8 Kasım 2010
TÜRKİYE Barolar Birliği raporu:<br><br>“Son 7 yılda Türkiye cezaevlerindeki tutuklu sayısı yüzde yüz arttı... Cezaevlerinde yatanların yüzde 56’sı tutuklu...
Dünya standartlarında tutuklu sayısı hükümlülerin üçte biri oranındadır.
Türkiye’de mahkemelerin keyfi kararlarıyla tutukluluklar cezaya dönüştü.”
* * *
Çağdaş Gazeteciler Derneği:
“Türkiye’de hukuk devleti darmadağın olmuş.
Gazeteciler iki yıla yakındır tutuklu.
3 yıldır tutuklu olan yazarlar var.
Bilim adamaları, subaylar var. Bunlar boşu boşuna cezaevlerinde ömür tüketiyorlar.
Bunun kanıtı keyfi tutuklamalar.
Hükümet 3 maymunu oynuyor.”
* * *
Türkiye Gazeteciler Derneği:
“Türkiye’yi yönetenler hapiste hiç gazeteci olmayacak sözü vermişlerdi.
Ama bugün demokratik ülkeler içinde hapiste en çok gazetecisi olan ülke Türkiye.”
* * *
Avrupa Gazeteciler Federasyonu:
“Cezaevlerinde 50 Türk gazetecisi var.
Özgür basın susturulamaz.
Tutuklu gazeteciler serbest kalsın.”
Avrupa Gazeteciler Federasyonu, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Basın Konseyi Türkiye Gazeteciler Federasyonu, IPI ile 23 meslek örgütünün destek verdiği Gazetecilere özgürlük Platformu üyeleri başbakanlığa yürüdü ve isteklerini dile getirdi.
* * *
Avrupa Birliği Komisyonu bile (başlarına saksı düşmüş olmalı) ilerleme raporunda isyan etti:
“Türkiye’deki yasalar Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ‘Düşünce ve ifade özgürlüğü’nü garanti altına alan 10’uncu maddesiyle ve basın özgürlüğüne yönelik içtihatlarla bağdaşmıyor.
Basına ve gazetecilere aşırı siyasi baskılar var.
Yargılamalarda tutukluluklardaki sürecin makul olmasına saygı gösterilmelidir.”
* * *
Eski Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk:
“Tutuklama istisnai bir tedbirdir. Ama Türkiye’de çok kolaylıkla tutuklama kararı veriliyor. Cezaevindeki 120 bini aşkın mahkûmdan yarısı tutuklu. Bu çok sağlıklı bir görünüş değil. Sadece Haberal yok. Başka rektörler, gazeteciler var. Tutuklulukta makul sürenin aşılmaması lazım.”
* * *
Ergenekon tutuklusu Prof. Mehmet Haberal’ı tahliye etmeyen 9 Ergenekon hâkiminin tazminat ödemesine ilişkin karar Yargıtay tarafından onanınca yandaş basın ve yandaş hukukçular kıyametleri kopardılar.
Bazı örnekler şöyle.
AKP’li Bekir Bozdağ: “Yargıtay resmen yargı bağımsızlığını çiğnedi.”
Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı Orhan Gazi Ertekin: “Bu karar hukuk dışıdır.”
Eski Eşbaşkan Osman Can: “Karar hâkim ve savcılar üzerinde baskı oluşturacaktır.”
* * *
Başbakan Erdoğan her kürsüye çıkışında uzun uzun demokrasi nutukları atıyor.
Hangi demokrasi bu?
Yazının Devamını Oku 6 Kasım 2010
FİLM insanı yerinden zıplatan çarpıcı bir sahne ile başlıyor ve bu tip görüntüler birbirini kovalıyor. İzleyiciler soluklarını tutarak koltuklarına mıhlanıyorlar.
Hem aksiyon sahneleri, hem de New York ve İstanbul ile ilgili genel görüntüler büyüleyici.
Ben İstanbul’un bu kadar güzel görüntülendiği bir başka film anımsamıyorum.
New York’ta Beş Minare Mahsun Kırmızıgül’ün senaryosunu yazdığı, başrollerinden birini üstlendiği ve yönetmenliğini yaptığı üçüncü film.
