21 Kasım 2008
DÜNYA yanıyor, Türkiye yanıyor... Bankalar, iş álemi önlem alması için hükümeti sürekli uyarıyor. TOBB Başkanı ile Türkiye’nin en zengin işadamı, hükümeti uyandırmak için olayın vahametini fıkralarla anlatmaya çalışıyorlar.
Bir oda başkanı, Türkiye’nin geldiği noktayı "Sözün bittiği yerdeyiz" diye tanımlıyor.
Bütün bu vahim uyarılar, hükümeti ve Başbakan’ı pek etkilemiyor.
Onlar hálá tevekkül içinde "Evvel Allah bize bir şey olmaz" diyorlar.
Krizin başından beri işi ciddiye almayarak sürekli patinaj yapıyorlar.
Başbakan, Amerika’dan geldikten sonra ayağının tozuyla bankaları kriz rantçılığı yapmakla suçluyor.
Bununla da kalmıyor BDDK’yı (Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu) göreve çağırarak bankalara gözdağı veriyor.
İşadamlarına da kimsenin cebine para koymayacaklarını söyleyerek zulalarındaki paralarını çıkarmaları uyarısında bulunuyor.
Sonra da eşi hanımefendi ile Hindistan seferine çıkıyor.
Programda dünyanın yeni yedi harikasından biri sayılan Tac Mahal de var.
Bu nefis yapıyı birlikte gezecekler.
(Sanırım Tac Mahal’in ilginç ama dramatik öyküsünden çok etkilenecekler.)
* * *
Bizler, yani halk, bir gece önce Başbakan’ın AKP yöneticilerine Amerika gezisi hakkında verdiği bilgiden IMF ile anlaşacağımızı büyük bir sevinçle öğreniyoruz.
Ama "ümük" sıkıldı mı, sıkılmadı mı onu çözemiyoruz.
Bu arada Başbakan, arkadaşlarına IMF’den 30 milyar dolar borç alabileceğimiz müjdesini veriyor.
Buna çok ama çok seviniyoruz.
İşte sevgili okurlar, durum vaziyeti böyle...
Hiçbir şeyin farkında olmayan bir hükümet tarafından yönetiliyoruz.
En yakınlarını bile artık dinlemeyen "Tek lider" dönemi yaşıyoruz.
Bir zamanlar Tayyip Bey’e toz kondurmayanlar bile isyan etmiş durumdalar.
Onlar bile Başbakan’ın çevresinin "Evet efendimciler" tarafından sarılmış olduğunu söylüyorlar.
"AKP’den demokrasi bekliyorduk, büyük hayal kırıklığına uğradık" diyorlar.
Ben de kendilerine, "Günaydınlar efendim, sabah şerifleriniz hayırlı olsun" diyorum.
* * *
Erdoğan ve hükümetini daha üç beş ay öncesinde göklere çıkaranlardan biri, işlerin 2005’ten bu yana bozulduğunu şimdi itiraf ediyor.
Büyüme hızının o yıl yavaşlamasıyla Türkiye için alarm zillerinin çalmaya başladığını anlatıyor.
Gerçekten de Türkiye, 2005’ten hatta 2004’ten itibaren için için yanıyordu.
Ama küresel kriz ile içten içe sürmekte olan yangın birden dev alevlere dönüşüyor ve her yeri sarıyor.
Ancak alevlerin henüz başbakanlığa uzanmadığını anlıyoruz.
Belki de o nedenle AKP hükümeti, bütün uyarılara rağmen işin vahametini kavramakta zorlanıyor.
Bu kriz, AKP’nin Türkiye gibi potansiyeli büyük ama ekonomisi son derece kırılgan olan bir ülkeyi yönetecek yetisi olmadığını herkese gösterdi.
Yapacak bir şey yok. Bu iktidar bizim seçimimiz oldu.
Çaresiz vebalini ödeyeceğiz.
Yazının Devamını Oku 19 Kasım 2008
PAZARTESİ günü Harbiye’deki Askeri Müze’nin İnönü Salonu’ndayız. <br><br>Kürsüde ünlü gazeteci Bedii Faik... Bedii Bey Atatürk’ü anlatıyor.
