Tolga Tanış

Vay benim ortalama profesörüm

20 Kasım 2011
Hayır, AKP TÜBA’nın yapısını değiştirdiği için değil. O yapılan işin konuşulacak bir tarafı yok. Evrim teorisi midir dert... Bilimden tek anladıkları teknoloji ve Anadolu kaplanları mal satmak için teknoloji istiyor o yüzden mi memnun değiller... Yoksa aslında her şey Şerif Mardin ve küçük Şerif Mardin’ler için mi... Astronomi ve dini birleştiren amorf adamlar mı türeyecek hiçbir fikrim yok. Belki hepsinden birazdır. Ama TÜBA’nın şimdiki hali... Seküler bilim adamlarının “Elden gidiyor” diye feveran ettikleri şimdiki TÜBA çok mu makbul... Bu araştırma onun merakı. Bilim adamlarının bilimsel analizi. Okuyunca göreceksiniz. Sonuçlar... Her şeyin politize edildiği... Neredeyse hiçbir tartışmanın kamplaşmadan yapılamadığı Türkiye’de bilimin yetersizliğinin resmidir. İnsanların işlerinde ne kadar vasıflı oldukları değil de... Neci oldukları önemli artık. En acısı, bilim gibi aklın en önde olduğu alanda bile... TÜBA elden gidiyor öyle mi?.. Vay benim ortalama profesörüm!..
/images/100/0x0/55ea26e3f018fbb8f86e6537
1- NEYE BAKTIM

Ölçü, bugün artık Amerika’da birçok üniversitede akademisyenlerin performansını ölçmek için kullanılan h endeksi. Şöyle çalışıyor: Önce ne kadar makale yazdığınız... Sonra da bu makalelerin ne kadar atıf aldığı önemli. Diyelim 100 makale yazdınız. Ama hiç kimse size atıfta bulunmadı. H endeksiniz 0 çıkar. Ancak diyelim 10 makale yazdınız. Bunlardan 9’unun her biri en az 9 atıf aldı. H endeksiniz 9’dur. Eğer zamanla makalelerinizin aldığı atıf sayısı 10’a yükselir... 10’uncu makaleniz de en az 10 atıf alırsa... H endeksiniz 10 olmuş olur.

2- NEREDE ARAŞTIRDIM

Bugün TÜBA’nın 138 üyesi var. 82’si asil. 17’si asosiye (asil adayı). Ve 39’u şeref üyesi. İsimleri listeledim. Ve h endeksi verisi hesaplayan Web of Science üzerinden... Arkeoloji, tarih, folklor gibi sosyal bilimleri ayrı tutarak hepsine teker teker baktım. Bu alanlarda sağlıklı bir hesaplama yapmak mümkün değil çünkü. Yaptığım hesaplamalardaysa en iyi h endeksini veri kabul ettim. Diyelim profesörün ismi Mehmet Öztürk. Makalelerdeki bütün Ozturk M.’leri, muhtemelen araya karışmış Mustafalar ve Merallerle birlikte dahil ettim. Üç isimliler, evlendikten sonra soyadını değiştirenler, Celal Şengör (h endeksi 36) gibi en az dört ayrı imza kullananlar için de bunlara teker teker baktım. Şunun için söylüyorum: Bulduğum sonuçlar, olabilecek en iyi h endeksi puanlarıydı.

3 - NASIL OKUYACAKSINIZ

Peki sayfadaki tablolarda gördüğünüz puanlar ne anlama mı geliyor? Önce ABD’de kabul gören h endeksi kriterlerini söyleyeyim, sonra konuşalım. 2005’te endeksi yaratan ünlü fizikçi Jorge Hirsch’e göre büyük bir üniversitede sıradan bir doçentlik için her akademisyenin en az 12 h endeksine sahip olması gerekir. Şu anda 2 binin üzerinde üyesi bulunan ABD Bilimler Akademisi üyeliği için ise 45-50’nin üzerinde h endeksi gerekir.

