ALTI yılda dünyanın 5 kıtasındaki 42 ülkenin 326 kentinde tam 700 konser.
En az 1 milyon sanatsevere insanlığın tek ortak dili olan müzikle seslenmek... Piyanosunun tuşlarından çıkan sihirli seslerle onları zevk ve beğeninin doruklarına taşımak... Salonları tıklım tıklım dolduran bu insanlar tarafından ayakta alkışlanmak... Yine bu altı yıl içinde 2 büyük oratoryo, 2 büyük senfoni, 1 keman konçertosu, 2 piyano konçertosu, 5 solo piyano eseri, 1 bale müziği, 2 Bach uyarlaması, çok sayıda balad, 1 tiyatro, 4 film müziği bestesi... Bu karne kimin? Bu kadar verimliliği 6 yıl gibi kısa bir döneme sığdıran bu olağanüstü yetenek kim? Bu deha bir Türk... Adı: FAZIL SAY... Bir anı. 3 yıl önce Floransa müzik festivalindeyiz. Ünlü festivalin o yılki onur konuğu Fazıl Say. Festivalin final konserini o veriyor. Konser tarihi kentin “Centilmenler Meydanı”nda. Orkestrayı dünyanın en ünlü şefi Zubin Mehda yönetiyor. Meydan 4 saat önceden dolmaya başlıyor. Başlamaya 20 dakika kala ise meydan ve meydana bakan bütün kafeler tıklım tıklım doluyor. Festival düzenleyicilerin verdiği bilgiye göre meydanda 20 bin kişi var. Olağanüstü bir konser oluyor. Konser bitiminde 20 bin kişi Türk sanatçıyı dakikalarca alkışlıyor. * * * Dünyanın bu kadar değer verdiği, konserlerini, CD’lerini yüz binlerce insanın izlediği Fazıl Say’a biz ne yapıyoruz? Çağımızın deha yorumcusu olarak kabul edilen Say’ın değerini biliyor muyuz? Türkiye’yi dünyada böylesine etkili bir şekilde temsil eden bir sanatçıya gereken saygıyı, sevgiyi gösteriyor muyuz? Konserlerine yetişebilmesi için vizelerden kurtulmasını sağlamak amacıyla -hadi kırmızıdan vazgeçtik- bir görev pasaportunu bile vermeyi çok görmüyor muyuz? Pasaport vermeye hazır birçok ülke varken o inatla “Hayır ben Türk pasaportuyla dünyayı dolaşacağım” demesinin hiç mi anlamı yok? Bu sorulara olumlu yanıt veremiyorum. Çünkü Fazıl Say ülkesini seven, onun sorunlarını düşünen, geleceğin karanlık olduğunu gören ve buna isyan eden bir sanat ve kültür adamı. Ülkesine, ülkesinin insanlarına karşı kendini sorumlu olarak gören bir aydın. Onun için ona kızıyoruz. Onu tehdit ediyoruz, onu linç etmek için her fırsatı kolluyoruz. İşte acı gerçek bu. Dünya onu ayakta alkışlıyor, konserlerinin biletlerini iki üç ay öncesinden kapışıyor. Bizlerse onu dışlamak, onu bitirmek için uğraşıyoruz. * * * Pazartesi günü Kadıköy Belediyesi’nin Süreyya Operası’nda verdiği geleneksel Cumhuriyet Resepsiyonu’ndan önce Fazıl Say’ın piyano resitali vardı. Önce Bach’ın Chaconne de la Partita’sını çaldı. Sonra Bethooven’ın Fırtına’sını... Yaşayarak, yaşatarak, piyanosuyla konuşarak, zaman zaman hüzünlenerek, zaman zaman coşarak hem kendisini, hem dinleyenleri müziğin eşsiz gücüyle buluşturdu. Bu çok zor iki parçadan sonra hiç ara vermeden sıra kendi bestelerine geldi. Nasrettin Hoca Dansları, Kara Toprak... Sonra baladlar: Kumru (kızına yaptığı beste), Nâzım, Sevenlere Dair... Konseri, kendi düzenlemesi olan Gershwin’in Summer Time’ı ile bitirdi. Bu güzel ve anlamlı gece her yönden Atatürk’ün istediği Türkiye’yi yansıtan bir geceydi.