Kıvılcım Anı’nın (The Tipping Point) yazarı Malcolm Gladwell’in 2 ay önce çıkan yeni kitabında, bir dönem Amerika’ya korku salan Deli Bombacı’nın yakalanışı da anlatılıyor. Bombacı, 1940’tan 1956’ya kadar New York’a 33 patlayıcı yerleştiriyor. Gazetelere de sayısız mektup gönderiyor. Ancak onca kanıta rağmen, 16 yıl boyunca hakkında tek bir ipucu bulunamayınca, sonunda polis, psikiyatr James Brussel’e gidiyor. Elinde ne kadar bilgi varsa götürüp Brussel’in önüne koyuyor ve yardım istiyor. Kanıtları inceleyen psikiyatr, şöyle bir profil çıkartıyor ortaya: Sıradan görünümlü. İşyerinde sicili mükemmel. Evlenmemiş. Muhtemelen bir anne figürüyle yaşıyor. Titiz. Yabancı ülkede doğmuş. Slav kökenli. Connecticut’ta oturan, orta yaşlı bir erkek. Sonra da ekliyor: Yakaladığınızda, ki muhtemelen yakalayacaksınız, üstünde önü iliklenmiş kruvaze bir ceket olacak. Polis bir ay sonra, 2 ablasıyla yaşayan, Slav kökenli George Metesky’nin Connecticut’taki evinin kapısını çaldığında, bombacı Metesky üstünde pijamalarla açıyor kapıyı. Polis giyinmesini istediğinde de, kruvaze ceketini seçip önünü ilikliyor. Gladwell, New Yorker makalelerinden oluşan Köpeğin Gördüğü (What The Dog Saw) kitabında bir bölümü olduğu gibi insan karakterine ayırmış. Narsisistler... Şirketlerini batıran karizmatik yöneticiler... Hak ettiğinden fazla kazanan kurnaz profesyoneller... Karakter zaafı saydığı bu özelliklerden bahsederken bir çağdaş yaşam eleştirisi yapıyor. Ancak en önemlisi, kimi 9 yıl önce yazılmış makalelerle, tıpkı Brussel’in yaptığı gibi bir insanın el yazısından bile karakterinin anlaşılabileceğini savunuyor.
Cevap: Yoktur, duruma göre davranış belirler
Kwame Anthony Appiah, Princeton’da felsefe dersleri veren bir kültür teorisyeni. Gladwell kadar popüler biri değil ancak en zeki insanlar listelerinde adı Gladwell ile birlikte geçen, tanınan bir akademisyen o da. İşte Appiah’ın geçen yıl çıkardığı ve Ganalı filozofu son yılların en tartışmalı sosyal bilimcisine dönüştüren Etikte Deneyler (Experiments in Ethics) kitabı, Gladwell’in tezlerinin tam tersini savunuyor. İnsanın aslında bir karakteri olmadığını iddia ediyor. Örneğin Oskar Schindler diyor Appiah, çıkarcı, kibirli, ikiyüzlü ve hesapçı biriydi. Ama Yahudileri 2. Dünya Savaşı’nda Nazilerin elinden kurtarırken cesur ve merhametli davranabildi. Her benzer koşulda cesur ve merhametli davranmadı bu arada. Bazen cesur ve merhametli oldu. Bazen olmadı. Appiah’a göre hayat, sizin her gün yaşadıklarınıza göre pozisyon aldığınız, belirlemediğiniz, belirlendiğiniz bir sahne. Televizyonda bu durumun en dramatik, kendini eğitimle kamufle etmemiş en yalın halini görebilirsiniz. Yemek yap diyorlar mesela. Yemek yapıyorsunuz. Dans et diyorlar. Dans ediyorsunuz. Şarkı söyle diyorlar. Şarkı söylüyorsunuz. Hünerini göster. Duvara tırman. Flört et. Şimdi evlen. Sağa dön. Evet çok güzel!.. Prensip yok. Ortak ahlaki değer yok. Ve etik bitti. Amerika’da birçok filozof, Appiah’ın kitapta öne sürdüğü tezleri çürütmek için uğraşıyor şimdi. Gerçi kendi de, “başlıkların biraz fazla provokatif olduğunu kabul ediyorum” diye yazdı ama... Kitap üzerine hâlâ sağlam bir kritik yazılmadığı konusunda mutabakat var. Yani başka bir deyişle... Şimdilik hâlâ herkes karaktersiz!..