Sözcükleri kuyumcu ustalığıyla inci gibi dizerek hiç görmediğimiz bir Atatürk resmi çiziyor.
Bedii Faik çok usta bir köşe yazarıydı.
Özellikle onun kısa fıkraları hayranlık uyandıracak kadar keskin bir zeká ürünüydü.
Bedii Bey mesleğinde çok büyük bir isim olduğu için Atatürk’ün çok yakınında olan politikacılar, düşünce adamları, yaşamının son dakikasına kadar onun yanında olan vefalı dostlarıyla birlikte olmuştu.
Onlardan dinlediği Atatürk’le ilgili hiç duymadığımız anıları anlattı.
Konuşması boyunca Atatürk’e dış kaynaklı yönlendirmelerle başlatılan saldırılara hem şaşıyor, hem büyük öfke duyuyordu.
Bu saldırılar için kullanılan yazar çizer, akademisyen ve tarihçilere nezaket sınırını aşmadan çok ağır eleştirilerde bulundu.
Bu kalem ve söz ustasının yaklaşık iki saat süren konuşması keşke bu salonla sınırlı kalmasaydı.
Örneğin Falih Rıfkı Atay’dan dinlediği Atatürk sofrasını, sadece içki içilen, keyif yapılan yer değil, bir akademik masa olarak tanımladı.
O masada Atatürk’ün nasıl sabırlı bir dinleyici olduğunu, çok önemli sorunların çözümünün o masada ortaya çıktığını ve ertesi gün hemen uygulamaya koyulduğunu örneklerle anlattı.
* * *
Bedii Faik, "Atatürk’e neden büyük diyorsunuz? Onu neden olağanüstü başarılı gösteriyorsunuz? Neden her yaptığını göklere çıkarıyorsunuz?" diye soranlara şu yanıtı verdi:
"Büyük de ondan... Başarılıydı da ondan... Güzeldi, yakışıklıydı da ondan... Atatürk bir dehaydı da ondan..."
Atatürk’ün çocukluğuyla ilgili elde fazla bir bilgi ve belge olmadığını, o nedenle onun o dönemi ile yazılan ve anlatılanların kesinlikle uydurma olduğunu söyledi.
"Atatürk sıradan orta halli bir Osmanlı ailesinin çocuğuydu. Çocukluğunda hiçbir fevkaladelik yaşanmadığı için her çocuk gibi o dönemi ile ilgili bilgi ve belge toplanmamıştır. Daha sonra yapılan araştırmalarda da bir bilgi ve belgeye ulaşılamamıştır."
Atatürk’ü karalamak, onu özellikle gençlerin ve çocukların gözünden düşürmek için büyük bir gayret sarf edildiğini vurgulayan Bedii Faik şöyle dedi:
"Bu büyük adamı sürekli içki ve sigara içen, despot ve korkak biri olarak tanıtıyorlar. Ama bütün bunlar Atatürk’ün büyüklüğünden hiçbir şey alıp götürmüyor. O daha da büyüyor."
Başbakan’la yemek
MEĞER Başbakan Erdoğan ve eşi hanımefendi ile yemek yemek ne büyük bahtiyarlıkmış.
Meğer yemek sahibi meslektaşımız ve AKP’li milletvekili eşi ne müthiş bir iş yapmışlar.
Yemeğe davet edilen meslektaşlarımızın duydukları abartılı gururun nedenini ise anlayamadım.
Acaba Başbakan ve eşi hanımefendi de meslektaşlarımızla birlikte oldukları için aynı gururu duydular mı?
Aslında biz gazeteciler için en büyük gurur, devlet büyükleriyle yediğimiz yemekler değil, okurlarımızın gösterdiği sevgi olmalıdır.
