Temuçin Tüzecan

Bol adalı bir Kurban Bayramı yazısı

14 Ocak 2006
Binlerce binlerce yıl önce, bir insanın suya düşmüş bir ağacın yüzdüğünü görüp bu ağaca tutunması ile başlayan deniz maceramızın tatlı meyveleri adalardı. Anakaralardan uzakta yaşayan insanlar bir adadan diğerine hoplayarak geniş bölgelere yayıldı, yayılırken farklılaştı, uygarlıklar doğdu. Polinezya yerlilerinin derin seyir bilgilerinin temelinde adadan adaya gidip yerleşmeleri yatar; nüfus arttıkça yeni yerleşim yerleri bulma gereği.

Kristof Kolomb sonradan Amerika diye adlandırılacak anakara önüne geldiğinde, baharatın ve servetin kaynağının Batı Hint Adaları’nda olduğunu sanmıştı. Sahip olduğu bilginin belirlediği düşleri, ona orada ancak bir ada olabileceğini düşündürüyordu. Başkası mümkün değildi.

Edebiyatta da ada öyküleri çoktur; özellikle çocuk kitaplarında. Ada, yaratıcı çözümler gerektirir kaçış için; belirsizlikleri, tehlikeleri vardır. Hazine Adası, Robinson Crusoe, Sineklerin Efendisi... Kurtarıcı olandan, adadan, kurtulma gereği. Düşlerimizin coğrafyasında tarih öncesinden kalan korkuların odağındaki adalar. Ya da hızlı yaşamın espri konusu olur ıssız adalar. Issız Ada’ya düşsen yanına alacağın üç şey falan. Radyo programları: Issız Ada’da dinlemek isteyeceğin 10 şarkı... En kanlı savaşlar adalar için verilir; Iwo Jima, Tarawa, Kwajalein. Adaların sorunları çözülmez ya da çok zor çözülür; İrlanda, Kıbrıs, Aceh.

Yani bence adalara pek gidilmemeli, çünkü dönüşü külfetlidir.

*

İstanbul öğle ezanını okuyordu. Heybeliada’ya Anadolu yakasındaki minarelerden ulaşan sesler sanki çok sesli bir koronun tek ezanıydı. Kilyos’taki sert, soğuk rüzgár yerini hafif, yumuşak ve güneşli bir kuzey yeline bırakmıştı. Vapurdan iner inmez tüm ada varışlarında yaptığım gibi hemen dönüş saatlerine baktım. Ne zaman döneceğimi bilmeliydim.

İtiraf ediyorum; adalara özellikle kısa süreli gitmelerden hoşlanmam. Bir geminin kaprisine (yani tarifesine) bağlı kalmak ürkütür beni. Bu korku yüzünden de ada yolculuklarım sıkıntıyla bitebilir. Arıza yapabilirim.

Fayton Heybeliada’nın dik yokuşlarını tırmanırken atlar zorlanıyor, zayıflamalıyım. Heybeliada ile Büyükada arasındaki kanalın güneyinde büyükçe bir şilep demirlemiş. Marmara Denizi bomboş... Sokak aralarında ellerinde plastik leğenlerle başları bağlı gölgeler görüyordum, bir yerlere seğirtiyorlar. Çocukların hızlı adımlarla izlediği, itilip çekilen bir kara dana. Naylon torbaya sardığı balta bir elinde, bıçakları öbür elinde bir kasap. Soğuktan korunmak için topalak olup çöreklenmiş bekleşen kediler...

Heybeliada’da Kurban Bayramı!

*

Ada korkuma rağmen epey adaya gittim aslında. En uzakları Falkland Adaları ve ekvator üzerindeki Ascension’du. Falkland’da ada savaşının ne denli acımasız olabileceğini gördüm. Yılın sekiz ayı güney kutbundan kopup gelen fırtınaların yaladığı ıssız bir bayırın dibindeki askeri mezarlıkta yatan yüzlerce gencecik Arjantinli asker. Arjantin’deki askeri diktatörlüğün 1982 yılındaki savaş macerasının kurbanları.

Yemyeşil çim üzerinde dikili beyaz haçlar, küçücük ad plakaları ve rüzgárın dinmek bilmez uğultusu. Biraz ilerdeki mayınlanmış kumluk plajda gezinen küçücük penguenler. Arada patlayan mayınların tok sesleri, havada uçuşan kum bulutu ve penguen parçaları; sonra yine sert rüzgár. Çok az ziyaret edilen bir askeri mezarlık; dünyanın bir ucundaki adada kendi adacıklarında yatan genç insanların yapayalnızlığı.

Heybeliada Mezarlığı’nda bunları düşündüm. Geçmişlerini, mermerden çapalarla mezar taşlarına gururla kazıyan onlarca denizci. Emekli subaylar, emekli kaptanlar, emekli çarkçıbaşılar; kendi aralarında, kendi adalarında, kendi kamaralarında.

*

Yalnızca dört tarafı suyla çevrili kara parçalarına mı ada denir? Herkesin içindeki adalar neyle çevrili? Bu adalarda kimler barınır, limanlarına kimler yanaşır? Herkesin birçok adası yok mu ve hepimiz kendi adalarımızda değil miyiz?

2006’nın yeni tekneleri

Tekne üretiminde büyük bir patlama yaşanıyor. 2006 bu açıdan çok verimli. Denizciler, her boyda yeni tekne seçeneği ile karşı karşıya. Özellikle Avrupa Birliği’nin Doğu’ya doğru genişlemesinden sonra fiyat-kaliteli üretim dengesini tutturan yeni şirketler piyasaya giriyor. Polonya’dan Delphi, Huzar, Slovenya’dan Elan ve New System Yachts akla gelen ilk örnekler. Bu şirketler 9-13 metre aralığındaki tekneleri ile yelkenciliğin önde olduğu ülkelerde kendilerinden söz ettiriyorlar. Bu işte yüksek teknolojiyi kaliteli sanatkárlıkla birleştiren kazanıyor. Marka olabilenler çok büyük kár marjları ile çalışabiliyor. Türkiye’den ise henüz bu lige girebilmiş şirket yok. Var olmaya çalışanlar yalnızca fiyat avantajı ile ortaya çıkıyor. İşte 2006’da piyasaya çıkan ya da çıkacak teknelerden bazıları.

HEM GÜZEL HEM DE HIZLI /images/100/0x0/55eb0365f018fbb8f8a553a8

35 yıldır üst sınıf gezi teknelerinin liderleri arasında yer alan İsveç şirketi Najad, şu sıralarda tekne tasarımının en önde gelen isimlerinden Judel ve Frolijk ile anlaştıktan sonra kabuk değiştirdi. Gezi teknelerinin de hızlı gitmesi gereğinden yola çıkan yeni tasarımlar güzel görünümlü ve denizci tekneler ortaya çıkarttı. Najad 405 ve Najad 440 AC bu yeni yaklaşımın 2006 yılındaki ürünleri.

DELPHIA ARTIK TÜRKİYE’DE

Polonya’dan kopup gelen bu şirket, Amerika başta olmak üzere tüm piyasalarda hareket halinde. Altı metreden 14 metreye kadar değişik boylarda tekneleri var. Yakın zamanda Türkiye’de de bir distribütör seçti. Fiyatları uygun, yazılanlara bakılırsa fiyat-kalite dengesi yerinde. Teknelerin performansı özellikle çok iyi. Gelişmiş ekonomilerle bütünleşme çabasındaki Polonya’nın önemli bir girişimi.

NAUTICAT MODERNLEŞİYOR

Türkiye’de bilinmeyen ama yüksek kabinli yelkenli tekneler moda olmadan önce bu alanın tek oyuncusu olan Fin şirketi Nauticat, en popüler modelini değiştiriyor. Fotoğraflarına bakılırsa, Nauticat 39’un yerini alan 385 ile küçük ama sadık müşteri kitlesini şaşırtmadan, modernleşiyor.

YEDİ DENİZE UYGUN TEKNE

Dünyayı yedi deniz aşıp dolaşmak isteyenlerin markası Halberg Rassy en çok satan teknelerinden birini, 31’i elden geçirip 2006 için yeniledi. Daha önceki kullanıcıların önerileri ile tüm iç donanımı, ışıkları, gaz sistemi değiştirilen 31’in kabinlerinde kullanılan köşeli mobilyaların formu da yumuşatıldı. Direk ve yelkendeki iyileşmelerle hızı arttı. İyi bir tekneyken, anlaşılan daha iyi oldu.