Mahsun bu filmiyle ilk iki filminin çok çok ötelerine geçmiş.
Anadolu’nun içine kapanık dünyasından çıkıp sinemanın merkezi Hollywood’a uzanmayı göze almış ve bunu kotarmış.
Sınır tanımayan, sürekli kendini aşan, çok büyük hedeflere kilitlenen sanatçı belli ki Hollywood’a tırnaklarını geçirmiş.
Ben onun yerinde olsam senaryo yazmam. Kendi filmlerimde oyunculuk yapmam. Sadece ve sadece yönetmenliğe odaklanırım.
Bunu yaparsa sinemacı olarak yeteneklerinin çok daha şaşırtıcı olduğunu herkes görecek.
* * *
“New York’ta Beş Minare” gibi bir filmi Türk sineması ilk kez yapıyor.
Kuşkusuz her filmde olduğu gibi Mahsun Kırmızıgül’ün yapıtında da bazı kusurlar, eksiklikler bulunabilir.
Ama bütününe baktığınız zaman gerek çekimler, gerek anlatım ve gerekse oyuncuların canlandırdıkları karakterler açısından filmin çizgisinin Batı ölçütleri düzeyinde olduğu kesin.
Filmin içeriğini anlatmanın doğru olmadığına inanıyorum.
Bu kadar emek verilmiş, özveriyle yaratılmış filmi gidip görmek Kırmızıgül ve ekibinin hakkı diye düşünüyorum.
Yönetmeni, oyuncuları, kameramanı ve öteki teknik elemanlarını kutluyorum.
Hacı rolünü oynayan ve olağanüstü bir karakter çizen Haluk Bilginer çok başarılıydı.
Yıllarca olanaksızlıklar içinde film yapmak için çabalayan Türk sinemasının böyle bir filme imza atması övünülecek bir olaydır.
* * *
Filmden sonra bir grup dost bir kafeye giderek film ile ilgili görüşlerimizi değerlendirdik.
Hepimiz Mahsun Kırmızıgül’ün başarısı nedeniyle çok mutluyduk.
Sonra Orhan Gencebay’la müzik konusuna daldık ve uzun uzun sohbet ettik.
Orhan Gencebay’ın müzik konusunda yaptığı araştırmaların yoğunluğu ve derinliği beni şaşırttı.
Sanatçıyı dinledikçe onun müzik dalında bir bilge olduğunu anladım.
Çok ilginç çalışmalar, saptamalar yapıyor, teoriler geliştiriyor.
Bunları anlattı. Çok etkilendiğimi özellikle belirtmek istiyorum.
Önümüzdeki yıllarda onun eğitiminden geçen genç müzik adamlarının müzik dünyamızı inanılmaz bir şekilde zenginleştireceği anlaşılıyor.
Orhan Gencebay bir bestekâr. Müziğin hemen her dalında yapıtları olan bir sanatçı
Durmadan çalışarak yaratmaya devam ediyor.
Bu yapıtlar plak, kaset ve CD olarak milyonlarca insana ulaşmış.
Her zaman yaşanamayacak bir akşamdı.
Mahsun’un filmini izlemek güzeldi.
Orhan Gencebay’la yaptığımız sohbet ise doyumsuzdu.
Yazının Devamını Oku 5 Kasım 2010
KEMAL Kılıçdaroğlu daha koltuğuna oturamadan referandum kampanyasına başlamak zorunda kalmıştı. Partinin vitrinini değiştirmek için zaman bulamamıştı.
Oysa halktan kopan partinin hem kadrolarının, hem de anlayışının hızla değişmesi gerekiyordu.
Bu değişikliğin uzaması, Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçilmesiyle doğan umutları zayıflatıyordu.
Sonunda CHP Genel Başkanı gerekeni yaptı ve halkın beklediği değişikliği gerçekleştirdi.
Buna tepki gösterenlerin, direnenlerin olması doğaldır.
Ama bunlar sonuç vermez.
