10 Ekim 2008
KENDİ deyimleriyle "Allah hayırlara vesile etsin", anlayamadım Başbakan’a birdenbire ne oldu böyle? Hangi dağda kurt öldü de medyaya karşı böyle nazikleşiverdi.
Önce terör konusunda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin moralini bozacak yayınlar yapmamamız için biz gazetecilere son derece kibar bir şekilde ricada bulundu.
Birkaç gün sonra da küresel kriz nedeniyle sağduyulu yayın yapan, panik yaratmayan bir tutum sergileyen medyaya bu kez içtenlikle teşekkür etti.
Birdenbire böyle kibar ve anlayışlı oluveren Başbakan’ın 15-20 gün önce takındığı afra tafra neydi o zaman?
O kasıp kavurmalarının, tehditlerinin, meydan okumalarının, hakaretlerinin, şantajlarının gerekçesi neydi?
Neydi o öfke, o şiddet?
Hele hele bir devlet adamına yakışmayan, demokrasiye sığmayan o boykot çağrısı?
Ya kürsüden kin içinde ateş saçan gözlerle, "Almayın o gazeteleriiiii... Evinize sokmayınnnnn" naraları?
Başbakan madem o kadar kızgındı, peki iki-üç gündür gösterdiği nezaket nereden kaynaklanıyor?
Bu birbirine yüzde yüz zıt davranış, bu tutarsızlık, aklı başında vatandaşı ülkesi adına endişelendirmez mi?
* * *
Başbakan’ı anlayabilmek gerçekten olanaksız.
Böyle bir Başbakan tarafından ülkemizin yönetilmekte olması da çok düşündürücü.
Küresel kriz bütün dünyayı kavurmaya başlamış, zengin ülkelerin finans sistemleri SOS veriyor, dünyanın en büyük bankaları iflas bayrağını çekmiş, borsalar çökmüş...
Amerika, İngiltere, Almanya, Fransa başta olmak üzere ekonomisi Türkiye’den kat be kat iyi durumdaki ülkeler, krizi atlatmak için önlem üstüne önlem alıyor.
Peki bizim Başbakan ne yapıyor?
"Endişelenmeyin, evvel Allah bize bir şey olmaz. Sayemizde kriz bizi etkilemez" diyor.
Oysa Merkez Bankası Başkanı çıkıp "Aman bize bir şey olmaz demeyin, dikkatli olun" diye uyarıyor.
İstanbul Borsası 55 binden 30 bine düşmüş, dolar 1.40’ın üzerine çıkıp çıkıp iniyor, piyasa durmuş.
Esnaf boynunu bükmüş, dükkánının önünde müşteri bekliyor.
Tüccar, sanayici, büyüğüyle küçüğüyle korku ve panik içinde...
Gariban halk tevekkül ve çaresizlik içinde başına çökecek felaketi bekliyor.
* * *
Ama bizim Başbakan rahat...
"Doların yükselmesi endişe verici değil, piyasalardaki kriz gelip geçici" diyor.
Ekonomiden Sorumlu Bakan’ı ondan aşağı kalır mı, üst perdeden sallıyor:
"Küresel mali krizin Türkiye’ye etkisi kısa dönemli olacak ve sınırlı kalacak..."
TÜSİAD Başkanı ve yöneticileri şaşkınlık içinde, "Tedirginiz, aman küresel krizi ciddiye alın. İşin şakası yok" diye hükümeti bir kez daha uyarıyor.
Başbakan ve ekonomi kurmayları ise hala "Evvel Allah bize bir şey olmaz" havası içindeler.
"Tanrı sonumuzu hayreylesin" demekten başka yapacak bir şeyimiz yok.
Yazık bu ülkeye.
Kimlerin elinde kaldık.
Yazının Devamını Oku 8 Ekim 2008
Hem ekonomik, hem de güvenlik ve huzur yönünden hepimiz zorlanacağız.<br><br>Dünyayı saran büyük krizle boğuşacağız. Tanrı zaten geçim sıkıntısı içinde olan halkımızın yardımcısı olsun.