GELECEĞİN YARIŞ TEKNESİ

Avrupa denizlerinde yarış gezi sınıfının güçlü temsilcisi Danimarka şirketi X Yachts bu yıl X-55’i piyasaya sürmenin yanı sıra, X-35 One Design ile yeni bir yarış sınıfı oluşturmayı hedefliyor. Yelkenli Danimarkalılar tarafından üretilen X-55’in satış broşüründe, "güvertede ve içeride yenilikçi çözümlerle gelecek için tasarlanmıştır" denilerek pazarlanıyor.

BENETEAU’DAN 3 YENİ TEKNE

Amerika’da Oceanis 523’ün yılın teknesi seçilmesi ile 2006’ya başarılı bir giriş yapan Fransız şirketi, tekne dünyasının devi Beneteau bu yıl üç yeni tekne ile yelkencinin karşısına çıkıyor. Hız düşkünleri için First 34.7, Oceanis serisinin 20. yıldönümünü kutlama anlamı taşıyan Oceanis 50 ve daha çok charter filoları için düşünülmüş ucuz ancak işlevsel Cyclades 50.4.
Yazının Devamını Oku

Halki’ye yeni yıl merhabası

7 Ocak 2006
İlkbaharın ilk günü gibiydi 1 Ocak 2006. Çocuklu, yeğenli, tombalalı, havai fişekli, dedeli, babaanneli bir yılbaşı kutlamasından sonra nedense her zamankinden dinç, erkenden sokaklardaydık. Uzun gecenin yorduğu tenha İstanbul’un bir ucundan diğerine hızla geçip, Fenerbahçe Setur Marina’ya geldiğimizde saat 10 gibiydi.

Denizin üzerinde parlayıp gözleri alan ılık güneş, rüzgársız havada direkleri kalem gibi sıralanmış yelkenliler, bizim gibi başka erkenciler; kimi teknesinde oturup kafa dinliyor, kimi mükellef bir kahvaltı sofrasının başında, kimi denize çıkmaya hazırlanıyor. Tekneye atlayamadığı için somurtarak o yana bu yana koşturan, arada korkusundan havlayan ama sonunda cesaretini toplayıp hızlı bir sıçrayışla tekneye binebilen tarçın rengi bir Golden Retriever; birazdan denize çıkacak iki kadınlı bir teknenin köpek dümencisi.

İlkbaharın ilk günü gibiydi 1 Ocak 2006.

*

Her yılbaşında yeni yıl sözleri verilir. Kilolarımdan kurtulacağım, Fransızcamı geliştireceğim, evde artık huysuzluk yapmayacağım falan... Bu sözlerin bazıları tutulur, bazıları yıl boyunca her hafta başında yeniden sessizce tekrarlanır; hep tekrarlanır. Taa ki yepyeni yeni yıl gelinceye kadar.

Geçen yılın başında Halki, marinanın çekek yerindeydi. İçi altüst edilmiş bir tekne. İlk kez tekne sahibi olan biri açısından çok gergin bir süreç, çünkü nasıl toplanacağı ve toplandığında düşlerdeki tekne olup olmayacağı meçhul. Maliyet o an itibarıyla belli, aynı zamanda büyük ölçüde belirsiz; sürekli artıyor, yeni sorunlar çıkıyor. Ne de olsa, 15 yaşında bir ahşap tekne. Onu da yapalım, bunu da yapalım derken fatura büyüyor...

Kalın naylon örtüler altında barınan Halki’ye geçen yılın ilk günü gittiğimizde çok soğuktu hava, titremiştik. Ortalıkta tabii ki kimse yoktu sabahın köründe.

Eğreti merdivenden Halki’ye çıktığımızda 2005 için birkaç söz vermiştim. Hakli, hayatımı tanımlayan önemli unsurlardan biri olacaktı; yıllardır ertelediğim deniz düşünü gerçekleştirme yolunda kararlı davranmalıydım, miskinlik yapmamalıydım, zamanımı daha doğru dürüst değerlendirmeliydim.

Geçen eylül ayına kadar her hafta sonu gittik Halki’ye. Mart sonunda denize indirdik. Bahar ile birlikte her fırsatta Halki ile denize çıktık, bazen yalnız, bazen arkadaşlarla. Evin bir bireyiymiş gibi Halki’yi hep özledik, yanına gidemediğimiz üç ay boyunca andık, hatta kavuşamamanın, onu ihmalin acısını çektik.

Sonuçta, 2005 sözlerinin önemli bölümü yerine geldi. Tutulamayanlar 2006’ye devredildi.

*

Halki’yi uzaktan tanımak kolaydır. Bir kere bakımlı ve güzel bir teknedir; camii de yerindedir, mihrap da. İkincisi, Avrupalıların yoğurt kabı dediği modern teknelerden farklıdır. Ahşap, eski ama denizci tasarıma sahip bir tekne olduğu için diğerlerinden kolaylıkla ayırt edilebilir. Üçüncüsü ise, canlı kırmızı tentesidir. Görmemek imkansızdır.

12 numaralı iskelenin başında, kızım Ütay "İşte orada" dedi. Oradaydı; üç aylık yalnızlığına rağmen çok güzeldi. Marinadaki kuşkusuz en güzel tekne. Merhaba!

İlkbaharın ilk günü gibiydi 1 Ocak 2006. Bu yaz kesin güzel geçecek Halki ile.

Amerika’yı ilk Çinliler keşfetti

Avrupalıların deniz keşiflerinin tarihi 15. yüzyıla uzanır. Bu tarihi yazanların bir bölümü, yüzyıllardır yaşadıkları topraklarda günün birinde keşfedilenlerin başına gelen felaketlerin ve yaşadıkları talanın, ilkel insanların uygarlaştırılmasının bir yan ürünü olduğunu iddia eder. Bir diğer boyut ise bu coğrafi keşiflerin aslında küreselleşme yolunda ilk adımlar olduğu iddiasıdır; bunu da gerçekleştiren, üstün ekonomik ve kültürel gücü ile uygar Avrupa’dır. Peki bu tarih o dönemi gerçekten olduğu gibi yansıtıyor mu? Şimdi bu tartışılıyor.

Dünyanın en büyük kütüphanesinde, Washington’daki Kongre Kütüphanesi’nde, geçen mayıs ayında düzenlenen bir sempozyumda, akademik tarihçilerin dört yıldır "deli saçması" diye nitelediği bir iddia tartışıldı. İddia sahiplerine göre, bize öğretilen tarih aslında yanlıştı çünkü Çin İmparatorluğu gemileri, Kristof Kolomb’dan 50 yıl önce Amerika Kıtası’na giderek orada koloniler kurmuşlardı. Üstelik bu gidiş gelişler ilk de değildi, yüzlerce yıldır sürüyordu. Dahası, Avrupalı káşifler bilinmeze yelken açmamışlar, Çinlilerin hazırladığı haritalardan yararlanmışlardı, nereye gittiklerini daha yola çıkarken biliyorlardı.

ÇİN’İN GÜCÜ

Öykünün başında, kahramanlarla ilgili bilgi vermek gerekiyor. Dünyadaki tüm ülkelerle ilişki kurup ticaret yaparak Çin’i zenginleştirmeye kararlı İmparator Yong Le ve onun Büyük Amirali Zheng He. Zheng He Müslüman bir Orta Çinli; Uygur olma olasılığı yüksek. Çocukken devşirilmiş ve hadım edilerek saray hizmetine alınmış.

Zheng He, 1405 yılındaki ilk sefere 317 gemide 28 bin mürettebat ile çıktığında gemilerinin en büyüğü 130 metre boyundaydı ve 1000 kişi taşıyabiliyordu. Kristof Kolomb’un 50 yıl sonra çıkacağı seferde en büyük gemi 15-16 metre kadar olacaktı. Zheng He, 1405-1433 arasında yedi sefere çıktı veya komuta etti. Arap Yarımadası’na gitti, hacı oldu. Oradan Afrika kıyılarına ulaştı. Hindistan, Vietnam, Endonezya, Kenya, Tanzanya ile ticaret ilişkileri kurdu. Dev hazine gemileri yabancı ülkeleri Çin’in zenginlikleri ile tanıştırıyor, bu ülkelerin büyükelçilerini Çin’e götürüyordu. Çin, işgal için yeni topraklara asker çıkartmak yerine küçük koloniler oluşturmayı ve ticareti yaygınlaştırmayı tercih ediyordu.

Gavin Menzies, İngiliz donanmasında nükleer denizaltı komutanlığından emekli olduktan sonra 2001 yılında, "1421: Çin’in Dünya’yı Keşfettiği Yıl" adlı bir kitap yazdı.