Finansal tahmin ya da dedikodu
Hafta içi Bank of America’nın 2010 yılı tahminlerini açıkladığı basın toplantısındaydım. Ne açıklayacaklarından çok nasıl açıklayacaklarını görmeye gittim çünkü mortgage krizini tahmin edememiş ekonomistlerin yeni öngörü sunarken nasıl bir tavır takınacaklarını merak ediyordum. Söyleyeyim, hiçbir şey fark etmiyormuş. Espriler, şakalaşmalar, aynı özgüven devam ediyor. Özetle dünya iyiye gidiyor, Türkiye daha hızlı iyiye gidiyor dediler. Gerisini uzun uzun anlatmayacağım. Ancak toplantıyı Appiah’ın perspektifinden toplumsal psikolojide bir yere oturtmak gerekirse... Sosyolojide dedikodu konusunda farklı ekoller arasında süren teorik bir tartışma var. Buna göre fonksiyonalistler, dedikodunun, bireylerin toplumsal kurallara uymaya zorlanması için yararlı bir araç olduğunu savunuyorlar. Karşıt görüştekiler ise dedikoduyu bireylerin kendi çıkarları için bencilce kullandığı düşmanca bir davranış şekli diye tanımlıyorlar. Bank of America’nın öngörüleri, verilere dayalı, hesaplamalarla çıkmış ekonomik tahminler elbette. Ancak mortgage krizinde yaşanan öngörü rezaletinden, bilanço cilalayan denetim şirketlerinden, batık gizleyen, bonus kovalayan, yöneticilik yerine lobicilik yapan CEO’lardan sonra sormak gerekmiyor mu? Bu tahminlerin dedikodudan ne farkı var!.. Ve eğer dedikoduysa durumu hangi ekole göre değerlendirmek lazım?.. Fonksiyonalistlere göre mi?.. Yoksa dedikodu kişisel menfaat için yapılan düşmanca bir tavırdır diyenlere göre mi?
Peki ya ahlaksız Tiger
Bir de karşıt tez. Appiah, etik bitti, diyor ama golfçü Tiger Woods’un başına gelen, önermeyi biraz bulandırdı. Karısını 9 kadınla birden aldattığı ortaya çıkınca önce golfe ara verdi. Sonra da sponsorlarından bazılarını kaybetti. Reklamcılık açısından ortada iki farklı tavır var: Birincisi danışmanlık firması Accenture’unki. Onlar, Woods ile olan anlaşmalarını hemen iptal edip Woods’un görüntüsünü web sitelerinden reklam panolarından alelacele kazıyacak kadar katı davrananlardan. İkincisi ise Nike’ınki. Yönetim Kurulu Başkanı, Woods ileride golfü bıraktığında bu olay Woods’un kariyerinde çok ufak bir yer tutacak, dedi. Yani onlar da destek olanlardan. Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar romanından bir bölüm: “Evet, 19. yüzyıl insanının her şeyden önce karaktersiz olması gerekir” diyor, kendi de pek iyi karakterli sayılmayacak yazar. Sonra da ekliyor: “Karakterli olan insan her şeyden önce dar kafalıdır.” Accenture, ahlak değerlerine yaslanıyor. Nike, Woods’un yeteneklerine. Accenture, bir daha ünlü biriyle anlaşma yaparsa, artık belki de libido testi isteyecek. Nike yine en başarılı kimse, huyuna bakmadan gidip onunla anlaşacak. Hangisi doğru bir tutum, karşılaştırma yapmak doğru değil aslında. Yaptıkları iş, müşteriler, her şeyleri farklı. Ancak kesin olan şu: Dünyanın en iyi romanlarını yazdı Dostoyevski. Bu yüzden romanları dururken şimdi kimse onu kumarbazlığıyla hatırlamıyor. Nike da buna güveniyor.
İşte krizin toplumsal sonuçları
19. yüzyıl Fransız filozofu Ernest Renan, “Ulus nedir” sorusuna, beraber büyük işler yapmak ve daha fazlasını arzulamaktır demiş. Yalnız bir şartla. Unutacaksınız da. Unutmak, hatta tarihi hatalı okumak, bir ulus yaratmanın aslî unsurudur. Kitabına bu alıntıyla başlayan Appiah’a göre filozoflar da tıpkı Renan gibi. Savundukları fikirler için geçmişten kanıtlar buluyorlar. Ancak göz ardı ettikleri karşıt durumlar da orada duruyor ve hepsinin de bir sonucu oluyor. Bugün Amerika’da yaşanan kriz sonrası toplumsal dönüşüm, Appiah’ın değindiği sonuçların somut hali. Kriz bitti, her şey eskisi gibi devam edecek denilse de, 1 yıl süren çöküntü, geriye derin tortular bıraktı. Yılda 1.6 milyon çocuk evden kaçıyor Amerika’da. Evini kaybeden aileler yüzünden ormanda yaşayan çocuk grupları oluştu. Sokaklarda artık daha çok çocuk fahişe var. Yemek yardımı alanların sayısı 2 yılda 10 milyon arttı, 36 milyon oldu. Bu, her 8 Amerikalı’dan biri demek. Hırsız politikacılar çoğaldı. En son hafta içi New York’ta bir belediye meclis üyesini daha yakaladılar. Sivil toplum yara aldı. New York’un her yerinde damacanayla para toplayan evsizler görürsünüz. Orayı bile soymuş yöneticileri. 24 eyalet, yaşlılara ayırdığı fonları kaldırdı. Taşradaki, evinde ölüyor ve haftalarca kimse fark etmiyor. Ve New Yorklular, yaşadıkları durumu, 61 yıl önce çekilen Bisiklet Hırsızı filmiyle özdeşleştiriyor. Bir babanın işini kaybetmemek için çalınan bisikletini aramasını anlatan İtalyan filmiyle. 2 hafta Lincoln Plaza’da gösterildi. Talep olunca Greenwich’te başka bir sinemaya daha kaydırıldı. Yapımcıya neden uzattığını sormuşlar. “Film, zamanın ruhunu yansıtıyor” demiş.