11 Mart 2006
Şu sıralarda marinalar, balıkçı barınakları, iskeleler çok hareketli çünkü tekneler yaza hazırlanıyor. Kışın rehavetinden kurtulmaya çalışan amatör denizci, şu günlerde, genellikle ihtiyaç ile cüzdan arasında sıkışıp kalır. Teknenin "olmazsa olmaz" işlerinin yanı sıra, "olsa harika olur" türü işleri de vardır. Para, bu iki evlat arasında adiláne paylaştırılmalıdır.
Bütün bunları yapacak profesyoneller ise, kış aylarında yan gelip yattıktan sonra, voliyi birkaç ayda vurmak için, hamsilere dalmayı bekleyen lüferler misali etrafta sessiz sessiz dolanmaktadır. Kış yine durgun geçmiş, cepten yenmiştir. Büyük restorasyon geçiren birkaç tekne, masrafları bile karşılamamıştır ve onlar da zaten parayı gıdım gıdım vermektedir.
Marina yönetimi kiralara yine zam yapmıştır. Bir kalfa kendi dükkanını açmak için gitme tehdidinde bulunmuş ancak maaşı artırılınca kalmayı kabul etmiştir. Belli ki gözü dışarıdadır, her an gidebilir ve giderken bir müşteriyi de götürebilir. Bir ustanın geçen ilkbaharda yaptığı hatalar ortaya çıkmış, şikayetçi tekne sahipleri, yanlış işlerin düzeltilmesi için sıraya girmiştir. Masraf bini aşmaktadır.
*
- Usta bizim iş kaça mal olur?
- Hallederiz merak etme...
- Teknecilikte yeniyim. Tamam biraz eski ama... Yeni gibi olsun istiyorum.
- Yeni gibi yapıcaz abicim; dedin ya. Bütün kaplamaları değiştiririz.
- Kaça çıkar peki?
- 12 bin euro; o da sana.
- Ama yapma yahu, tekneyi 15 bine aldım.
- Ama yepyeni olacak...
Tekneyi biraz adam edecek bir estetik operasyon için malzeme ve işçilik maliyetinin yedi katı fiyat çeken lüfer, "teknecilikte yeniyim" ve "yeni gibi olsun istiyorum" cümleleri ile sazanlığını ortaya koyan hamsiyi ham yapmak üzeredir. Teknenin, sahibinin gözbebeği olması için bu işlerin yapılması kesinlikle gereklidir çünkü.
Hamsi biraz ürkmüştür; pazarlık girişiminde bulunur ve güç bela 10 bine anlaşılır. Fiyat hálá çok yüksektir, ama en azından ödemeler parça parça yapılacaktır. Hamsi bilmez ki, ödeme bir gün geciktiğinde işi en az bir hafta durduracak olan lüfer yüzünden, teknenin denize asabi bir şekilde inişi temmuzu bulacaktır.
*
Bu tür pazarlıkları her gün yapıyoruz; çiçek, portakal, otomobil, ev alırken örneğin. Ama neden yalnızca tekneler için şöyle bir söz var: "Bir alırken, bir de satarken mutlu olursun." Karacı zihnimizin, denize bakışını yansıtan bir söz bu.
Açık buldukları anda içeri sızan, deneyimsiz teknecileri can evinden vuracak anahtar sözcükleri kullanan insan sarrafı ustaların içinde, işlerini gerçekten çok iyi yapanlar var. Önceki kış epey zaman geçirdiğim Kalamış’ta edindiğim lüfer ve kofana dostlar Halki’yi gerçekten yeni gibi yaptılar, teknecilikte yeni olmama rağmen... Bazıları ile dostluklarım da sürüyor.
Halki’yi elden geçirirlerken yutuldumsa farkına varmadım. Ama... Afiyet olsun.