Yazının Devamını Oku 17 Kasım 2008
KÜRESEL krizin dev dalgaları Türkiye kıyılarını fena halde dövmeye başladı. Herkes bir şaşkınlık ve korku içinde. <br><br>Başbakan ise hálá "Evvelallah bize bir şey olmaz" diyor. Geçenlerde en büyüklerden bir işadamı arkadaşına dert yanıyordu:
"Muhatap bulamıyoruz. Mehmet Şimşek dünyadan habersiz orda burda konuşuyor. Maliye Bakanı laylaylom bir alaturkalık içinde. Nazım Ekren kendi halinde dolanıp duruyor. Başbakan ise kimsenin yüzüne bakmıyor. Kimseye randevu vermiyor. Ne oluyor, ne olacak kimse bir şey bilmiyor. Sorunlar çözülmüyor."
Bu şikáyetleri yalnız işadamları yapmıyor, tüm meslekten insanlar, kurumlar aynı dertlerle dolular.
Hükümet, ortak aklın kullanımına en çok gereksinim duyduğumuz bu kritik dönemde ortalığı silip süpüren küresel krizi nasıl yönetecek?
Ülkeyi karşı karşıya olduğumuz bu ekonomik felaketten nasıl koruyacak?
Vahim olan, Türkiye’nin hálá IMF ile ne yapacağına karar veremeyecek kadar aymazlık içinde bocalayan bir siyasi iradenin eline kalması.
* * *
Standard & Poors önceki gün iflas bayrağını çeken İzlanda’ya bile dokunmadan aniden Türkiye’nin görünümünü durağandan negatife çeviriverdi.
Buna hükümetin yanıtı hazır:
"Hamdolsun iyiyiz...
Evvelallah bize bir şey olmaz...
Bizi teğet geçer...
TOKİ sayesinde krizi savuşturduk...
IMF’ye ümüğümü sıktırmam..."
Bankalar yana yakıla uyarıyor:
"Zaman geçirmeyin, çok acilen krize karşı önlem alın..."
Reel sektör temsilcileri de aynı uyarıyı yapıyor, ayrıca somut bir öneri sunuyorlar hükümete:
"Bankalara destek sağlayın, onlar da reel sektöre el atsın."
Başbakan laf altında kalır mı?
"Kimse şeamet tellallığı yapmasın. Otursun oturduğu yerde..."
İşte bu kadar...
Var mı bir itirazı olan?
* * *
Ekonomide bu kadar basiretsizlik içinde olan hükümetin başı dış politikada da harikalar yaratıyor.
Washington’daki Brooking Enstitüsü’nde yaptığı konuşmada bir Amerikalı kendisine şu soruyu sordu:
"İran’ın nükleer enerji üretmesine nasıl bakıyorsunuz?"
Başbakan’ın yanıtı şaşırtıcıydı:
"İran eğer kitle imha silahı yapıyorsa, her şeyden önce ona bunu yapma diyenlerin kendilerinin de nükleer silahlarının olmaması gerekir. Sizde nükleer silah olacak, karşı tarafa sen yapma diyeceksin."
Diyelim ki Başbakan bu sözleri İsrail için söylüyor. Ama herkes esas adresin Amerika olduğunu biliyor.
Amerika’nın İran konusunda ne kadar duyarlı olduğunu, bunun için Türkiye’ye sık sık uyarılarda bulunduğunu biz bile biliyoruz.
Peki Başbakan bunu nasıl düşünmüyor da böyle konuşabiliyor?
Geçin Amerika’yı, İsrail’i...
İran’ın nükleer silah sahibi olmasının bölgedeki dengeleri Türkiye aleyhine bozacağını, Tahran’ın Ortadoğu’nun egemeni olacağını da mı bilmiyor?
Eğer bunu bilmiyorsa halimiz harap demektir.
Yazının Devamını Oku 15 Kasım 2008
SAHNEDEKİ adamın yıllardan beri özgün müzik için eğilmeden, bükülmeden, ilkelerinden ödün vermeden nasıl amansız bir güçle savaştığını biliyorum. Saçları beyazlaşmış, yüzündeki çizgiler çoğalmış.
Belli ki zorlu yıllar onu çok yormuş...