Bugüne kadar CHP’yi bir türlü halkla buluşturamayan, bu nedenle de partiyi iktidar alternatifi yapmayı başaramayan yöneticiler bu gerçeği görmeli, özveride bulunmalıydı.
Onların siyasi deneyimi bunu gerektirirdi.
Halktan oy almak zorunda olan siyasi partilerin yönetimlerinin halkın isteğine karşı direnmesi düşünülemez.
CHP’de olan budur. Direnenlerin kazanması olanaksızdır.
* * *
Ben gazeteci olarak bugün yaşananların, 38 yıl önceki Ecevit hareketinin bir kopyası olduğunu görüyorum.
O zaman da CHP’yi halkla bütünleştirecek olan “Ortanın Solu” hareketine karşı direnenler vardı.
Ecevit’in yarattığı umudu kavrayamadılar.
Statükonun değişmemesi için büyük mücadele verdiler.
Ancak sonuç, değişimin, partinin halkın partisi olması için savaşanların zaferi olarak gerçekleşti.
Kılıçdaroğlu hareketinde de sonuç aynı olacaktır. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın.
CHP Genel Başkanı’nın kimseye diyet borcu yoktur.
Çünkü onu halk ve örgüt istedi.
Halkın ve örgütün isteğine karşı kimse direnemez.
Yazı arşivimi şöyle bir taradım.
Yaklaşık kırk gün kadar önce şöyle yazmışım:
“Şimdi CHP’nin atması gereken çok yaşamsal adımlar var.
Baykal’ın zorunlu istifası ile başlayan değişimin tamamlanmasını, partinin yapısının ve vitrininin baştan aşağı yenilenmesini gerektiriyor.
Bu noktada, Genel Sekreter Önder Sav ve parti yöneticileri demokrasi adına bir özveride bulunmalıdırlar. (...)
Sav ve ona yakın yöneticiler koltuklarını boşaltmalıdırlar.”
* * *
Evet bunları yazmışım.
Ama Sav ve arkadaşları onlardan beklenen bu sorumluluğu yerine getirmediler.
Hiç kuşku yok ki, onların hepsi deneyimli siyasetçilerdir. Yıllarını bu işe vermişlerdir.
Onlardan beklenen, geri plana çekilip yerlerini partiyi halkla kucaklaştıracak kadrolara bırakmalarıydı.
Bu olmadı. Sav ve arkadaşları bu özveriyi gösteremediler.
Bu nedenle de genel başkan operasyon yapmak zorunda kaldı.
Eğer bu direniş uzatılırsa Kılıçdaroğlu olağanüstü kurultaya gider.
Benim tanıdığım CHP örgütü, hiçbir partinin örgütüne benzemez.
CHP’li delegeler son derece bilinçlidir.
Partinin halkla bütünleşmesini engelleme girişimlerine onay vermez.
Partiyi halkla buluşturan Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun arkasında durur.
Yazının Devamını Oku 3 Kasım 2010
DÜNYANIN en büyük ve en saygın meslek kuruluşu olan “Amerikan Cerrahlar Birliği”, Prof. Dr. Mehmet Haberal’ı en üst düzey geleneksel ödülüyle onurlandırdı. Ayrıca Prof. Haberal’ı birliğe “Onursal Üye” seçti.
İlk kez bir Türk ve Müslüman bilim adamına verilen bu ödülü almak için düzenlenen törene tutuklu bulunduğu için Haberal katılamadı.
Ona ayrılan koltuk boş kaldı. Ödülü kardeşi Prof. Dr. Ali Haberal aldı.
Törende Prof. Dr. Haberal’ın yaşamöyküsü Harvard Üniversitesi Cerrahi Bölümler Başkanı Prof. Dr. Andrew L. Warshaw tarafından okundu.
120 ülkeden 15 bin cerrahın katıldığı kongrenin yalnızca 1500 üyesinin davetli olduğu ödül töreninde, derneğin kurulduğu 1913 yılından bu yana Türk bayrağı ilk kez öteki onursal üye ülkelerin bayrakları arasında
yer aldı.