Akdeniz’in öncü yarışı İstanbul’a geliyor
Akdeniz Yelken Federasyonları Birliği’nin "Akdeniz’in Öncü Yarışı" olarak takvime aldığı Cannes- İstanbul yelken yarışı önündeki son engeller de ortadan kalktı. Paris’te düzenlenen basın toplantısında Fransa Yelken Federasyonu’nun yarışı onayladığı açıklandı. Figaro Gazetesi ve Beneteau tekne üretim şirketi tarafından, Classe Figaro- Beneteau markasıyla yıllardır düzenlenen yarış ilk kez Türkiye’yi de kapsıyor. 25 Haziran- 7 Temmuz 2006 tarihleri arasındaki yarış, Türkiye’de yelken sporuna sağlayacağı büyük katkının yanı sıra, iki ülke arasındaki ilişkileri de olumlu etkileyecek, çünkü yelken Fransa’da futbol ve tenisin ardından en popüler üçüncü spor dalı. Hürriyet ve CNN Türk de yarışın sponsorları arasında.
Geçen ekim ayında başlayan çalışmalar sonunda meyvesini verdi ve Cannes- İstanbul yelken yarışının yapılacağı kesinleşti.
Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın ikili ilişkileri geliştirmek için iyi bir fırsat olarak gördüğü proje, Fransa tarafından da destekleniyor. 2006 yılında Türkiye’de "Fransa Baharı" adı altında bir dizi etkinlik gerçekleştirecek olan Fransa, bu yarışın, Avrupa Birliği tartışmaları ardından doğan soğukluğu aşmaya yardımcı olacağını düşünüyor.
Yarışın önemi, katılımcılarından kaynaklanıyor. Beneteau tarafından özel yapılan teknelerin ekipleri arasında dünya şampiyonları var. Dünya çevresindeki yarışlara tek başına katılan birçok ünlü yelkencinin Cannes- İstanbul arasında yarışacak olması özellikle Fransa medyasını, ama yelken ile ilgilenen diğer ülkelerdeki basın- yayın organlarını da yakından ilgilendiriyor.
Akdeniz’i bir ucundan diğerine hiç durmadan geçecek olan iki kişilik ekiplerin mücadelesi Fransa’da gazete manşetlerine, televizyon haber bültenlerine taşınacak. Canal+, TV5, TF1 gibi kanallar ve başta Figaro olmak üzere tüm gazeteler yarışı geniş biçimde duyuracak.
Akdeniz, büyük de olsa bir iç deniz olması nedeniyle yarattığı kaprisli rüzgar sistemleri ve yoğun gemi trafiği nedeniyle ancak iki kişilik ekiplerin yarışmasını mümkün kılıyor. Tek kişinin zamana karşı yarışının çok riskli olacağı belirtiliyor. Özellikle kara yakınlarında ve Ege Denizi’nde sürekli değişen rüzgarın yönü ve hızlarının yarışı nasıl etkileyeceği bilinmiyor.
Tekneler, 25 Haziran’da Cannes’da yelken bastıktan sonra Akdeniz ve Ege’yi durmadan geçip, her şey yolunda giderse, yarışı 5 Temmuz’da İstanbul Boğazı’nda tamamlayacaklar. Bundan bir gün sonra da, ilki geçen yıl Boğaz’da gerçekleştirilen Vakko Kupası’na katılacaklar ve daha sonra gemiye yüklenerek Fransa’ya gönderilecekler.
Yarışın sona erdiği günlerde İstanbul deniz şehri özelliğini, en zarif deniz araçları olan yelkenlilerle bir kez daha taçlandırmış olacak.
YARIŞ, ŞEHRİ ŞENLENDİRECEK
İstanbul Büyükşehir Belediyesi projeye evsahibi olarak destek vermeyi kabul etti. Belediye, yarışın en iyi şekilde duyurulması için, İstanbul’u, Formula 1 yarışındaki gibi donatacak. Bu amaçla, 200 reklam panosu, 40 üst geçit panosu, 1000 elektrik direği panosu, 300 raketboard, 1000 otobüs afişi ile 300 İDO ve Metro istasyonundaki afiş panoları kullanılacak. Ayrıca, Taksim meydanındaki dev ekrandan da yarışla ilgili her gün canlı yayın yapılacak. Yarış sponsoru Hürriyet, gelişmeleri her gün sayfalarında geniş biçimde duyuracak. CNN Türk de her gün yarışla ilgili haberleri ayrıntılı olarak verecek.
