Geçen pazar bir randevum vardı. Cumadan beri yağan kar hafifler gibi olunca gidebilirim diye düşünüp çıktım. Asfalt altta kalmış, görünmüyor. Birkaç cip dışında da kimse yok.
Otobüsleri kaldırmışlar. Metroya doğru yürüdüm. Karda lastiklerin sertleştirdiği kısımlara basarak, ağır ağır yarım saatte vardım. Zaten topu topu beş hat var. Kırmızıdan geçeni beklemeye başladım. Bir yarım saat de orada geçti. Tren geldi. Her durakta 10 dakika oyalanarak Downtown’da aktarma yapacağım yere vardı. Beklemeye başladım ki, gideceğim istasyonda trenin kaldırıldığını söylediler. 1.5 saat gidiş, 1.5 saat dönüş, harika bir pazar... Pazartesiyi herkes evde geçirdi. Devlet tatil. Okullar, üniversiteler... Kimse dışarı çıkmıyor. Asfalt hâlâ görünmüyor. Salı, güneş müdahale etti. Siz temizlemiyorsanız ben eriteyim diye... Bu arada radyolar bas bas bağırıyor. Öğleden sonra 13 santim daha yağacak. Ondan önce birkaç iş halledebilirim belki deyip yine çıktım. Ancak kısa sürede, pazar günkü gaflete düştüğümü anladım... Başa döndük. Otobüs çalışmıyor. Birkaç cip dışında da kimse yok. Durakta bekleşenlerle bir taksi buldum. Dolmuşa dönen arabayla gideceğim yere gittim. Kentin merkezlerinden dedikleri Dupont Circle, İsviçre’de bir dağ kasabasına dönmüş. Yolu kapatan kar, normalmiş gibi... Ana cadde dedikleri Massachusetts de, Uludağ’daki pistlere benzemiş. Kendini tepeden bıraksan inecekmişsin gibi... Hiçbir iş halledemedim. Her yer kapalı. Dönüş için tekrar taksi aramaya başladım. Merkez dedikleri yerin, ana cadde dedikleri uzantısında 15 dakika bekledikten sonra nihayet bir tane buldum. Ters yönden geliyordu, o ana caddenin ortasında uzun uzun, ağır ağır, hiç acele etmeden manevralar yapıp dönerek beni aldı. Şoför Afgan kökenli bir Amerikalı. Binmemle adamın belediye başkanına sövmeye başlaması bir oldu. Öyle ki, bizim Kadir Topbaş’a söylediklerimiz, onun ettiği lafların yanında teessüf kalır. Döneceğim artık, diyor. Nereye, dedim. Afganistan’a... Kar var diye savaşın ortasına mı gidiyorsun, diye sordum. Evet, dedi. Eve vardık. Binaya girdim. O günden beri bir daha da evden çıkmadım. Bugün perşembe. Washington’daki ilk haftamın özetiydi bu. Bizde İstanbul kocaman bir köy denir ya... Asıl köy, New York’tan sonraki Washington.
Washington ikiyüzlülüğü
Kent, New York’un yanında bir köy. Ama aynı zamanda tıpkı New York gibi sizi sürekli şaşırtıyor. Konuştuğum Afgan şoför, kar yüzünden milim milim ilerlerken bana hayat hikâyesini anlattı. 46 yaşında. Evlenmemiş. Sovyet istilasında kaçmış Amerika’ya. Üniversiteyi okuyup kamu yönetiminde doktorasını tamamlamış. Şimdi bir bölge mahkemesinde kâtiplik yapıp boş zamanlarında da taksiye çıkıyor. Dönmekten bahsedince, ne yapacaksın peki, dedim. Yanında taşıdığı bir fotoğrafı gösterdi. Afganistan’ın şimdiki cumhurbaşkanı Hamid Karzai’yle çektirdiği bir poz. “Hükümet işi yapacağım” dedi. “Hamid benim arkadaşımdır. Buraya gelince bana da uğrar.” Sonra da Afganistan siyaseti anlatmaya başladı. “Hamid çok iyidir ama bu işi beceremez, saftır.” “Afganistan’a eğitimli insanlar lazım” vesaire... Kardan önceki hafta da, Van Ness Caddesi’nde bir CVS dükkânında İçişleri Bakanı Janet Napolitano’ya rastlamıştım. Herkesin El Kaide’den saldırı beklediği ülkede, yanında sadece iki koruma, elinde bir sepet, alışveriş yapıyordu. Washington ikiyüzlülüğü diye bir laf var. Beyaz Saray politikalarını eleştirmek için kullanılıyor. Ancak laf, anladığım kadarıyla kentin ruhuna sinmiş. Belki geleceğin Afganistan bakanı, burada part-time taksici, mahkeme kâtibi... Elinde sepet alışveriş yapan, ülkenin demir leydisi... Burada kim kim, belli değil...
