Tufan Türenç

Erdoğan’ın belediye oyunu

26 Eylül 2008
BAŞBAKAN Erdoğan, Türkiye’nin büyük küçük bütün belediyelerini istiyor. Onun için her türlü siyasi ve ekonomik silahı kullanıyor.

Sosyal devleti bir kenara itiyor, bizim vergilerimizle "sadaka politikası" uyguluyor.

Muhtaç durumda olan milyonlarca insanı öldürmeyip sıtmaya razı ediyor.

Kömür dağıtıyor, gıda paketleri dağıtıyor, imarethaneler kuruyor.

Bunu belediyeler eliyle yapıyor.

Zorda bırakılan vatandaş bu yardımları alınca, "Allah razı olsun. Bunlar olmasa acımızdan öleceğiz" diye Erdoğan ve partisine dua ediyor.

Oysa devletin görevi, vatandaşlarını ona buna muhtaç ettirmemektir.

Sosyal devlet, vatandaşlarını bedava yemek dağıtılan çadırların önünde başı öne eğik kuyrukta bekletmez.

Tayyip Bey siyasi nüfuzunu artırmak, uyguladığı "sadaka politikası"nı tüm yurda yaymak için kazanamayacağı belediyeleri ele geçirmeyi amaçlıyor.

Bunu gerçekleştirmek için de partisinin oylarının düşük olduğu belde ve ilçelerdeki belediyeleri, AKP’nin güçlü olduğu belediyelerle birleştiriyor.

En belirgin örnek de Bahçeşehir Belediyesi.

Bahçeşehir, Türkiye’de modern şehirciliğin mükemmel bir örneği.

Kusursuz altyapısı, çağdaş, estetik yapılaşması ile gelişmiş, dünya ölçeğinde modern, uygar bir yer.

İşte bunun için Bahçeşehir, Tayyip Bey’in iştahını kabartıyor.

Ama önemli bir sorun var; AKP’nin burada sandıktan çıkması olanaksız.

Bunun önemli nedeni, genç ve başarılı Belediye Başkanı Kemal Aydın...

Tayyip Bey ve arkadaşları bunun için dünyada eşi menendi görülmemiş bir oyun tezgáhlıyorlar.

Bahçeşehir’i Başakşehir Belediyesi’ne katıp orada eritmek istiyorlar.

Başakşehir ile Bahçeşehir arasındaki mesafe 30 kilometreymiş, bu hiçbir siyasi etiğe sığmazmış...

Bunlar, Erdoğan ve arkadaşlarının umurunda bile değil.

* * *

Demokratik bir ülkede iktidarların aklına bile getirmediği böyle etik dışı uygulama, Bahçeşehir’de yaşayan 50 bin insanı ayaklandırdı.

Bu abuk sabuk yasanın iptali ve yürütmenin durdurulması için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdular.

Ama nedense Anayasa Mahkemesi, Anayasa’nın, insan hak ve özgürlüklerinin özüne aykırı olan böyle bir uygulama için şu ana kadar parmağını bile oynatmadı.

Bahçeşehirliler, Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na 30 bin imzalı bir dilekçe göndererek "Yasa ile birlikte ortaya çıkan belirsizliklerin sona erdirilmesini, belediyelerinin kapatılmamasını" istediler.

Eğer Anayasa Mahkemesi bir çözüm getirmezse sorunu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşıyacaklar.

Bence Tayyip Bey zaman yitirmeden şunu da yapsın:

Çankaya Belediyesi’ni Keçiören’e...

Beşiktaş’ı memleketi Rize’ye...

Kadıköy’ü Konya’ya...

Bakırköy’ü de İzmit’e...

Bağlasın, oraları da alsın ve olsun bitsin.

Kılıçdaroğlu ağır bastı

EVET abartı değil gerçek bu.

Dengir Mir Mehmet neden bu tartışmaya katılmayı göze aldı anlayamadım.

Çünkü Kemal Kılıçdaroğlu’nun elinde belgeler olduğunu bilmeliydi.

Bürokrasiden siyasete geçen Kılıçdaroğlu soğukkanlı ve sakindi. Elindeki belgeleri çok iyi kullandı.

