26 Nisan 2010
GENEL cerrah olan babam 1960 yılında Afyon’dan Kayseri’ye atandı.<br><br>Ev tutmak için Kayseri’ye hareket ettiği gece 27 Mayıs ihtilali olduğunu trende öğrendi. Biz Afyon’da bekledik.
Babam her şeyi hazırladıktan sonra biz de evi toplayıp Kayseri’ye gittik.
Memur ailesi olmanın verdiği alışkanlıkla kısa zamanda eve yerleşildi.
Ertesi sabah yeni hayatımız başlamıştı bile.
Bir hafta geçmişti ki babam ilk nöbetini tutmak için hastanede kaldı.
Ertesi gün geç saatte gelebildi eve.
Çok yorgun ve bitkindi.
Annem sorunca çok hasta geldiğini söyledi.
Ama onu esas yoran, gece yarısı getirilen ve ölmek üzere olan bir çocuk olmuş.
Çocuğu ameliyat etmiş ve sabaha kadar başında beklemiş.
Hepimiz çocuğun durumunu merak ediyorduk. Her gün “Nasıl?” diye soruyorduk.
Dördüncü günü babam müjdeyi verdi:
“Hayati tehlikeyi atlattı. Artık kısa zamanda iyileşir.”
Evde bir bayram havası esti.
Kim olduğunu bile bilmediğimiz küçük çocuğun yaşama dönmesi hepimizi mutlu etmişti.
Sonra öğrendik ki, çocuğun ailesi Ermeni’ymiş.
O yıllarda Kayseri’de çok Ermeni vardı.
* * *
O olaydan sonra Kayseri’de yaşayan bütün Ermeniler hastalarını babama getirmeye başladılar.
Çok sayıda Ermeni dostumuz oldu.
Zaman zaman bağlarına davet ederler, bizi özenle ağırlarlardı.
Ben onların hiçbirinin bırakın soykırımı, 1915 olaylarıyla ilgili bir imada bile bulunduklarını anımsamıyorum.
Ne kadar candan, sevecen, sıcak insanlardı.
Bizden ayrı gayrıları yoktu.
Bir tane papazları vardı. Zaman zaman babamı ziyarete gelirdi.
O da konuşmalarında 1915’teki olaylarla ilgili bir şey söylemezdi.
1970’li yıllarda patladı soykırım suçlamaları...
Arkasından da bir sürü masum insan Avrupa’nın sokaklarında Asala militanları tarafından kurşunlanarak öldürüldü.
O cinayetler bile benim Kayseri’deki Ermeni dostlarımıza karşı olan sevgimde en ufak bir azalmaya neden olmadı.
Onların sevgisini, dostluğunu, sıcaklığını hiç unutmadım.
* * *
İnanamıyorum, Kayseri’de çocukluğumda yaşadığım o güzelliklerle bugünkü kinler ne kadar büyük çelişki!
Ve ne kadar acı.
Biz şimdi Obama “soykırım” demedi diye bayram yapıyoruz.
Oysa ABD Başkanı neler demedi ki...
Ermenice soykırım yerine kullanılan “Meds yeghern-Büyük felaket” dedi.
“Korkunç mezalim” dedi.
“1.5 milyon Ermeni katledildi ya da ölüme doğru yürüdü” dedi.
Bizim başbakanımız buna karşılık ne dedi?
“Türkiye’nin hassasiyetini bilerek, o istikamette bir açıklama yaptı.”
Aman ne büyük mutluluk!
Neyse ki Dışişleri Bakanlığı gerçekçi bir açıklama yaptı:
“Hatalı ve tek yanlı bir siyasi bakış açısını yansıtan açıklamayı esefle karşılıyoruz.”
İki gün önce Ermenistan protokolleri durdurdu.
Ankara’dan ise ses seda çıkmadı.
Obama “soykırım” demedi ya, o bize yeter de artar bile!
Yazının Devamını Oku 24 Nisan 2010
FAZIL Say’ın önceki akşam verdiği konserde özel bir dinleyicisi vardı. <br><br>Ünlü sanatçıyı ilk kez izleyecekti. Çok heyecanlıydı. Haydn’ın varyasyonlarını, Wagner’in “İsolde’nin Ölümsüz Aşkı”nı, Prokofiev’in sonatını ve Mussorgsky’nin “Bir Sergiden Tablolar”ını koltuğuna gömülüp soluksuz dinledi.
