New York’un en ünlü power lunch mekânından manzaralar
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Zombi şirket, diyorlar. Bitmiş, fiilen çoktan iflas etmiş ama hâlâ ortalarda dolaşıyor.
O zombi şirketlerin zombi patronları var şimdi New York’ta. Boğazına kadar borca batmış, işleri alt üst olmuş, cebinde beş kuruş nakit kalmamış ama hâlâ burnundan kıl aldırmıyor. Hâlâ kuyruğu dimdik... Her öğlen toplanıp yemek bahanesiyle tiyatro çevirdikleri, New York’un en ünlü “power lunch” mekânı Four Seasons restoranına gidin, hepsi orada.
Krizin New York’u nasıl etkilediğini anlatmaya çalışıyorsunuz. Şunun satışı düştü, reklamlar şöyle değişti, sosyal hayat böyle dönüştü gibi örneklerle... Bunların hepsi de genele dair bir fikir veriyor. Ama bazen öyle bir durumla karşılaşıyorsunuz ki, nereye koyacağınızı bilemiyorsunuz. Lüks yatların sayısının 2009’da artması mesela!.. Ya da hafta içi gittiğim Four Seasons’taki kalabalık!.. Matematikçi John Nash, bu oyun teorisini çözmeye çalışırken aklını yitirdi işte. Makro öngörülerini, geniş zamanlı cümlelerle, dudaklarını uzata uzata anlatan ekonomistler de her seferinde burada duvara tosladı: İnsan davranışı. Power lunch, dediğim gibi bir tiyatro. Bakın ben buradayım, bakalım başka kimler varmış, oyunu. Park Avenue üzerindeki Four Seasons restoranı da, dünyada bu oyunun en iyi sahnelendiği yer. İçeride iki ayrı salon var. Biri gelen turistlerin kandırıldığı, daha gösterişli havuzlu salon. Ötekisi eski gözüken ama asıl power lunch mekânı olan “Grill Room”. Steve Forbes’dan Rothschild Ailesi’nin fertlerine, Henry Kissinger’a kentin güç simsarlarının her gün yemek yediği salon.
Four Seasons’a, ortaklardan Julian Niccolini ile görüşmek için iki kez gittim. İkisinde de içerisinin tıklım tıklım olduğunu görüp ödenen hesabın sadece yemeğe olmadığını fark ettim.
İçeri alınacakları Niccolini’nin belirlediği salonda, ilk ipucu dekorasyon. Her masa, oturanların etrafı görebileceği bir açıyla yerleştirilmiş. İki kişiyseniz, karşılıklı oturmuyorsunuz örneğin. Yan yana... Çevrenizde ne oluyor görün diye... Bazen gazetelerde Four Seasons’ın mutfağıyla ilgili eleştiriler okuyorum. Acaba dalga mı geçiyorlardı diye düşünmeye başladım şimdi. Çünkü burada ne yediğinizden çok nerede oturduğunuz önemli. Diyelim, masanız iyi bir yerde değil. Siz başlangıcınızı bitirmeye çalışırken garsonlardan biri yanınıza gelip “Şu masa boşaldı, sizi oraya alabiliriz” diyebiliyor. Görüş açısı en geniş olan köşedeki masalar, bu yüzden daha değerli sayılıyor.
Sadece etrafa bakmak yeterli değil tabii. Yemek sırasında da bol bol gülmek gerekiyor. Kendinizi ne kadar mutlu hissettiğinizi, tuzunuzun ne kadar kuru olduğunu herkese göstermeniz icap ediyor.
Ve oyundaki final...
Neşenizi sergilediniz. Niccolini’nin krizde çıkardığı 59 dolarlık fiks mönüden de almayıp, üstüne foie-gras kondurulmuş bizon bonfileyi getirttiniz ve yemeden öylece bıraktınız. Paranız var ve toksunuz!.. Son olarak iyi bir bahşiş vermeniz gerekiyor. Çünkü eğer o ana kadar bütün rolünüzü eksiksiz oynadığınız halde bahşiş kısmını atlarsanız, garsonlar gülüyorlar. Belki sizin masadaki halinizden daha sessizce ama durumu fark etmenize yetecek kadar belirgin, gülüyorlar. Ve onca emek, onca çaba oracıkta heba oluyor...
NEW YORK’UN JULIAN’I
Julian Niccolini, Four Seasons’ın sadece patronu değil, aynı zamanda vitrini. 56 yaşında. İtalyan göçmeni. 1977’de şef garson olarak başlıyor çalışmaya, köpek gibi koşturduktan sonra da (kendi ifadesi) 1995’te restoranın ortağı oluyor. Haftanın 6 günü çalıştığını söyledi garsonlardan biri. Benim orada olduğum günlerde de masa masa dolaşıp herkesle sohbet etti. Sipariş aldı. Servis yaptı. İnsanlar kalkarken gidip sandalyelerini çekti. “Benim yeteneğim gelenleri mutlu etmek. Herkese göre farklı oynuyorum” diyor. Peki müşterileri neye göre seçiyorsunuz, diye sordum, “İçimden geldiği gibi” dedi. “Tek kriter çeşitlilik. Modacı, finansçı, politikacı, yayıncı, her kesimden biri olmalı.” Müşterileriyle kurduğu ilişki çok acayip. Erkeklere karşı alaycı bir tavrı var. Birinin kravatıyla dalga geçiyor mesela. Ya da başka birinin ismini porno yıldızlarınınkine benzetebiliyor. İşyerinde çalışanlarına kötü davranan, eve gidince de karısından azar işitmekten zevk alan erkek patron tipolojisini keşfetmiş. Yakalamış, kaşıyor. Kadınlara karşı ise tam tersi. Olabildiğince nazik. Her sabah gazeteleri tarayıp o öğlen yemeğe gelecekler hakkında bilgi ediniyor. Kimin kiminle oturacağını düşünüp eşleştirme yapıyor. Geldiklerinde gidip onlarla iş anlaşmaları üstüne konuşuyor. Arada da şakalar yapıyor. “Siz artık hepsiyle arkadaş olmuşsunuz” dedim. “Hayır. Ben kim olduğumun farkındayım. Burada çalışıyorum. Sınırı geçmem” dedi.
SALMAN RÜŞDİ YİNE PARTİDEYDİ
Perşembe akşamı, 1959’da açılan Four Seasons’ın 50. yıldönümü için bir kutlama yapıldı. Partiye gittiğimde, yazar Salman Rüşdi’yi gördüm yine. Bu sefer yanına gidip konuştum. Ancak gazeteci olduğumu öğrenince, birden, kendisiyle hangi konu üzerine konuşmak istediğimi sordu. Açıkçası, ayaküstü sohbet ederken partilere neden bu kadar sık katıldığını sormak istiyordum. Ama Rüşdi öyle deyince, ben de “Yarın İran’da seçim var, onu konuşalım” dedim. Bu konuda konuşamayacağını söyledi. Ben de teşekkür edip ayrıldım. Artık Rüşdi’nin New York’taki süpermarket açılışlarına bile katıldığından şüpheleniyorum.