Ama başını öne eğdirememiş.
Sahnede onurlu insanların gönül rahatlığı ve kararlılığıyla duruyordu.
Onu gururla, sayg ıyla, hayranlıkla izledim.
Edip Akbayram’ı dinlerken onu sahnede ilk kez izlediğimi fark ettim.
Pop müzik, yoğunluklu bir şekilde ilgi alanıma girmediği için bugüne değin hiçbir konserine gitmemiştim.
İtiraf etmeliyim ki "Minik Kalplerle El Ele Derneği" yararına Ferhat Göçer’le birlikte verdikleri konserde bu eksikliğin ezikliğini yaşadım.
Dilerim Edip Akbayram, beni affeder.
* * *
Dedim ya, pop müzikle fazla haşır neşir olmadığım için de konsere giderken mızmızlanıp durdum.
Ama Edip Akbayram ile Ferhat Göçer sahneye çıkınca, ruh halim olumsuzdan olumluya doğru uçuverdi.
Son yılların en başarılı pop sanatçısı (şan eğitimlidir) Ferhat Göçer’in bu büyük müzik emekçisine gösterdiği saygı, beni ayrıca mutlu etti.
Sahneye çıkan iki sanatçı bir süre birlikte söylediler. Sonra Ferhat Göçer sahneyi Edip Akbayram’a bıraktı.
Edip Akbayram söylemeye başlayınca yılların, onun onurlu kişiliği gibi sesini de hiç ama hiç etkilemediğini anladım.
Gür ve pırıl pırıl sesiyle seslendirdiği Anadolumun o güzelim, o iç yakan türküleri arka arkaya patladıkça salondaki gençler bile etkilendi.
Her türküden sonra çılgınca bir alkış kopuyor, dakikalarca sürüyordu.
Konserin ikinci bölümünde sahneyi Ferhat Göçer aldı.
Romantik parçalarıyla özellikle gençlerin gönlünü fethettiğini anladım.
Çünkü hemen bütün söylediği şarkılara salondaki izleyiciler eşlik ediyordu.
Gerçekten parçaları duygu dolu Ferhat Göçer’in.
Onları duyarak, yaşayarak o kadar güzel okuyor ki...
* * *
Konserin sonunda Edip Akbayram yeniden sahneye geldi ve yine birlikte söylemeye başladılar.
Her türkünün bitiminde salonda alkışlar bir volkan gibi patlıyordu.
İki sanatçının sahnede yarattığı sinerji gerçekten görülmeye değerdi.
Konser tamamlandıktan sonra "Minik Kalplerle El Ele Derneği"nin Başkanı Nesrin Ercan geldi sahneye.
Derneğin amacını şöyle açıkladı: "Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’na bağlı yurtlardaki çocukların yaşam koşullarını iyileştirmek...
Oralarda yaşayan kimsesiz, sevgiye aç çocuklara rahat edecekleri bir ev ortamı hazırlamak, eğitimlerine katkı sağlayacak bilgisayar odaları kurmak..."
İşte bunun için çalışıyor dernek.
Edip Akbayram ile Ferhat Göçer’in katıldıkları konser de işte bu amaçla yapıldı.
Nesrin Ercan, her iki sanatçının bu konseri vermek için tek kuruş almadığını açıkladı, "Bu konserin bize maliyeti sıfırdır" dedi.
Konsere destek veren kişi ve kuruluşlara teşekkür etti.
Büyük bir mutlulukla izlediğim konserden çıktıktan sonra, uzun süre Edip Akbayram’ın üzerimde yarattığı etkiden kurtulamadım.
Yazının Devamını Oku 14 Kasım 2008
6 medya kuruluşundan 7 gazetecinin artık Başbakanlığa girmesi yasak. Bu arkadaşlarımızın hepsi deneyimli muhabirler.
Ama artık Başbakan’ı izlemek için akreditasyonları yok.
Bu gazetecilerin ikisi Hürriyet’ten.
Turan Yılmaz ile Hasan Tüfekçi...
İkisi de yıllardan beri başbakanları izliyor.