Yazının Devamını Oku 4 Mart 2006
Mart kapıdan baktırıp, kazma kürek yaktıracak mı meçhul olsa da, yaz iyiden iyiye yaklaştı. Yaz diyorum, çünkü küresel ısınmanın baharları ortadan kaldırıp, ahir ömrümüzü iki mevsimden ibaret kılacağını söyleyenlerin öngörüleri doğru çıkacağa benzer. Sanırım yine birdenbire kıştan yaza geçeceğiz. Elveda baharlar. Elveda pastırma yazları.
Halki’nin hayatımıza girmesi ile yazlar bir başka türlü planlanır oldu; planlayamıyoruz. Hafta sonlarını teknede geçirme isteği İstanbul dışına çıkmayı, tatile gitmeyi çok güçleştiriyor. Ege ve Akdeniz, herkes kör uykudayken havlularını havuz başında içtimaya çıkartıp yer kaptıktan sonra yeniden yataklarına koşan Avrupalı turistlerin üçotuz paraya kaldığı tatil köylerinden geçilmezken İstanbul ve Halki bize yetiyor; şimdilik ama...
Fenerbahçe’den açılıp Adalar etrafında dolaşmak, Heybeliada’ya uzanıp, güney kıyısındaki terk edilmiş askeri iskeleden adaya çıkıp, küçük kumsalda denize girenleri izlemek, hızla geçen İDO deniz otobüsünün büyük dalgasında yalpalamak, yaklaştıkları, makine gürültüsünden ziyade davul, zurna ve darbuka sesleri ile anlaşılan Ada vapurlarından ve kiralanmış dev dolmuş motorlarından uzak durmaya çalışmak, marina girişleri, marina çıkışları, uzun havuzluk kahvaltıları, akşam yemekleri. Ertesi gün, bir sonraki hafta sonu... Aynı. Ama sıkılmıyoruz.
*
Teknelerin büyüsü biraz da bu işte. Evden uzakta bir başka ev tekne. Ya da bir köpek, bir kedi gibi bağlanıp, sevdiğiniz bir canlı. Hele bu duygular bir de hayat ortağı ile paylaşılırsa... Ama elini üstünden hiç çekmeyeceksin. Çoluğa çocuğa, evcil hayvanlara, eve nasıl bakıyorsan tekneye de öyle bakacaksın. O hapşırırsa, sen zatürree olursun; bileceksin.
Halki’nin bakım zamanı. Denizden çıkacak. Altı temizlenecek. Sakalları, bıyıkları kesilecek. Zehirli boya atılacak. Ön güvertede bir yerden az da olsa başaltına su geliyor; onun çaresine bakılacak. Yakıt deposu boşaltılıp elden geçecek. Motor bakımı yapılacak. Belki yelkenler değişecek. Sonra... Ver elini Marmara.
Ama nasıl? Hálá acemiyim. Girişler, çıkışlar gözümde büyüyor örneğin. Ama açıldıktan sonra büyük hata yapmıyorum; onu da gördüm. Mesafeleri koruyorum. Çevremdeki teknelerin hareketlerini yakından izliyorum. Anadolu yakası kıyılarındaki riskli bölgeleri biliyorum. Yelken ayarlarında çok sorun yaşamıyorum. Rüzgar sağanaklarında zorlanmıyorum. Sürekli 18-19 deniz mili esen güzel rüzgarda Halki’yi neredeyse tam arma kullanabiliyorum. Ama yine de...
Planlayamadığımız yazın, şimdiden planlanmış hafta sonlarını, ürkekliğime rağmen iştahla bekliyorum.
*
Yıllardır yelken yapan dostlarımın kocaman tekneleri sakin bir şekilde kullanmasını çok izledim. Yılanın belini kırmayacak şekilde dümen tutarlar, rüzgarı kulaklarının arkasında, parmaklarının ucunda hissedip yelken ayarı yaparlar, hızlı seyrederler ve hızlı yaşarlar. Yaptıkları işi o kadar kolaymış gibi sunarlar ki, kıskanırım.
