Geçen hafta, 2000’lerde yaşanan, önemli gördüğüm dönüşümleri yazmıştım. Bu hafta onun devamı var.
İçeriden kedi dışarıdan köpek
New York dergisinin sanat eleştirmeni Jerry Saltz, bir yazısında yeni dönem sanatını iki metaforla anlatmıştı. Dışarıdan bakanlar için şimdi sanat bir kedi. Gel diyorsun. O, masanın ayağına dolanıyor. Kuyruğunu sallıyor. Yüzünü çeviriyor. Onu anlamak için bu gizemli dili çözmeniz gerek. Bir sanatçı için ise sanat artık bir köpek. Hem bağımsız hem bağımlı. Siz onu kontrol ediyormuşsunuz gibi geliyor ama aslında o sizi kontrol ediyor. İnsanların önünde ne yapacağı ise asla belli olmuyor. Hatta çoğu zaman sizi utandırıyor. Çözdüm dediğiniz anda hiçbir şey anlamadığınız dank ediyor. 90’lar bir çöküştü. Para az. Üretim zayıf. AIDS bir kuşağı tarumar etti. Şimdi sahne yenilerin. Belki otomatik pilota bağlamış, burnunun ucundaki kaliteli işi göremeyen bir piyasa var ama iyi tarafı, beğendim/beğenmedim şımarığı eleştirmenler fiyatları etkileyemiyor. Sanatçılar piyasayı değil, piyasa sanatçıları memnun etmeye çalışıyor. İlişkiler, uluslararası boyutta. İşler, büyük enstalasyonlardan saniyelik görüntülere kadar sonsuz formda. En güzeli hepsi bir gesamtkunstwerk. Heykel, video, içinde birçok formu aynı anda barındıran çok yönlü işler. Ne demiş Cezanne?.. Biz titrek ışıklı bir kaosuz. Daha da iyisi, hâlâ öyleler. Etraf paraya boğulsa da, kafası karışık, etrafa kesik fikirler saçan, kendinden çok emin başkalarının da düşüncelerini bulandıran insanlar... Geriye bir tek, alıcıların doldurulmuş bir köpekbalığına neden 12 milyon dolar verdiği kalıyor ki... Onu ne önceki yüzyılda çözebildiler ne de şimdikinde...
Kendine yabancılaşan sporcular
“Gözlerimi açıyorum ve nerede olduğumu, kim olduğumu bilmiyorum. Garip değil, çünkü hayatımın yarısı böyle geçti. 36 yaşındayım. Fakat 96 gibi hissediyorum. 30 yıldır, durmadan koştum, zıpladım çünkü. Kendime yabancılaştım. Hemen bildiklerimi sıralamaya başlıyorum. Adım Andre Agassi. Karımın adı Stefanie Graf. İki çocuğumuz var. Las Vegas’ta yaşıyoruz. Ancak şimdi New York’ta, Four Seasons Oteli’ndeyiz, çünkü ben son kez US Open Turnuvası’na katılacağım. Hayatımı tenisle kazanıyorum ama tenisten karanlık, gizli bir tutkuyla nefret ediyorum.” Bu bölümü, Andre Agassi’nin kasımda çıkan kitabı “Open”ın girişinden aktardım. Yaşam öyküsünü, karısına bile anlatamadığı duygularını açık açık yazdığı otobiyografisinden. Oynarken eğlenen, önceki yüzyılın basketbolcusu Michael Jordan’la, rekor için yaşayan, ona ulaşıncaya kadar da kendini hayattan tatil eden, şimdiki yüzyılın yüzücüsü Michael Phelps’in farkı, Agassi’nin bu sözlerinden daha iyi özetlenemezdi çünkü. Sporcu her yıl amatör ruhunu biraz daha kaybederken, spor da sadece bir eğlence olmaktan çıkıyor. Sporcu bir sermaye, spor da onun pazarı oluyor. Çok önceden başlayan bir eğilim ama son 10 yılda ne değişti diyecek olursanız, şu: Daha da keskinleşti.