Dengir Mir ise savunmadaydı. İddialara tatmin edici yanıtlar veremedi.
Yazının Devamını Oku

Gözaltı aşağılayıcı ve ağır bir süreçtir

24 Eylül 2008
1980 başları... Türkiye 12 Eylül Darbesi’nin bunaltıcı günlerini yaşıyor. <br><br>O dönemin en çok okunan köşe yazarlarından rahmetli Örsan Öymen havaalanında polis tarafından gözaltına alındı. Haberi duyar duymaz hepimiz şoka girdik.

O zamanlar Milliyet’teydik. Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni olan Turhan Aytul hemen İstanbul Emniyet Müdürü Şükrü Balcı’yı aradı.

Telefonla konuşurken Turhan Aytul’un bir anda yıkıldığını gördük.

Bir süre daha konuştu, sonra umutsuzca telefonu kapadı.

Hiç unutmam çökmüş bir halde bize dönüp şöyle dedi:

"Arkadaşlar durum kötü. Örsan’ın Dev Sol ile bağlantısı varmış. Şükrü Balcı ’Siz bu işe fazla girmeyin’ dedi."

Yazı işleri masasının başına üşüşen herkes korku içinde birbirine baktı.

Beş on saniye sonra ayılır gibi oldum.

"Abi sen ne diyorsun? Böyle bir şey olur mu? Şükrü Balcı’nın taktiğidir bu. Bunu hep yapar. Hemen sıkıyönetim komutanını arayalım" dedim.

Sıkıyönetim Komutanı Necdet Ürüğ Paşa arandı.

Necdet Paşa’dan da olumlu bir yaklaşım gelmedi.

İyice karamsarlığa kapıldık.

* * *

Bu kez Ankara Büro’yu devreye soktuk.

Çünkü hepimiz Örsan’a sonuna kadar güveniyorduk.

Sonunda işin aslı anlaşıldı.

Şükrü Balcı, "İstanbul polisi gözaltına alınanlara işkence yapıyor" diye yazan Örsan’a çok kızıyormuş, gözdağı vermek için gözaltına aldırmış.

İki gün sonra Örsan’ı bıraktılar.

Bir arkadaşımızın evinde Örsan’ın serbest bırakılmasını kutladık.

O gece Örsan çok ilginç şeyler anlattı.

Bir odaya kapatmışlar ve saatlerce bir sandalye üzerinde oturtmuşlar.

Zaman zaman odaya giren polislerden kimi "Abi ben senin devamlı okurunum. Çok dikkat et, senin başını yakacak bunlar" diyormuş.

Kimi de "Ulan i.... Polis işkenceci ha... Sen biraz sonra işkencenin ne olduğunu göreceksin" diye tehditler savuruyormuş.

İyi polis, kötü polis oyunu bu senaryo içinde saatlerce sürmüş.

Rahmetli Örsan şöyle demişti:

"Hani hep ’Sanık kendini emniyet müdürlüğünün dördüncü katından attı’ diye duyar da ’Olur mu yahu adamı aşağı atmışlardır’ derdik ya, inan bana insan kendisini aşağı atabilir. Ben bu duyguyu orada yaşadım."

* * *

Neden, ne amaçla gözaltına alındığını anlayamadığım Nurseli İdiz’in serbest bırakıldıktan sonra anlattıklarını okuyunca bu olay aklıma geldi.

Şöyle diyor Nurseli İdiz:

"Bir hücreye atılıyorsunuz.
Dünya ile ilişkiniz kesiliyor. Kimseyle görüşemiyorsunuz. Ne verilirse onu yemek zorundasınız. Hücrede çarşafsız, yastıksız bir sedir var. Orada yatıyorsunuz."

O da bizim Örsan gibi saatlerce o hücrede tek başına oturmuş.

Ne olduğunu, ne olacağını bilmeden.

Kendisine neyle suçlandığı bile söylenmemiş.

"Yemeği ellerimle yedim, suyu tuvalet musluğundan içtim" diyor.

Sanatçının en ürkütücü açıklaması da şöyle:

"Telefon konuşmalarımı çıkardılar. İnsan kendini çıplak hissediyor. Paranoyak oldum. Bir daha cep telefonu kullanmayacağım."

