Hatta Türkiye’deki demokrasi ve hukuk sorunlarına değiniyor gibi görünüp aslında bunları göz ardı ediyor olmalarını ikiyüzlülük olarak tanımladım. Ancak şimdi ilk kez bu kadar dürüst bir biçimde konuştuklarını görüyorum. Hafta boyunca Washington’da yaptığım görüşmelerden topladığım notları paylaşacağım. Ve Türk-Amerikan ilişkilerinin geçmişte benzerine az rastlanır bir biçimde nasıl kötüye gittiğini aktarmaya çalışacağım.
*
SURİYE
Artık Suriye’de uçuşa yasak bölge oluşturulmasını istemediklerini çekinmeden söylüyorlar. Bunun sonucu olarak, Washington’da kimse Türkiye’nin IŞİD’e karşı mücadelede üslerini açmasını da beklemiyor. “Esad gitmeli” politikasında değişiklik yaptıklarını kabul etmiyorlar elbette. Ama başka bir fark, bu konunun da onlar için artık bir öncelik olmadığını söylemekten kaçınmıyorlar. Ve üstüne basa basa asıl meselelerinin IŞİD olduğunu vurguluyorlar.
Halen bir umutları var tabii. Türk Dışişleri Bakanlığı, hafta içi “Suriye’de (Esad’ı birinci tehdit kabul eden) pozisyonumuzda değişiklik yok” dedi. Ama Washington, Paris’teki Charlie Hebdo saldırısından tam bir gün önce 6 Ocak’ta Sultanahmet’te yaşanan IŞİD bağlantılı saldırının Türkiye’nin tehdit algısını değiştirebileceğini düşünüyor. Ve çarpıcı bir biçimde, bunu da itiraf ediyorlar. Biden’ın Kasım’daki Türkiye gezisinde bile Türkiye’nin IŞİD’i asıl tehdit olarak görmediğini söylüyorlar. Öyle ki, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hulusi Akar’la görüşmeler var mesela bu hafta Washington’da. Beklentileri öğrenmeye çalışıyorum. Hiç... Hiçbir somut beklenti yok. Protokol ziyareti. Çünkü tehdit algısı farklı.
*
1) Obama Yönetimi, bugün Suriye meselesini nasıl ele alıyor?
Geçen hafta Amerikan Dışişleri Bakanı John Kerry Avrupa’daydı. Ülke liderleriyle yaptığı toplantıların dışında, 14 Ocak 2015’te de Birleşmiş Milletler Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura ile bir araya geldi. Ve görüşmeyle ilgili gazetecilere çok kısa ancak çok önemli bir açıklama yaptı. Suriye’deki muhaliflerin ağır şekilde eleştirdikleri… Hatta iki hafta önce başkanlığına Ankara Yönetimi’nin desteklediği, 30 yıldır Türkiye’de yaşayan bir doktor olan Halit Hoca’nın seçildiği Suriye Ulusal Koalisyonu’nun “Katılmayacağız” diyerek reddettiği, 26-29 Ocak’ta Moskova’da Kremlin’in inisiyatifiyle toplanacak Suriye konferansı için aynen şunu söyledi: “Başkan Esad için şimdi halkını birinci sıraya koyma ve Esad’ı devirmek için Suriye’ye git gide daha fazla terörist çeken eylemlerinin sonuçları hakkında düşünme zamanı. O yüzden umarım Rus çabaları işe yarar.” Bitti. Çoktan bitmişti aslında ama… Bu açıklamayla birlikte, Amerikalıların 18 Ağustos 2011’de Beyaz Saray’ın Başkan Obama’nın ağzından yayınladığı “Esad gitmeli” açıklamasının ardından başlattığı “Suriye’de Esad’sız geçiş” politikası, retorik olarak resmen sona erdi. Ve Suriye, Washington için artık salt bir terörle mücadele meselesine döndü. Öyle ki, o kadar uzun uzun bile söylemiyorlar. Sadece “CT” (‘siti’ okuyun) diyorlar. İngilizce terörle mücadele anlamına gelen “counterterrorism”in kısaltması.
2) Böyle bir politika değişikliğini sadece Kerry’nin bir açıklamasına dayandırmak doğru mu?