TARİHÇİLER RAHATSIZ

Menzies, kitabında, Çin donanmasının yalnızca kendi coğrafyasında değil, neredeyse tüm dünyada dolaştığını iddia ediyordu. Bunları da, akademik tarihçilerin yeterli olmadığını söylediği kanıtlara dayandırıyordu. Söyledikleri önemliydi çünkü Avrupa merkezli tarih yazımını altüst ediyordu. Aleyhinde web siteleri oluşturuldu, yazdığı kitap özellikle Anglosakson dünyada yerin dibine batırıldı ama çok satanlar listesinden uzun süre inmedi.

Sonra yavaş yavaş denge sağlandı. Önce Time dergisi 2002 yılında Amiral Zheng He’ye uzun uzun yer verdi. Sonra National Geographic, geçen temmuz sayısında "Çin’in Görkemli Donanması" başlığı altında uzun bir yazı yayımladı. Kongre Kütüphanesi’nde düzenlenen sempozyum da yazılanların safsata olmadığını, araştırılması gereken ciddi bir tarihsel belirsizliği ortaya koyduğunu gösterdi.

YENİ KANIT

Bu sempozyumun en önemli olayı, Avrupalıların ilk yerleştiği yerlerden Kanada açıklarındaki Cape Breton Adası’nın bir tepesinde Avrupalıların gelmesinden önce bir Çin kasabasının kurulmuş olduğunu kanıtlayan tebliğ oldu. Buna kimse itiraz edemedi.

Çin’in, seferlerin yüksek maliyeti nedeniyle içine kapanması, bu denizaşırı maceraya son verdi. O dönemin bürokratları tüm belgeleri yok etti. Çin geriledi ve Avrupa son 600 yıla yalnız o bölgede değil, dünyanın tamamında damga vurdu.

Çin, bugünlerde yeniden dünyaya açılıyor. Bir yanda, dünyanın dört bir köşesinde Konfüçyüs Enstitüleri kurma hazırlığında; hedef Çin kültürünü ve Çin dilini Anglosakson kültürel egemenliğinin karşısına dikmek. Diğer yandan da Amiral Zheng He, Çin’in ulusal bir kahramanı haline getiriliyor. Çin üniversitelerinde araştırmalar yoğunlaşıyor.

Bakarsınız yakınlarda bir gün bir Çinli tarihçi Yasak Şehir’in milyonlarca belgesi arasından çıkartacağı bir belge ile akademik tarihçiliği sarsar, ezberi bozar ve denizcilik tarihi yeniden yazılır.

(http://www.1421.tv)
Yazının Devamını Oku

Denizde 2005 enleri

31 Aralık 2005
Adeti bozmayalım ve yılın son gününde bir bilanço çıkartalım, yılın ‘en’lerini konuşalım istedim. 2005’in denizlerde en önemli olayı, en iyi teknesi, en önemli teknolojik yeniliği, fiyaskosu ve Türkiye’de yılın olayları; yani yılın enleri. ELLEN’İN REKORU

Kuşkusuz bu yılın olayı, Ellen MacArthur’un tek başına kırdığı dünya rekoruydu. B&Q adlı teknesi ile dünyayı 71 gün, 14 saat 18 dakika 33 saniyede dolaşan Ellen MacArthur gencecik yaşında 21. yüzyılın en önemli efsanelerinden biri haline geldi. Bu başarı, Ellen’in el attığı her işi tutup koparacağının işaretiydi çünkü tek başına yelken yarışı öyle bir spor ki, bir an bile gerçekten dinlenebilmek mümkün değil. 45 dakikalık kedi uykuları, kilolarca yelkenleri basıp indirmeler, dev dalgalar, teknenin bitmek bilmeyen yalpaları ve tüm bunları tek başına yapabilmek.

SABRE VE HANSE

Cruising World Dergisi, Amerika’da bu yıl piyasaya çıkan 24 tekneyi, 4 jüri üyesine, 10 gün süreyle test ettirdi. Altı kategoriye ayrılan tekneler arasında Sabre 386 hem orta boy performans gezi tekneleri kategorisinde, hem de tüm tekneler arasında birinci oldu. Yarışma jürisi performans özellikleri, güvenlik ve konfor açısından Amerikan üretimi Sabre’ı tartışılmaz derecede üstün buldu.

Avrupa’da ise yılın teknesi 2005’in başında Düsseldorf Fuarı’nda açıklanmıştı. Doğu Almanya’nın Greifswald kasabasında, batmak üzere olan bir küçük tersaneyken çalışanlardan bir grup tarafından kurtarılan Hanse’nin ürettiği Hanse 461 yılın teknesi seçildi. 60 tekne arasından sıyrılan Hanse 461, üretici şirketi düşük fiyatlı ama eski görünümlü tekneler yapmaktan kurtaran ürün atılımının ilk örneğiydi. Jüri, yenilikçi çözümleri nedeniyle Hanse 461’i yılın teknesi olarak belirledi.

İki tekneyi de yakından gören biri olarak benim seçimim de Hanse 461. Sabre 386 işçiliği ve ustalığı çok daha iyi olan bir tekne. İnsana güven ve zevk veriyor.

Hanse ise bazı ayrıntılarda ortalamanın altında kalsa da, bir sınai ürün olarak tasarımın önemini vurguluyor ve fiyatı ile öne çıkıyor. Hanse, Türkiye’de Megamar’ı da yakınlarda distribütor olarak atadı; bu da iyi bir gelişme. İngiltere’de vergi öncesi satış fiyatı 165 bin sterlin. Fiyatına, özellikleri göz önüne alındığında, bu boyda bir tekne için uygun denebilir.

HARİTA TEKNOLOJİSİ

Harita teknolojisi hızla gelişiyor. Resmi kuruluşların haritalarını koruma konusundaki kaygılarının azalmaya başlaması ile hızlanan süreç, yeni teknolojik olanaklarla güç kazanıyor. Örneğin, uydu fotoğrafları ile bütünleşik hale getirilmiş deniz ve kara haritalarının GPS ile birlikte kullanımı yaygınlaşıyor. Yol arayanın işini olağanüstü kolaylaştıran üç boyutlu haritalar, deniz dibi kontürlerini de kullanıcıya sağlar hale geldi.

Tüm teknolojik gelişmeler gibi kullanıcıyı rahatlatan bu adımlar nedeniyle, harita teknolojisinde yaratıcı çözümler getiren, C-Map ve Navionics şirketlerini kutlamak gerek.

Dar bir kanalda giderken, suyun yalnızca derinliğini değil, iki yanda uzanan dip şekillerini de görebilmek çok rahatlatır insanı. Ya da bilinmeyen bir limana yaklaşırken, bu limanın uydu fotoğrafını da bakmak, limanın değişik yerlerinde ne tür hizmetler olduğunu öğrenebilmek seyir güvenliğini arttırır.

Bu nedenlerle yılın teknolojik gelişimi, üç boyutlu, fotoğraflı, interaktif haritalar.

BİR DE FİYASKO

Volvo Ocean Race yeni teknelerle kasım ayında başladı. Fırtınaları ile ünlü Biscay Körfezi, birer yarış makinesi olarak düşünülen bu teknelerdeki müthiş teknolojiye büyük darbe vurdu. Hareketli salmaların güvenliği konusunu gündeme getiren büyük fırtına, Volvo filosunu perişan etti. Yarıştan çekilenler oldu. Walt Disney şirketinin Pirates teknesi, kaptanının deyişi ile batıyordu. Movistar da az daha aynı akıbete uğruyordu; ikisi de yarışın ilk ayağından çekilmek zorunda kaldı. Yüksek teknolojinin doğa şartlarından yediği dayak kuşkusuz yılın dersi ya da fiyaskosuydu.

Türkiye’de yılın olayları

Amatör denizcilik bürokrasisinin azaltılması yılın en önemli olayı tabii ki. Denizcilik Müsteşarlığı’nın amatör denizci belgesi verme yetkisini, Amatör Denizcilik Federasyonu’na bırakması, devletin gölgesini çekmesi açısından çok olumluydu. Amatör denizciliğimizin kendine çekidüzen verememesi ve halá amatör denizci belgesi sınavlarının Denizcilik Müsteşarlığı tarafından yapılması ise yılın olumsuzluğu.

Yelken ve denizcilik başarısı açısından bakıldığında, genç yelkencilerin, Optimist ve Lazer’deki başarıları önemli.

2006 yılına ise Hürriyet ve CNN Türk’ün sponsor olduğu Classe Figaro Beneteau, Cannes-Istanbul yarışının damga vuracağını şimdiden söyleyebiliriz.

En önemli olay: Ellen MacArthur’un başarısı.

En iyi tekne: Hanse 461.

En önemli teknolojik gelişme: 3 boyutlu, uydu fotoğraflı, interaktif haritalar.