4- NE ZAMANIN VERİLERİ

Kriterlere bakınca... TÜBA’daki ilk vehamet asil üyeliklerde. Buna göre 18 Kasım 2011 itibariyle 50’nin üzerinde h endeksi olan sadece beş profesör var. Ve en kötüsü... Bunlardan hiçbiri Türkiye’de değil. Aziz Sancar (h endeksi 91), Gökhan Hotamışlıgil (61), Miral Dizdaroğlu (60), İlhan Aksay (58), Amerika’dalar. Ataç İmamoğlu (50) ise İsviçre’de. Yani TÜBA’nın Amerika’nın kriterlerinde h endeksi şartını karşılayan ve Türkiye’de çalışan tek bir üyesi bile yok.

5- NEDEN ŞEREF ÜYESİLER

Asosiye üyeleri bir kenara bırakalım. 17’sinden 2’si sosyal bilimci. Gerisi genelde 11-24 h endeksi aralığında. Durum görece makul. Ancak şeref üyeliklerinde tablo felaket. Normalde h endeksinin daha yaşlı akademisyenlerde daha yüksek olması beklenir. Çünkü yıllar içinde daha çok makale üretmiş oluyorsunuz. Ve makaleleriniz de her gün peyderpey atıf alıyor. Ancak Türkiye’deki TÜBA üyeleri için durum tam tersi. 40’ın üzerinde sadece iki kişi var. Biri Amerika’da çalışmış Gazi Yaşargil. Diğeri, İTÜ’nün hocalarından Özer Bekaroğlu. Geri kalanların çoğu 10 küsur. Asıl şaşırtıcısı ise... Üç şeref üyesinin h endeksi 10’un altında.

6- TÜBA’YI KİM YÖNETİYOR

Vehamet TÜBA Konseyi’nde devam ediyor. 11 kişi var. Aralarından sadece biri sosyal bilimci. 10 kişiden h endeksi 30’un üzerinde çıkan sadece tek bir kişi. Sabancı’nın rektörü Ali Nihat Berker. O da şimdi Sabancı’da, daha önce İTÜ’deydi ama... Aslen 20 yıl Amerika’da, MIT’de çalışmış bir hoca. İki kişi 20 üzerinde. Emin Kansu ve Tayfun Özçelik. Geri kalan herkes aynı... 10 küsur...

BUNUN BİR MAZERETİ OLAMAZ

Köpüren olursa diye söylüyorum. Amerika’da da h endeksi’ne getirilen eleştiriler var, doğrudur. Örneğin makale sayısıyla sınırlı. Ve tek bir makaleyle binlerce atıf alan büyük bir buluşun h endeksine yansıması mümkün olmuyor. Ya da daha çok atıf alan deneysel çalışmalar, teorik makalelere göre h endeksinde avantajlı olabiliyor. Ancak en nihayet, h endeksi bir ölçü ve bir akademisyen için doğru bir referans kabul ediliyor.
Hesaplamaları yaptıktan sonra hikâyeyi Washington’daki Ulusal Standartlar ve Teknoloji Enstitüsü (NIST) akademisyenlerinden, TÜBA üyeleri arasında da en yüksek üçüncü h endeksine sahip Miral Dizdaroğlu’na sordum. Bunun bir mazereti olabilir mi diye. “Olmamalı” dedi. “Türkiye’de akademisyenlerin üzerinde yoğun bir ders yükü var. Araştırma fonları kısıtlı. Bürokrasiyle çok fazla uğraşmak zorundalar. Ama yine de bu seviyede bir kurulun üyesi olmak için en az 25-30 h endeksine sahip olunmalı” dedi.
Dizdaroğlu, hükümeti protesto için TÜBA’dan istifa eden akademisyenlerden. Ancak her ne kadar Amerika’da araştırmalarını geniş imkanlarla yürütüp... Türkiye’de kendi alanında çalışanlardan daha avantajlı olsa da... Bilime sağladığı katkıların ölçüsüne bakınca bu protestoyu en fazla hak edenlerden biri. Alanı laf bilimleri değil çünkü. Müspet bilim...
Kızsanız da durum bu.
Türkiye, kutuplaşmaların... Ve ideolojik bile değil, kısır siyasi çekişmelerin arasında bilim gibi müspet bir alanı dahi ortalamaya rehin bırakan bir ülke haline geliyor. Sırf kendinize yakın görüyorsunuz diye... Üstündeki şalı kaldırmıyorsunuz.