SON DAKİKA 1:

Yataktan kalkamayan Şener Eruygur’a kaçar diye yurtdışına çıkma yasağı konmuş.

SON DAKİKA 2:

Gözaltı şovu sürüyor. Sıra Tuncay Özkan ile Gürbüz Çapan’da.
Yazının Devamını Oku

Başbakan’ı kızdıracak sürpriz başlıklar

19 Eylül 2008
EVET yapacağımız bu sunum Başbakan’ı öfkelendirecek, buna eminim. Çünkü aşağıdaki başlıklar, Başbakan’ın kürsülerden çizdiği ekonomik pembe tablolarla taban tabana zıt.

Okuyacağınız başlıklar, Başbakan’ın iddia ettiği gibi Türkiye’nin AKP iktidarı döneminde ikiye, üçe katlandığını doğrulamıyor.

"Peki bu başlıkların sürpriz yanı ne?" diye sorarsanız onu da yazının sonunda okuyacaksınız.

Dilerseniz bu başlıkları vermeye başlayalım.

Büyük başlık şu:

"Türkiye piyasalardaki dalgaya karanlık bir tabloyla giriyor."

İkinci büyük başlık da şöyle:

"Dünya finans piyasaları Lehman Brothers iflasıyla sarsılırken, Türkiye ekonomisi sürece enflasyon, cari açık, iç piyasalarda ve yatırımlarda yavaşlama, işsizlik gibi önemli sorunlarla boğuşarak giriyor."

* * *

Şimdi bu iki ana başlık altındaki ayrıntıları verelim.

"Türkiye’nin makro verilerindeki kötüleşme, dünya piyasalarının en kötü dönemine rastladı. İşte Türkiye’deki makro tablo:

Büyüme...
Yılın ikinci çeyreğinde yüzde 3.5-4 arasında beklenen büyüme yüzde 1.9 oldu. Bu oran, 2002’den bu yana en düşük seviye anlamına geliyor.

Enflasyon... Ağustos itibarıyla son bir yıllık enflasyon yüzde 11.7. Tahminler yılın çift hanelerle kapanacağı yönünde.

Enerji zamları... Doğalgaza ve elektriğe gelen art arda zamlar hem vatandaşı hem de sanayiciyi zorluyor. Elektriğe ekimde yüzde 10.7 zam bekleniyor. Gerçekleşirse yılbaşından bu yana elektriğe yüzde 60 zam gelmiş olacak.

Dış ticaret... En büyük sorunlardan biri. 130 milyar dolarlık ihracata karşılık ithalat 204 milyar doları aştı. 74 milyar dolara ulaşan dış ticaret açığı, cari açığın en önemli nedeni.

Cari açık... Temmuz sonunda 47 milyar dolara ulaştı. Bu, geçen yıla göre yüzde 47’lik bir artış anlamına geliyor.

Üretim... Sanayide işler iyi değil. Kapasite kullanım oranı yüzde 74 ile son yılların en düşük düzeyinde.

Yatırımlar... Özel sektör yatırımları durdu. Kamu yatırımları yüzde 16 azaldı. Reel sektör, yatırım için bekleme kararı aldı.

Tarım... İkinci çeyrekte yüzde 3.5 küçüldü.

İşsizlik... Oran yükseliyor, işsizler ordusuna her ay yenileri ekleniyor.

Gayrimenkul... Konut stoku sürekli artıyor ve inşaat sektörü ilk yarıda sadece binde 9 büyüdü.

Otomotiv... 8 ayda otomotiv üretimi yüzde 13 geriledi. Dayanıklı tüketim üretimi ve satışları SOS veriyor.

Yabancı sermaye... Doğrudan yabancı yatırım ilk 7 ayda geçen yıla göre 5.2 milyar dolar düştü. Portföy yatırımları (sıcak para) ise hız kesti.

* * *

Yukarıdaki yüzde yüz doğru olan ve Başbakan’ı yalanlayan bu başlıkları ben atmadım.

Doğan Grubu’nun gazetelerinden, dergilerinden, internet sitelerinden de almadım.