En büyük fiyasko: Volvo teknelerinin Biscay Körfezi’nde yaşadıkları.
Yazının Devamını Oku

Mutsuz bir kahramanlık öyküsü

24 Aralık 2005
İnternet’e bayılıyorum. Bilinç akışı gibi oradan oraya savuruyor insanı. Bazen düşündüğünüz yerlere gidiyorsunuz, bazen aklınıza bile gelmeyen ama belki de gidilmesi gereken yerlere. Boşu boşuna sanal álem denmiyor.

"Bugün ne yazmalı?" sorusuna yanıt ararken güncel olayların dışında kaynaklardan da yararlanıyorum haliyle; kitaplar, dergiler ve tabii ki sanal álem.

Bu hafta da öyle oldu.

*

Robin Lee Graham adını daha önce hiç duymamıştım. 18 yaşındaki Alman genç Johannes Erdman’ın geçenlerde 8,5 metrelik teknesi ile tek başına tamamladığı Atlantik geçişi öncesinde, çok izlenen yelkencilik forumlarından birindeki sorusu ardından Robin Lee Graham’ın kim olduğunu öğrendim. Robin Lee Graham, Johannes Erdman’ın denizcilik kahramanıydı.

Kaliforniyalı bir ailenin oğlu olan Robin Lee, Los Angeles’tan denize açıldığında teknesinde iki kedi yavrusu dışında can yoldaşı yoktu. Doğum gününde yani 5 Mart 1965’de "Sevgili ailem; ben Güney Pasifik adalarına gitmek istiyorum. Hem de tekneyle tek başıma" demişti.

Öykümüz Türkiye’de geçiyor olsaydı; sevgili aileyi, ellerinde sopa, çocuğu evdeki yemek masasının etrafında kovalarken düşleyebilirdik. Yıl 1965’dir; Türkiye, buluğ çağı sorunları ile ilgilenen psikologların sayısı bakımından yetersizdir ve saçmalamakta ısrar eden çocuklar Robin Lee gibi 16 yaşına bassalar da dayak tabii ki cennetten çıkmadır.

Ama burası Amerika. Sevgili aile bu isteği kabul eder. Robin Lee zaten yıllardır ailesi ile yelken yapmaktadır. Babasının parası vardır, tekne alınabilir ama hepsinden önemlisi, babası da Robin Lee’nin denize açılmasını istemektedir. Kendisinin yapamadığını oğlu yapmalı ve tek başına yedi deniz aşan en genç insan olarak tarihe geçmelidir.

*

Aslında buna bir rekor denemesi değil cinayet girişimi demek daha doğru olabilirdi. Çünkü Robin Lee’nin 7,5 metrelik fiber teknesi Dove ancak kıyı seyrine uygundu. Gerçi biraz güçlendirilmişti ama yine de sert okyanus şartları için düşünülmüş bir tekne değildi.

O günkü koşullarda teknelerde bulunması gereken seyir ve güvenlik aygıtları yerli yerindeydi çünkü National Geographic Dergisi projeyi destekliyordu. Ulusal ikon yapmaya çalıştıkları bir gencin ikon olmadan ölümü dergi için haliyle pek de şık olmazdı.

Aradan 30 bin 600 mil ve 1739 gün geçti. Dove’in direği iki kez kırıldı, güverte karinadan ayrılma tehlikesi atlattı, Robin Lee iki kez denize düştü ama mucize eseri tekneye yeniden binebildi. Bir tayfun bir kasırga atlattı. Ama başardı. Tek başına yedi deniz aşan en genç insan oldu.

Hamile eşi Patty ile çocukken ayrıldığı Los Angeles’ta kucaklaştığında Robin Lee genç bir erkek olmuştu; denizden pek hoşlanmayan genç bir erkek! Birkaç kez bırakmak istediği dünya turuna babasının ve National Geographic’in baskıları nedeniyle devam ettiği, yolda karşılaşıp aşık olduğu Patty’den uzak kaldığı için öfkeli bir genç adam...

Çiçek çocuklarının hakim olduğu Stanford Üniversitesi’ne eşi ile birlikte öğrenci olarak girdiğinde umutluydu. Ama kendi deyişi ile "devrim isteyen Maocu profesörleri en çok alkışlayanların Mercedes ve Jaguar sahibi öğrenciler" olduğunu görünce okumaktan vazgeçti.

Bu da yetmedi "açık denizden yaklaşıldığında beton ve asfalt kokan" Kaliforniya’dan eşiyle birlikte ayrıldı, yazdığı Dove adlı kitabın geliri ile Amerika’nın doğası en sert eyaletlerinden Montana’da arazi alıp, çocuğunu da mektupla eğitmeye karar verdi. Yani denizlerin ortasında değil, Amerika kıtasının göbeğinde yaşamayı seçti. En yakın komşusu beş kilometre ötedeydi ve onun için mutluluk, "vurduğu geyik omzunda evine dönerken, karısı ve çocuğunun onu kapıda beklemesiydi."

Şimdi nerede olduğu belli değil. Yaşadığını söyleyenler de var, bir motosiklet kazasında öldüğünü de. Elvis gibi yani.

*

İşte bu da, iddiacı babayı mutlu, gerçekleştireni mutsuz etmiş bir kahramanlık öyküsü.

Düşler alınır, tekneler satılır

Tekne ve denizcilik fuarlarına gidenler buralarda düşlerini yaşarlar. Kimi düşlediği ama satın alamayacağını bildiği tekneyi bir kez daha görür, okşar kendinden emin bir şekilde; kimi önümüzdeki yıl değiştireceği elektronik aygıtların yerine hangilerini alacağına ve yenilediği teknesi ile hangi sulara yelken açacağına karar verir.

Büyük paralar verip bu fuarlarda temsil edilen şirketlerin yöneticileri kimlerin gerçekten alıcı, kimlerinse yalnızca bakıcı olduğunu ilk görüşte hemen anlarlar ve davranışları da ona göre değişir. Tekne fuarlarından birkaç alet edevat dışında bir şeyler almadığımdan bu tür tavır değişikliklerini hemen anlarım; "Bunun alacağı yok. En basit broşürü verelim de gitsin." Bu işin kuralıdır.

Kimileri ise ceplerinde kalın çek defterleri ile almayı düşündükleri tekneyi son kez görmek için geldikleri fuarlarda şampanyalı kutlamalar yapar. Fuarların cirosunu çek defterleri, hayatiyetini düşler sağlar.

İstanbul Uluslararası Tekne Fuarı’na açılışından bir gün önce "Gala Daveti" için gittiğimde artık çok tanıdık olan bir "hazır olmama" durumu ile karşılaştım. Her nedense, takvim aylar önceden belli olmasına rağmen birçok şirket harıl harıl çalışıyordu. Hazırlık döneminin bittiğini belirten anonslara rağmen mal girişi sürüyor, çekiç, matkap sesleri gırla gidiyordu.

Burada bir karşılaştırma yapmamız gerekiyor. Geçen yıl ocak ayında anımsadığım kadarı ile yaklaşık 180 dönüm kapalı alanda yapılan Londra Tekne Fuarı’na gitmiştim. Her şeyi göremediğim için açılıştan bir gün önce ve sonra da iki kez... Londra Fuarı kapalı alan olarak İstanbul’un dört katıydı; sergilenen marka olarak kaç katıydı, onu bilmiyorum. Ama her şey ilk gün hazırdı. Yüzlerce özel davetli ve gazeteci oradaydı.

Türkiye’de denizcilik sektörünün yeni yeni gelişmekte olduğunu bilen bir kişi olarak ölçek karşılaştırması yapmak değil derdim. Haksızlık olur. Ancak uluslararası olduğunu iddia eden bir fuarın, açılıştan bir gün önce ziyaretçilere hazır olması gerekirdi. Oysa İstanbul’daki fuar böyle değildi.

MATKAP SESLERİ ARASINDA

Alacakları tekneleri görmeye gelen özel davetlilerin yarı bitmiş bir fuarda dolaşmaları burada ürün satmak için bulunan şirketlere ciddi haksızlık oldu. Alıcı oldukları kesin bir Rus çiftin tekne bakarken, yakındaki matkap sesinden ötürü satıcı ile konuşamadığını söylersem ne demek istediğim daha iyi anlaşılır.