Latan eşcinselliğin tehlikesi

Bir iddia bu. Hakkında eşcinsel söylentileri çıkmış... Hayattayken o söylentileri çıkaranlara dünyayı zindan etmiş birinin öldükten sonra aslında gizli bir eşcinsel olduğunu savunan bir film sadece J. Edgar. Ama FBI’yı kuran... Ve büroyu yarım asır boyunca yönetmiş J. Edgar Hoover gerçekten bir eşcinsel mi sorusundan ziyade... J. Edgar, cinsel dürtülerine ket vuran birinin dünyaya nasıl kötülük saçabileceğinin hikâyesi...
Anlattığı insandan bu kadar nefret eden bir yönetmen... Film boyunca kaşları çatık gezen Hoover’ın olabilecek en insani anında... Bir kadına evlilik teklifinde bulunmaya çalıştığı anda bile sizin ondan tiksinmenizi sağlıyor. Hayatta hiçbir şeye aslında değer vermediğine... Her şeyi ucuzlattığına sizi ikna ediyor.
Sonra 30’lardan itibaren Amerika’nın neredeyse bütün politikacılarına elindeki dinleme dökümleriyle şantaj yapan Hoover’ın aslında neden bu kadar kötü olduğunu açıklıyor. “Çünkü” diyor film, “Hoover bir eşcinseldi ama bir gün dinlediği insanların durumuna düşüp bir skandala dönüşmemek için kendini hep durdurdu. Onun yerine bir şeytana dönüştü.”
Kennedy öldürülünce sekreteri haber vermek için Hoover’ı arıyor. FBI Başkanı o sırada odasında ışıkları kapatmış... Gizlice dinleyici yerleştirttiği bir odada sevişen bir çiftin kayda alınmış inleme seslerini dinliyor. Kulağındaki ahizede suikast haberi. Önündeki teypte dinlerken zevk aldığını bakışlarıyla anlattığı seks bandı...
81 yaşındaki yönetmen Clint Eastwood’a geçenlerde küfürler yağdırmış Hoover’ın destekçileri. Ülkeyi yarım asır komünizmle korkutan adamın itibarıyla oynadı diye. Çünkü sadece Kennedy sahnesi yok. FBI’yı beraber yönettiği Clyde Tolson’la Hoover’ı platonik aşıklara çevirmiş... Yerde yuvarlana yuvarlana dudakları kan içinde öpüştürmüş bile...
Hafta içi Georgetown’daki sinemada filmi izlerken salonda benden başka sadece beş kişi vardı. 11 milyon dolar hasılat yapmış gerçi... 35 milyon dolarlık bütçesine kıyasla ilk hafta için çok da kötü değil ama... Washington’dakiler hoşlanmadı mı!.. Acaba başkentlerde göstermemek mi lazım!
Yazının Devamını Oku