Ünlü bilim adamı Prof. Dr. Andrew L. Warshaw yaptığı konuşmada Prof. Dr. Haberal’a tüm cerrahlar adına “dayanma gücü” diledi, “Geçmiş olsun” dileklerini gönderdi ve “Kendisini en kısa sürede aramızda görmek istiyoruz” dedi.
Prof. Dr. Haberal’ın değeri dünyada böyle biliniyor. Onu başlarının üzerinde taşıyorlar.
Ya biz ne yapıyoruz?
Onu içeri tıkıyoruz. Terör örgütü kurmak ve yönetmekle suçluyoruz.
Bunun akıl ve mantıkla bir ilgisi var mı?
Bakın Prof. Dr. Haberal neler yapmış:
35 ulusal ve uluslararası tıp derneğinin üyesi.
Amele gibi çalışarak 9500 öğrencinin eğitim gördüğü bir üniversite (Başkent) ile 10 hastane, 13 diyaliz merkezi kurmuş.
Ve sıkı durun; 1832 böbrek, 344 karaciğer nakli gerçekleştirmiş.
Bizim böyle bir bilim adamına layık gördüğümüz muamele ise onu hapse tıkmak.
* * *
Mustafa Balbay’ın son kitabı “Silivri Toplama Kampı ZULÜMHANE”yi okurken insanın tüyleri diken diken oluyor.
Mustafa Balbay yüzlerce habere imza atmış, kitaplar yazmış ünlü bir gazeteci.
O da içerde.
Bizim özel yetkili savcılar onu şu maddelerle suçluyorlar:
“Hükümeti devirmeye teşebbüs.
TBMM’yi işlevsiz hale getirmeye teşebbüs.
Halkı hükümete karşı silahlı isyana tahrik.
Terör örgütüne üye olmak.
Gizli belge bulundurmak.”
Bu sözde suçların tümü de Mustafa Balbay’ın gazetecilik çalışmaları esas alınarak üretilmiş.
Yargılamayı yapan 13. Ağır Ceza Mahkemesi, güvenlik birimlerine soruyor: “Ergenekon diye bir örgüt var mı?”
Genelkurmay, Emniyet, MİT, ve Jandarma’dan gelen yanıt şöyle:
“Kayıtlarımızda Ergenekon diye bir örgüt yok.”
Mahkeme “Hayır var” diyor ve yargılamayı sürdürüyor.
Haberal, Baybay ile arkadaşlarının tahliye istekleri her seferinde ikiye bir reddediliyor.
Her seferinde mahkeme başkanı tahliye için oy veriyor. Ancak iki üye ret oyu verdiği için sanıkların tahliyesi gerçekleşmiyor.
Gazeteci Tuncay Özkan’ın, yazar Ergun Poyraz’ın da durumları aynı.
Dünyanın en saygın meslek kuruluşu Amerikan Cerrahlar Birliği Prof. Haberal’a birliğin en üst düzey ödülü veriyor, onu onursal başkanlığa seçiyor.
Biz içeri tıkıyoruz.
Demokratik ülkeler, gazetecilerine, köşe yazarlarına her türlü özgürlüğü tanıyor, onlara toz kondurmuyor.
Biz ise onları muhalefet yapıyorlar gerekçesiyle suçlar icat edip hapse atıyoruz.
Yazının Devamını Oku 1 Kasım 2010
CUMARTESİ günü benim meslek yaşamımdaki en üzüntülü günlerimden biriydi.
Benim gibi pek çok meslektaşın da aynı duygular içinde olduğunu biliyorum.
Mesleğimizin duayenlerinden Oktay Ekşi ömrünü verdiği mesleğinin ilke ve kurallarını yerine getirmek için istifa etti.
Oktay Ekşi 50 yıllık meslek yaşamı boyunca daima etik kurallara titizlikle bağlı kalmış, bütün meslektaşların da buna bağlı kalması için savaşım vermiştir.
Ama günlük yazı yazanlar, bazen insanın basiretinin bağlanarak yapılmayacak hataları yapabileceklerini bilirler.
Bazen yaşamınızı kazandığınız kalem size ihanet edebilir.
Ne kadar deneyimli olursanız olun, ona hâkim olamayabilirsiniz.