Terör ise belli ki zaman zaman hepimizi üzecek.
Oysa AKP iktidarı başladığı 2002 yılında terör hemen hemen sıfıra noktasındaydı.
Aradan geçen 6.5 yılda terör örgütü ağır silahlarla eylem yapacak hale geldi.
Bunun sorumlusu iktidardır.
Hálá doğru teşhis koyamıyorlar. Sanki terör hiç onların sorunları değilmiş gibi bir duruş içindeler.
Yazık! Bunun faturasını gepegenç evlatlarımız canlarıyla ödüyorlar.
* * *
Bu curcunada bir türlü yazamadığım çok önemli bir konuya değinmek istiyorum.
Üniversitelere Cumhurbaşkanı Gül’ün yaptığı rektör atamalarının yine 2009 yılında başımızı çok ağrıtacağına herkesin dikkatini çekmek istiyorum.
Ağrı İbrahim Çeçen, Artvin Çoruh, Bartın, Batman, Bingöl, Bitlis, Çankırı Karatekin, Iğdır, Karamanoğlu Mehmetbey, Kırklareli, Mardin Atuklu, Muş Alparslan, Siirt, Şırnak Tunceli, Yalova...
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bu 16 üniversiteye türban yanlısı rektörler atadı.
Bu üniversiteler kuruluş aşamasında. Buraları iyi izleyin.
Buralarda bilim özgürlüğü, çağdaş eğitim açısından tatsızlıklar yaşanacak.
Bütün endişem bu bilim yuvalarının tarikatların egemenliğine girme olasılığı.
Önümüzdeki dönemde bu üniversitelerde türban serbest olacak, toplu namazlar kılınacak, ramazanda kantinler, yemekhaneler kapanacak.
Tarikat yapısına direnen öğrenciler baskı görecek.
Akademik kadrolara belli dünya görüşüne sahip insanlar doldurulacak.
Hiç sürpriz olmasın, bu ve buna benzer gelişmeleri bu üniversitelerde yaşayacağız.
* * *
Ardahan, Bayburt, Gümüşhane, Hakkári, Kilis, Nevşehir, Osmaniye Korkut Ata...
Bu 7 üniversiteye ise ayıp olmasın diye türban bildirisine imza atmayan rektörleri atadı Cumhurbaşkanı.
Kendince bir denge kurdu.
Eleştirilere yanıt verebilmek için bu 7 rektörü örnek gösterecek.
Bu üniversiteleri hepimizin dikkatle izlemesi gerekiyor.
Hiç kuşku duymayın bu üniversiteler cumhuriyet ilkelerine bağlı, çağdaş eğitimi ödünsüz uygulayan, bilim özgürlüğünün, özgür düşüncenin geçerli olduğu cumhuriyet üniversiteleri olacak.
YORUMSUZ...
19 Eylül 2008, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan:
"Bu ülkede medya güvenirliliğini yitirmiştir, kendini yitirmiştir. Partimin mensupları olarak yalan yanlış bu haberleri yapanlara sizler de kampanyanızı başlatın, sürdürün. Bu gazeteleri evlerinize sokmayın, almayın. Bu kadar açık konuşuyorum. Siz mi bize yalan yanlış bu tür kampanyalar yapıyorsunuz, biz de en tabii, en doğal hakkımızı kullanıyoruz. Size karşı biz de bu kampanyayı başlatıyoruz, almayacağız. Hangi dilden anlarsanız o dilden konuşacağız."
5 Ekim 2008 Başbakan Recep Tayyip Erdoğan:
"Bu dönem moral değerlerin en zirvede olması gereken bir dönemdir. Ve bu konuda yıpratmaya yönelik değil, onarmaya yönelik neler yapabiliriz, bunu düşünmemiz lazım. Bunu da özellikle tüm medya kuruluşlarımızdan rica ediyorum."
Yazının Devamını Oku 6 Ekim 2008
GÜNEYDOĞU’dan gelen acı haberler insanı öyle bir ruh haline sürüklüyor ki, böyle günlerde oturup yazı yazmak dayanılmaz bir işkence oluyor. Ne yazacaksınız?