Bu başlıklar, Başbakan’ın damadının gazetesi Sabah’ın 16 Eylül 2008 tarihli sayısında, ekonomi sayfasında yayınlandı.

Şimdi akla şu soru geliyor:

Yoksa damat Berat Albayrak ile ağabeyi Serhat Albayrak sorumluluğundaki Sabah da Başbakan’a ve partisine karşı yürütülen amansız iftira kampanyasına mı katıldı?
Yazının Devamını Oku

Akil adamın işaret ettiği üç tehlike

17 Eylül 2008
TELEFONDAKİ ses sakin ve huzur verici. Bir akil adamın sesi olduğu hemen anlaşılıyor. <br><br>Konuşuyoruz. Uzun uzun. Yaptığı değerlendirmeler gerçekçi ve etkileyici. Önerileri ise ülkenin ve toplumun büyük bir özlemle beklediği iklimi yaratmaya dönük.

Ertuğrul Yalçınbayır...

AKP’nin kuruluşunda önemli görevler üstelenmiş bir politikacı.

Bursa Milletvekilliği, bakanlık yapmış bir deneyime sahip. Ayrıca da hukukçu.

Sonra Tayyip Bey ve çekirdek kadrosu ile anlaşamamış ve AKP’den kopmuş.

Ertuğrul Yalçınbayır’ın ilk sözü "Ülkenin sükunete ihtiyacı var" oldu.

Onun için bu anahtardı.

Ülkede sükunetin bozulmasının Avrupa Birliği yolculuğunda iki yıl gecikmeye neden olduğunu ısrarla vurguladı.

Sonra da işin özünü şöyle özetledi:

"Basın özgürlüğünü, düşünce özgürlüğünü, insan haklarını sınırlarsanız ülkede barışı sağlayamazsınız. Bu mümkün değildir."

* * *

Yalçınbayır bugünlere ışık tutan ilginç bir anısını anlattı:

"AKP’nin kuruluş günleri... Yoğun şekilde çalışıyoruz. Bir gün dostum rahmetli CHP milletvekili Ali Dinçer aradı.

- Nasıl gidiyor? diye sordu.

- Çok demokrat bir ortamda gidiyor, diye kısaca yanıtladım.

Güldü, ’İktidar olun da bunu bir kez daha soracağım’ dedi."

Ertuğrul Bey üzgün bir şekilde şunları söyledi:

"Gerçekten de dostumun ima ettiği gibi o demokrat hava iktidar olduktan sonra giderek bozuldu. İktidardakiler önlerinde sınır tanımıyorlar. Oysa hukuk devleti, gücü sınırlandıran sistemdir."

-
Sayın Bakan, bu her iktidarda görülen bir hastalık değil mi?

"Evet ne yazık ki zaman içinde ortak akıl, tek akla dönüşüyor. Yakın çevre lideri uyaramıyor. Kimi de azarlanmaktan korkuyor. Böylece uyaramama kültürü gelişiyor.
Gül de, Arınç da yapamadı. Şener de o nedenle ayrıldı."

* * *

Yalçınbayır
şu önemli noktaya özellikle parmak basıyor:

"Oysa düşüncelerimizi özgürce söylememiz lazım. Basın özgürlüğü sizden çok bize, okura sağlanan bir özgürlüktür."

Sonra da şöyle devam ediyor:

"Politikacılar, nezaketli, adaplı ve adil olmalıdır. Eleştiri olacaktır. Siyasetçi buna katlanmak zorundadır."

Ertuğrul
Bey, Türkiye’de yolsuzluk ve rüşvetin kurumsallaştığını vurguluyor, 2008’de bunun daha da arttığına, muhalefetin özellikle yerel yönetimleri takip etmesi gerektiğine işaret ediyor.

- Başbakan’ın son zamanlardaki tutumunu, üslubunu, stratejini nasıl değerlendiriyorsunuz?

"Şiddetten arınmış bir toplum yaratmak iktidarların amacı olmalı. Çünkü şiddet yukardan aşağı yayılıyor, toplumdaki ayrışmayı körüklüyor."

Yalçınbayır Anayasa Mahkemesi’nin kararının AKP üzerinde çok olumsuz bir etki yarattığını söylüyor.

