22 Kasım 2010
NATO’nun Lizbon Zirvesi’nde 28 üye ülke Amerika’nın öncülüğünde İran’a karşı kurulacak olan “füze kalkanı” sistemi üzerinde uzlaştı. Varılan anlaşmaya göre sistemin radarları Türkiye’de konuşlandırılacak.
Strateji belgesinde anlaşmanın ayrıntıları ise yer almadı.
Lizbon Zirvesi Türk medyasında “Türkiye istediğini aldı”, “Türkiye zirveye damgasını vurdu” başlıklarıyla yer aldı.
AKP iktidarı ve yandaşları zirvenin Türkiye için “zafer” olarak kabul edilmesinin nedenini belgelerde İran’ın adının geçirilmemesi olarak gösterdi.
Ancak bütün dünya biliyor ki, Amerika bu “füze kalkanı”nı İran tehdidi için kuracak.
Gerçeği Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy dayanamayıp açıklayıverdi:
“Belgelerde isim yer almıyor ama biz kediye kedi deriz. Bugünün füze tehdidi İran’dır.”
AKP iktidarı “zafer” naralarını bir yana bırakıp sistemin radarlarının topraklarımıza yerleştirilmesi durumunda Türkiye’nin üstleneceği riskin boyutunu halka açıklamak zorundadır.
* * *
NATO zirvesi bir gerçeği daha gözler önüne serdi.
İktidarın büyük iddialarla ortaya attığı ancak hemen her konuda lafta kalan “Komşularımızla sıfır sorun” stratejisi rafa mı kaldırılacak?
Geçen yılki NATO zirvesi de Türk halkına “zafer” olarak sunulmuştu.
Danimarka eski Başbakanı Rasmussen’in NATO sekreteri olmasına karşı çıkmıştık.
Ancak Batılı ülkeler “Hayır olacak” diye bastırınca kabul etmek zorunda kalmıştık.
“ROJ TV kapatılsın”, “Rasmussen’in yardımcılığına bir Türk getirilsin” diye iki şart ileri sürmüştük
İktidar, bu şartların kabul edildiğini açıklanmıştı.
Her iki şart da yerine getirilmedi.
ROJ TV kapatılmadı. Rasmussen’in yardımcılığına da bir Türk getirilmedi.
Ama yine de insanlarımızın akıllarında o NATO zirvesinde de “zafer” kazanıldı sunumu kaldı.
* * *
Ermeni açılımını anımsayın.
O açılım AKP iktidarı tarafından bırakın “zafer”i, “Tarih yazmıyoruz, tarih yapıyoruz” diye sunulmuştu.
Yapılan o kadar büyüktü ki, tarihe bile sığmayacak bir olaydı.
Sonuç ne oldu? Sıfıra sıfır elde var sıfır...
Ya Kürt açılımı...
Silahlar susacak, anaların gözyaşları duracaktı.
Ancak ayakları yere basmayan, alelacele ilan edilen açılım Habur’da başladığı anda bitti.
Kıbrıs sorunu kendi haline bırakıldı.
Ege Denizi sorununda ikide bir “Çok büyük ilerlemeler var. Yakında mutlu sona ulaşılacak” balonları uçuruldu ama somut bir şey çıkmadı.
Yunan basınında çıkan haberlere göre karasuları sınırlarında Atina birtakım ilerlemeler elde etmişti.
Ege’nin belli yerlerinde karasuları sınırı 12 mile, bazı bölgelerde 8-10 mile kadar çıkıyor, 12 adalar bölgesinde ise bir değişiklik olmuyor.
Bu ve buna benzer haberler Yunan basınında “Türkiye bu sınırları kabul etti” şeklinde yer almaya başladı.
Bu haberler doğru mudur? İktidar bu konuda tam bir sessizlik içinde.
AB ile tam üyelik görüşmelerinde artık bir adım ilerleme bile sağlanamıyor.
AB alay eder gibi “Rumlara limanlarınızı açın, biz de iki başlığı açalım” önerisi getiriyor.
AKP iktidarı ile yandaş medyanın ikide bir attığı “zafer” başlıklarının halkı kandırmaktan başka bir şey olmadığı ortada.
Madalyonun gerçek yüzünü görenler var.
Ama ne yazık ki görmeyenler, göremeyenler, görmek istemeyenler ise çoğunlukta.
Yazının Devamını Oku 20 Kasım 2010
İSTANBUL’UN 2010 Avrupa Kültür Başkenti dönemini hem ülkemizdeki, hem de Avrupa’daki insanların belleğinde ufacık bir kültür ve sanat tadı bırakamadan tamamlamak üzereyiz.