Sadece bir açıklama değil elbette. Kerry’nin yorumu, Washington’da Suriye üzerine çalışan birçok Yönetim yetkilisinin de pozisyonunu özetliyor. Nitekim New York Times gazetesi de, Kerry’nin artık “Esad gitmeli” demekten kaçındığına vurgu yaparak önceki gün “ABD, Suriye iç savaşının nasıl sona erdirileceği konusunda değişiklik sinyali veriyor” başlığıyla kapsamlı bir hikâye yayınladı. Kaldı ki, dün akşam Başkan Obama'nın yaptığı Birliğin Durumu konuşması da Kerry'ninkiyle aynı çizgdeydi. Bir kere bile "Esad Rejimi" demedi Obama. Ve Irak-Suriye meselesini bütünüyle bir terörle mücadele konusu olarak ele aldı. Ayrıca iki hafta önce Pentagon’da görüştüğüm yetkililer de, artık Esad’ın adını anmayı bırakıp ABD’nin hedefinin IŞİD olduğunu net biçimde dile getirmeye başlamıştı. Böylece Obama’nın “Esad gitmeli” açıklamasının üzerinden bir yıl geçmeden Amerikan diplomasisinin Haziran 2012’de Cenevre’den çıkarttığı “Esad’sız geçiş planı” kararının şimdilik rafa kalktığı artık iyice anlaşıldı.
Ve Ermeni soykırımı iddialarının yıldönümü kabul edilen 24 Nisan’dan çok önce Obama Yönetimi şimdiden işe koyuldu. Bu sene Başkan’ın “s” ile başlayan o sözcüğü kullanıp kullanmayacağı… O sözcük kullanılmayacaksa alternatif olarak başka bir politika oluşturulup oluşturulmayacağını Beyaz Saray kendi içinde tartışmaya açtı.
*
ERMENİ diasporası ve Türkiye yine oyunun baş aktörleri elbette. “Soykırım var” diyen taraf ve “Soykırım değildi”yi savunan Türk tezi. Ancak Washington’da bu sene tartışmayı Yönetim nezdinde sürükleyenlerin ortak özelliği meseleyi bir “bağlam” (context) içinde ele almaya çalışanlar. Bu ne demek? “1915’te başlamadı, çünkü öncesinde Ermeniler ve Müslümanlar arasında çatışmalar olmuştu” diyenler öne çıktı demek. Türk tarafının savunduğu pozisyona bir ölçüde yakın duran bu grup, Washington’daki düşünce kuruluşlarında konuyu ele alan akademisyenler arasında da rağbet görüyor. Hayır, “Bu soykırım değildi” demiyorlar. Ancak “soykırım” sözcüğünü de çözüme katkısı olmayan, fazlasıyla politize olmuş bir tanım olarak değerlendiriyorlar.
*
Üç kişiyi öldüren 200’den fazla insanı yaralayan bombayı koyduklarında Cevher 19 yaşındaydı, ağabeyi Tamerlan ise 26. Charlie Hebdo’dakileri katleden Kouachi kardeşler ise onlardan daha büyükler. Saldırıdan iki gün sonra polis baskınıyla öldürülmelerinden önce Cherif 32 yaşındaydı, Said 34.
Ayrıca her iki kardeşin ebeveynleri de göçmendi, ancak Tsarnaevler’in ailesi 2002’de Dağıstan’dan göç etmişti Amerika’ya, Kouachi’lerin ailesinin ise Cezayir’den 60’larda geldiği belirtiliyor. Yani Kouachi kardeşler, Fransa doğumlu, Fransa vatandaşı, ikinci kuşak göçmenlerdi. Tsarnaevler’den ise sadece Cevher Amerikan vatandaşıydı. Tamerlan ise hakkındaki soruşturmalardan dolayı vatandaş olamamıştı.
Ancak farklılıkların dışında öyle benzerlikler de var ki... Şimdi Amerikalı eski istihbarat yetkilileriyle yaptığım konuşmalardan derlediğim ortak özelliklere bakalım, sonra konunun Türkye’yi ilgilendiren kısmına geleceğiz.
*
-SADAKAT: Boston’u da Paris’i de yapanların kardeş olmaları en önemli ortak nokta. Eylem öncesi dışarıya sızmaları önlemek için kan bağı ile sağlanan sadakat bu.
Müslüman Kardeşler’in 2012’de ülkede iktidara gelmesinin ardından basın kuruluşlarında yapılan değişiklikleri anlattı. Hükümetin kontrol ettiği gazetelerde neredeyse bütün yöneticilerin tasfiye edildiğini, kendisi gibi orta yaşlarına gelmiş alt kadrolardaki gazetecilerin birdenbire yönetici pozisyonlarına atandığını vesaire... İhvan sayesinde terfi etmiş bir gazeteci olduğundan darbeye karşı çıkanlardan biridir herhalde diye düşünüp “Sen ne düşünüyorsun” dedim ben de. 2013’teki 3 Temmuz Darbesi’nden sonra başa gelen Sisi Yönetimi’ni sordum. “Biz 3 Temmuz sayesinde ülkeyi geri aldık” dedi. Konuşmalarından demokrasi yanlısı biri olduğu izlenimi edindiğiniz halde... “Darbe” demiyordu Mısırlı gazeteci. Sadece “3 Temmuz” diyordu.
