2 milyar dolarlık Yankee Stadyumu’nda klozet paritesi var

Herkes Galatasaray’ın stat inşaatını okurken, New York’taki bir beyzbol stadyumu kimsenin ilgisini çekmez, anlayabiliyorum.

Ancak söz konusu olan 2 milyar dolarlık dünyanın en pahalı stadyumu. Geçen hafta yeni Yankee Stadyumu’nu gezdim. Daha doğrusu yeni Yankees eğlence parkını. Klozet paritesi, süit partileri, açgözlü patronun sosisçileri... Notları okuyunca anlayacaksınız. Spor işletmeciliği başlı başına bir alan. Mimarlara bırakılmayacak kadar uzmanlık isteyen bir alan. Ayrıca kuralları çok acımasız, duygusallığa izin vermeyen profesyonel bir iş.

Seinfeld seyredenler George Costanza’nın Yankees kulübünde çalıştığını bilir. İşte dizide yüzü hiçbir zaman görülmeyen ve yazar Larry David tarafından seslendirilen Costanza’nın patronu, Yankees’in gerçek sahibi George Steinbrenner düşünülerek yaratılmıştır. Amerika’da herkesin “The Boss” dediği Steinbrenner’ın geçen ay bir biyografisi (George) çıktı. İçinde Yankees’i satın almasından şimdi kulübü devrettiği beceriksiz oğullarına kadar birçok detay var. Görüştüğüm kulüp yetkilisi, Boss’un aslında hâlâ kulübün hayati meselelerini kendisinin hallettiğini söyledi. Ne mesela, dedim. Emekli olacak formaları o seçer, dedi.

Forma emekliliği, efsaneleşmiş oyuncuların seçtiği numaraların, bir daha hiçbir oyuncuya verilmemesi demek. Sahanın uç kısmında bir yer yapmışlar, hepsini orada sergiliyorlar. Stadyum içindeki müzeden klasik mimariye her şey kulübün tarihinin 100 yılı aştığını göstermek için düşünülmüş.

Oyuncular hep önde tutuluyor. “Oyuncu kulübün üstünde değildir” gibi romantik, hiçbir pazarlama stratejisine uymayan düşünceler yok burada. Takımın tarihçesini bile oyunculara göre bölüyorlar mesela. En başta “Baby Ruth dönemi” ya da en sondaki “Derek Jeter” dönemi gibi.

Maç öncesi antrenör Joe Girardi basın toplantısını yedek kulübesinde yaptı. Gazetecilerin yarısı Japon’du. Kriket oynayan Hintliler gibi Japonlar’a da 2. Dünya Savaşı’ndan beri beyzbol oynatıyorlar. Sonra da oradan oyuncu getirtip şakır şakır forma satıyorlar.

Maçın başında New Jerseyli bir çocuğu sahaya soktular. Lösemi hastasıymış, uzun süre hastanede kaldıktan sonra iyileşebilmiş. Bütün takım, sırayla çocukla konuştu, gazetecilere poz verdi. Hemen her maç birine bu türden bir jest yapıldığını söylediler.

Kültür tarihçisi Jacques Barzun, Amerika’nın kalbini ve mantığını anlamak isteyen herkesin önce beyzbolu öğrenmesi gerektiğini savunur. Oyunun yavaş gibi görünen ama tüm seyri değiştirebilecek temposundan takımların hep bir yıldız etrafında kurulmasına kadar birçok etkeni düşündüğüne eminim Barzun’un. Ama sahada oyun oynanırken stadyumun yarısının oyunu bırakıp sosisli sandviç yiyor oluşu da bu metaforun bir parçası bana kalırsa. Kesinlikle umurlarında değil. Bütün büfeleri Boss’a çalışan, 8 dolara sosisli satılan stadyumda maça hiç bakmadan sadece içeride dolaşıp yemek yiyen seyirciler olduğunu öğrendim.

New York’ta belediyenin tuvaletler konusunda çıkardığı bir yasa var. Kadınlara kamusal binalarda erkeklere oranla iki kat fazla tuvalet ayrılması gerekiyor. Buna da klozet paritesi (potty parity) deniyor. Yankees, kurala uygun bir inşaat yapmış. Kadınların klozet sayısı erkeklerinkinin dört katı.