Yüreğinize düşen ateşin verdiği dayanılmaz acıyı mı?
Yoksa ruhunuzu kasıp kavuran isyan fırtınalarını mı?
Ya da teröristlere, onlara destek olanlara, onları besleyenlere, onları ağır silahlarla donatanlara duyduğunuz nefreti mi?
Hele her yüreğimizi yakan acıdan sonra büyük büyük adamların çıkıp kırık plak gibi yineledikleri sözlerden tiksindiğinizi mi?
Vatanı uğruna ölen gepegenç insanların bir daha geri gelmeyecekleri gerçeğinin, analarının babalarının döktükleri gözyaşlarının hepimizin ciğerini deldiğini mi?
Ve atılan nutuklara rağmen bundan sonra da bir sürü vatan evladının yaşamının baharında kanlar içinde yere serileceğini bilmenin çaresizliğini mi?
24 yıldır süren bu kahpeliği, bu ihaneti, bu hainliği önleyememenin acizliğini mi?
Hangisini yazacaksınız?
Buna hangi yürek dayanır?
Buna bir yazı insanının kalemi nasıl yetebilir?
* * *
Bu acıları sona erdirmenin bir çaresi mutlaka, ama mutlaka bulunmalı.
Atalarının uğruna öldüğü bu toprakların yetiştirdiği gepegenç çocukların birbirlerini kurşunlamaları mutlaka önlenmeli.
Meclis olağanüstü toplanmalı.
Siyasi irade tek vücut halinde ayağa kalkmalı.
Halkı da arkasına alarak teröre karşı topyekûn mücadele başlatmalı.
Biz bu beladan, sorunu askere havale edip kenara çekilen bir iktidarla kurtulamayız.
Irak’a nota vererek, hamasi nutuklar atarak değil, harekete geçerek, kararlılığımızı tüm dünyaya göstererek bu belayı başımızdan atabiliriz.
Bu saldırı PKK’nın hálá güçlü bir dış destek aldığının kanıtıdır.
Avrupa ülkeleri PKK’yi korumayı sürdürmektedir.
Kendisi terörle boğuşan Amerika PKK’nın toptan yok edilmesi, dağıtılması için gerektiği gibi Türkiye’nin yanında yer almamaktadır.
PKK hálá Amerika’nın egemen olduğu topraklarda varlığını sürdürüyor, her türlü gereksinimini o bölgeden sağlıyor.
Cinayetleri orada planlıyor, sınırdan sızarak Türkiye’nin topraklarında eylem yapıp yeniden Kuzey Irak’a kaçıyor.
Bundan hem Amerika, hem de Irak yönetimi sorumludur.
Kuzey’deki Kürt yönetimini saymıyorum çünkü onlar Türkiye’den değil, PKK’dan yanadırlar.
* * *
Bu gerçeklere karşın AKP iktidarı bir ağırlık koyamıyor.
Suskun ve sessiz kalıyor.
Bu kadar tutarsız, çelişkili dış politika yürüten bir hükümetin terör konusunda dışarda ağırlık koyması zaten mümkün değil.
Terör örgütünün saldırıları, bu saldırılarda kullandığı ağır silahlar Amerika’nın verdiği istihbaratlar konusunda da kuşkular yaratıyor.
Acaba o istihbaratlarla Türk savaş uçaklarına boş noktalar mı bombalatılıyor?
Hükümet, terör örgütünün belinin kırıldığı 1994-1996 yıllarını iyi inceleyip, o günkü uygulamalardan dersler çıkarmalı.
Dış destekleri durduracak girişimleri kararlılıkla yapmadan, bölge halkını kazanacak ekonomik ve sosyal önlemleri almadan, sorumluluğu sadece askere yükleyerek bu işi çözemeyeceğini bilmeli.
Sadece sivrisineklerle mücadele ederek terör bitirilemez.
Terör bataklığını kurutmak zorundayız.