Mükemmel skandalın tarifi

13 Kasım 2011
Toplam 23 sayfa iddianame. Her satırı insanın kanını donduran detaylarla dolu.

Girişte Gerald Sandusky’nin Pennsylvania Devlet Üniversitesi’nde 32 yıl futbol antrenörlüğü yaptığını yazmışlar. Ayrıca 1977’de kurduğu bir yardım kuruluşuyla yüzlerce muhtaç çocukla iletişime geçtiğini... Sonra da şimdiye kadar taciz ettiği anlaşılan sekiz kurbanın vakasını özetlemişler. En eskisi 1994’e giden... Ve elle tacizden cinsel ilişkiye kadar uzanan akıl almaz hikâyeler...
Üniversite yönetimi, skandal patladıktan sonra Sandusky’nin bir sapık olduğunu bildiği halde polise bildirmediği için 1966’dan beri okulun Amerikan futbol takımını yöneten ve 409 galibiyetle üniversite liginin gelmiş geçmiş en başarılı koçu 84 yaşındaki Joe Paterno’yu işten attığını açıklayınca, şehirde öğrencilerin başlattığı ayaklanmayı görüp şaşırdım. Acaba bir şey mi kaçırdım diye...
Oturdum... Öğrencileri haklı çıkaracak... Paterno’yu aklayacak bir şey aradım. Ama sonuçta tek bulduğum şu oldu: 2002’de okulun asistanlarından biri Sandusky’yi 10 yaşında bir çocukla soyunma odasının duşunda ilişkiye girerken görüyor. Paterno’ya söylüyor. Paterno da okulun idarecisine bildirip çekiliyor. Kılını bile kıpırdatmıyor.
Spor ahlakıyla ilgili bir yazı okumuştum uzun süre önce. Diyordu ki: “Şimdi sporun ruhunu öldürdüğünü iddia ettiğiniz profesyonellik, aslında spora adalet getirdi. Bir meslek etiği yarattı. 1930’lu, 1940’lı yıllardaki amatör sporcularsa kazanmak için her şeyi yapan, etik kaygısı olmayan insanlardı.”
Bir skandal Sandusky olayı. Amerika’da çocukları spor yapan bütün aileleri paranoyaya sürükleyen bir travma. Ama Paterno kalsın diye kampusta otomobil parçalayan öğrencilerden biri demiş ki, “Haksızlık yapıldı koça”. Niye?.. O ‘tertemiz’ amatörlüğüyle 409 galibiyet aldı diye mi?.. Ve pedofili dedikleri... Üniversite liginin efsanesi haline gelmenin aslında sadece önemsiz bir diyeti mi?..
Paterno’ları için ayaklanan öğrenciler arasında bir anket yapsak ve şunu sorsak: “Çocuk istismarına karışmış din adamlarına tolerans gösteren Vatikan’ın tutumu hakkında ne düşünüyorsunuz?” Sizce biri bile kırmızı Pradalı adamı Paterno’yu savunduğu gibi savunur mu?..
O zaman neymiş?.. Mükemmel bir skandalda... Olayın içeriği pedofili gibi aşağılık bir suç da olsa... İş dönüp dolaşıp kişiye geliyormuş. Skandal konusu kişinin kim olduğuna...

KOÇ

Yazının Devamını Oku

Türkiye sigaracılara niye Amerika’da PKK davası açmıyor

6 Kasım 2011
Hiç öyle kızıp bağırmayla olacak işler değil... Ayrıca demiş ki, “6 milyon Euro sadece Almanya’da toplanmış para terör örgütüne gidiyor!” Sanki yeşil sermaye ve Deniz Feneri gibi örgütlerin daha önce oralarda topladığı paralar için bir şey yapmış gibi!..

Birincisi, nasıl engelleyecek Avrupalılar para toplanmasını?.. Nasıl yakalayacaklar?.. ıkincisi de... Kimse Türkiye’nin içeride uyguladığı yöntemleri PKK konusunda Avrupa devletlerinden ummasın... Bırakın bir profesörü... Avrupa’da sıradan bir insanı bile ortada somut kanıt olmadan kolay kolay hapse atamazlar!.. Çok somut bir örnek anlatacağım. Uzaklara gitmeden... Türkiye’nin PKK’nın teröre akıttığı paraların büyük kısmını engelleyebilecek... Emsali de olan çok basit bir iş. Üstelik bunu ilk keşfeden de kim biliyor musunuz? PKK’nın terör boyutunu işine geldiğinde ortaya çıkarmasını bilen Avrupalılar!

10 Avrupa ülkesi bir araya geliyor. Almanya’dan Fransa’ya... Belçika’dan Hollanda’ya... Ve vergi kayıpları yüzünden kaçakçılığa karşı sigara üreticilerine savaş açıyorlar. 90’ların sonu 2000’lerin başı... Amerika’ya gelip davalar açmaya başlıyorlar.
Ancak sorun... Amerikan mahkemeleri, konunun yabancı bir ülkenin vergi rejimini ilgilendirdiği için yetki alanı dışında olduğuna hükmediyor. Avukatlar, araştırma şirketleri derken... 2002’de formülü buluyorlar. Ve kaçakçılıktan elde edilen paranın terörün finansmanında kullanıldığını... Bu açıdan sigara şirketlerinin terörizme destek olduğunu iddia ediyorlar. Biraz kafalarını kaldırdıklarında da... Bu konudaki en belirgin örnek olarak PKK’yı buluyorlar.
şirketler sapır sapır dökülmeye başlıyor. Üst üste... Milyarlarca dolarlık tazminat anlaşmaları imzalanıyor. Ve RJ Reynolds, Philip Morris, kim varsa... ış sulh yoluyla kapanıyor...
Organize suç ve terörizm arasındaki bağ ile ilgili üç yıl önce yazılmış çok kapsamlı bir makale var. George Mason Üniversitesi’nden Prof. Dr. Louise Shelley ve Sharon Melzer hazırlamış. Makale özetle, sigara üreticilerinin kaçakçılığı nasıl pazar paylarını artırmak için bilerek desteklediklerine... Ve PKK’nın da bu işten nasıl para kazandığına odaklanmış.
Örneğin şimdi JTI olan RJ Reynolds, Porto Riko’daki fabrikasında ürettiği 5.7 milyar sigarayı önce Valencia’ya indiriyor. Oradan Güney Kıbrıs’a geçiriyor. Orada etiketlerini değiştiriyor. Rusya’ya gidecekmiş gibi gemilere yükleyip Lübnan’a sokuyor. Lübnan’dan Türkiye’ye naklediyor. Türkiye’den de Irak’a kaçırıyor. Ve operasyonun son ayağını Dohuk ve Zaho’daki kontrolünden yararlandığı PKK’ya devrediyor. Irak’a geçirilen her sigara için de PKK’ya para veriyor. Diyelim... Eşek başına 3 dolar!..

