışlar. Hocalarına bu araştırmaları yapmak istemediklerini nasıl söyleyecekler?
Sınavda bir sorun yaşarlarsa ne olacak?
Sonunda öğrenciler, "Bu araştırmaları yapmak istemiyoruz. Bize yeni bir konu verin" diyorlar.
* * *
Bir gün de okulda bir olay oluyor. Bir grup öğrenci, toplantı salonundaki Türk bayrağını indiriyor.
Okulda bir hareketlenme oluyor. Doğal olarak öğrenciler tepki gösteriyorlar.
Aynı öğretim görevlileri onlara şöyle diyor:
"Yahu çocuklar, ne var bunda, alt tarafı küçük bir bez parçası. Bırakın, bunlarla uğraşmayın. Artık bunları aşın."
Bir profesör de derste sık sık, "Türk toplumu bu çağda hálá Atatürk’ün peşinden gidiyor. Bunlardan vazgeçmek gerekir" diyor.
Toplumsal değerlerin küçük görülmesinin ve önemsenmeme telkinlerinin kendilerini çok rahatsız ettiğini söylüyor genç ama yapabilecekleri bir şey olmadığını belirtiyor.
İşin en vahim yanı da Türkiye’ye dönük bu stratejinin ortakları...
Dinciler, cumhuriyet karşıtları ve dış güçler.
Yazının Devamını Oku