Kalem sizden kopup istemediğiniz, amaçlamadığınız uçlara doğru savrulur.
Yazının Devamını Oku 30 Ekim 2010
ALTI yılda dünyanın 5 kıtasındaki 42 ülkenin 326 kentinde tam 700 konser. En az 1 milyon sanatsevere insanlığın tek ortak dili olan müzikle seslenmek...
Piyanosunun tuşlarından çıkan sihirli seslerle onları zevk ve beğeninin doruklarına taşımak...
Salonları tıklım tıklım dolduran bu insanlar tarafından ayakta alkışlanmak...
Yine bu altı yıl içinde 2 büyük oratoryo, 2 büyük senfoni, 1 keman konçertosu, 2 piyano konçertosu, 5 solo piyano eseri, 1 bale müziği, 2 Bach uyarlaması, çok sayıda balad, 1 tiyatro, 4 film müziği bestesi...
Bu karne kimin? Bu kadar verimliliği 6 yıl gibi kısa bir döneme sığdıran bu olağanüstü yetenek kim?
Bu deha bir Türk... Adı: FAZIL SAY...
Bir anı. 3 yıl önce Floransa müzik festivalindeyiz. Ünlü festivalin o yılki onur konuğu Fazıl Say.
Festivalin final konserini o veriyor. Konser tarihi kentin “Centilmenler Meydanı”nda.
Orkestrayı dünyanın en ünlü şefi Zubin Mehda yönetiyor.
Meydan 4 saat önceden dolmaya başlıyor. Başlamaya 20 dakika kala ise meydan ve meydana bakan bütün kafeler tıklım tıklım doluyor.
Festival düzenleyicilerin verdiği bilgiye göre meydanda 20 bin kişi var.
Olağanüstü bir konser oluyor.
Konser bitiminde 20 bin kişi Türk sanatçıyı dakikalarca alkışlıyor.
* * *
Dünyanın bu kadar değer verdiği, konserlerini, CD’lerini yüz binlerce insanın izlediği Fazıl Say’a biz ne yapıyoruz?
Çağımızın deha yorumcusu olarak kabul edilen Say’ın değerini biliyor muyuz?
Türkiye’yi dünyada böylesine etkili bir şekilde temsil eden bir sanatçıya gereken saygıyı, sevgiyi gösteriyor muyuz?
Konserlerine yetişebilmesi için vizelerden kurtulmasını sağlamak amacıyla -hadi kırmızıdan vazgeçtik- bir görev pasaportunu bile vermeyi çok görmüyor muyuz?
Pasaport vermeye hazır birçok ülke varken o inatla “Hayır ben Türk pasaportuyla dünyayı dolaşacağım” demesinin hiç mi anlamı yok?
Bu sorulara olumlu yanıt veremiyorum.
Çünkü Fazıl Say ülkesini seven, onun sorunlarını düşünen, geleceğin karanlık olduğunu gören ve buna isyan eden bir sanat ve kültür adamı.
Ülkesine, ülkesinin insanlarına karşı kendini sorumlu olarak gören bir aydın.
Onun için ona kızıyoruz.
Onu tehdit ediyoruz, onu linç etmek için her fırsatı kolluyoruz.
İşte acı gerçek bu.
Dünya onu ayakta alkışlıyor, konserlerinin biletlerini iki üç ay öncesinden kapışıyor.
Bizlerse onu dışlamak, onu bitirmek için uğraşıyoruz.
* * *
Pazartesi günü Kadıköy Belediyesi’nin Süreyya Operası’nda verdiği geleneksel Cumhuriyet Resepsiyonu’ndan önce Fazıl Say’ın piyano resitali vardı.
Önce Bach’ın Chaconne de la Partita’sını çaldı. Sonra Bethooven’ın Fırtına’sını...
Yaşayarak, yaşatarak, piyanosuyla konuşarak, zaman zaman hüzünlenerek, zaman zaman coşarak hem kendisini, hem dinleyenleri müziğin eşsiz gücüyle buluşturdu.
Bu çok zor iki parçadan sonra hiç ara vermeden sıra kendi bestelerine geldi.