DEĞİŞİKLİK YOK

Hafta içi makaleyi yazan iki öğretim üyesiyle de görüştüm. “Üç yıl içinde ne değişti” dedim Shelley’ye. “Değişmesi için bir sebep yok, bu hâlâ çok kârlı bir iş ve PKK’nın faaliyetleri de sürdüğüne göre halen terörü fonlamaya devam ediyor” dedi.

Yazının Devamını Oku

Kahneman’ın gözünden Twitter sosyolojisi

30 Ekim 2011
“Sosyal medyada tartışılıyor” lafı var ama... Kaç kişi tartışıyor?..

Hangi perspektifle?.. Etraflarından ne kadar etkilenip... Etraflarını ne kadar etkiliyorlar?.. Bunlar henüz cevapsız sorular. Haber arayan gazetelerin söylemek istediğini söylettiği yeni oyuncağı mı?.. Yoksa gerçekten toplumun yeni kanaat pusulası mı?.. Hafta içi Nobel ödüllü psikolog Daniel Kahneman’ın yeni kitabı çıktı: ‘Hızlı ve Yavaş Düşünme’. Kitaptan şimdilik çıkarabildiğim notlarla biraz bunu konuşalım istiyorum. Twitter sosyolojisini...

Araştırmayı yaptıran Yahoo. Çalıştığı sosyologlardan istiyor. Ve 200 milyona yakın kayıtlı üyesi olan... Kendi iddiasına göre 100 milyon... İçeriden sızan bilgilere göre 50 milyon aktif kullanıcının sürüklediği Twitter’ı kimler domine ediyor, bakıyorlar... Ve herhangi bir Twitter kullanıcısına ulaşan tweet’lerin yüzde 50’sinin, 20 bin kişilik bir grup tarafından üretildiği anlaşılıyor. Gazeteci, şöhret ve blogger’lardan oluşan bir elit gruptan...
Yaptığı tercihleri nelerin etkilediğini anlatırken, Kahneman vermiş örneği: “Düşündüm” diyor kitabında. “Politikacılar mı yoksa doktorlar mı daha çok aldatır. Afrodizyak etkisi yaratan güç ve evden uzak hayatın cezbediciliğini aklıma getirince ‘politikacılar’ dedim. Ancak sonunda fark ettim ki, politikacıların kabahatleri daha fazla haber oluyordu. Benim sezgisel algılarım da, tamamen gazetecilerin tercihleriyle oluşuyordu.”
Kahneman’ın kitabı, insanın karar verme süreçlerini inceleyen ve davranışlarını neye göre oluşturduğunu ele alan uzatılmış bir makale. Rasyonel karar teorisinin tabutuna çakılan son çiviler.
“1970’lerde sosyal bilimciler insan doğasıyla ilgili iki konuda anlaştı” diyor girişte: “Birincisi, insanın genelde rasyonel ve düşüncelerinin normalde sağlam olduğunu söylediler. İkincisi de, insanı rasyonellikten koparanın korku, sevgi, kin gibi duygular olduğunu savundular”... “Ama” diyor, “Biz normal insanların düşüncelerindeki sistematik hataların duyguların yarattığı bir yozlaşmadan değil, bilişsel mekanizmadan kaynaklandığını belgeledik.”
Twitter’da depremin hak edilmiş bir ceza olduğunu mu söylüyor?.. Yanına bir sürü destekçi mi buluyor?.. Örgütleniyor, çoğalıyor, sosyal medya çalkalandı algısı mı yaratıyor. İşte tüm bunlar... Kahneman’a göre aslında insanın düşüncesinde oluşan defolardan değil... O sezgileri doğuran deneyimler ve medyanın belirlediği haber tercihleriyle oluşuyor.