Üstelik milyonlarca dolar harcanmasına rağmen...
Bu başarıdan dolayı büyük küçük bütün ilgili ve yetkilileri kutlamak gerekir! Eğer ülkeyi yönetenler sanatın önemini kavrayamamışlarsa Avrupa Kültür Başkenti olmak hiçbir şey yazmaz.
Bakın Cumhuriyet’in kurucuları o yoksulluk içinde kültür ve sanatın gelişmesi için neler yapmışlar.
Tarih 22 Ağustos 1924...
Ankara’da toplanacak olan Muallimler Kongresi hakkında bilgi sunmak amacıyla Eğitim Bakanı Vasıf Bey, Mustafa Kemal Paşa’ya ziyarete gelir.
Vasıf Bey bilgi sunduktan sonra Gazi Paşa’yı kongreye davet eder.
Mustafa Kemal Paşa “Katılırım. Memnunlukla. İlk kongreye de katılmıştım. Tam da Kütahya Savaşı sırasında, rahmetli Nâzım Bey’in şehit olduğu, cephenin yarıldığı gündü” der.
Yazının Devamını Oku 19 Kasım 2010
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı laik devlet anlayışına uymamaktadır. Devlet Bakanı, Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek ile Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün yaptığı ise doğrudur.
Her iki olayı da anlatalım.
Başbakan bayram namazını 3 yıldır süren restorasyon çalışmalarının bir bölümü tamamlanan Süleymaniye Camii’nde kıldı.
Caminin yeniden ibadete açılacağı ve açılışı Başbakan Erdoğan’ın yapacağı afişlerle önceden halka duyuruldu.
Başbakan’a, Bakan Bülent Arınç ve Hayati Yazıcı ile İstanbul Valisi Avni Mutlu, Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın ve Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir eşlik etti.
Başbakan’ın geleceğini duyan Fatihlilerin camiyi tıklım tıklım doldurmaları üzerine izdiham yaşandı.
Başbakan, önce Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in bayram vaazını dinledi, sonra da onun imamlığında namaz kıldı.
Caminin içinde ve dışında olağanüstü güvenlik önlemleri alındı. Minarelerin şerefelerine ve çevredeki binaların çatılarına keskin nişancılar yerleştirildi.
Namazdan sonra Başbakan camide vatandaşlarla bayramlaştı. Bayramlaşma tam 1.5 saat sürdü.
Erdoğan elini öpen çocuklara 10’ar lira verdi.
Sonra caminin avlusunda toplanan kalabalığa bir konuşma yaptı.
* * *
Aynı gün tatil için Alanya’ya giden Devlet Bakanı Cemil Çiçek ile Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül bayram namazını İncekum Beldesi’ndeki Yeni Cami’de kıldı.
Çiçek ve Gönül gidecekleri caminin adını basından sakladılar.
Ama gazeteciler camiyi öğrenerek oraya gittiler ve beklemeye başladılar.
Namaz sonrası camiden ilk olarak Cemil Çiçek çıktı.
Karşısında basın mensuplarını görünce “Çekim yapmayın. Bayramlaştıktan sonra otele gelirsiniz, sorarsınız, röportajınızı yaparsınız” dedi.
Ama bizim meslektaşlar çekmekte ısrar edince Çiçek öfkelenerek sert bir dille çekim yapılmaması için uyarıda bulundu.
Ancak kameramanların yine çekim yaptığını gören korumalar devreye girerek çekimi engellediler.
Hiç kuşkusuz politikacıların ibadetlerini yerine getirmek için camiye gitmek haklarıdır.
Ancak bunun medyaya bildirilmemesi gerekir.
Çünkü ibadet Tanrı ile kul arasındadır.
Bunun bir propaganda aracı olarak kullanılmaması için politikacıların duyarlı davranması gerekir.
O nedenle Çiçek ile Gönül’ün tutumu doğrudur.
Başbakan’ın tutumu ise laik devlet anlayışına uygun değildir.
* * *
Demokrat Parti Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk Süleymaniye olayını şöyle değerlendiriyor:
“... Cami Sinan’ın, Kanuni Sultan Süleyman’ın hepimize bıraktığı muhteşem bir mirastır.
Sayın Başbakan orayı tamir ettirdi, onardı diye bir konuşma yapıyor. Zannettim ki Mimar Sinan konuşuyor. Mimar Sinan’ın kalfası konuşuyor.