Meslek yaşamlarında ilk kez böyle bir muamele ile karşı karşıya kaldılar.
Bu onur, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a nasip oldu.
Bununla övünebilir.
Gerekçe ise gayet basit. Ben bunu başlıkta "Erdoğan, dikensiz gül bahçesi istiyor" diye özetledim.
Başbakanlık sözcüsünün açıkladığına göre bu arkadaşlar hem çalışma usul ve koşullarına, hem de gazetecilik ilke ve kurallarına uymuyorlar...
Buna da karar veren "Başbakanlık Sözcülüğü" için mesleğini bırakıveren Akif Beki...
* * *
Akif Beki Kanal 7’nin eski Ankara temsilcisi...
Kanal 7 Tayyip Bey’in kanalı olarak tanınıyor.
Akif Beki’nin çalıştığı dönemde Kanal 7 Başbakan’a yüzde yüz biat anlayışıyla habercilik yapıyordu.
Bugün de aynı çizgiyi koruyor.
Zaten Başbakan Erdoğan iktidara geldiğinden beri çevresinde hep kendisine biat eden gazeteciler görmek istiyordu.
Bu nedenle kendisine yandaş olan yazarları taşıyordu uçağında.
Onlarla konuşuyor, onlara demeçler veriyordu.
Kendisini eleştiren yazarların telefonlarına bile çıkmıyordu.
Bu tutumunu bugün daha da genişleterek sürdürüyor.
Ancak demek ki yazarlara uyguladığı bu ambargo Başbakan’ı tatmin etmemeye başladı ki işi muhabirlere kadar indirgedi.
Artık hoşuna gitmeyen soruları soran, fotoğrafları çeken muhabir ve foto muhabirlerini de istemiyor.
Bunun ötesinde daha vahim bir yol izliyor.
Yazarı, çizeri, muhabiri, yani ona biat etmeyen, onun istediği gibi yazmayan, haber yapmayan, ya da fotoğraf çekmeyen tüm gazetecileri patronlarına şikáyet ediyor. Hızını alamazsa dava ediyor.
Onu gören bakanları da aynı şeyi yapıyorlar.
Bu gerçekten de demokrasi açısından utanç verici bir durum.
* * *
Oysa Başbakan kendisine biat eden bir sürü gazete ve televizyon kurdurdu.
Ama anlaşılıyor ki onlar kendisini kesmiyor.
Her başbakan işler kötüye gitmeye başladığı zaman böyle bir psikolojiye sürüklenir.
Bu beklenmeyen bir olay değil. Yakın siyasi tarihimizde bunun örneklerini çok yaşadık.
Başbakan geldiği biat kültüründen bir türlü kendini kurtaramadı.
Medyanın, iş çevrelerinin, bürokrasinin, eğitim kurumlarının, sivil toplum örgütlerinin, hatta bilimsel kurumların bile kendisine biat etmesini istiyor.
Etmeyenleri cezalandırmaya kalkıyor.
Bu tutum, iktidara geldiğinde demokrat rolü oynayan ama zamanla diktatörleşen Başbakan’ı giderek çıkmaz bir yola doğru sürüklüyor.
Dedim ya, Başbakan "dikensiz gül bahçesi" istiyor.
Oysa dikensiz gül bahçesi yaratmaya kalkmak kaçınılmaz olarak insanı yalnızlaştırıyor.
Yazının Devamını Oku 12 Kasım 2008
TEPKİLERİ görmek için "Mustafa"ya özellikle geç gittim. <br><br>Atatürk’e gönülden bağlı olan ve ona toz kondurulmasına tahammül edemeyen milyonlarca insan filmi izledikten sonra büyük üzüntü içinde kaldı. Bu insanların tepkileri doğal olarak sert oldu.
Bu tepkilerin nedeni Atatürk’ün yanlış yorumlandığı inancıydı.
Atatürk karşıtları ise "tabuların yıkıldığını", "ezberin bozulduğunu" söyleyerek filmi olumlu karşıladılar.