KARAR ALMA

Deneyim yoksa ya çaçaron oluyorlar ya da bir tutucu

Yazının Devamını Oku

Kiev’den sevgilerle

23 Ekim 2011
Türkiye’de medyaya yine çekidüzen verilen bir haftada belki talihsiz olacak ama...

Geçen hafta Kiev’deydim. Küresel Araştırmacı Gazetecilik Konferansı’na katıldım. Dünyanın her yanından 300 gazeteciyle dört gün boyunca araştırmacı gazeteciliğin yeni tekniklerini konuştuk. Yeni bir sektör var ve her geçen gün büyüyor. Araştırmayı bırakan büyük medya kuruluşlarının yerini doldurmaya çalışan sivil toplum örgütleri. Hem nedir bu yeni sektör onu. Hem de kim bu insanlar. Nerelerde çalışıyorlar. Biraz ona bakacağız...

“Depodan içeri girdim. Sakallarım uzamış. Kafamda kirli bir bere. Üstümün aranmasını bekliyorum. Ne teyp cihazı ne telefon ne ehliyet... Yanımda kimliğimi ortaya çıkarabilecek hiçbir eşya yok... Ve oraya gittiğimden de sadece iki kişinin haberi var. Karım ve editörüm. Eğer geç kalırsam polise haber vermelerini bekliyorum. Ve biri televizyon karşısında uyursa hiç değilse başka bir şansım olsun diye her seferinde en az iki kişiye söylüyorum. O gün de iyi geçti. İnsan kaçakçılarıydı görüştüklerim. Buluştum. Ve haberi patlattım.”
Bunlar, Kiev’deki network toplantılarından birinde konuşan bir Sırp gazetecinin sözleri. Sırbistan’da organize suçları araştıran bir sivil toplum örgütünde çalışıyor. Ve odadaki yaklaşık 20 gazeteciyle birlikte kılık değiştirerek yaptığı haberleri anlatıyor. Sonra o bitiriyor, İngiliz başlıyor anlatmaya... Uyuşturucu satıcılarıyla alıcı gibi nasıl buluştuğunu... O bitiriyor, bu sefer Alman gazeteciye geçiyor sıra. O da bir diaspora mafyasının içine nasıl sızdığını paylaşıyor.
Bu bir yardımlaşma konferansı. Çoğunluğu eski Doğu Bloku ülkelerinde çalışan onlarca gazetecinin Batılı meslektaşlarıyla buluştuğu... Deneyimlerini paylaştığı bir platform. Panel, kurs ve network toplantılarından oluşan bir yıllık buluşma.
İlk defa katıldığım, bu sene yedincisi yapılan konferansta ben de yeni bir sürü şey öğrendim. Yeni veritabanları, araştırma yöntemleri vesaire... Ancak en ilginci... Yeni bir sektörle tanıştım. Ve yeni bir gazeteci modeliyle...

Sivil toplumun gazeteciliğe girişi

MEDYA

Bilgiye ulaşamıyorsunuz. Çalıştığınız ülke şeffaf değil çünkü. Özgürce haber yapamıyorsunuz. Çünkü hükümetin baskısı altındasınız. O zaman önünüzde iki seçenek var: Ya laylayloma başlıyorsunuz. Yedim-içtim işleri... Ya da bir sivil toplum örgütü buluyor, onlarla ortak iş yapmaya başlıyorsunuz.

Yazının Devamını Oku

Kurttan arıya dönüşen Amerikan göstericisi

9 Ekim 2011
Washington’dayım. Sayıları şimdilik 2 bin civarındaki Özgürlük Meydanı işgalcileriyle... Neye tanıklık ettiğimi anlamaya çalışıyorum. Tahrir’e gitseydim işim daha kolaydı. Her gün sıcak haber geçerdim. Ama burada devletin güçlü olduğu bir yerdeyim. Devrilecek bir Mübarek de olmadığına göre...