Tarihe şahitlik etmesi için söylüyorum. Sadece bizim zamanımızda Süleymaniye 3 kez onarım görmüştür. ‘Onarım yaptık’ diye Süleymaniye Camii’nde açılış, gösteri yapmadık.
Dün (salı günü) sabah Süleymaniye Camii’ne siyaset girmiştir.”
Erdoğan daha önce de Sultanbeyli’de ve Edirnekapı’da iki camide de halka hitap etmişti.
Yazının Devamını Oku 17 Kasım 2010
DOKTORLAR istedikleri kadar “Sakın kızartma yemeyin” desin bizim millet kızartmadan vazgeçemez. Hele hele üzerine sarmısaklı yoğurt dökülmüş biber, patlıcan, kabak kızartması olursa...
Çocukluğumda hava kararmaya başladığı zaman tavaların cızırtısıyla birlikte mutfaklardan yükselen ve bütün mahalleyi saran kızartmanın o nefis kokusunu hiç unutamam.
Masaya oturduğumuzda, kızartma kokusunu, büyüklerin bardaklarına doldurduğu rakıdan yükselen kokusu tamamlardı.
Keyifle kurulan o sofralar bana büyük mutluluk verirdi.
Keyiflerin yerinde olmasının, işlerin iyi gittiğinin bir göstergesi olduğunu o çocuk aklımla anardım.
O güzel günler, o büyük evler, o büyük evlerde yaşayan büyük ailelerin bireyi olmanın keyfi, mutluluğu günümüzde yok artık.
¡ ¡ ¡
Neyse gelelim bugüne...
Kızartmaya düşkünlüğümüz bakın nasıl kâbusa dönüştü.
Türkiye’de yılda 1.5 milyon bitkisel ve hayvansal yağ tüketiliyor.
Avrupa’nın üçüncü yağ tüketen ülkesiyiz.
Çevre Bakanlığı verilerine göre, yılda oluşan atık yağ miktarı ise 350 bin ton.
Türkiye bu atık yağların ancak ve ancak yüzde 2’sini toplayabiliyor.
Yüzde 98’i ise lavabo ve çöplere dökülüyor.
Çevreye büyük zararlar veren bu yağlar kanalizasyon yoluyla denizlere, göllere ulaşıp oradaki hayatı ciddi şekilde tehdit ediyor.
Bu atık yağlar denizleri kirlettiği gibi, denizlere ulaşıncaya kadar geçtiği ortamlara da ciddi zarar veriyor.
Ekotoksik özelliğe sahip olan bu yağlar, deniz düzeyini kaplıyor ve oksijenin geçmesini engelleyerek su altındaki yaşamı sonlandırıyor.
350 bin ton atık yağ toplanabilse hem çevre kirlenmesi ortadan kalkacak, hem de bu yağlardan yenilenebilir enerji kaynağı olan elektrik enerjisi üretimi sağlanacak.
Ayrıca bu yağlar biyodizel ve motorin olarak üretildiğinde Türkiye yılda yaklaşık bir milyar dolar kazanç elde edecek.
¡ ¡ ¡
Bu atık yağların zararı yalnız çevreye ve doğaya da değil.
İnsanların sağlığını da ciddi şekilde tehdit ediyor.
Kızartmaların yapıldığı yağların defalarca kullanılması mide ve kolon kanserinin önemli nedenlerinden biri.
Son yıllardaki mide, kolon kanseri vakalarındaki artışlarda yağların simsiyah hale gelinceye kadar kullanılmasının büyük rolü olduğunu tip uzmanları söylüyor.
Gelişmiş ülkelerde kullanılan yağların toplanma oranları Türkiye ile karşılaştırılmayacak kadar yüksek.
Bizde yılda topu topu 7 bin ton atık yağ toplanabiliyor.
Örneğin Kanada’da 120 bin, AB ülkelerinde 700 bin ile 1 milyon ton arasındadır.
Türkiye henüz hem devlet, hem de toplum katında işin vahametini kavranmış değil. Ülkemizde bu işe soyunan firma sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor.
Bitkisel Atık Yağ Toplayıcıları ve Elektrik Üreticileri Derneği (BAYDET) bitkisel yağların doğayı ve çevreyi berbat etmemesi için özveriyle çalışıyor.
Ancak bu konuda yürütülen yasal çalışmalar nedense çok ağır ilerliyor.
Türkiye’de atık yağlar gelişmiş ülkelerden yıllarca sonra ancak 2005 yılında başlamıştır.