Fuarın yönetimi ile ilgili büyük-küçük eleştiriler aldım. Bunların büyük bölümü önemsiz; ama biri var ki, işin özüne ilişkin olduğundan anlatmam gerekli:

Dünyanın en önemli yelkenli tekne markalarından biri olan Najad’ın Türkiye Temsilcisi’ne kendilerine neden en dipteki salonun en dibinde yer verildiğini sordum. Nedeni şuymuş; Najad Türkiye, tekne sergilemediği için denizcilik malzemeleri satan küçük işletmelerin yanına gönderilmiş. Bu, açıkça bir kötü yönetim örneğidir. Najad’ın varlığı İstanbul Fuarı’na katkı sağlar; fuar, Najad’ın zaten çok büyük olan itibarına bir katkı sağlamaz. Örneğin geçen yıl Londra’da o sıralarda iflas etmiş olmasına rağmen Yeni Zelanda şirketi Martens Yatçılık, zarif bir köşede plazma ekranda artık üretilmeyecek teknesini gösterdiği bir DVD ile temsil ediliyordu onlarca devasa tekne arasında.

Bir de şirketlerin kendilerini nasıl temsil ettiklerine bakmak gerek tabii. Sattığı ürünün ne olduğunu bilmeyenler, ürünü satarken farkına varmadan batıranlar, itici tavırlar. Üstelik bunları yapanlar şirketlerin patronları.

YELKENLİ TEKNEYİ ENTELLER ALIR

Örneğin ünlü bir Alman yelkenli tekne üreticisinin Türkiye Temsilcisi, gazeteci olduğumu söylememe rağmen, biraz da hakir görür şekilde, "Yelkenli tekneleri enteller alıyor" dedi. Bu şirket sahibi, bu tavır ile en ucuzu 200 bin Euro olan yelkenli tekneler satmaya çalışıyor.

Ya da şimdiye kadar varlığından haberdar bile olmadığım ama Deniz Kuvvetleri Seyir Hidrografi ve Oşinografi Dairesi haritalarını elektronik hale getirip pazarlayan bir şirketin yöneticisi, dünyada bu alanda neler olup bittiğini tam olarak bilmediğini inatla sergiliyor. Ürünlerinin dünyadaki diğer elektronik haritalardan çok daha iyi olduğunu, yalan yanlış fiyat karşılaştırmaları vererek kanıtlamaya girişiyor.
Yazının Devamını Oku

Öğrenme yap

17 Aralık 2005
Albert Einstein’ın, enerji ile kütle arasındaki ilişkiyi belirleyen ünlü formülü bu yıl 100 yaşında. E=Mc2. İnsanlık tarihinin en önemli kişilerinden biri olduğu kuşku götürmez fizikçi Albert Einstein, Newton fiziğinin pabucunu dama attı, istemeden nükleer dönemi başlattı, televizyonu yaratan fizik yasasını buldu. Bunları yaptı ama otomobil kullanmayı, yüzmeyi ve yelken yapmayı öğrenmedi. Fakat Einstein’ın kafasını toplamasını sağlayan en önemli hobilerinden biri müzikten sonra ikinci sırada yer alan yelkendi. Hitler döneminin başlangıcında, 1933 yılının ocak ayında, Gestapo onu yakalamak için evine girip, bahçedeki küçük yelkenlisine el koyduğunda, o Amerika’daydı ve Almanya’ya bir daha dönmeme kararı verdi.

Albert Einstein, ‘Bankacıların bana verdiği yelkenli tekneyi gördüğünde çıldıracaksın’ diye yazıyordu kardeşi Maja’ya 1929 yılında. Tümmler diye adlandırdı 7 metrelik teknesini; Yunus. Küçük güzel bir tekneydi; küçük bir kabini de vardı. 50. yaş günü nedeniyle kendisine hediye edilen bu tekneye bayılıyordu.

Yıllar önce İsviçre’de öğrenciyken başladığı yelkeni hep yapmış ama pek de öğrenmemişti. Su kenarına gittiğinde, kendi deyişi ile ‘saçmasapan bir mutluluk’ içinde buluyordu kendini. Almanya’da 1933 yılına kadar yelken yaptı. Yelken Einstein’a düşünme fırsatı veriyordu. Tekneye elinde defter olmadan binmezdi. Rüzgar kesildiğinde defterini çıkartıp bir şeyler karalamaya başlar, ya da sürekli konuşurdu. Büyük oğlu Hans Albert, babasının bilimsel kuramları ile denizdeyken bile nasıl haşır neşir olduğunu şöyle anlatıyor:

‘14 yaşındaydım ve yelken yapıyorduk. Sürekli konuşuyor ve kendisi ile tartışıyordu. Sonunda sözüne karışıp, ‘Anlattıkların çok güzel ama ana yelken iskotası elinde, yekeye abanmış giderken, kayalara çıkabiliriz’ dedim ve sustu.’

TEHLİKE TANIMAZ YELKENCİ EINSTEIN

Einstein hem kendisi, hem de etrafı için tehlikeli bir denizciydi. Hava çok sertleştiğinde bile yelken küçültmez, sanki tehlike nedir bilmezdi. Birkaç kez direk kırmış ve ölümden kurtulmuştu; üstelik yüzme de bilmezdi.

Gestapo’nun el koymasından bir yıl sonra teknenin satışına karar verildi ama Tümmler bu kez ‘halk düşmanlarının’ eline geçmeyecekti. Tümmler’i bir dişçi satın aldı. Savaş sonunda Einstein teknenin bir zamanlar bağlı olduğu gölün bulunduğu Caputh Belediyesi’ne yazıp, malını mülkünü sordu ama Tümmler’den iz yoktu. Sahibinin ‘kalın kafalı yelkenli’ diye adlandırdığı Tümmler savaş sırasında kaybolup gitmişti.

Einstein’ın yelken sevdası ikinci vatanı Amerika’da da sürdü. Göl yelkenciliğini geride bırakan Einstein büyük fırtınaların patladığı San Francisco Koyu’nu merkez seçti bu kez. Hálá acemi ve tehlikeliydi. Zengin bir biyokimyacı olan yakın dostu Leon Watters, ‘Beklenmeyeni yapmaktan neredeyse sapıkça zevk alırdı. Konuşuyorduk ve birden ‘Dikkat’ diye bağırdım. Bir tekneye çarpıyorduk. Bundan kurtulduktan sonra diğer teknelerin de üstüne gidiyor, son anda çarpmayı engelliyordu. Yaramaz bir çocuk gibiydi’ diye anlatıyor Einstein’ın yelken maceralarını.

Tekneye bindiğinde içgüdüleri harekete geçerdi; eğitim yerine içgüdü kullanırdı. Einstein’ın analitik gücünün az rüzgarlı bir havada bile küçücük değişiklikleri hissetmesine yol açtığı ve belki de içgüdülerine bu yüzden çok güvendiği söyleniyor.

Dünya açısından çok önemli bir karara da New York’ta yelkenle denize açıldıktan sonra döndüğü evinin balkonunda karar verdi. Amerika’nın nükleer bomba yapmaya başlaması için Başkan Roosevelt’e mektup yazmasını isteyen fizikçi dostlarının isteğini kabul etti.

Artık dünya hiç eskisi gibi olmayacaktı.

Atlantik geçişi sona erdi

Kasım ayının ilk haftasında başlayan toplu Atlantik geçişi sona erdi.

25 ülkeden 225 teknenin katıldığı geçiş büyük ölçüde tamamlandı. 197 tekne St. Lucia’da demir attı, 18’i yolda ve 10 tekne de çeşitli nedenlerle geçişi bıraktı.

Atlantik geçişini tamamlayanlar arasında katılımlarını daha önce duyurduğumuz Persuasion ve Odienne tekneleri de var. Persuasion’da, Management Center Türkiye Başkanı Alper Utku ekip üyesi. Odienne ise sırf Türk kadınlarından oluşan bir tekne; onlar da geçişi tamamladı.

Ekip, St. Lucia’ya varmadan önce web sitelerine koyduğu son seyir notunda, sakin giden havanın birden nasıl patladığını ve 35 knot üzeri rüzgarla uğraştıklarını anlatıyor. Geçiş ile ilgili küçük bir özet var seyir notunda: ‘Bu harika bir deneyim oldu. Atlas Okyanusu’nun tüm ruh hallerini gördük; belki istediğimiz sırada değildi ama olsun. Sert rüzgárları ve büyük denizleri adaların yakınlarında gördük örneğin. Doğal yaşam, hava ve teknedeki dostluk, yaşadıklarımızı unutulmaz bir deneyime dönüştürdü.’

Gerçekten de fotoğraflar yazılanları doğruluyor. Keyifli bir ekibin keyifli bir yolculuğu. Tebrikler!

Denizcilik tarihinde kadınlar

Sarıkamış felaketine Alay Komutanı olarak katılan, yenilip, yaralanıp, Ruslar’a esir düşen, neredeyse tüm Orta Asya ve Kafkasya’yı dolaştıktan altı yıl sonra Türkiye’ye geri dönebilen Tuğgeneral Ziya Yergök’ün sade anlatımlı anılarını geçen hafta okudum.