Yazının Devamını Oku 4 Ekim 2008
ORHAN Pamuk’un "Masumiyet Müzesi"ni okurken Cumhuriyet adına büyük gurur duydum. <br><br>Cumhuriyet’i kuranları derin bir minnetle andım. Çünkü dünyanın en büyük romancılarından biri olan Orhan Pamuk bu Cumhuriyet’in eseridir.
"Masumiyet Müzesi", tutkulu bir aşkın belki de dünya edebiyatında yazılmış en muhteşem romanıdır.
Romanın kahramanı Kemal’in, Füsun’a duyduğu eşsiz aşkın ruhunun derinliklerinde yarattığı dayanılmaz acılar sizi de o girdabın içine çekiyor.
Romanı soluk almadan okurken bir şeyi çok merak ettim.
Orhan Pamuk yaşamının en sıkıntılı döneminde nasıl böyle bir yapıt ortaya çıkarabildi?
Kendisine yapılan hakarete varan ağır suçlamalar, karamalar ve ölüm tehditleri altında nasıl dimdik durabildi.
Dünyada pek çok yazar böyle dönemler yaşamış ama ayakta kalmayı başaramamış, bırakın yazmayı uzun süre eline kalem dahi alamamıştır.
Orhan Pamuk büyük, çizgisi çok yüksek bir romancı.
"Masumiyet Müzesi" bunu bir kez daha ortaya koyuyor.
Kitabı ağız tadıyla, sindire sindire okumanız için içeriğiyle ilgili bir şey yazmıyorum.
Ama yıllarca dayanılmaz acılar çeken, yaşamını tutkulu aşkı uğruna seve seve feda eden romanın kahramanı Kemal’in son sözlerini aktarmak istiyorum:
"Herkes bilsin, çok mutlu bir hayat yaşadım."
* * *
Bu ara zevkle okuduğum bir dostumun, meslektaşımın kitabından da söz etmek istiyorum.
Mete Akyol meslek yaşamı boyunca yaptığı unutulmaz röportajlarının öykülerini usta kalemiyle bir kitapta toplamış.
Benim gazeteciliğe başladığım yıllarda Mete Akyol mesleğinin zirvesindeydi ve Babıáli’de bir efsaneydi.
Onun haberlerini, röportajlarını, söyleşilerini, dizi yazılarını ve hele hele haftalık mizah yazılarını su içer gibi hayranlıkla okur, bir şeyler öğrenmeye çalışırdım.
Sonra gepegenç bir muhabir olarak onunla seçim gezisine çıkma şansını yakaladım.
Mete Akyol’dan çok şeyler öğrendim.
Örneğin, gazeteciliğin en önemli silahının zeká, yaratıcılık, ısrarcılık, kuşkuculuk olduğunu...
Onun işlek, kıvrak, esprili ama o oranda da toplumuna ve ülkesine karşı sorumlu bir kalemi vardı.
İnsan ilişkileri bir gazetecide olması gerektiğinden çok daha güçlüydü.
Çorumlu belediye işçilerinin tepkilerini göstermek için "Ölüm Yürüyüşü"ne çıkacaklarını öğrenir öğrenmez onlara katılması olağanüstü bir gazetecilik refleksiydi.
Günlerce süren acı dolu yürüyüşü onlarla birlikte yaşamış ve olağanüstü bir dizi çıkarmıştı.
İşçilerin çektiği sıkıntıları, acıları onun kalemiyle gün be gün biz de yaşamıştık.
Mete Akyol’un kitabının adı "Bir Başkadır Benim Mesleğim".
Gerçekten bir başkadır bizim mesleğimiz.
Acı tatlı yanlarıyla...
Dostluklarıyla, ihanetleriyle...
Zorluklarıyla, güzellikleriyle...
Başarılarıyla, başarısızlıklarıyla...
Onurlusuyla, onursuzuyla ...
Mete Akyol gibi, onurlu, dürüst, dimdik duran, kalemini kıran ama asla satmayan bir gazeteciyle bu mesleği paylaşmak doyumsuz bir mutluluktur.