*
BU anlattığım, Mısır’da halkın sadece bir bölümünün görüşünü yansıtıyor elbette. Ülkede Müslüman Kardeşler hareketinin de azımsanmayacak bir destekçi kitlesi var. Ancak Ankara Yönetimi’nin, sanki Mısır’da hiç böyle tartışma yokmuş gibi, Mısırlılardan daha iyi bildiğini düşünüp olayları “Kabul edilemez” olarak nitelendirmesi ve Mısır’ın yeni yönetimi ile üst düzey diplomatik ilişki kurmayı reddetmesi ise uluslararası ilişkiler açısından anlaşılması güç bir durum yaratıyor. Zira Ankara, bu politikasıyla, 80 milyonluk nüfusuyla Arap dünyasının en büyük siyasi gücü Mısır’ın alenen içişlerine karışıyor. Hem de dramatik bir biçimde, bunu bir zamanlar Avrupa’yı PKK konusunda suçlamasına neden olan politikalara benzer biçimde yürütüyor.
*
Amerika’nın eski büyükelçilerinden Frances Cook, İstanbul Başkonsolosluğu’na atanan Charles Hunter’ın onuruna bir veda partisi veriyordu. Ve yaklaşık 15 kişilik bir grup, 4 Eylül akşamı Cook’un evinde hem yaza veda ediyor hem de Hunter’ın Türkiye’de başlayacağı görevini kutluyorduk.
O akşam Hunter’la ilk defa sohbet etme imkânı bulmuştum. Son derece nazik, donanımlı bir diplomat olduğu belliydi. Ama doğrusu yine de biraz şaşırmıştım. Çünkü o akşamki konuşmamız sırasında Türkiye’yi çok da yakından bilmediğini fark etmiştim. Elbette bir Ankara pozisyonu olmayacaktı onunki ama... Bir Amerikalı diplomatın genel çerçeveye daha fazla hâkim olması gerektiğini düşündüğümü çok iyi hatırlıyorum.
İşte o davetten bir yıl sonra Türk basınında Hunter’la ilgili çıkan haberleri görünce... Amerikalı başkonsolosun bir eşcinsel olduğunu ve bir Türk’le evleneceğini... O zaman Obama Yönetimi’nin dünyada eşcinsel hakları için diplomasiyi daha aktif kullanma konusunda belirlediği politikayı aktarmam gerektiğine karar verdim.
*
BUGÜN dünyada eşcinselliği suç sayan yaklaşık 80 ülke var. Hatta Yemen, Suudi Arabistan, Maldivler gibi ülkelerde eşcinsellere yasalar gereği ölüm cezası bile verilebiliyor. İşte bu nedenle Obama Yönetimi de uzun süreden beri eşcinsel haklarının bir temel insan hakkı olduğunun dünyaya anlatılması için bir mücadele yürütüyor. Bu konuda da ABD Dışişleri Bakanlığı’nı kullanıyor. Öyle ki, bu nedenle Amerikalı eşcinsel diplomatlara, önceki yönetimlere göre daha fazla üst düzey görevler veriyor.
Mart 1999’da Amerika’ya gelmesinden üç ay sonra Türkiye’de hakkında soruşturma başlatılması ve 31 Ağustos 2000’de de “örgüt kurmaktan” hakkında dava açılmasının ardından ilk başvuruyu 30 Nisan 2001’de yapmıştı Fethullah Gülen. “Din çalışanı özel göçmen” statüsü (I-360) alabilmek için Amerikan Göçmenlik Bürosu’na müracaat etmişti. 7 Ağustos 2002’de başvurusunu onayladılar. Artık Amerika’dan kalıcı oturma izni Yeşil Kart’ı almak üzereydi. Ancak sonra birden bire her şey değişti. 3 Kasım 2002 seçimlerinde AK Parti Türkiye’de iktidara gelince, süreç tersine işlemeye başladı. Ve Amerikan Devleti, sonra yıllar boyunca ayak sürüdü. Sanki iki müttefik ülke arasında bir gün bu işin böyle bir problem haline geleceğini öngörmüşler gibi, Gülen’e Yeşil Kart vermediler. 14 Kasım 2006’da da, daha önce verdikleri “Din çalışanı özel göçmen” statüsünü bile iptal edip, 5 Mayıs 2006’da Türkiye’de hakkında açılmış örgüt davasından da beraat etmiş olan Gülen’e, dolaylı biçimde “Dön artık” dediler. Kendi dönmedi. Kendi kalmak istedi Gülen. Hatta iptalden sonra kararı temyiz ettiği gibi, 20 Kasım 2006’da “sıradışı yeteneğe sahip göçmen” olduğuna dair başka bir vize (I-140) için daha başvuru yaptı. Ve sonra da işi, 25 Mayıs 2007’de, İç Güvenlik Bakanı’ndan FBI Başkanı’na başvurularıyla ilgili karar silsilesinde kim var kim yok herkesi dava etmeye kadar vardırdı.