İmparatorluğun çöküş keşmekeşini, olayları etkileme gücünden yoksun, oradan oraya savrularak yaşayan bu Osmanlı zabiti ve daha sonra Cumhuriyet subayının anlattıkları aynı tartışmaları tekrar tekrar yaptığımızı anımsattığı için içimi burktu. Belli ki biz sorunları çözmeden yüzyıllarca yaşatıp büyütmeyi ve başımıza dert etmeyi pek seviyoruz.

Ama konumuz bu değil. Konumuz, kitapta geçen bir cümlecik. Ziya Yergök, tutsaklığı ile sonuçlanan Sarıkamış yürüyüşü öncesinde birliklerini hazırlarken, birdenbire çıkıp gelen bir kadının yıllardır görmediği kocası ile sefere katılmak istediğini, biraz düşünüp bu isteği reddettiğini anlatıyor. Ne kadının, ne de kocası olduğunu söylediği neferin öyküleri var kitapta. Bu sıradışı isteği pek garipsemiş gibi de durmuyor gerçi ama ben epey general anısı okudum ve benzer bir örnek anımsamıyorum.

Oysa sefere çıkan gemilerdeki kadınların öyküleri boldur. Özellikle İngiltere’de.

*

Deniz gücü ile bir zamanlar tüm dünyanın gözünü kamaştıran İngiltere’de seyir defterlerine ve gemi kayıtlarına bakıldığında sefere çıkanlar arasında, evliliklerini belge ile kanıtlayan kadınların yanı sıra, gemi komutanının onayı ve zaman zaman da isteği ile fahişelere de rastlanıyor. Fahişelerin gemilere binmesi donanma kurallarına göre yasak ama bu yasağın uygulanması hiçbir zaman mümkün olmamış. Bir de kadın olduğunu saklayarak gemiye binenler var.

Bunlardan biri aşık olduğu ama aşkına karşılık vermeyen genç denizcinin peşinden gemiye binen Mary Ann Talbot; gemideki adıyla John Taylor. J.R. Hutchinson’un The Press Gang adlı kitabında anlattığına göre Mary, ‘uzun boylu, köşeli ve ortalama bir kadını tanımlayan fiziki görünümden yoksundu.’ Bu nedenle de, ‘bir erkek olarak’ yıllarca savaş gemilerinde görev yaptı. Bir çatışmada dizinin parçalanması ardından ameliyat sırasında kadın olduğu anlaşıldı. Sonrasını bilmiyoruz.

Hutchinson, gemilerdeki kadınlar için ‘Haritalardan ne kadar iyi anlarlarsa anlasınlar, ne kadar iyi yol bulabilirlerse bulsunlar, annelik kayasına çarpmaktan bir türlü kurtulamıyorlardı’ diyor.

Amiral Nelson’un seferlerinde kadınların bulunduğunu biliyoruz. Örneğin, bir seferinde Horatio gemisi kayalara oturduğunda pompaları, yalnızca biri kayıtlı olan beş kadının çalıştırdığı, gemi kurtulduktan sonra kadınların leş kokan ambarlardaki yerlerini aldıkları anlatılıyor.

Bir diğer efsanevi kadın ise Anne Bony. İrlandalı bir avukat olan babasının karşı çıkmasına rağmen Batı Hint Adaları’na giden Bony, Calico Jack olarak bilinen korsan John Rackham’a aşık olup, evlendi. Yakalandıkları 1720 yılına kadar Batı Hint Adaları çevresini birlikte haraca kestiler. Jack’in idamı ile sonuçlanan yargılama sırasında, Anne, ‘Erkek gibi savaştıktan sonra, köpek gibi asılmak iyi değil’ dedi ve annelik kayasına çarpmak üzere olduğu için serbest bırakıldı.

*

Yılın denizcisini belirlemek için şu sıralarda İngiltere’de harıl harıl oy kullanılıyor. Yachting World Dergisi, aralık sayısında son 50 yılın deniz kahramanlarını anıyor ve bu yılın kahramanını arıyor. Yılın olayı Ellen MacArthur’un tek başına dünya denizlerini en hızlı aşan denizcisi olması kuşkusuz ve çok büyük olasılıkla yine yılın denizcisi seçilecek. Bu yıl da diyorum çünkü 1998 ve 2001’de de yılın denizcisi olmuştu. Yine seçilirse, 51 yıllık listeye üç kez giren ilk kişi olacak.

Ellen MacArthur hiç kuşkusuz 21. yüzyılın en önemli maceracıları arasında yerini şimdiden aldı. Ve o bir zamanlar tekneye binmelerine uğursuzluk getirir diye karşı çıkılan kadınlardan biri.

Türkiye’den henüz dünya ölçeğinde kadın denizci çıkmadı; erkek de çıkmadı ya... Ama kadınların bu alanda erkeklerin önüne geçeceğine eminim.

Baksanıza, Cumhur Gökova’nın Odienne teknesi, yalnız kadınlardan oluşan ekibi ile Atlantik geçişinde sınıfında dördüncü oldu. Darısı diğer erkeklerin başına.
Yazının Devamını Oku

Su kuru olsaydı sevinirdim

10 Aralık 2005
Masamda bu ay başında yayınlanmış birkaç İngilizce yelken dergisi duruyor. Cruising World, Yachting Monthly, Yachting World vs. Bazılarının kapağı neredeyse ortak. Daha önce bu köşede de birkaç kez yapıldığı gibi okurlarını denizlere çağırıyorlar.

Erkenden çekilen güneşin zifiri karanlığında Noel hazırlıklarına girişen Kuzey insanlarının sıcak düşlerini kışkırtan hoş kapaklar. Yalnızlığın ve intiharların arttığı kış aylarını şenlendirme ve dergi satışlarını arttırma çabaları.

*

Cruising World, ‘Kaçışınızı planlayın. Yelkencilere kışın gidilecek yerler rehberi’ diyor kapağında. Sayfa 56’yı çeviriyoruz. British Virgin Adaları anlatılıyor uzun uzun. ‘Babalar ve Kızları’ başlıklı yazı, ‘Yazarımız cennet yolculuğuna çıkarken yanında kızları vardı. Onlarla birlikteyken zaman ya durur ya da çok ama çok hızlı akar’ spotu ile sunuluyor okurlara. Bilmez miyim?

Derginin kapak konusunun başlığı ise şöyle: ‘Bira bütçesi ile şampanya seyahatler’. Bir dünya turundan döndüğü Amerika’daki yabancı düşmanlığından ne denli rahatsız olduğunu epey önce okuduğum ve bu ortamda yaşamamak için teknesi Wild Card ile yeniden denizlere dönen yazar Kaptan Fatty Goodlander, ‘Deniz Çingeneleri’nin Okyanus Rehberi’ başlığı altında ‘Paranız yoksa da, varmış gibi görünebilirsiniz’ deyip, bunun tüyolarını veriyor. Çok keyifli...

Yachting Monthly ise adeta buyuruyor: ‘Yap... Yelken düşlerini şimdi yaşamak için 7 neden.’

Yazıda Jack Gush, ipoteğini ödeyip, elbiselerini yakıp, kendini nasıl denizlere attığını anlatıyor. Saydığı nedenler şunlar:

1 - Şehir yaşamının getirdiği bezginlik,

2 - Yeni bir yaşam tarzına uyum çabasının keyfi,

3 - İşten biraz olsun uzaklaşma ihtiyacı,

4 - Faturalardan ve maaş köleliğinden kaçış,

5 - Yaşamı basitleştirme gereği,

6 - Kendine yetmeyi öğrenme,

7 - ‘Yüzen köyde’ toplumsal yaşam ve getirileri.

*

Yazılanları okudukça, aslında dünyanın her köşesinde kara adamları ve deniz adamları diye iki ayrı insan türü olduğunu bir kez daha fark ettim; Homo Sapiens Terra ve Homo Sapiens Marinus.

Homo Sapiens Marinus’un derdi, herkesi bir şekilde suya bulaştırmak, suyla buluşturmak. Bunun için bir süre kararlı bir şekilde çabalıyor, sonra, baktı olmadı açılıp uzaklara gidiyor.

‘Denizlere açılın, özgürleşin, kendiniz olun’ diyenlere karşı, çıktığı ağacın dalından inmeyen, yapıştığı ağacı bırakmayan, gelişip gelişip çocukken emdiği parmağın yerine televizyonun uzaktan kumandasını ikáme eden bir başka insan türü var ki; o iflah olmaz: Homo Sapiens Terra.