Çevre ve insan sağlığını tehdit eden bu konuda Türkiye’nin patinajı bir an önce bırakması ve gereken önlemleri ciddi bir şekilde ele alması gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 15 Kasım 2010
GEÇTİĞİMİZ cuma günü bir üniversitede gençlerle birlikte olduk. Onlara Türk basınının kurşun döneminden dünyanın en ileri teknolojisine geçiş evrelerini anlatmaya çalıştım.
Üniversiteye giderken konuyu iki açıdan anlatmaya karar verdim.
Birincisi yukarda belirttiğim gibi teknolojik gelişim açısından, ikincisi ise yapısı, içeriği, ilkeleri ve sorumluluğu bakımından.
Size üniversitenin adını vermeyeceğim.
Nedeni öğrencilerin duydukları tedirginlik.
Beni ciddi şekilde düşündüren bu tedirginliği sizlerle paylaşmak istiyorum.
Konuşmanın birinci bölümü sona erdikten sonra basının bugünkü sorunlarına girdim.
İktidarın basına dönük baskılarını örneklerle anlattım.
Gazete patronlarına, yazarlara ve muhabirlere uygulanan ve basın özgürlüğünü ciddi şekilde engelleyen stratejiler hakkında somut bilgiler verdim.
Konuşma tamamlanınca soru-yanıtlara geçildi.
¡ ¡ ¡
Öğrencilerin sorularından toplum üzerindeki baskıların sokaktaki insanları da çok huzursuz ettiği anlaşılıyordu.
Baskılar, dinlemeler, soruşturmalar, tutukluluklar ve yargılamalar...
Konu döndü dolaştı, Silivri yargılamaları üzerine yoğunlaştı.
Gençlerin kafasının karışık olduğunu gördüm.
Bunun üzerine onlara Silivri’ye gidip duruşmaları izlemelerini önerdim.
Böylece yargılamalar hakkında daha net bilgiler edinebileceklerini söyledim.
Öğrenciler içeri girip giremeyecekleri sordular.
Hiçbir sorun çıkmayacağını söyledim.
Bu kez bazı öğrenciler duruşmaları merak ettiklerini ama gitmeye çekindiklerini söylediler.
Kimliklerinin belirlenmesinden endişe ediyorlardı.
Bir kız öğrenci, “Gidersem başımın belaya gireceğinden korkuyorum. Onun için gitmeyi göze alamıyorum” dedi.
Aynı endişe ve korkuyu öteki öğrencilerin de paylaştığını gördüm.
Onlara “İşte ben de size bunu anlatmaya çalıştım. Yaşadığımız olaylar, insanların dinlenmesi, imzasız ihbar mektuplarıyla tutuklanıp cezaevine atılmaları sonucunda bir korku toplumu yaratıldı. Ne yazık ki toplum bu noktaya getirildi” dedim.
¡ ¡ ¡
Oysa çizgilerini iktidara göre belirleyen, yandaş cephede yer alıveren yazarlar Türkiye’de özgürlüklerin geliştirildiğini savunup duruyorlar.
Onlar, üniversitelerde öğrencilerin tedirginliğini, halkın telefonla konuşmaktan korkar hale geldiğini, işadamlarına, sendikalara, sivil toplum örgütlerine ve basına yapılan baskıları görmezden geliyorlar.
Onlara göre, Türkiye’de bugüne kadar konuşulmayan konular serbestçe konuşuluyormuş. Bu tarihi değerde bir özgürlük kazanımıymış.
Bu arkadaşlarımız sanırım başka bir dünyada yaşıyorlar. Basının ne büyük zorluklarla çalıştığının bile farkında değiller.
Muhabir arkadaşlarımızın Başbakan kızmasın diye kendisine soru sormaya çekindiklerini bilmiyorlar mı?
İktidarı eleştirmenin giderek olanaksız hale geldiğini görmüyorlar mı?
Gazeteciler, yazarlar, bilim adamları, askerler, hatta devleti ele geçiren cemaat misyonerlerinin yaptığı tertiplere karşı çıkan polisler bile içeri tıkılmıyor mu?
AİHM’ye hükümet tarafından atanan kadın yargıç bile tutuklulukların makul süreleri aştığını söyleyip buna isyan etmiyor mu?
Bütün bunlara rağmen yandaş basına göre demokrasi görülmemiş oranda gelişiyormuş.
Sormak zorundayız. Hangi demokrasi? İnsanları korkutan demokrasi mi?
Yoksa otokrasi mi?