Bu özel konuğun adı Sevgi Bulut.
Görme engelli. Fazıl Say’ın, piyano çalışını göremedi ama müziğini ruhuna kaydetti.
Önceki akşam yaşadıkları bir peri masalı gibiydi onun için.
Masalın başına dönelim.
Fazıl Say’ın Almanya’da verdiği konseri anlattığım yazıdan sonra bir mail aldım.
Sevgi Bulut’tan geliyordu.
Görme engelli olduğunu, Uşak’ta oturduğunu ve bir kamu kurumunda çalıştığını yazıyor ve şöyle diyordu:
“Yazınızı bilgisayarımdaki sesli ekran okuma programı sayesinde okudum. Keşke ben de dinleyebilsem Fazıl Say’ı. Bunu o kadar çok isterim ki...”
Bu mail üzerine Fazıl Say’ın menajeri Kadir Dursun’u arayıp Sevgi Bulut’u anlattım.
Aynı gün Kadir Dursun, Sevgi Bulut’u Fazıl Say adına sanatçının 22 Nisan’da İstanbul Süreyya Operası’nda vereceği konserine davet etti.
Sevgi Bulut aynı dairede çalıştığı arkadaşı ile İstanbul’a geldi.
* * *
Süreyya Operası’ndaki konseri birlikte izledik.
Sevgi Bulut’a konserden önce biraz salonu anlattım.
Salonun renklerini, duvarları ve tavanı süsleyen resimleri, heykelleri, locaları, koltukları...
Salonun tıklım tıklım olduğunu, hatta sahneye yüze yakın izleyici oturtulduğunu söyledim.
Sonra programdan Fazıl Say’ın çalacağı eserleri okudum.
Dikkatle dinledi anlattıklarımı.
Hangi orkestranın kendisine eşlik edeceğini sordu.
“Orkestra yok. Resital. Sadece Fazıl Say ile piyanosunu dinleyeceğiz” dedim.
“İzmir’de hukukta okurken sık sık klasik müzik konserlerine giderdim ama ilk kez resital dinleyeceğim” dedi.
Arkasından da şunları söyledi:
“Tufan Bey rüyada gibiyim. Fasıl Bey’le de tanışıp konuştuk. Bana kendi elleriyle CD’lerini armağan etti. Çok mutluyum”.
Sonra Fazıl Say sahneye geldi ve çalmaya başladı.
Sevgi Bulut hiç hareketsiz dinliyordu.
Konser bitiminde duygularını şöyle açıkladı:
“Olağanüstüydü. Piyanosu sanki bir orkestra, o kadar çok ses çıkıyor ki. Piyanoyu konuşturuyor. Muhteşem. Büyülenmiş gibiyim”.
* * *
Ertesi gün, yani dün Uşak’a döneceklerdi.
“Bir gün erteledik. Emirgân’da bir çay içmek, Emirgân Parkı’nı gezmek, çiçeklerini koklamak, Boğaz’ın havasını içime çekmek istiyorum” dedi.
Sevgi Bulut görme engelli ama yaşama tırnaklarını öyle bir geçirmiş ki...
Görememenin çaresizliği içine yuvarlanıp yok olmamış.
Sesli bilgisayarı ile dünyaya bağlanmış, müzikle ruhunu beslemiş, zenginleştirmiş.
İstanbul’u dinlemek, doğasını, çiçeklerini koklamak, Boğaz’ın esintisini yüzünde duymak isteyecek kadar yaşama sarılmış.
İstanbul’da olmak, Fazıl Say’la tanışıp konuşmak, bu büyülü kenti dinlemek, koklamak, rüzgârını duyumsamak onun için bir peri masalıydı.
Peri masalının mutlu sonu da işte böyleydi.
Yazının Devamını Oku 23 Nisan 2010
BAŞBAKAN Erdoğan partisinin milletvekillerine resmen sıkıyönetim uyguluyor.
Ankara’dan ayrılmak Davutoğlu dışındaki herkese yasak.