Homo Sapiens Terra, denize yalnızca balkondan bakar ya da Karadeniz şehirlerinde olduğu gibi, evlerinin kör duvarlarını denize, balkonlarını dağa çevirir. Bu insan türü, üç tarafı denizle çevrili bu cennet vatanda yaşamaz yalnızca, yeryüzünün tüm vatanlarında onlardan bulabilirsiniz. Hayatı boyunca denize girmemiş, tekneden düşüp istem dışı denize girdiğinde de yüzme bilmediği için boğulup ölen İskoç balıkçılar işte o türdendir.

Geçenlerde bir arkadaşım, ‘Su o kadar iyi bir şey olsaydı, evrim sürecinde karaya hiç çıkmazdık’ diyerek biyoloji hocalığına soyundu. Yetmedi: ‘Yüzgeçlerimiz ve solungaçlarımız neden yok? Kaçmışız sudan oğlum. Anlamamışsın halá’ deyip su misyonerliğimle inceden dalga geçti. ‘Su kuru olsaydı çok memnun olurdum’ gibi derin saçmalama girişimlerinde de bulundu.

Parmakları, konser piyanisti hızıyla kanaldan kanala dolaşırken göz bebekleri, kanalların farklı ışık yoğunluğuna göre hızla açılıp kapanıyordu. Gözleri yoruluyordu garibin; yeni plazma ekrana alışmadığı için Türk filmi seyreder gibi iki gözü iki çeşme ağlıyordu. Ses etmedim tabii ki; o ne de olsa bir Homo Sapiens Terra, evrimin önemsiz parçası.

Neler kaçırdığını anlatarak didaktik bir başöğretmene dönüşmek istemiyorum. Ama ben yelken basılı iş çıkışlarını, tekne demirliyken verilen öğle tatillerini, marina girişindeki trafik tıkanıklıklarını seviyorum.

Yapabildiğimden değil ama. Düşlemeyi seviyorum. Şimdilik.

Dünya şampiyonları İstanbul’da buluşuyor

Y
ıllık yelken takviminin en önemli yarışlarından biri olan Classe Figaro-Beneteau’nun 2006 yılında Cannes - İstanbul arasında yapılacağı kesinleşti. Hürriyet, CNN Türk ve Vakko’nun ilk sponsorları arasında yer aldığı bu uluslararası yarış ile ilgili açıklama, Paris’te geçen hafta başlayan Uluslararası Denizcilik ve Fuarı’nda yapıldı. İlk gün 31 ünlü sporcunun tekneleriyle kayıt yaptırdığı yarışa, Ellen MacArthur’un da katılabileceği belirtiliyor.

Fransa’da yayınlanan Le Figaro gazetesi ve dünyanın en önemli tekne üreticilerinden Beneteau’nun ortaklaşa düzenlediği yarış için İstanbul ve St. Petersburg çekişmesi, İstanbul’un lehine sonuçlandı. 25 Haziran 2006’da Fransa’nın Cannes Limanı’ndan yelken basacak olan tekneler 1500 deniz millik yolculuk ardından İstanbul’da Boğaz Köprüsü altında yarışı bitirecekler. Yarışın 7 Temmuz günü bitebileceği tahmin ediliyor.

Akdeniz’in bu en uzun yarışının Cannes - İstanbul arasında olacağına ilişkin açıklamayı, Paris 3 Aralık’da başlayan Uluslararası Deniz Fuarı’na katılan Le Figaro ve Beneteau şirketlerinin yöneticileri açıkladı. Fuar’da bulunan Türkiye standında yapılan törende konuşan Proje yöneticisi Frank Covat ‘Cannes-İstanbul arası 1500 mil; bu kadar uzun ve teknelerin yarışmanın hemen hemen sonuna kadar hiç duraklamadan, hiçbir yardım almadan çekişeceği bir başka yarışma daha yok’ dedi.

DEVLER İSTANBUL’DA

Fransa medyasının da izlediği tören ardından dünya şampiyonu yelkenciler Pascal Desmarets, Florence Arhaud, Philippe Poupon, Yannick Bestaven ve Correntin Douguet resmi kayıt başvurularını yaptılar. Yarış organizatörlerinin, İngiliz kadın yelkenci Ellen MacArthur’u da yarışa katılması için ikna etmeyi hedefledikleri öğrenildi.

Florence Arhaud, ‘Bu yarış şu ana kadarkilerden çok daha zorlu ama zevkli geçecek. Bir kere, ilk kez dört deniz geçeceğiz, ilk kez dört uzun sahilli deniz ülkesinin kıyılarında yarışacağız. Üstelik yarışmanın uzunca bir bölümünde Fransa, İtalya, Yunanistan ve Türk halklarının kıyıdan izleyebileceği mesafelerde yarışacağız.’

Akdeniz, İyon Denizi, Ege ve Marmara’nın rüzgarları, okyanus rüzgarları ile kıyaslandığında sporcular açısından çok daha büyük zorluklar yaratıyor. Okyanus rüzgarları ve akıntılar çok uzun mesafelerde değişmiyor; oysa Akdeniz ve içindeki denizlerin birbirlerine geçişleri şaşırtıcı akıntılar yaratabiliyor. Adalar, yarımadalar, burunlar da farklı rüzgar formları yaratarak, yelkenciyi teknesini iyi kullanması için sürekli hareket halinde tutuyor. Bu da sporcuların okyanus yarışlarına kıyasla çok daha fazla yorulması anlamına geliyor.

Yarışmayı Türkiye’ye getirmek için büyük çaba harcayan spor organizatörü Cumali Varer, Kuzey’in Venediği diye adlandırılan St. Petersburg ile İstanbul arasındaki kıran kırana savaşı anlatırken, ‘Bu mücadelede Türkiye Dışişleri Bakanlığı büyük destek verdi. Fransa Büyükelçisi tarafından yazılan bir destek mektubu ardından Dışişleri Bakanı Gül de benzer zariflikte bir destek mesajını bize iletti. St. Petersburg yerine İstanbul’un seçilmesinde bu iki mesaj çok etkili oldu’ dedi.

Yarışın, Fransa ile Türkiye arasındaki ilişkilerin Avrupa Birliği üyeliğine ilişkin tartışmalar nedeniyle gerildiği bir dönemde yapılacak olması, iki ülke halklarının ama özellikle Fransızlar’ın Türkiye’yi çok daha iyi tanımasına yol açacak. Yelken, bu ülkede futboldan sonra en önemli spor olarak gösteriliyor. Bu nedenle Classe Figaro-Beneteau’nun Cannes ile İstanbul arasında düzenlenecek olması yarış öncesi, sırası ve sonrasında Türkiye ve İstanbul’un sürekli Fransa gündeminde kalmasını sağlayacak.

HÜRRİYET SPONSOR

Le Figaro gazetesi yarış sırasında yayınladığı günlük haber ve değerlendirmelerle okurlarını durumdan an an haberdar ediyor. Bu yıl Le Figaro’ya Hürriyet ve CNN Türk de katılacaklar.

Cumali Varer 2006 yılı yarışında ana temanın ‘temiz deniz, temiz çevre’ olduğunu vurgularken, Türk yatçılığının da bu yarıştan çok olumlu etkileneceğini belirtiyor. Varer, Türkiye’nin ve Türk markalarının yalnızca Fransa’da değil, denizciliğin geliştiği tüm ülkelerde bu yarış sayesinde çok daha iyi tanınacağını vurgularken, ‘Avrupa’ya açılmak isteyen Türk şirketleri bu fırsatı kaçırmamalı. Hem Türkiye’nin, hem kendi markalarının tanıtımı açısından çok önemli bir pazarlama platformu olacak bu yarış. O nedenle pazarlama projelerini bu yarışı da gözönünde bulundurarak yaparlarsa iyi olur’ diyor.

Yarışma sponsorları arasında yer alan Vakko’nun sahibi Cem Hakko da Paris’de yaptığı açıklamada, projenin Türkiye açısından cok ciddi bir tanıtım - iletişim değeri olduğunu belirtti. Yapılan anlaşma uyarınca, Vakko’nun geçen yıl İstanbul Boğazı’nda ilk kez düzenlediği Vakko Kupası, 2006 yılında Cannes - İstanbul yarışı ardından düzenlenecek ve büyük olasılıkla dünya şampiyonları da bu yarışa katılacak.

Boat Show 2005 başlıyor

Türkiye’nin en büyük denizcilik ve tekne fuarı, International Boatshow 2005 17 - 25 Aralık tarihlerinde CNR Fuar Merkezi’nde 25. kez kapılarını ziyaretçilere açıyor.