Bu konuda ödün vermeyen bazı kesimler ise Can Dündar’ı Atatürk’e "ihanetle" suçlayıp çok ağır saldırılarda bulundular.
İşte bu değişik duyguları, değerlendirmeleri ve tartışmaları izleyebilmek için geç gittim filme.
Filmi yer yer çok beğendiğimi söylemeliyim.
Bazı bölümlerden çok etkilendim, zaman zaman gözlerim doldu.
Atatürk gibi büyük, tarihe mal olmuş bir dehanın yaşamını bir filme sığdırmanın ve herkesi memnun etmenin olanaksız olduğunu bilerek izledim.
* * *
Filmin bana göre yanlış bölümleri var.
Büyük önderin yaşamının bazı bölümlerini abartılı bir şekilde yorumlanmış buldum.
Birincisi Atatürk’ün yola birlikte çıktığı arkadaşlarının bir bölümünü dışlaması bir vefasızlık gibi değerlendiriliyor.
Atatürk bir devrimcidir. Zaferden sonra bütün gücüyle kafasındaki devrimleri yapmak ve onları gerçekleştirmek onun vazgeçemeyeceği bir tutkudur.
Ama görüyor ki, en yakınlarından bazıları bu devrimleri kabullenemiyor.
O zaman Atatürk gibi bir devrimcinin tek yapacağı şey onları saf dışı bırakmaktı.
Bunu hiç tereddüt etmeden yaptı.
Devrimleri de kafasındaki plana göre 6 yıl gibi çok kısa zamanda gerçekleştirdi.
Bu, arkadaşlarına yönelik bir vefasızlık değil, bir devrimcinin yüreğinde ve beyninde duyduğu sorumluluktur.
Atatürk’ün bir devrimci olarak başka yolu yoktu.
* * *
İkincisi ona yöneltilen "diktatörlük" yakıştırması.
Atatürk Cumhuriyeti yeşertmek, modern bir ülke kurabilmek için devrimlerini yapmak zorundaydı.
Atatürk’ü diktatörlükle suçlayan Batılılar bile onun devrimlerini gerçekleştirmek için başka çıkar yolu olmadığını kabul ediyordu.
Devrimleri gerçekleştirdikten sonra çok partili rejime geçmeyi düşündü.
Hatta yakın arkadaşı Fethi Okyar’a bir muhalefet partisi kurdurdu.
Ama Cumhuriyet’e, devrimlere karşı olan gerici kitleler Fethi Bey’in partisinde toplanınca bu deneme başarılamadı.
Atatürk’ün yalnız, çaresiz hatta yetkisiz olduğunu vurgulayan bölümlerdeki yorumlar ise hem abartılı, hem de çelişkilerle doluydu.
Sıkıntıdan sürekli içen, sigara tutkunu, kendini Çankaya ve Dolmabahçe’ye kapatılmış hisseden bir ruh haline bürünmesi ise bence gerçeklerle çelişiyor.
Çelişiyor çünkü çaresiz, yetkisiz ve sürekli içen bir insan olarak yorumlanan dönemlerde Atatürk, Başbakanı İnönü’yü görevden alıyor.
Büyük bir diplomatik atakla gidip Hatay sorununu çözüyor.
Bu bölümlerde Can’ın yorumlarına katılmıyorum.
Oysa filmdeki bu yanlışlar kolaylıkla düzeltilebilirdi.
Bu eleştirilerimin ötesinde dediğim gibi film yer yer insanı aşırı duygulandıracak kadar etkileyiciydi.
Yazının Devamını Oku 10 Kasım 2008
BİZİM Saint Benoit (Sen Benua) Fransız Lisesi’nde 10 Kasım törenlerine büyük bir titizlikle hazırlanılırdı. Bir 10 Kasım’da toplanmış, törenin başlamasını bekliyorduk. Atatürk’ün gençliğe hitabesini okuyacak arkadaşla yan yana duruyorduk.
Okul yatılı müdürü arkadaşı görür görmez bağırmaya başladı:
"Sen bu gömlekle mi büyük Atatürk’ü anacaksın? Bu gömlekle mi onun gençliğe hitabesini okuyacaksın?"