Meclis’e mazeretin ne olursa olsun gelmemek,
Görüşmeler süresince Meclis’ten ayrılmak,
Uyumak, ara verilmeden genel kuruldan çıkmak, kuliste oturmak, yemek yemek...
Yasak!.. Yasak!.. Yasak!..
Erdoğan’ın bu yasaklarına tüm milletvekillerinin harfiyen uyması AKP’deki biat kültürünün ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor.
Demek ki bizim siyasetçilerimiz için koltuk bu kadar değerli.
Hiçbiri “Yahu yeter, bu iş işkenceye dönüştü” diye itiraz etme cesaretini gösteremiyor.
Yazının Devamını Oku 21 Nisan 2010
KENAN Evren Cumhurbaşkanı, Turgut Özal Başbakan, Süleyman Demirel de muhalefetteki DYP’nin genel başkanı...
Cumhurbaşkanı, Demirel’le yaptığı olağan görüşmelerden birinde DYP liderine şu soruyu yöneltiyor:
“Özal Cumhurbaşkanlığına aday olur mu sizce?”
Demirel’in yanıtı kısa ve kesin:
“Hiçbir siyasetçi elinde kendisini seçtirmeye yetecek siyasi güç varsa cumhurbaşkanı olmayı reddetmez”.
Nitekim Özal ve Demirel cumhurbaşkanı seçiliyor.
Yazının Devamını Oku 19 Nisan 2010
12 Eylül darbesinin aydınların tepesine balyoz gibi indiği günler...
Birinci Ordu Karargâhı olan tarihi Selimiye Kışlası’nda Sıkıyönetim Mahkemeleri devam ediyordu.
Ben o dönemde Milliyet’te çalışıyordum ve sıkıyönetim davalarını izliyordum.
Bir gün Türkiye Komünist Partisi Davası’nın duruşmasında gazeteci arkadaşımız Tanju Cılızoğlu savunmasını yapıyordu.
Tanju savunmasına henüz yeni başlamıştı ki, savunmanın sayfalarca olduğunu gören mahkeme başkanı askeri yargıç araya girdi:
“Sayın Cılızoğlu, isterseniz savunmanızı okumayıp yazılı olarak verin. Zaman kazanalım çünkü sanık arkadaşlarınız tahliyelerini bekliyorlar.”
Tanju,
Yazının Devamını Oku 17 Nisan 2010
GENÇ müzisyen, sahnedeki güzel kadını görür görmez ona vurulmuştu. <br><br>Oyun bitene kadar büyülenmiş gibi İrlandalı ünlü tiyatro sanatçısı Harriet Smithson’u izlemişti.
Kendisini çılgınca alkışlayan izleyicileri selamlayan Smithson kulisteki odasına gidince karşısında kendisine hayran hayran bakan bir gençle karşılaştı.
Genç adam, sanatçıya kendisini görür görmez âşık olduğunu anlattı.
Bu tip aşk ilanlarına alışık olan güzel kadın, gence yüz vermedi ve ondan kendisini yalnız bırakmasını rica etti.
Genç müzisyen büyük bir hüsranla çıktı gitti.
Yazının Devamını Oku 16 Nisan 2010
Mustafa da, Tuncay da aslanlar gibi... OKTAY Ekşi ve Turgut Kazan’la duruşma salonuna girdiğimizde Mustafa Balbay ile Tuncay Özkan çocuklar gibi sevindi.<br><br>Geleceğimizden haberleri yoktu. Sürpriz oldu. Onların mutlu olmaları, bizi de mutlu etti.
Tahta kaplamalı korkulukların bir yanında onlar, bir yanında biz, aramızdaki 6-7 metre uzaktan konuştuk. Kucaklaşamadık.
“Nasılsınız? Sizi çok iyi gördük, mutlu olduk.”
“İyiyiz. İyi olmaya çalışıyoruz. Sizlerin ilgisi ve desteği bizi ayakta tutuyor. Bu ilginin anlamı inanın ki burada çok çok yüksek.”
Mustafa zayıflamış, ama yüzünde en ufak bir yılgınlık yok. Morali çok iyi.
Tuncay sanki biraz şişmanlamış. Her zamanki gibi gözlerini kısarak muzip muzip gülüyor.