Lifestyle reklamcının yeni hilesi
Lifesytle lafı, ilk, Alman sosyolog Georg Simmel tarafından kullanılıyor. 1900’de. İngilizce’ye varışı 1929. Başta sadece sosyolojik bir terim olarak kalıyor tabii, Büyük Buhran yılları kimsenin stil düşünecek hali yok. Ancak 60’larda yavaş yavaş başını çıkarmaya başlıyor. Bir istatistik buldum. 1967’de Chicago Tribune gazetesi, lifestyle sözcüğünü bütün bir yıl sayfalarında toplam sadece 7 kere kullanmış. 5 yıl sonra, 1972’de sayıyorlar. Bir yılda 3 bin 300 çıkıyor. Kronolojiye bakınca lifestyle denilen kaliteli yaşam anlayışının bu yüzyılda hiçbir yeni tarafı olmadığını anlıyorsunuz. Ama değişen, reklamcılığın kendine iyice alet ettiği yeni lifestyle’ı konuşmamak olmaz!.. Bugün Arjantin’de yaşayan 17 yaşında kendi halinde eşcinsel bir kız, bir blog açıp gençlerin buluşması ve beraber fotoğraf çektirmesi fikrine dayalı bir gençlik alt kültürü yaratabiliyor. Ve flogger denilen bu hareket, sonra Arjantin’deki gençlerin giyim zevkini belirleyen bir moda akımına dönüşebiliyor. McDonalds’ın eski pazarlama direktörü Larry Light, artık bir fikre ancak bir buçuk saat sahip olabilirsiniz, demişti. Çünkü sonra üstündeki kontrolünüz kalkıyor. İki tez var. İlki, 2000’ler artık WalMart’ın. Ucuza satan kazanır, pazarlama zayıfladı diyenler. İkincisi, tam tersine, fikirlerin saatler içinde el değiştirdiği bu dönemde artık her şey pazarlama diyenler. Flogger’ların peşinden koşan Nike gibi... Hem gerçek hem yalan. Hem hızlı hem de etkili bir reklamcılık dönemindeyiz. Ancak sahtelerin de arada kaynadığı, lifestyle görünümlü astroturfing (sahte toplumsal hareket) kampanyaların cirit attığı bir dönem. Sony Ericsson’un yeni çıkardığı bir telefonu için 60 oyuncuyla anlaşıp telefonlarla hepsine turist gibi dünya turu attırdığı unutulacak iş mi!..
En yaygın tavır inkârcılık
Çok kandırdılar sizi. Sadece şirketler değil. Hükümetler, bilim adamları, gazeteciler... O yüzden iş öyle bir hale geldi ki, yeni yüzyılda artık hiçbir şeye inanmamaya başladınız. Küresel ısınma büyük bir tehlike. Nereden biliyorsun!.. Genetiği değiştirilmiş ürün insan sağlığına zararlı değil. Yalan söylüyorsun!.. Domuz gribine karşı aşı olmak lazım. Hadi oradan!.. New Yorker dergisinin bilim yazarı Michael Specter, geçen ekimde yayınlanan “İnkârcılık” (Denialism) kitabında, bu durumu yeni milenyumun toplumsal davranış şekli olarak tanımlıyor. Şüphecilikten öte bir durum bu. Çünkü önüne somut deliller koyuyorsun. Rakamlar gösteriyorsun. Anlatıyorsun, böyle böyle diyorsun. Hayır!.. Elinde tek bir haklı gerekçe olmasa bile inkâr ediyor. Bazen bir tevatür, bazen bir komplo teorisi, bazen komşunun yurtdışından gelen çocuğu onun için daha güvenilir bir kaynak oluyor. Bazen de gerçek karmaşık geldiği için kafa yormak istemeyip inkâr ediyor. Google’a girin, “vaccination” (aşı) yazın, ilk sayfada karşınıza çıkan onca aşı karşıtı web sitesinden işin ne hale geldiğini daha net anlayacaksınız. Dedim ya, zamanında çok kandırdılar sizi. Şimdi ne söyleseler inandıramıyorlar!..