Stadyum biletlerini kriz var diye ucuzlattılar. Yine de hiçbir vuruşu tam göremediğiniz, en ucuz Bleacher tribününde bile biletler 15-20 dolardan başlıyor. Süitlerde her maçtan önce özel partiler veriyorlar. Pahalı koltuk alanları da stadyum içindeki özel localarda oyuncularla bir araya getiriyorlar.

Gazetecilerin oyuncu ve antrenörlerle ilişkilerini çok kontrollü yürütüyorlar. Antrenörler gazetecilerle asla karşı karşıya bırakılmıyor. Yanlarında hep bir kulüp yetkilisi oluyor. Benim izlediğim maçta Yankees kazandı. Maçtan sonra Girardi’nin yaptığı basın toplantısı kolay geçti o yüzden. Ama yenilgilerden sonra gazetecilerin provokatif sorularına önce kulüp yetkilisi göğüs geriyor, sonra masada oturan Girardi konuşuyor.

Kafaları boş yanakları pembe huzur dolu modern ümmiler

Türk Diyaneti, yoga yeni dini akım, demeden önce, ay başında New York’a Dalay Lama geldi. Upper West Side’daki Beacon Tiyatrosu’na yeni bir öğreti anlatmaya. Bir sabah bir öğlen, iki seansta anlatacak, dediler. Sıkılır mıyım, içeride yine bir Tibet’e özgürlük gösterisi izler miyim derken, önünde 500 metre kuyruk olmuş meditasyon sempozyumuna ben de gittim. Kalın sesi ve şakalarıyla kafamda oluşan lalettayin bir Dalay Lama imajı dışında da, hikayenin ne olduğu konusunda hiçbir fikir edinemeden kendimi dışarı zor attım. Nasıl buldunuz diye sordum birkaç kişiye. Biri bana öğlen biletini teklif etti: Ben bir şey anlamadım, lazımsa siz alın.

New York, Diyanet’in taktığı bu tür ruhani işlerin üretim merkezi. Brooklyn’e giderseniz, her tarafta yeni yoga teknikleri geliştiren, Dalay Lama’nınki gibi öğretiler oluşturan merkezler görürsünüz. Bundan bir süre önce New York’a gelen bir Türk’le tanışmıştım. Bakırköy’de yoga hocasıymış. “Teknikleri araştırmaya geldim” demişti o da.

İşin kent stresi, sosyalleşme boyutlarını geçiyorum. Bunlar Bakırköy-Nişantaşı hattındaki yogacılar için de geçerli. New York’u farklı kılan ise, 90’larda patlayan yoga sektörünün burada artık “tam rekabet”e ulaşmış olması. Yüzlerce yoga merkezinin, telefonculardan daha sert birbiriyle yarışması.

Yoga, New York’ta bir inovasyon konusu çünkü. Her yoga merkezi, yeni bir yöntem bulmaya çalışıyor. Pazar olarak da sadece New Yorkluları değil, tüm dünyayı görüyor. Geçenlerde, üst komşum Alex’in bu türden işler yapan bir şirketin yöneticisi olduğunu öğrendim örneğin. “Bir yoga tekniği bulduk, şimdi Türkiye’de Hillside’a da aktaracağız” dedi.

Sonuçta Diyanet haklı. Herkesin bir coğrafyası var, kimse cemaatini kaptırmak istemez. Ancak madem bir rekabetten bahsediyorlar, imamların bazen yogiler kadar ilgi görmemesinden şikâyet ediyorlar, onların da kendilerini yenilemesi gerek. Tam rekabet ortamında, yeni dua teknikleri, yeni zikir modelleri yaratmaları lazım. Ortada kendini bırakmış bir topluluk var, ilk gelen oturur. İki satır bir şey okuyup kafasını bulandıracağına, huzur uğruna dünyadan bihaber kalmaya razı, stresten bunalmış, modern ümmiler. Kafaları boş, yanakları pembe.
Yazarın Tüm Yazıları