"Bu gömlekle mi?" diye yeri göğü inleten müdür "Çabuk git, en beyaz gömleğini giy, yoksa senin büyük Atatürk’ü bu kıyafetle anmana izin vermem" dedi.
Siyah-beyaz ekose gömlek giyen arkadaş hemen yatakhaneye koşarak beyaz gömleğini giyip geldi.
* * *
Yıl 1922... İzmir kurtulmuş, düşman Anadolu topraklarından denize dökülmüş ancak henüz cumhuriyet kurulmamıştı.
Gazi Mustafa Kemal İzmir’deydi. Uşakizadeler’in köşkünde kalıyor, o sakin ortamda Türkiye’nin geleceğini kafasında şekillendiriyordu.
Tiyatro oyuncusu Muvahhit Rafet Darülbedayi’den (o dönemdeki Şehir Tiyatrosu) ayrılmış, kurduğu trupla İzmir’e turneye gelmişti. Muvahhit, Bedia Hanım’la evliydi.
Trupta dönemin çok ünlü tiyatrocuları Behzat Butak, Mahmut Moralı, Raşit Rıza ve Şadi vardı.
Muvahhit ve arkadaşları Gazi Mustafa Kemal’i ziyarete gittiler ve ertesi gün Kordon Palas’ta yapılacak galayı onurlandırmasını rica ettiler.
Gazi "trubunuzda kimler var?" diye sordu.
İsimler sayıldı. Kadın oyuncu olarak Şehper ve Anahit adları söylendi. İkisi de Hıristiyandı. Çünkü o yıllarda Müslüman kadınların sahneye çıkması yasaktı.
Gazi’nin yüzü asıldı, "Niçin Türk hanımlara rol vermiyorsunuz?" diye sordu.
Herkes sustu.
Gazi, Bedia Hanım’ın da turpla gelmiş olduğunu öğrendikten sonra Muvahhit Bey’e dönerek "Niçin karınızı sahneye çıkarmıyorsunuz? Ben onu Ateşten Gömlek filminde izledim, çok başarılıydı" dedi.
Sonra "Boşrölü o oynarsa memnuniyetle galaya gelirim" diye ekledi.
Hemen otele dönüldü, hiç tiyatro deneyimi olmayan Bedia Hanım sabaha kadar başrole hazırlandı. Sonradan Bedia Muvahhit olarak ünlenecek olan Bedia Hanım çıktı oynadı ve büyük bir başarı kazandı.
Gazi, oyunu ve Bedia Hanım’ı büyük bir memnuniyetle izledi ve gururla alkışladı.
O gece Türk kadınlarının sahneye çıkma yasağı da kırılmış oldu.
* * *
Çankaya’da sofra kurulmuş, Atatürk’ün verdiği listeye göre çağrılanlar masada yerini almıştı.
Sohbet koyulaştığı bir sırada Atatürk birden konuklarına şunları söyledi:
"Bana ülkeyi içki masasından idare ediyor diye laf edenler olduğunu duyuyorum. Beyler, siz çok iyi biliyor ve görüyorsunuz ki bu sofra sadece içki içilen bir sofra değildir. Burada bütün memleket meseleleri yetkili kişi ve dostlarla masaya yatırılır, enine boyuna görüşülür ve tartışılır, yemek ortamı olduğu için de hepimiz rahatça konuşuruz, zaman mefhumu da pek olmaz. Bu masada ben memleket ve milletimin nabzını tutarım. Ülkemin, milletimin yükselmesi, refaha kavuşması için çareler ararım."
İçerdeki ve dışardaki belli kesimler boşuna çaba harcıyorlar. Atatürk’ü karalamaya çalıştıkça o daha da büyüyor.
Atatürk’ü ölümünün 70. yılında sevgi, saygı ve özlemle anıyoruz.