Yazının Devamını Oku 13 Kasım 2010
DİYANET İşleri Başkanlığı’ndan ayrılan Prof. Ali Bardakoğlu iyi dayandı.
Bardakoğlu’nu tanıyan herkes, başkanın her an görevi bırakmak zorunda kalacağını biliyordu.
Nedenlerini açıklamaya çalışalım.
Son günlerdeki türban tartışmaları sırasında Başbakan sorunun çözümünü “Diyanete soralım” demişti.
Bardakoğlu buna şu yanıtı verdi:
“Bir konuda yasal düzenleme yapacağız, Diyanet’in görüşü nedir, demek laiklik ilkesine aykırıdır.”
Bu bir...
“Bir kadının başını örtüp örtmemesi onun Müslümanlığa giriş şartı olarak hiçbir zaman algılanmamış, sadece kendi dindarlığının bir tercihi olarak görülmüştür” dedi.
Yazının Devamını Oku 12 Kasım 2010
“SEVGİLİ Paşam, Cumhuriyet’in ilk başbakanı olarak seni düşünüyorum. Dur, hiç itiraz etme. Niye seni seçtiğimi şimdi anlayacaksın.
Bizi yine büyük bir savaş bekliyor. Durumumuzun bir bölümünü Cephe Komutanı ve Lozan Başdelegesi olarak elbette biliyorsun. Büyük devletlerin bu sefil duruma bakarak, kısa zamanda pes edeceğimizi sandıklarını Lozan dönüşü sen bize anlattın.
Ben sana şimdi bildiğinden daha da acıklı olan genel durumu özetleyeceğim. Bize geri, borçlu, hastalıklı bir vatan miras kaldı. Yoksul bir köylü devletiyiz.
Dört mevsim kullanılabilir karayollarımız yok denecek kadar az. 4.000 km. kadar demiryolu var. Bir metresi bile bizim değil. Üstelik yetersiz. Ülkenin kuzeyini güneyine, batısını doğusuna bağlamamız, vatanın bütünlüğünü sağlamamız şart. Denizciliğimiz acınacak durumda.
Köylümüzü topraklandırmalı, ihtiyacı olan bir çift öküz ile bir saban vererek çiftçi yapmalıyız. Doğudaki aşiret, bey, ağa, şeyh düzeni Cumhuriyet’le de insanlıkla da bağdaşmaz. Bu durumu düzeltmeli, halkı kurtarmalıyız.
Her yerde tefeciler halkı eziyor. Güya tarım ülkesiyiz ama ekmeklik unumuzun çoğunu dışarıdan getirtiyoruz. Sığır vebası hayvancılığımızı öldürüyor.
Doktor sayımız 337, sağlık memuru 434, ebe sayısı 136. Pek az şehirde eczane var. Salgın hastalıklar insanlarımızı kırıyor. Üç milyon insanımız trahomlu. Sıtma, tifüs, verem, frengi, tifo salgın halinde. Bit ciddi sorun. Nüfusumuzun yarısı hasta. Bebek ölüm oranı % 60’ı geçiyor.
Nüfusun % 80’i kırsal bölgede yaşıyor. Bunun önemli bölümü göçebe.
Yazının Devamını Oku 10 Kasım 2010
CUMHURBAŞKANI Gül’e Londra’da BBC muhabiri Türkiye’deki hapishanelerde yatan Türk gazetecilerini sordu.
Demokratik bir ülkenin cumhurbaşkanının yurtdışında, yabancı bir gazetecinin böyle bir sorusuna muhatap olması tatsız bir durum.
Cumhurbaşkanı, gazetecilerle ilgili davaların kendisini de kaygılandırdığını, bu sıkıntıların herhangi bir ifade özgürlüğü ile ilgili olmadığını anlatıyor.
Arkasından da Türkiye’de yaşananlarla pek uyuşmayan şu sözleri söylüyor:
“Bugün Türkiye’de herkes ne düşündüğünü, en aykırı fikir olabilir, benim hiç hoşlanmadığım bir konu olabilir, bunları açıkça yazabilir, anlatabilir, bunlarla ilgili konuşabilir, konferanslar yapabilir.”
Sonra da sözlerini şöyle bağlıyor:
“Bahsettiğiniz konu devam eden bazı mahkemelerin safahatında gizli kalması gereken bazı dokümanların erken açıklanmasıyla ilgili.”
BBC muhabiri Türkiye’yi iyi bilmediği için soruların gerisini getiremiyor.
Yazının Devamını Oku