*
SONRA olanları biliyorsunuz. Gülen’in 27 Nisan muhtırasının üzerinden bir ay geçmesinin ardından Amerika’da açtığı o davadan üç hafta sonra Ümraniye’de bir gecekonduda bulunan el bombalarıyla, tarihe “Ergenekon Davası” olarak geçecek soruşturmalar başladı. Mart 2008’de de AKP’ye kapatma davası açıldı. Buna Amerika’da o sene yapılacak Başkanlık seçimlerinin yarattığı ortam da eklenince, Gülen’in vize davası, çok daha politik bir hale geldi. Artık başka dinamikler, başka figürler devredeydi. Ve 4 Haziran 2008’de Pensilvanya’daki mahkemeye, aralarında eski CIA mensuplarının da bulunduğu isimlerin yazdığı o meşhur referans mektupları bu ortamda sunuldu. 16 Temmuz 2008’de de, mahkeme, Amerikan Devleti’nin yedi yıldır beklettiği Gülen’e, I-140 vizesi verilmesini istedi. Vizeye kavuşan Gülen, böylece gerekli koşulu sağlamış sayıldığından 10 Ekim 2008’de ABD’den Yeşil Kart aldı.
*
Ve zeminine meşhur CIA mührünün işlendiği ana binanın girişine konulmuş lacivert bir perdenin önünde 45 dakika boyunca soruları yanıtladı. Türkiye’yi de ilgilendiren soruyu ise Fox News’ten Catherine Herridge sordu. CIA’in 2002’den 2009’a kadar sorgulamalarında işkence uyguladığını gösteren 499 sayfalık Senato raporunun açıklanmasından sonra müttefiklerden haber alıp almadığını öğrenmek istedi. Brennan da tarihe geçecek şu cevabı verdi: “Bu dokümanda yer alan bilgiler ve bu bilgilerin sonra dışarıdaki başka bilgilerlerle ilişkilendirilmesi sonucu kendi ülkelerinin, kendi hükümetlerinin, kendi teşkilâtlarının ne yaptığına dair spekülasyon doğuracak herhangi bir sonuç ortaya çıkması halinde, onlara bu dokümanın yayınlanmasına hazırlanma fırsatı sunmak için geçen bir hafta içinde birçok yabancı mevkidaşımla konuştum. Yani evet. Birçoğuyla konuştum.”
Brennan, Hakan Fidan’ı da aradı mı bilmiyoruz. Ama şimdi ben de tam onu yapacağım. Ve bu rapordaki bilgileri, Türkiye’nin CIA’nin işkencelerinde nasıl bir rol üstlendiğini gösteren dışarıdaki belgelerle birleştirerek aktarmaya çalışacağım.
*
RAPORDA, işkence uygulanan gizli cezaevlerinden kod isimleriyle bahsediliyor. İpuçlarını değerlendirdiğinizde ise beş ülkede toplam sekiz cezaevi olduğunu anlıyorsunuz. Bunlar Afganistan’daki Gri, Kobalt, Turuncu, Kahverengi kod isimli cezaevleri ile Romanya’daki Siyah, Polonya’daki Mavi, Tayland’daki Yeşil ve Litvanya’daki Mor.
Raporun 73’üncü sayfasında aktarılan detaylara göre, CIA bu anlaşmaları doğrudan ülkelerin ilgili birimleriyle yapıyor. Ve o ülkelerdeki Amerikan Büyükelçilerine bile başta haber verilmiyor. Örneğin bir ev sahibi ülkede, Amerikan Büyükelçisi’ne anlaşmanın yapılmasından üç hafta sonra açıklıyorlar durumu. Ve büyükelçiden Dışişleri Bakanlığı’ndakilere bunu kesinlikle anlatmamasını istiyorlar. Sonra bir sorun çıkıyor. Ev sahibi ülke, CIA’den bu cezaevindeki uygulamalar için bir belge imzalamasını istiyor. CIA reddediyor. Cezaevinin kuruluşundan dört ay sonra, şüphelilerin transferi durunca da devreye en son büyükelçi giriyor. Ülke lideriyle görüşüyor. Bir ay sonra da CIA, o ülkedeki ismi gizlenen bir yetkiliye para verince iş çözülüyor.