Bu gürültünün ne anlama geldiğini doğru okumak istiyorum. Kim olduklarını buldum. Alfa erkeği önderliğinde sisteme saldıran bir kurt sürüsünden arı kümesine evrilen aşırı sol. Kimin tetiklediğini de. Kanada’dan telefonla konuştuğum, belgesel yönetmeni bir postanarşist. Ancak işin nereye varacağını bilene rastlamadım. Wall Street’in iki blok ötesinde bir parkta oluşan... Sonra Amerika’nın her yerine yayılan işgal eyleminin soru cevap hali. Büyük söz söylemeden... Kendimle konuşarak...

Bu iş ne zaman başladı?Eylem fikrini ilk veren, Adbusters adında antiküreselleşmeci, tüketim karşıtı bir grup. Çıkardıkları Adbusters dergisinde temmuzda bir bildiri yayınlıyorlar. Wall Street’i işgal için çadırlarıyla 20 bin kişiyi Aşağı Manhattan’da kamp kurmaya davet ediyorlar.
Adbusters ne?Kurucusu, 69 yaşında Estonyalı bir belgesel yönetmeni. Kalle Lasn. Vancouver’daki ofisinden arayıp konuştum. “New York’u bekliyordum ama bu kadar yayılacağını tahmin etmiyordum” dedi. Sırbistan’dan, Çin’den telefonlar alıyormuş. “Sizin rolünüz ne bu olaylarda” dedim. “Karşıt kültür networkümüz üzerinden brifingler verdik. Şimdi de New York’takilerle haberleşiyoruz” dedi.
Kimler katılıyor?Başta bir düzine öğrenci geliyor. Sonra kalabalık zaman içinde büyüyor. Bugün yüzde 50’si 20-29 yaş arası. Yüzde 55’i, son seçimlerde oy kullanmamış sistem karşıtı bir grup. “Lider kim” dedim Lasn’a. “Yatay büyüyen bir hareket. Herkesin talepleri de farklı” dedi.
Taktikleri ne?Tahrir Meydanı ve İspanya’daki ‘Los Indignados’ (öfkeli kalabalık) hareketinin bir füzyonu. Önce stratejik bir meydan belirle. Yerleş. Ve bir daha ayrılma. Lasn, “Amerika’da Mısır’daki gibi bir devrim olmaz. Ama biz yumuşak rejim değişikliği hedefliyoruz” dedi.
Amerikan Baharı mı?Eğer Indignados kendini Tahrir’e bağladıysa, buna da mecburen ‘Bahar’ diyeceğiz. Tek tereddüt, bir siyah senatörü Amerikan başkanı seçtirebilecek kadar sihirbaz, politik stratejistler. Obama’nın muhteşem kampanyası. Başkan’ın adamları 2012 seçimleri öncesi bu kitleyi de arkalarına alırsa... Çay Partisi’nin Demokrat versiyonu oluverirler.
Neden?Kitleselleşiyor çünkü. Bunun olmasını isteyen... Ve bilerek geride kalan aşırı solcuların kalabalık üstündeki kontrolleri de azalıyor. Çok zekiler. İnsan toplama, itiraz noktası yaratma, polisi kışkırtma... Her konuda çok becerikliler... Ama şimdi onlara katılan sendika ağaları da az değil... Topluluğu kim, nereye, nasıl çekecek göreceğiz.

Yazının Devamını Oku

Arap Baharı yok bu küresel bahar

2 Ekim 2011
Aynı coğrafyada... Aynı anda başladılar... Hepsi de demokrasi isteyen aynı ırktan insanlar diye torba bir isim bulduk, söylüyoruz. Arap Baharı!..

Peki hepsi demokrasiyle yaşayan... Hepsi aynı anda sokağa çıkmış... Ve hepsi de düzen karşıtı insanlara niye ortak bir ad bulmuyoruz!.. İngiltere... Yunanistan... İspanya... İsrail... Hindistan... Bütün bu ülkeler yangın yerine dönmüşken... Onlar da bir isim hak etmiyor mu? Ya da şöyle söyleyeyim... Arap Baharı denilen Mısır’daki şey... Madrid’dekinden niye farklı?.. Niye Arap Baharı diye Ortadoğu’yu kapsayan bir kavram uydurduk da... Atina’yı dışlıyoruz?