“Şişmanladım, diyorum. Mustafa ‘Burada için şişti de ondan şişman görünüyorsun’ diyor.”
Gülüşüyoruz.
Onların gülmesi bizim de içimizi ısıtıyor, üzüntülerimiz dağılıveriyor.
* * *
Tuncay geçmesi kesinlikle yasak olan korkuluğun üzerinden yarı beline kadar sarkarak anlatıyor:
“Burada hukuk katlediliyor. Herkese rica ediyorum, buraya gelsinler. Duruşmaları izlesinler. Burada hukuk olmadığını görecekler.”
Biraz sonra duruşma başlayacağı için konuşma kesilecek.
O nedenle Tuncay soluk almadan anlatıyor. O biraz es verdiğinde Mustafa giriyor devreye:
“Bize sahip çıkıyorsunuz. Çok teşekkür ederiz. Bu tavrınız bizi ne kadar yüreklendiriyor bilemezsiniz. Moralimiz düzeliyor. Rahatlıyoruz. İnanın sizin verdiğiniz bu destek bizim en büyük gücümüz.”
O soluklanınca Tuncay alıyor sözü:
“Ben burada hemen her oturumda suçumun ne olduğunu soruyorum. Bana söylenmiyor. Hakkımdaki delillerin neler olduğunu görmek istediğimi söylüyorum. Göstermiyorlar. Ama bizi burada tutuyorlar.”
“Duruşma başlıyor. Lütfen yerlerinize...” uyarısı geliyor.
Onlar yerlerine geçiyorlar. Biz de izleyicilere ayrılan bölüme oturup duruşmayı izliyoruz.
Eski deniz subayı Ataman Yıldırım’ın çapraz sorgusu başlıyor.
Yıldırım’a yargıçlar bir sürü isim ve garip garip sorular soruyorlar:
“Sivil toplum örgütleriyle temasın ne zaman başladı. Sosyal derneklerle ve siyasi partilerle temas kurma tarihlerin? İlk telefonunu hangi tarihte aldın. Şu toplantıya katıldın mı? Tuncay Özkan’ı ne zaman tanıdın?”
Bu ve bunlar gibi onlarca ahiret sorusu.
* * *
Hem Mustafa, hem Tuncay’ın tek üzüldükleri nokta kamuoyunun bu davalara karşı bir kanıksama içine girmesi ve ilgisiz kalması.
“Biz buradaki sorunlara dayanırız. Bunlar nasıl olsa bir gün bitecek. Çünkü ortada suç yok, delil yok. Tamamen siyaseten burada tutuluyoruz. Onun için güçlüyüz.”
Belli ki dışardaki ilgisizlik ve kanıksama onları yıkıyor.
Onlarla beraber yargılananlar da ilginç. Sendika başkanı Mustafa Özbek örneğin. Gepegenç subaylar, yarbaylar, albaylar da var.
İşin ilginç yanı hepsi yıllarca Güneydoğu’da çarpışmışlar.
Onları suçlayanlar, onları demir parmaklıklar arkasına kapatanlar bu kahraman insanlar sayesinde çoluk çocuklarıyla güven içinde yaşamışlar.
Ama şimdi onlar Ergenekon terör örgütü üyesi olmaktan ömür boyu hapis cezası ile yargılanıyorlar.
Bu işte büyük, çok büyük bir terslik var.
Çoğumuz nedenini anlıyor ama anlamayan da o kadar çok ki.
Yazının Devamını Oku 14 Nisan 2010
ÖNCELİKLE şunu belirtmeliyim.<br><br>Pazar günü yapılacak seçimlere KKTC halkı ve politikacıları büyük bir olgunluk ve hoşgörü içinde gidiyor.
Kavga yok, gürültü yok, adayların birbirini karalayan, birbirine hakaret içeren söylemleri yok.
Hepsi hepsi ufak tefek şikâyetler var.
Örneğin Talat tarafı hükümetin bazı seçmenlere baskı yaptığını iddia ediyor.
Eroğlu tarafı ise Avrupa Birliği’nin Talat’a destek vermek için bazı sivil toplum kuruluşlarıyla muhtarlara para dağıttığını ileri sürüyor.
Yazının Devamını Oku