Yazının Devamını Oku 8 Kasım 2008
BAŞBAKAN dün yine çok sinirliydi. Her zamanki gibi CHP’ye çattı. <br><br>Yenimahalle Belediyesi tarafından yaptırılan 54 tesisin sanal toplu açılış törenindeki konuşmasında her zaman olduğu gibi CHP’ye çattı. Burada bir parantez açalım ve AKP’nin sanal toplu açılışlarını anlatalım.
Bu törenlerde ortada tesis mesis yok.
Kentin veya ilçenin meydanına dev bir ekran kuruluyor ve Başbakan orada sembolik bir kurdeleyi keserek bütün tesisleri toptan açmış oluyor.
Bunlardan biri de Eskişehir’de olmuştu. Bu sanal açılışın perde arkasını Eskişehirliler anlatmıştı.
Aslında öyle tesisler filan yok ortada. Yıllar önce açılmış, işletmeye alınmış olan bazı tesisler, parklar, bahçeler filan sanal ortamda Başbakan tarafından yeniden açılıyor.
AKP’nin göz boyayan yepyeni bir şovu.
Neyse, biz konumuza dönelim.
Erdoğan Yenimahalle’deki bu sanal açılış töreninde yaptığı konuşmada yine ortalığı kırdı geçirdi.
AKP’li belediyelerin hizmetlerini övüp göklere çıkardı.
* * *
Başbakan kendi partisinden olmayan belediyelerin ellerini kollarını bağlamadıklarını unutarak, "Hizmet etmek isteyen hiçbir belediyenin önünün merkezi yönetim tarafından asla tıkanmadığını" söyledi.
Yenimahalle’de daha önceki CHP’li belediyeyi de yerden yere vurdu.
CHP’li belediyenin sadece 15 trilyonluk yatırım yaptığını halbuki kendi belediyelerinin yaptığı yatırım tutarının 233 trilyona yükseldiğini ballandıra ballandıra anlattı.
İyi güzel de belli olmayan, Tayyip Bey’in açılışını yaptığı 54 tesisin kurdelesini neden sanal ortamda kestiği?
Bu tesislerin kaçta kaçının gerçek ve yeni olduğu?
Sonra sıra AKP’li belediyelerdeki yolsuzlukları dile getiren CHP’yi suçlamaya geldi:
"15 trilyon nerede, 233 trilyon nerede... Ey CHP, yolsuzluklar neredeymiş gel buna cevap ver. Aynaya bak aynaya, aynaya bak kendini gör. Çünkü, aynalar başkasını göstermez, aynalar sadece sizi gösterir. İnanıyorum ki aynalar yalan söylemez. Bak da kendini gör."
Erdoğan AKP belediyelerinin boğazına kadar yolsuzluk ve talan içinde olduğunu bilmiyor mu?
Kendisi AKP il başkanlarına belediyelerden pis kokular geldiğini, bunlara izin vermemeleri gerektiğini söylemedi mi?
Bundan daha önemlisi geçtiğimiz aylarda yardımcılarından Şaban Dişli olayını da mı unuttu?
Eğer AKP’li belediyeler masumsa Şaban Dişli’yi neden istifa ettirdi?
İnsanların bellekleri zayıftır, unutabilirler ama Başbakan şunu iyi bilsin ki gazetecilerin bellekleri çok güçlüdür. Onlar asla unutmaz.
Evet doğru gerçekten de "aynalar yalan söylemez".
Yılın esprisi
BAŞBAKAN ve bazı bakanlar Eğirdir Dağ Komando Okulu’nda komandoların yaptığı canlı tatbikattan çok etkilendiler.
Hele Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek...
Çiçek o kadar etkilendi ki iki boş kovanı hatıra olarak almak istedi. Elindeki boş kovanları Genelkurmay Başkanı’na göstererek, "Bu iki boş kovanı hatıra olarak alabilir miyim?" diye sordu.
Çiçek öyle bir top havalandırdı ki Genelkurmay Başkanı da voleyi yapıştırıp gölü tam doksandan attı:
"Aman dikkat et, iyi sakla, Ergenekon’dan içeri girersin..."
Yazının Devamını Oku