Yazının Devamını Oku 3 Ekim 2008
BİR ülkenin adalet bakanı, o ülkede hakkın, hukukun korunmasından, adaletin dürüstçe dağıtılmasından, yargının adil ve hızlı işlemesinden sorumludur. Bu nedenlerle, Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in, son yılların en dramatik yolsuzluk skandalı Deniz Feneri konusundaki yaklaşımını yadırgadım.
Şunun için; Şahin’i gazeteci olarak uzun yıllardan beri tanırım.
Hakkında eşi, çocukları, yakınları, taraf etrafı için siyasi gücünü kullandığına dair bir iddia duymadım.
İhalelerde kendisine, ailesine, yakınlarına çıkar sağladığına veya onları kayırdığına dair bir şey işitmedim.
O nedenle dünya görüşüm çok farklı olmasına rağmen kendisini dürüst bir insan olarak tanırım.
İşte onun için şu sözleri beni çok şaşırttı:
"Falan ülkede, falan dernek yöneticileri suiistimal yapmış. Bunun sorumlusu da sizsiniz diyorlar. Bana ne ya. Bana ne..."
Bu üslubu ben çok iyi tanıyorum.
Bu üslup Mehmet Ali Şahin’in değil, Başbakan Erdoğan’ındır.
Bu üslup sorumluluk taşıyan bir devlet adamına yakışmaz.
Bugün, "Bana ne ya!" diyen Şahin bir süre önce Türkiye’ye gelen Alman heyetine tutuklu bulunan Deniz Feneri yöneticilerini sormuştu.
* * *
Almanya’daki yargılamayı sanırım tüm ayrıntısıyla Türk medyası yansıttı.
Buna en büyük tepkiyi de Başbakan verdi.
Hatta Başbakan bu tepkisini gazeteleri boykot çağrısına kadar götürdü.
Şimdi de buna benzer bir tepkiyi Adalet Bakanı veriyor.
Oysa gerçekler, Alman yargısının verdiği kararlar ortada.
Alman yargısının mahkûm ettiği Almanya’daki Deniz Feneri ile merkez olan Türkiye’deki Deniz Feneri’nin ilişkileri belgelenmiş.
Orada toplanan yardım paralarının bir kısmı yasal olmayan yollardan Türkiye’ye aktarılmış.
Bütün bunlar kanıtlanmış ve Almanya’daki sorumlular mahkûm olmuş.
Bununla da kalmamış. Alman yargıç kararını açıklarken Almanya’daki Deniz Feneri’nin esas ayağının ve yöneticilerinin Türkiye’de olduğunu vurgulamış, Türk yargısını göreve çağırmış.
Olay bu kadar açık, bu kadar net.
Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanı bu ihbarı hemen değerlendirip gereken girişimde bulunacağına, bunun takipçisi olacağına nasıl "Bana ne ya. Bana ne" diyebilir?
* * *
Yoksa Mehmet Ali Şahin de mi öteki AKP’lilerle aynı görüşte?
O da mı "Benim hırsızım iyidir" mantığına sahip?
Mehmet Ali Şahin çok iyi bilir ki, bu mantık Türkiye’yi felakete götürür.
Demek ki iktidar insanları körleştirebiliyor.
Not defterime bir süre önce Şahin için yazdığımım satırları aynen aktarıyorum:
"Mehmet Ali Şahin Ergenekon savcısı Zekeriya Öz hakkında önemli hukukçuların soruşturma açılması isteklerini reddetti.
Büyük bir hayal kırıklığı...
Ama buna karşı Başbakan Erdoğan (kırıp döken, bağırıp çağıran, hakaret eden, tehditler savuran, şantaj yapan) hakkında 3 kuruşluk tazminat kararı veren Yargıç Sevgi Oruç için ceza davası açılmasına, disiplin cezası verilmesi için Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu’na sevk edilmesine karar veriyor."
Hukuku, bireyleri için eşit uygulamayan bir ülke hukuk devleti olamaz.
Mehmet Ali Şahin’in görevi ve sorumluluğu, hukukun üstünlüğünü koruması, ve hukukun tüm bireyler için geçerli olmasını sağlamasıdır.