Panteist Avatarcılar
Yine de bu işte en az suçlu bilimdi ama inkârcılık meselesinden en fazla zarar gören yine bilim oldu. Aydınlanmadan beri dinle arasında geçen mücadelede, şimdi daha önce hiç yaşamadığı türden bir sorgulanma dönemine girdi. Einstein “Din olmadan bilim topaldır, bilim olmadan din kördür” demiş gerçi. Ancak dogmacılar daha kemik bir topluluk olduğundan, denge din lehine şaştı. Evrim teorisi ve akıllı tasarım neredeyse beraber anılmaya başlandı. Sadece semavi dinler değil bu arada. Uzakdoğu dinleri, “izm” hareketleri de modern çağın mutsuzlarına rahatlama vaat eden bir arz merkezine dönüştü. New York Times Gazetesi’nde cumhuriyetçilerin bir kontenjanı oluyor her zaman. Şimdiki kontenjan yazarı Ross Douthat, geçenlerde epey iddialı bir Avatar yazısı yazdı... Hollywood bütün dünyayı panteist (doğa ve Tanrı’yı özdeşleştirmek) yapmak istiyormuş. Kurtlarla Dans’tan Disney’in çizgi filmleri Aslan Kral ve Pocahontas’a, Yıldız Savaşları’ndaki jedi’lardan şimdi Avatar’a insanların bilinçaltına panteist düşünceler yayıyormuş. Hıristiyanlığı aşındırıyorlar diyor Douthat. Evet, Müslümanlar ve Hıristiyan-Yahudi dünya arasında bir medeniyetler çatışması sürüyor. Ancak işin içinde peygamberi, kitabı olmayanların da dahil olduğu bir mürit kapma yarışı var ki, gittikçe daha ilginç hale geliyor.
Comme il faut dönemi
11 Eylül’ün yarattığı çatışmalar, Amerika’nın, iktidarını artık yavaş yavaş başka ülkelerle de paylaşmak zorunda olduğunu anlamaya başlaması... Bunlar işin büyük laf kısmı. Bence daha temel, daha herkese değen bir politik dönüşüm başladı 2000’lerde. Obama’nın 2004’te Demokrat Parti Kongresi’nde yaptığı meşhur bir konuşma var. Başkanlık kampanyasının başlama vuruşu. Kırmızı (Cumhuriyetçi) ve mavi (Demokrat) diye ikiye bölünen Amerika’nın artık birleşmesi gerektiğini savunup, “Mavi eyaletlerde harika bir Tanrı’ya dua ediyoruz. Kırmızı eyaletlerde de kütüphanelerimize burnunu sokan federal ajanları sevmiyoruz” diyor Obama. Farklı yanı şu: Bir defa çok açık. Harika bir Tanrı gibi ancak bir çocuğun aklına gelecek çarpıcı laflar kullanıyor. Ve ne demek istiyorsa doğrudan söylüyor. Gevelemeden. Oyalamadan. Atlatmadan. Fransızların “comme il faut” diye bir sözü vardır. Olması gerektiği gibi demek. Obama, son dönem artık iyice belirgin hale gelen ve hayatın her alanına yayıldığını hissettiğim bu düşüncenin bana kalırsa tipik bir örneği. Belki kaybedecek. Belki seçilemeyecek ama, o laftaki gibi, bile bile, nasıl davranması gerekiyorsa öyle davranıyor. Ne demesi gerekiyorsa da onu diyor. Ve kaybetmeyi göze alarak çıktığı yolda, tam tersine bu tutumu sayesinde kazanıyor.