BÜYÜK RESİM

Tahrir’i Batı Trablus’u yalayıp yuttuk nasıl olsa. O yüzden önce oraları ayrı tutalım. Ve hiçbir zaman size genel bir resim içinde sunulmayan... Demokratik ülkelerdeki... Çoğu halen devam eden kalkışmalarla başlayalım.
İngiltere: Varoş gençlerinin yıkıp dökme içgüdüsüyle tırmanan bir şiddet dalgasıydı. 2000’lerin ortasında Paris banliyölerindeki vandalizm gibi. Kısa sürdü.
Yunanistan: Şiddet yine var. Gençler yine önde... Ama ekonomik krizin tetiklediği... Halk vergi yükünden bunalınca genişleyen bir kalkışma oldu. Hâlâ sürüyor.
İspanya: Yunanistan’ın bir üst modeli. Şiddet eğilimi düşük. Sokağı işgal edenlerin yaş aralığı daha geniş. Eğitim seviyesi daha yüksek. Ve çok daha organize.
İsrail: Profil İspanya’dakine benziyor. Ancak orada da motivasyon daha belirgin. Ev sorunu ve gelir adaletsizliği. Ayrıca çok daha istikrarlı ve uzun soluklu. Ortadoğu kini!..

Yazının Devamını Oku

İşte Noble’ın şeceresi

25 Eylül 2011
Bir tarafta Türkler... Öteki tarafta Yunanlılar ve İsrailliler. Akdeniz’de bir paylaşma savaşı yaşanıyor. Ancak bütün bu karışıklığın ortasında ise...

Noble diye bir Amerikan şirketi duruyor. Noble’ın şeceresini inceledim. Sürtüşmenin ortasında duran bu petrolcüler kim, onu. Hem tipik bir kapitalizm öyküsü. Hem de Amerika’daki sistemin nasıl işlediğini gösteren bir örnek. Beyaz Saray ilişkileri... Düşünce kuruluşları... Uluslararası bağlantılara uzanan bir Washington öyküsü...


AMERİKAN RÜYASI Hikâye, 19. yüzyılın sonuna uzanıyor. Sam ve Ed Noble kardeşlerin Oklahoma’nın ufak kasabası Ardmore’a yerleşmesine... New Yorklu iki kardeş, burada işe ticaretle başlıyorlar. Marketler açıyorlar. Yaşadıkları yangınlar ve başarısızlıklardan sonra da... Bölgenin en zengini oluyorlar. Tipik
Amerikan rüyası...
HIZLI BÜYÜME  İki kardeş ölünce işin başına dul eşleri Hattie ve Eva geçiyor. Hattie’nin oğlu Lloyd, askerden döndükten sonra 1921’de ilk petrol yatırımını başlatıyor. 1932’de ortaklarından ayrılıp Noble’ı kuruyor. Ve şirket, Büyük Buhran yıllarında bir petrol devine dönüşüyor. Hızla büyüyen Amerikan şirketi...
KÖKENİ İNGİLTERE  Herkes nasıl göçmense burada... Noble’ların da geldikleri bir yer var: İngiltere. Soyağacını 1537 doğumlu Thomas Noble ve karısı 1538 doğumlu Edith Fordred’e kadar takip ettim. Amerika’ya gelişleri ise doğum yerlerinden anladığım kadarıyla 1600’lü yılların ortası. Massachusetts’e yerleşiyorlar. Uzun yıllar burada yaşıyorlar. Episkopal Kilisesi’ne bağlı Sam ve Ed Kardeşler’le de Oklahoma’ya kök salıyorlar. Göçmenlerin ülkenin içinde bitmeyen göçü...
HER ŞEY VAKFIN Lloyd Noble şirketi büyüttükten sonra 1945’te babasının adıyla bir vakıf kuruyor. Sonra çocuklarını topluyor. “Herkes kendi parasını kazansın, ben malları vakfa bırakacağım” diyor. 1950’de öldüğü zaman da vakfın başına büyük oğlan Sam geçiyor. Küçüğü Edward, Georgia’da emlakçılık yapıyor. Katı kurallı Amerikan ailesi...

Yazının Devamını Oku