Yazının Devamını Oku 1 Ekim 2008
2007 seçiminden bir ay kadar önceydi. İlan edilen fındık fiyatları Karadenizlileri çılgına döndürmüştü. <br><br>Herkes Tayyip Bey’e ve partisine ateş püskürüyordu. Yazgısını fındığa bağlamış milyonlarca insan, AKP iktidarının kendilerini perişan ettiğini söylüyor, ağza alınmayacak küfürler savuruyordu.
Hükümetin ilan ettiği fiyatın fındığın maliyetini bile karşılamadığını savunuyorlardı.
Bazıları "AKP bu seçimde Karadeniz’den zor oy alır" diyorlardı.
Oktay Ekşi ile Ordu’da epeyce yeri dolaştık, bir sürü insanla konuştuk.
Herkes aynı öfke içindeydi.
AKP’nin Karadeniz’de büyük bir hezimet yaşaması bekleniyordu.
İstanbul’a döndükten sonra gezimiz hakkında soru soran herkese izlenimlerimizi aktardık ve AKP’nin Karadeniz’de oy kaybına uğramasının kaçınılmaz olacağını söyledik.
Ama seçimde alınan sonuçlar bu öfkenin sandığa yansımadığını gösterdi.
Hatta Karadeniz illerinde AKP’nin oyları bir önceki seçime göre daha da arttı.
Örneğin fındığın merkezi olan Ordu’da AKP rekor düzeyde oy aldı.
Mart ayında yapılacak yerel seçimlerden önce de hava 2007 seçim öncesi gibi.
AKP yine fındık üreticisini perişan etti.
Bakalım bu kez Karadeniz insanı ne yapacak?
* * *
Geçtiğimiz günlerde Bodrum’da bir kafede otururken sahibi gelip dert yanmaya başladı.
"Bu AKP tüm esnafa işkence ediyor. Her gün maliye müfettişleriyle uğraşıyoruz. Defterlerimizi didik ediyorlar. Hepimiz bıktık usandık."
Kafe sahibi esnafın nasıl perişan durumda olduğunu örnekler vererek anlatıyordu.
Esnafın borç içinde yüzdüğünü, bir arkadaşlarının 500 bin YTL’ye varan borcunu ödeyemediğini ve intihar ettiğini anlattı.
Bu ve buna benzer şikayetleri yalnız Bodrum’da değil, hemen her yerde duyuyorum.
Küçük, büyük sanayici başta olmak üzere hemen bütün sektörlerdeki insanlar aynı sıkıntılardan söz ediyor.
Çiftçi derseniz, onların hali malum.
Memur, işçi, emekli; onlar da perişan.
İnsanlar yaşamlarını sürdürmek ciddi bir savaşım veriyorlar.
* * *
Hepimiz her gece televizyon haberlerini izliyoruz.
Gazeteci arkadaşlarımız kime mikrofon tutsa hep aynı feryat yükseliyor:
"Pahalılığın altında eziliyoruz. Arka arkaya gelen zamlar bizi perişan etti. Bu kışı nasıl geçireceğiz bilemiyoruz. İşimiz çok zor, Allah yardımcımız olsun."
KESK’in yaptığı araştırma karamsarlıkları artırıyor.
Bu araştırmaya göre 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı ayda 730 YTL.
Yine 4 kişilik ailenin yoksulluk sınırı 2 bin 310 YTL.
Üniversite mezunlarının asgari ücretle iş bulamadıkları Türkiye’de 2 bin 310 liraya iş bulmak hangi babayiğidin harcı?
Türkiye’de durum bu kadar vahim. Küresel kriz bize ulaştığında ne yapacak bu halk?
Tayyip Bey’in bir gecede yapılan hesap değişiklikleriyle milli geliri 10 bin dolara çıkarması durumu düzeltmeye yetmiyor.
Allah fakir fukaraya kolaylık versin.
* * *
Bütün okurlarımın Şeker Bayramı’nı saygı ve sevgi ile kutlar, sağlık ve mutluluklar dilerim.
Yazının Devamını Oku 29 Eylül 2008
CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül 9 günlük Amerika gezisinin dördüncü gününde çok önemli bir yemeğe onur konuğu oldu. Cumhurbaşkanı’nın masasında bir onur konuğu daha vardı: Zimbabve’nin kanlı diktatörü Robert Mugabe...