Başbakan’ın gündem belirlemesinin sakıncalarını belirtiyor.

Deneyimli politikacının şu vurgulaması belki de Türkiye’nin içinde bulunduğu en vahim durumu ortaya koyuyor:

"Haksız oy temini, yolsuzluk ve rüşvet Türkiye’nin en önemli sorunlarıdır. Türkiye bunu önleyecek mekanizmaları geliştirmek zorundadır. Bu devam ederse demokratik bir toplum olmak çok zorlaşır."
Yazının Devamını Oku

Bu güzel ülkenin büyük talihsizliği...

15 Eylül 2008
BAŞBAKAN Erdoğan’ı izlerken ülkenin yazgısının kimlerin elinde olduğunu düşünerek bir kez daha derin bir üzüntü duydum. Bundan önceki bazı başbakanlar döneminde de benzer duygulara kapıldığım olmuştu ama ülkem adına hiç bu kadar yoğun bir yeise kapılmamıştım.

Bu kadar popülist, bu kadar Makyavelist politika izleyen bir başbakan gelmedi.

Büyük bir rafineri yatırımı yapacak olan işadamına "Sana bu izni veremem bizim Çalık’a söz verdik, işin içinde Berlusconi var, Putin var, Eni var" diyen bir başbakan hangi ülkede koltuğunda oturabilir?

Bir başbakan düşünün ki, ramazan ayında, sevginin, kardeşliğin, hoşgörünün, adaletin akıllarda ve vicdanlarda en çok olması gereken günlerde, parti kongrelerine çıkıp dinin emrettiği bütün değerleri bir kenara itebiliyor.

Bir medya grubuna saldırmak, onu yıldırmak için yapıyor bunu.

Ramazan günü partililerine gazetecileri yuhalatıyor, onları hedef gösteriyor.

Yalanlarla, iftiralarla kendisi ve şürekásı üzerindeki kuşkulu gölgeleri kaldırmak istiyor.

* * *

Başbakan Doğan Medya Grubu’nun gazetelerini, televizyonlarını, köşe yazarlarını yalan yazmakla, kendisine ve şürekásına iftira atmakla suçluyor ve sonra bakın ne diyor:

"Allah’tan Türkiye’de bağımsız gazete ve TV’ler var da millet gerçekleri oradan öğreniyor."

Başbakan’ın tarafsız dediği gazeteler şunlar:

"Sabah, Star, Vakit, Yeni Şafak, Zaman, Türkiye."

Televizyonlar:

ATV, TRT, Kanal 7, TV Net, Mesaj, Ülke, Samanyolu, TGRT, TV 24, Mehtap, Kanal Türk.

Mesleğim adına her gün içim sızlayarak izlediğim bu yayın organları AKP’ye yaranmak için yolsuzluk olaylarını görmezden geliyorlar.

AKP’yi sürekli alkışlıyorlar.

İşte Başbakan’ın istediği tarafsızlık budur.

Özgür basın ölçüsü de budur.

Doğan Medya Grubu böyle olmadığı, AKP’yi eleştirdiği, yolsuzlukların üzerine gittiği, fakir fukaranın hakkını koruduğu, yandaşlarını kayırmalarına karşı çıktığı için Başbakan’ın öfkesini çekiyor.

Aydın Doğan’ı onun için düşman ilan ediyor ve onu yıldırmaya, hatta bitirmeye çalışıyor.

* * *

"Türkiye bir hukuk devletidir, burada cumhuriyet var, padişahlık yok" diyeceksiniz.

Ama Türkiye’de kendini padişah sanan ve öyle davranan bir başbakan var.

"İstediğimi abat ederim, istediğimi batırırım" diyen ve ülkeyi babasının çiftliği gibi yöneten bir başbakan.

Hukuk mukuk tanıdığı yok.

Bir kez daha anımsatalım.

Başbakan, türban karşıtı karar alan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne "Sen böyle bir karar alamazsın, buna ancak ulema karar verir" dememiş miydi?