Fuar’da 25.yıl onuruna Türkiye denizcilik tarihini, deniz turizmini ve deniz sporları konularını mercek altına alacak olan ‘TARİHTEN BU YANA DENİZLER ÜLKESİ TÜRKİYE’ projesi uygulanacak.

Bu doğrultuda, Milli Eğitim Bakanlığı İstanbul İl Müdürlüğü ile ortaklaşa Hürriyet Seyahat’in desteğiyle ‘Deniz, yelken ve çocuk’ konulu bir resim yarışması gerçekleştiriyor. Ayrıca, İstanbul’da bulunan üniversiteler arasında ‘Deniz kenti İstanbul’un mavisi’ konulu kısa film ve fotoğraf yarışması düzenlendi. Yarışma sonrası tüm resimler ve fotoğraflar fuar alanında ve Fuaye de yer alan Hürriyet Seyahat standında sergilenecek.

Bu yıl fuara, 160’ı tekne, yelken, yat, gemi üreticisi, 40’ı yan sanayi ve aksesuar ürünleri sunan toplam 200 firma katılıyor.
Yazının Devamını Oku

Santana’yı nasıl bilirsiniz?

4 Aralık 2005
Tekne modellerini çok severim. Yıllar önce Amsterdam’da gittiğim Deniz Müzesi’nin bodrum katındaki mağazadan aldığım iki yassı kutu, dönemlerinin şampiyonları Britannia ve America yatlarının ölçekli modelleri olarak bugün evimde duruyor. Ben yaptım sanmayın ama; o güzel şık kutuların içindeki ahşap, pirinç ve döküm parçaları, ipler ve yelken bezlerini de kullanarak tutarlı bir bütün halinde bir araya getirecek beceri ve sabırdan yoksunum. Bir bilene yıllar önce yaptırdım.

Ölçekli modellerin güzelliği, en küçük ayrıntının bile ıskalanmamış olması. Kaidesi üzerine yerleştirdiğim Britannia’nın güvertesi, direkleri, arması büyüler beni, ya da America’nın en hızlı olmasını sağlayan karinası. Arada parmağımla güzel hatlarını okşarım.

Tekne modelciliğinin en ileri noktası kuşkusuz özel yapımlardır. Büyük yatların sahiplerine, satın aldıkları yatın bir modeli de verilir isterlerse. O modeller ofislerde durur; sanki biraz yalnızdırlar.

Ya da bazıları, teknelerine o denli aşık olurlar ki, hep yanlarında dursun diye küçücük eşini yaptırırlar. Sonra, o modelle türlü çeşitli düş yolculuklarına çıkarlar.

Arkadaşınızdır, konuşuyorsunuzdur, size belki cevap da veriyordur ama denize açıldığını, elinde iskota yelkenin tüylerine bakıp ince ayar yaparak orsa çıktığını, yüzüne çok sert bir rüzgarın vurduğunu anlamazsınız bile.

*

Santana’yı bilir misiniz? Carlos değil, tekne olan.

Bu yıl 70’ini bitirdi. New York’taki ünlü Sparkman & Stephens tekne tasarım bürosunun kurucularından Olin Stephens’in çizdiği S&S 59 numaralı tasarım Santana, ‘petrol zengini babasının şımarık oğlunun’ ısrarı nedeniyle uskuna arma olarak tasarlanmış bir yat. Karinası hızlı olmasına rağmen, armasının zayıflığı nedeniyle Pasifik yarışlarında pek başarılı olamamış, Atlantik yarışlarını kazanmış ve çok el değiştirmiş. En ünlü sahibi ise... Humphrey Bogart.

Dünyaya sert ve alaycı bir perdeyi aralayarak bakan ve kırılmış kalbini bu perdenin ardında saklayan Rick rolüyle Kazablanka filmine can veren Bogart, oynadığı ikircikli karakterlerle, çok sevilen ya da çok nefret edilen ama hep gündemde olan bir Hollywood yıldızıydı.

Santana’yı Kazablanka’nın büyük başarısından üç yıl sonra 1945 yılında satın alan Bogart’ın ilk seyrini bir kedi güzelliği olan dördüncü eşi Lauren Bacall anlatıyor: ‘Birdenbire gevşedi. Şarkı söylüyor, gülüyordu. Ondan ayrılmak istemiyordu. Kıskandığım tek bir kadın olduysa, o da Santana’dır. İnce çekici hatları, denizin üzerinde süzülüşü... Tekneyi aldıktan sonra, Bogie onun mutlu esiri oldu.’ Teknelerin tanıdık büyüsü.

Yıllar yılı yelken yapmış olan Bogart, Santana’yı Hollywood’un sahte ışıltısından kurtulma aracı olarak görür. Santana ile denize açılmak ‘kişiliğini sabitleyecek, şu anda oynadığı role değil gerçek benliğine’ sığınmasını sağlayacak bir kaçıştır.

*

Benim diyen herkes Santana’yı bilir o günlerde. Tekneye, Bogard’ın denizcilik sınavlarından geçebilenler davet edilir ancak. Frank Sinatra, David Niven ve diğerleri. 1956 yılında gırtlak kanseri ile mücadele ederken küçücük oğlu Stephen’ı yanına alıp, sık sık marinadaki Santana’yı ziyaret eder. ‘Günün birinde sana yelkeni öğreteceğim. İyi bir yatçı olabilirsin. Denize açılacağız sen ve ben. Yalnızca erkekler; kadınları arkada bırakacağız.’

Ve Bogart ölür. Cenaze töreninde, ona En İyi Aktör Oskar’ını kazandıran Afrika Kraliçesi filminin yönetmeni John Huston anma konuşmasını yaparken, kilisede Bogart’ın tabutu yerine, Santana’nın camekán içindeki modeli vardır. Vasiyetidir. Bogart, Santana’nın modeline biner ve uzaklaşıp gider.

*

Santana maceralı yaşamında okyanusun ortasında batma tehlikesi atlattığı bir dünya turu yaptı, ardından durduğu yerde battı. Son sahibinin elinde sıkı bir restorasyon geçirdi. Modern malzemelerle yenilendi, bazı yerleri değiştirildi ama Bogart bugün çıkıp gelse, Santana yine aynı Santana; onu hemen tanır.

Bugün, Santana’nın bağlandığı Güney California’daki marinaya gelen Bogart hayranları havuzlukta oturup aktörün ellerinin değdiği dümeni tutmaya, Hollywood’un, aralarında sohbet eden gaipten gelen tanıdık seslerini dinlemeye bayılıyor.

Santana ise şık bir etol gibi üzerinde taşıdığı tarihi ile klasik tekne yarışlarına katılıyor, Bacall’ı kıskandıran dişi çizgileriyle herkesi kendine baktırıyor ve hep kazanıyor.
Yazının Devamını Oku

Yüreklerinin götürdüğü yere gidiyorlar

26 Kasım 2005
Günlük yaşam temposundan yorulup kendilerini yollara, denizlere, uzaklara atanların sayısı bizde de artıyor. Kimi uzun uzun planlayarak, kimi birdenbire her şeyi geride bırakıp dünyaya açılıyor.

 Uçakla da gitse, otobüse de binse, tekne ile okyanus da aşsa; hedef, varmak değil yolculuğun kendisi olunca Ferrari’sini Satan Bilge gibi ham hayat dersleri vermeden dünyada kendini, kendi yerini arayanların güzel öyküleri çıkıyor ortaya.

Alper Utku dostlarımdan biri; Management Center Türkiye’nin Yönetim Kurulu Başkanı. Ortak tutkumuzun deniz olduğunu keşfettiğimizde çok sevinmiştik. Alper bugün yabancı arkadaşlarıyla birlikte Southampton’dan kiraladıkları 17 metrelik tekneleri Persuasion ile Atlas Okyanusu Geçişi’ne katılıyor. 224 teknenin katıldığı bu geçiş, okyanus aştım demek isteyenleri örgütlü bir ortamda bir araya getiriyor.

Alper, ‘Okyanus geçişi yaşam gibi sanki. Ne kadar süreceğini, hangi şartlarla karşılaşacağınızı bilmiyorsunuz. En iyi strateji planlamak ama planı değiştirmeye de hazır olmalı insan. Biraz akışa bırakmalı kendini’ diyor. Sürekli akıntı ile mücadele edilen şehir yaşamına karşı bir seçenek.

20 Kasım’da yelken basarak Kanarya Adaları’nın Las Palmas Limanı’ndan yola çıkan tekneler, çok rekabetçi bir ortama girmeden becerilerini kullanan ekiplerin gizli yarışına da sahne oluyor. Geçişin 18-21 gün arasında sürmesi bekleniyor. Nihai liman, Karayip Denizi’ndeki St. Lucia.

Yazının Devamını Oku