Gazetelerdeki fotoğrafa bakıyorum, hem Gül hem de Mugabe büyük mutluluk içinde gülüyorlar.
Bu AKP takımı demokratlığı kimseye bırakmıyor ama nedense diktatörleri de çok seviyor.
Bir başka kanlı diktatörü daha geçenlerde Ankara’da ağırlamışlardı.
Önceki sabah, bir sunucu kızcağız gazete haberlerini okurken bu fotoğrafı bizim gazetede görünce kendini tutamayıp "Aman Allahım!" diye bağırdı.
Son bir ayrıntı daha verelim ve bu konuyu noktalayalım.
Gül ile kanlı diktatör Mugabe’nin New York’ta buluştuğu iftar yemeğini Fethullah Gülen cemaati düzenledi.
* * *
Cumhurbaşkanı iftar masasını kanlı diktatörle paylaşırken Başbakan da çıktığı kürsüde dam üstünde saksağan misali yeni bir tartışma başlatıyor.
Yarın başlayacak bayrama "Şeker bayramı" diyenlere giydiriyor:
"Bakıyorsunuz bayram adını değiştirdi. Ne oldu bayramın adı? Tatil. Olmaz. Adını bir başka türlü de değiştirmişler şimdi. Şeker bayramı. Bu dört dörtlük bir Ramazan Bayramı, ne Şeker Bayramı. Yani buna bir kültürel erozyon denir."
Yahu ben bildim bileli bu bayramın adı "Şeker Bayramı"dır. Halk arasında hálá da öyle.
Son zamanlara kadar kimse Ramazan Bayramı demiyordu.
Kanuna baktık, kanunda "Ramazan Bayramı" diye geçiyor.
Demek ki bayramın adını Başbakan’ın kastetmek istediği gibi cumhuriyet değiştirmemiş. Halk değiştirmiş.
Olsun, Başbakan’ın derdi cumhuriyetle, "Bunu mutlaka cumhuriyet değiştirmiştir" diye düşünüyor.
Ama işin garibi Köşk de "Şeker Bayramı" diyor.
Bilmem Başbakan’ın bundan haberi var mı?
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün himayesinde Türkiye’nin önde gelen kamu kurumları ve özel kuruluşların desteğiyle hayata geçirilen "Trafikte Dikkat, 10 Bin Hayat" projesi kapsamında gazetelere verilen ilanda bayrama "Şeker Bayramı" deniliyor.
Cumhurbaşkanlığı’nın forsu ile diğer sponsorların logolarının da yer aldığı ilanda, "Önümüz bayram. Binlerce insan, sevdiklerini görmek için yola çıkacak. Adına bakarsak Şeker Bayramı. İşin acısı, birçok insanın sevdiklerini göremeyecek olması. Raporlara ve istatistiklere göre, her on kazadan dokuzu, insan hatası. Bu böyle gitmez, gitmemeli. Bayram gidişinin dönüşü için, bazı alışkanlıklardan vazgeçilmeli. Her yıl 10.000’den fazla insan, sizce de biraz fazla değil mi" yazısı yer alıyor.
* * *
Başbakan "Ramazan Bayramı"na "Şeker Bayramı" denmesini çok önemsiyor ama dünyayı kasıp kavurmaya başlayan ekonomik krizi önemsemiyor.
Yaptığı basın toplantısında birçok uzmanın "yüzyılın krizi" demesine, Amerika’daki dünyanın en büyük bankasının iflas etmesine karşılık Başbakan "Bize bir şey olmaz" diyebiliyor.
Ne bir önlemden, ne bir stratejiden bahsediyor. Ama bakın ekonominin öteki aktörleri ne diyor?
Merkez Bankası Başkanı: "Hiçbir ülke krizin dışında kalamaz."
TOBB Başkanı: "Krizin faturası herkese çıkar."
İş Bankası Genel Müdürü: "Meslek hayatımda bununla kıyaslanabilecek hiçbir kriz görmedim."