Doğan Medya Grubu’
na saldırırken kendini kaybedip 120 ülkenin en deneyimli gazetecilerinin üye olduğu çok saygın bir meslek kuruluşu olan Uluslararası Basın Enstitüsü’ne (IPI) de dil uzatmıştı:

"Bana ültimatom çekmiş. Kimsin sen?"

Başbakan bu kafayla gittiği sürece batmaya devam edecek ve bir gün tükenecektir.

Bunu partisinin aklı başındaki insanları da görüyor, onu dinlerken en az benim kadar onlar da endişe duyup üzülüyor.
Yazının Devamını Oku

Türkiye’yi etkilemeyen olağanüstü başarı öyküsü

13 Eylül 2008
ERDEN Eruç...Bir asker çocuğu. Babası tarafından küçük yaşından beri sporcu olarak yetiştirilmiş. 1961 yılında Lefkoşa’da doğan Erden Eruç Boğaziçi Üniversitesi Makine Mühendisliği bölümünü bitirdikten sonra Amerika’ya yüksek lisans eğitimine gitmiş.

41 yaşına kadar çeşitli firmalarda makine mühendisi olarak çalışmış.

Ama sporcu ruhu onu insanoğlunun kas gücüyle neler yapabileceğini kanıtlamaya sürüklemiş.

Bu tutku ile kafasında olağanüstü bir proje geliştirmiş.

Dünyanın en yüksek 6 zirvesine tırmanmak ve Büyük Okyanus’u kürek çekerek küçük bir sandalla geçmek...

Tırmanmayı düşündüğü dağlar şunlar:

Alaska’daki Denali, Avustralya’daki Kosciuzko, Everest, Gürcistan-Rus sınırındaki Avrupa’nın en yüksek noktası Elbrus, Afrika’daki Kilimanjaro ve Güney Amerika’daki Aconcagua.

Erden Eruç Pasifik’i geçmeyi olsun, bu dağlara tırmanmayı olsun sadece ve sadece kas gücünü kullanarak gerçekleştirmeyi hedeflemiş.

* * *

2002 yılında birlikte kaya tırmanışı yaparken düşerek ölen arkadaşı Göran Kropp’u yitirince projesini hemen gerçekleştirmeye karar vermiş.

Emeklilik fonları bozdurarak 2003 yılında yaşadığı Seattle’dan bisikletinin pedallarına basarak yola çıkmış ve büyük projeyi başlatmış.

İlk hedef Alaska’daki Denali Zirvesi olmuş ve kısa zamanda bu tırmanışı tamamlamış.

2005 yılında 6 zirve projesine ara vererek Atlas Okyanusu’nu geçmeye karar vermiş.

7.9 metrelik teknesiyle Portekiz’in Lizbon kentindeki Kaşifler Anıtı’nın önünden 6 Ekim günü yola çıkan Eruç, aynı yılın 5 Mayıs’ında Guadeloupe Adası’nda Atlas Okyanusu geçişini noktalamış.

Atlas Okyanusu’nu sandalla ve kas gücüyle geçen ilk Türk olmuş.

Sıra Büyük Okyanus’u geçmeye gelmiş.

2007 yazında büyük yolculuğa California sahillerinden başlamış.

Bu yolculuk sırasında iki kez ekvatoru geçerek toplam 9 bin 684 deniz mili kürek çekmiş.

Türk bayrağının uçsuz bucaksız Pasifik Okyanusu’nun sert rüzgarlarında dalgalandığı teknesiyle tek başına, yapayalnız, tam 312 gün büyük ve zorlu bir savaşım vererek Papua Yeni Gine sularına ulaşmayı başarmış.

312 gün denizde kalarak denizde kaybolan İngiliz Okyanus kürekçisi Peter Bird’e ait olan tarihi rekoru kırmış.

* * *

Erden Eruç
henüz projesini tamamlamadı. Yakında yeniden Papua Yeni Gine’ye gidecek, oradan yoluna devam edecek.

Tek başına denizde en uzun kalan kürekçi olarak Guinness dünya rekorunun sahibi olan Erden Eruç, önce Avustralya’ya oradan kara ve deniz yolunu kullanarak Hindistan’a geçecek ve Everest, Elbrus, Kilimanjaro ve Aconcagua dağlarına tırmanarak projesini tamamlayacak.