Patronun işçi olduğuna inanıyorlar
“Undercover Boss” (kılık değiştirmiş patron), geçen haftaki Super Bowl’un (Amerikan futbol ligi finali) hemen ardından CBS’de ilk defa yayınlanan yeni bir reality şov. O da patronun aslında patron olduğunun belli olmaması fikrine dayalı. Başka bir, kim kim belli değil durumu... Şovun yapımcıları, önceden anlaştıkları bir patronla, patron sanki şirketinde yeni işe girmeye çalışan biriymiş gibi çekimler yapıyorlar. Şirkette çalışanlar da güya onun patron olduğunu bilmiyor ve kılık değiştirmiş patrona yeni işe girmeye çalışan biri gibi davranıyorlar. Böylece hem patron altta neler oluyor, tebdili kıyafet onu öğreniyor. Terfilere, işten atmalara karar veriyor. Hem de siz o şirket nasıl çalışıyor onu görüyorsunuz. İzlenme oranlarına baktım. 39 milyon kişi... Super Bowl sonrası gösterilen seri yapımlar arasında tarihte en çok izlenen yapım. Bana kalırsa sadece bir halkla ilişkiler projesi ama... Burada kim neye inanıyor, o da belli değil...
Modern sans culottes pantolonsuzlar
Super Bowl, 250 milyar dolarlık Amerikan reklamcılığının en önemli organizasyonu. Maç bahane... 50’nin üzerinde markanın, 30 saniyesine 3 milyon dolar ödediği spotların test gecesi... İki açıdan benzersiz bir iş. Birincisi, çok yüksek bir GRP’ye (brüt izlenme oranı) ulaşıyorsunuz. İkincisi, uçuk reklam tarifesine rağmen çok düşük bir CPM (erişilen bin kişi başına maliyet) elde ediyorsunuz. O akşam, yaptığınız işi 100 milyon kişi görüyor. Daha da önemlisi, bu insanların hepsi aynı zamanda sizin o akşama özel hazırladığınız reklamı seyretmek için oturuyor televizyonun başına. Yetmiyor, maç bittikten sonra YouTube, Hulu gibi platformlarda beğendiyse reklamınızı defalarca üst üste izliyor. Bloggerlar kendi favori reklamlarını açıklıyor... Pazarlama uzmanları teker teker tüm spotlar için eleştiriler yazıyor... Sokaktakiler en sevdiği reklam hangisiyse arkadaşına onu anlatıyor. İşte stratejilerin test edildiği Super Bowl’un bu seneki gecesinden birkaç not... * Markalar bu sefer eski yıldızları kullandı. Altın Kızlar’dan Betty White (88), komedyen Don Rickles (84), oyuncu Chevy Chase (67), müzisyen Stevie Wonder (60)... Yaşlılar geçidi, işsizlik günlerinde eskiye özlem gibiydi... * Google ilk Super Bowl reklamını verdi ama Intel de 12 yıl sonra final maçına geri geldi. Hardware’in dönüşü... * Muhafazakârlar reklamın gücünü keşfetmiş. Kürtaj karşıtı futbolcular anneleriyle kamera karşısındaydı. * Reklamda çizgi karakter kullanmak hâlâ moda. Coca Cola vazgeçemiyor. * Ve pantolonsuzlar... Fransız Devrimi’nin “sans culotte”ları gibi (donsuzlar) Dockers’dan CareerBuilder.com’a bilgi iletişim şirketi KGB’ye markalar ekrana bütün gece pantolonsuz erkek çıkardı. Pantolonsuzlar, bu yılki Super Bowl’un sembolü oldu...
Gelecek, yeni takıntı
Super Bowl reklamları oldu bitti, hâlâ tartışılıyor. Hâlâ favori beşini açıklayan bloggerlar görüyorum mesela. Ancak bu bir istisna. Çünkü artık yaşanmış bir olayın üzerine değerlendirme yapmak, tahmin yapmanın gerisine düştü. Bir konuyu ne olacak diye tartışmak, olmuş bir olayı yorumlamaktan daha ilgi çekici hale geldi. Oscarları alın. Şimdi herkes kimin kazanacağını tartışıyor. Halbuki ödüller açıklanınca bu kadar konuşulmayacak. Çünkü söylenmemiş bir laf kalmayacak. Super Bowl’un maç faslı için de aynısı oldu. Haftalar öncesinden yayınlar başladı. Şimdi kimse maç konuşmuyor. Data bağımlısı olmuş, üstüne kendini kanallarla (Facebook, Twitter, blog vs...) dünyaya bağlamış yeni insanın yeni takıntısı bu: Geleceği konuşmak. Durumu anlamaya yarayacak birkaç rakam vereceğim. Amerikan Nüfus İdaresi’nin istatistiklerine göre bugün ortalama bir Amerikalının telefon hariç evine soktuğu data için yılda verdiği para, 1000 dolar. Kablolu televizyon, internet, Netflix, video oyunları derken her yıl 1000 dolar harcıyor. Üstüne de 1000 dolar telefon parası ödüyor. Peki bundan 30 yıl önce ne kadar ödüyormuş?.. Ayda 25 dolar telefon. Başka yok!.. Bu durumda şunu kabul etmek gerekiyor... Her gün data bombardımanı yaşayan yeni insanın yaşanmış işlerle oyalanması mümkün değil!.. Eğer böyle olabileceğini düşünüyorsanız, sonunuz Jay Leno gibi olur!..