Nasrettin Hoca Dansları, Kara Toprak... Sonra baladlar: Kumru (kızına yaptığı beste), Nâzım, Sevenlere Dair...
Konseri, kendi düzenlemesi olan Gershwin’in Summer Time’ı ile bitirdi.
Bu güzel ve anlamlı gece her yönden Atatürk’ün istediği Türkiye’yi yansıtan bir geceydi.
Yazının Devamını Oku 29 Ekim 2010
KARŞIMDA oturan orta yaşın üzerindeki kadın sinirli ve endişeli. “Artık haberleri izlemiyorum. Sinirlerim dayanmıyor. Gidişi hiç iyi görmüyorum. Kendim için değil ama oğlum ve torunum için korkuyorum” diyor.
Oğlu Amerika’ya gitmeye ve oraya yerleşmeye karar vermiş. Buna çok üzüldüğünü söylüyor. Ama oğluna hak veriyor.
“Ne yapsın, kızını bu ülkede yetiştirmek istemiyor” derken benden utandığı için olacak yüzüme bakamıyor.
Sonra duygularını şöyle açıklıyor:
“İnsanlar ülkelerini terk etmek zorunda bırakılmamalı. Ben ne pahasına olursa olsun Türkiye’den ayrılmayı düşünmüyorum. Çünkü ben yabancı bir ülkede azınlık olarak yaşamanın ne kadar zor olduğunu çok iyi bilirim.”
Teselli etmeye çalışıyorum ama söylediklerimin bir yararı olmadığını görüyorum. Bunun üzerine ikimiz de bu konudan uzaklaşıp havadan sudan konuşmaya başlıyoruz.
* * *
Bu konuşmadan risk altında olmayan insanların bile korku içinde yaşadıklarını anlıyorum.
Sonra bizim genç gazeteci arkadaşlarımızı düşünüyorum.
Onlar görevlerini gerektiği gibi yapamamalarının rahatsızlığını yaşıyorlar.
Örneğin Başbakan’a sormaları geren soruları soramıyorlar.
Hoşuna gitmeyen soru soran gazetecilere “Sen hangi gazetedensin?” diye soran Başbakan’ın gazabından korkuyorlar.
Çünkü yazarların bile işine son verildiğini görüyorlar. Böyle bir siyasi otorite ile karşı karşıya olduklarını biliyorlar.
Korkan sadece gazeteciler değil.
Ben işadamlarının, üst düzey yöneticilerin, esnafın, işçinin, çiftçinin hatta ve hatta sokaktaki sade vatandaşın bile korku içinde yaşadığına tanık oluyorum.
AKP iktidarı, 8 yılda demokrasi adı altında otokratik bir yönetim kurdu.
Anayasa değişiklikleri yaparak, yasalar çıkararak durmadan bu antidemokratik rejimin sınırlarını genişletiyor.
İktidar her geçen gün biraz daha toplum yaşamını karartarak Türkiye’yi dinsel değerler üzerine kurulmuş, otoriter bir yönetime doğru götürüyor.
* * *
AKP iktidarı tarafından yaratılan bu korkuya yüreklice karşı koyanlar yok mu?
Kuşkusuz var. Şimdi onlardan birini anlatacağım.
Hem sanatçı olacaksınız, hem bu iktidara avuç açmama onurunu göstererek varınızı yoğunuzu koyarak kültür ve sanata hizmet edeceksiniz.
Bununla da kalmayıp bu dönemde sanat okulunuzun önüne tam boy bir Atatürk heykeli dikeceksiniz.
Atatürkçü olarak bugünkü tavra bütün yüreğinizle meydan okuyacaksınız.
Bunun için Müjdat Gezen olmanız gerekecek.
Dün Müjdat Gezen Sanat Merkezi’inde mütevazı ama anlamlı bir tören vardı.
Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Başkanı Yılmaz Büyükerşen’in yaptığı tam boy Atatürk heykeli sanat okulunun önüne dikilmişti.
Üstü bayrakla örtülüydü.
Kurdeleyi Deniz Baykal kesti.