Erden Eruç insanoğlunun neler başarabileceğini dünyaya gösterecek.

Bu olağanüstü projeye Aktaş Group dışında Türkiye fazla ilgi göstermemiş.

Erden Eruç’un geçenlerde Haliç Rotary Kulübü’nde verdiği konferansı dinledim.

Projesini gerçekleştirirken sandalının arka tarafına monte ettiği kamerasıyla saptadığı görüntülerde Pasifik Okyanusu’yla tek başına yaptığı bilek güreşini hayranlıkla izledim.

Erden Eruç Amerika ve Türkiye’deki okulları gezerek öğrencilere kas gücüyle neler başarılabileceğini anlatıyor.

Gençlere insan iradesinin ve azminin gücünü gösteriyor.
Yazının Devamını Oku

Bu öfke, bu telaş niye

12 Eylül 2008
YÜZDE 47 zaferi Tayyip Bey’i karşı koyulamaz, eleştirilemez bir insanın ruh yapısına sürükledi. O nedenle eleştirilere ölçüsüz derecede sert tepki gösteriyor.

Bununla da kalmıyor, tepkisini şantaja, tehdide, hedef göstermeye kadar götürüyor.

Demokratik ülkelerde bir başbakanın önüne gelene böyle ölçüsüzce saldırma hakkı yoktur.

Bir başbakan, elindeki siyasi güce dayanarak devletin yetkilerini istediği gibi kullanamaz.

Yani istediğine yatırım izni verme, istemediğine vermeme gibi bir keyfilik içinde olamaz.

Devlet olanaklarını çevresine ve yandaşlarına dağıtamaz.

Kendisine muhalefet eden kişi ve kurumları cezalandırmaya kalkamaz.

Çünkü yüzde 47 oyla tek başına iktidar da olsa Türkiye, Başbakan’ın çiftliği değildir.

Türkiye, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir.

Başbakanlar da Anayasa’ya, yasalara bağlıdır.

Onları keyfine göre kullanarak ülkeyi yönetemez.

Yönetirse bunun hesabı eninde sonunda kendisinden ve şürekasından sorulur.

* * *

Birtakım dolandırıcılar, Almanya’daki temiz yürekli, yardımsever insanlardan fakir fukaraya yardım vaadiyle milyonlarca Euro topluyorlar.

Makbuz yok, kayıt kuyut yok, hiçbir belge yok.

Sonra bu paraları Türkiye’deki işbirlikçileriyle paylaşıp cebe indiriyorlar.

Bu rezillik, Alman polisi tarafından ortaya çıkarılıyor.

Derin soruşturmalar sonunda bu tıynetsizliğin bütün belge ve delillerini topluyorlar.

Savcılar, bu dolandırıcılar için iddianame hazırlayıp dava açıyorlar.

İşte Hürriyet, bu dava sürecini haber olarak veriyor ve iddianamede anlatılan rezillikleri okuyucularına duyuruyor.

Vay sen misin bunu yapan!

Tayyip Bey, iddianamede kendisi ve hükümeti hakkındaki iddiaları ileri sürenlere değil, Hürriyet Gazetesi’ne ve sahibine saldırıyor.

Aydın Doğan’a hakaretler yağdırıyor, tehditler savuruyor, şantajlar yapıyor.

* * *

Merak ediyorum, Başbakan neden bu dolandırıcıların avukatlığını üstleniyor.

Bu rezilliği örtbas etmek için suçluların telaşı içinde neden Doğan Grubu’nun gazetelerine, yazarlarına saldırıyor.

Bu saldırılarla dik durmasını bilen gazetecileri sindireceğini mi sanıyor?

Onun için mi "kalemini kırmayı ama satmamayı" ilke edinmiş gazetecileri kendi tetikçileriyle karıştırıp patronun silahşorları olmakla suçlayacak kadar kendini kaybediyor?

Neden yapıyor bunları?

Yüzde 47’nin yarattığı karşı koyulamaz, eleştirilemez insan psikolojisinin sonuçları mı bütün bunlar?

Yoksa telaşının, kontrolsüzlüğünün nedeni, toplanan paralardan bir bölümünün partisine akışı mı?