Başbakan’a bakarsak "Merak etmeyin evvel Allah bize bir şey olmaz abicim."
Yazının Devamını Oku 27 Eylül 2008
YARBAY Juan Domingo Peron 1936 yılında görevle Roma’ya gönderildi. <br><br>Genç teğmen o sırada İtalya’da esen Mussolini rüzgárından çok etkilendi. Mussolini faşizmini tanıyan Peron, Almanya’ya da geçerek Hitler’in Nazi taktiklerini inceledi.
1941’de Arjantin’e döndü.
Faşizm ideallerini subay arkadaşlarına anlattı. 1943’te yapılan askeri darbede önemli roller aldı.
Askeri dönemde hızla yükseldi.
1944’te kendisine politika yolunu açan Evita Peron’la evlendi.
1946 seçimlerine katılarak Arjantin Cumhurbaşkanı seçildi.
İktidara gelir gelmez eşi Evita’nın önerisine uyarak sendikalara büyük çıkarlar sağlayan yasayı çıkarttırdı ve işçilerin kahramanı oldu.
Peron’un bütün hedefi yargıyı ele geçirmekti. Zaman yitirmeden Anayasa Mahkemesi üyelerine karşı karalama kampanyası başlattı.
1949 yılında Senato’ya, hákim ve savcıları görevlerinden uzaklaştırma yetkisi veren kanunu çıkarttırdı.
Ve arkasından diktatörlüğünü ilan etti.
* * *
Muhalefeti susturmak için Radikal Parti Başkanı Ricardo Balbin’i içeri attırdı. Aydınları, yazarları, gazetecileri, bilim adamlarını ve öğrencileri tutuklattı.
Diktatörlüğünü pekiştirmek için sıranın basına geldiğine karar verdi.
Çünkü basın ona karşıydı.
Hemen basını susturma kampanyası başlattı.
Belgrano ve Rades radyolarını millileştirdi. Çok etkin olan bu radyolar hükümetin reklamını yapmaya başladı.
Daha sonra üç radyoya da el koydu ve bunları dostlarına sattırdı.
Kurdurduğu "Arjantin karşıtı hareketleri ve kanunlara uymayanları araştırma" komisyonuna emir verdi ve muhalif 90 gazeteyi kapattırdı.
Bu ceberrutluk Peron’u tatmin etmiyordu.
O, ülkenin en prestijli gazetesi La Prensa’yı susturmak istiyordu.
Çünkü La Prensa çok etkiliydi ve ülkede olup bitenleri doğru ve açık bir şekilde kamuoyuna yansıtıyordu.
* * *
Peron çıldırıyordu ama La Prensa’yı kapatmak için bir yol bulamıyordu.
Sonunda akıl hocaları 1950 Ekim’inde ona "Ülkenin güvenliğine karşıt eylemler" adlı bir yasa çıkarmasını ve La Prensa’nın canına okumasını önerdi.
Yasa çıkarıldı. Artık tüm muhalifleri ve La Prensa’yı susturmak için hiçbir engel kalmamıştı.
1951’de La Prensa kapatıldı ve bütün mal varlığına el kondu.
Peron ülkenin en etkin gazetesini de susturduğunu sandı.
1952’de Evita kansere yakalanarak öldü. Eşinin kaybı Peron’u daha da çıldırttı.
Önüne geleni hapse atıyordu. Hapishaneler dolup taşıyordu.
1955’te Standard Oil of California adlı Amerikan firmasına Arjantin’de petrol arama özel izni veren Peron’un bu şirketten para aldığı ortaya çıktı.
Darbe oldu. Peron Paraguay’a kaçtı.
La Prensa yeniden yayımlanmaya başladı.
Peron 18 yıl sürgünde kaldıktan sonra ülkesine döndü.
Ekim 1973 seçimlerini kazanarak yeniden cumhurbaşkanı oldu. Yedi ay devlet başkanlığı yaptı ve 1 Temmuz 1974 günü 79 yaşında öldü.
La Prensa gazetesi hálá basın hayatına devam ediyor.
Yazının Devamını Oku