Törene katılanlar hem Atatürk’ü andı, hem birbirinin Cumhuriyet Bayramı’nı, hem de 29 Ekim gününün ilk saatlerinde doğan Müjdat Gezen’in doğuşunu kutladı.
Bu yürekli adam, sanata, kültüre yaptığı katkılar nedeniyle çok daha büyük kutlamalara layık.
Biz de hem sizin Cumhuriyet Bayramınızı kutlayalım, hem de yazıyı ulu önderin bugünü yansıtan şu anlamlı sözüyle bitirelim: “Kuvvetsiz adalet acizdir.
Adaletsiz kuvvet ise zalimdir.”
Yazının Devamını Oku 27 Ekim 2010
PAZARTESİ günkü yazımda TRT’ye şu eleştirileri yöneltmiştim: 1- TRT’deki kadrolaşma.
2- İktidarı destekleyen köşe yazarlarına program yaptırılması. Bunlara yüksek maaşlar ödendiği iddiaları.
3- TRT’nin taraflı yayın yapması, iktidarın sesi haline gelmesi.
4- Bu nedenle Yüksek Seçim Kurulu tarafından “TRT diğer radyo ve televizyonlara örnek olmalı, tarafsızlığa özen gösterilmeli, aksi halde yasal işlem başlatılır” diye uyarılması.
5- Ankara Cumhuriyet Savcılığı’nın yöneticiler hakkında referandumla ilgili taraflı yayın yaptıkları iddiasıyla soruşturması açması.
Yazdıklarım bunlar. Bunların hepsi de gerçek.
Tek bir yanlış var. O da bir yazım hatasından kaynaklanıyor. TRT’nin yıllık bütçesi 1 trilyon lira çıkmış. 1 milyar lira olacaktı.
* * *
Yazımın çıktığı günün akşamı haber programı içinde ayrı bir bölüm olarak dakikalarca süren bir yayın yapıldı ve bana yanıt verildi.
Telaş dolu, çirkin bir yayındı.
TRT gibi köklü bir kuruma hiç yakışmayan bir düzeydeydi.
Şunu dediler:
“Tufan Türenç’in yazdıkları yalandır, iftiradır. TRT’de kadrolaşma yoktur. Genel Müdür İbrahim Şahin’in tek bir akrabası, bir yakını bile TRT’de göreve alınmamıştır.
Türenç, iddia ettiği gibi program yaptırılan iktidara yakın kişileri isim isim açıklamazsa kendisini kamuoyu önünde güvenilmez, yalan yazan biri ilan ediyoruz.
TRT’nin yayınları tarafsızdır. Tufan Türenç’in yazdıkları doğru olsaydı acaba TRT’ye altın çağını yaşatan TRT yönetimi bu başarıları gösterebilir miydi?”
Evet doğru, ben isimleri açıklamadım. Açıklamam da. Benim işim muhbirlik değil.
Zaten buna gerek de kalmadı. TRT program yapan köşe yazarlarını tek tek konuşturarak ve beni suçlatarak isimlerini açıklamış oldu.
* * *
Şimdi şöyle bir akıl yürütelim.
Eğer ben yukardaki gibi değil de şöyle yazsaydım:
“TRT haberlerinde tamamen tarafsızdır. Kesinlikle iktidar yanlısı haber yapmamaktadır.
TRT’de program yapanlar iktidar yanlısı köşe yazarları değildir.
Zaten o yazarlara usulen ufak bir ücret ödenmektedir.
TRT’de kesinlikle kadrolaşma yoktur.
Genel Müdür İbrahim Şahin’in bir tek akrabası ve yakını TRT’nin eşiğinden bile içeri girmemiştir.
TRT 13 televizyon kanalıyla harikalar yaratmaktadır. Vs. Vs...”
Eğer ben oturup bunları yazsaydım.
Gerçekleri mi yazmış olurdum?
Buna kim inanırdı?
Benim yazdıklarım ortada.
TRT’nin yayınları, bana verdikleri yanıtlar da ortada.
Kararı beni okuyanlar, TRT’yi izleyenler versin. Takdir onların.
Yazının Devamını Oku