Bunun kanıtlanması durumunda partisinin kapatılma, kendisinin Yüce Divan’a gönderilme tehlikesi mi?

Korkunun ecele faydası yok.

Çünkü Tayyip Bey, iktidarı boyunca yaptığı yasadışı icraatı nedeniyle zaten Yüce Divan’da yargılanmayı çoktan garanti etmiş durumda.
Yazının Devamını Oku

Niccolo Machiavelli ve Makyavelizm

10 Eylül 2008
İTALYAN siyasetçi, siyaset kuramcısı ve yazar. 1469’da Floransa’da doğdu. 1527’de 58 yaşında yaşamını yitirdi. İtalya’nın çok çalkantılı bir döneminde yaşayan Machiavelli özel öğrenim gördü ve önemli görevlerde bulundu.

Uzun yıllar diplomatlık yaptı, siyasetle uğraştı.

Çok sayıda kitap yazan Machiavelli özellikle siyasetin pratik konularına eğildi.

Ortaya koyduğu siyaset kuramları ve ilkeleri ile Makyavelizmin kurucusu oldu.

Makyavelizm, "Siyasette her türlü ahlak yasasını hiçe sayan, dürüstlükten yoksun siyaseti savunan" bir siyasi sistemdir.

Siyasette başarıya ulaşmak için her yola, her araca başvurmayı siyasetin gerçeği olarak benimser.

"Amaca ulaşmak için her türlü araca başvurmanın meşru ve mübah olduğunu" kabul eder.

İşte Makyavelizmin özü bu ilke ve kuramlardan oluşur.

* * *

Machiavelli, "Aldatmak isteyen biri mutlaka aldanacak birini bulur" der.

Yani bir siyasetçi halkı aldatmak için her yalanı söyleyebilir.

Her türlü dalavereyi çevirebilir, olayları gerektiği gibi saptırabilir.

Elindeki siyasi gücü sınırsız bir şekilde kendi çıkarları için kullanabilir.

Bir siyasetçi başarıya ulaşmak için bunları yapmalıdır.

Bu yolu ve aracı kullanmayanın başarılı olması olanaksızdır.

Ona göre başarının koşulu iknadan çok zora başvurmaktır.

Şöyle der:

"İkna yoluyla hiçbir zaman başarı sağlanamaz. Zorlama gücüne sahip olanlar, her zaman muvaffak olurlar. Silahlı peygamberlerin zaferlere ulaşmış, silahsızların yenilmiş olmaları bundandır."

Siyaset kuramcıları Machiavelli’nin bu düşüncelerinin 20. yüzyıl düşünürü Georges Sorel’i, onun kanalıyla da İtalyan faşistlerini etkilemiş olduğunu öne sürerler.

* * *

Yapıtlarında halk kitleleri konusunda zaman zaman karamsar bir dünya görüşünün izleri de görülür.

Ona göre insanlar bencildir. O nedenle siyasetçi bencil davranmalıdır.

İnsanlar çoğunlukla nankör, içten pazarlıklı, ürkek, doymak bilmez yaratıklardır. Kötüdürler.

Bu nedenle başarılı olmak, kazanmak isteyen akıllı bir yönetici, gerektiğinde kötü olmak zorundadır.

Kötülere iyi davranmaya çalışan kaybeder.

Siyasetçi, çıkarlarına aykırı olduğunda verdiği sözleri tutmayabilir.

İşte Machiavelli ve Makyavelist siyaset özetle böyle.

Ahlakı fazla takmayan, halka yalan söyleyen, her türlü ahlak dışı yolu ve aracı kullanarak halkı kandıran siyasetçi başarılı olur.

Ahlaklı, erdemli, dürüst politika yapan siyasetçi ise Machiavelli’ye göre ağzıyla kuş tutsa başarılı olamaz.

Machiavelli’nin kuramları ve ilkeleri hálá günümüz siyasetinde geçerlidir.

Makyavelizmi benimseyen siyasetçiler de vardır.

Onları hepimiz biliriz, tanırız.

Onun için bu yazıyı okuyup da kıssadan hisse filan çıkarmaya hiç gerek yoktur.
Yazının Devamını Oku