Bir de yıllarını denizde geçirmiş olan, deniz kurtları vardır. Fırtınalarda ne yapacakları sanki genlerine işlenmiştir. Yüzlerinin sakinliği gerçekten de içlerindeki dinginliği yansıtır. Issız koylarda demir atıp haftalarca orada kalırlar, hep teknede yaşarlar. Pruvalarının altından onlarca okyanus aşacak kadar deniz geçmiştir. Onları kıskanmam. Sabırlarına, zarafetlerine ve alçakgönüllüklerine hayran olurum.
Denize emin bir şekilde açılmanın altı kuralı vardır: planlama, hazırlanma, sağduyu, kararlılık, sabır ve şans. Aslında bunlara deneyimi de eklemek gerek. Ki deneyim, altı kuralın bir bileşkesi, büyük toplamı. Sorun da o zaten: Bende deneyim az. Ürkekliğim bu yüzden. Sağduyum cesaretimi buduyor. Doğrusu da bu zaten.
Bu yaz kararlıyım: Ürkeklik kesinlikle gidecek. Kendimi dümen başında, direksiyon tutar gibi olmasa da rahat hissetmek istiyorum artık. Ondan sonra Halki’nin Ege maceralarını okumaya hazırlanın!
Efsane teknenin umut yolculukları
İngiltere’nin efsane teknelerinden Gipsy Moth IV, dünya turunu tamamladığı 1968 yılından sonra bir diğer efsane tekne Cutty Sark ile birlikte Londra’nın Greenwich semtinde beton bir mezara konmuştu. Amaç, rekortmen tekneyi insanlarla buluşturmaktı. Ancak bir buçuk yıl kadar önce Gipsy Moth IV, beton mezarından çıkartıldı, halkın bağışlarıyla restore edildi ve yeniden denizlere kavuştu. Şu sıralarda Büyük Okyanus’ta Galapagos Adaları’na doğru seyrediyor. Yolcuları ise ilginç: Sorunlu ya da hasta çocuklar. Gipsy Moth IV, denizin iyileştirici gücünü çocuklarla buluşturuyor.
Francis Chichester dünya turundan 1968 yılında döndüğünde henüz Sir değildi ve teknesinden de hiç memnun kalmamıştı. Kraliçe, başarısından ötürü onu onurlandırdı ve şövalye unvanı verdi. Huysuz bir adam olduğu söylenen Sir Francis ise çok oynak olduğunu, dümen tutmadığını söylediği Gipsy Moth IV’ün beton bir mezara konmasına ses çıkartmadı. Belki de tekneyi, başarısının en önemli tanığı ve aracı olarak sunmak istiyordu.
Deniz efsanelerini kayda geçirme ve koruma konusunda örnek alınması gereken İngilizler yıllar sonra Gipsy Moth IV’ü onarıp, modernleştirdi ve ilk halinden de iyi bir duruma getirdi. Yeni bir ömür kazanan tekne Eylül 2005 yılında çektiği uzun seyrin dokuzuncu ayağını bitirmek üzere.
Bu kez misyon farklı: Rekor kırmak değil, hayat vermek, umut vermek. Her ayakta değişen ekipte, yoksulluk nedeniyle istediğini yapamamış, öğrenim güçlüğü çeken ya da kanser olan ve yaşları 16 ile 23 arasında değişen üç genç bulunuyor. Bu gençler, projeyi destekleyen sivil toplum kuruluşları tarafından İngiltere’deki okullar taranarak belirleniyor.
Birçoğu için Gipsy Moth IV ile yapılan bir yolculuk kısa yaşamlarında karşılaştıkları ilk önemli fırsat; yolculuk onlara yeni beceriler ve bir ekip oluşturmanın sırlarını öğretiyor. Hepsinden önemlisi umut veriyor. Ekibin kalan kısmı ise değişmiyor. Üç profesyonel denizci, kaptan ve iki yardımcısı olarak Gipsy Moth IV’de görev yapıyor.
İngiltere’nin Plymouth Limanı’ndan ayrıldıktan sonra Cebelitarık, Kanarya Adaları, Karayipler ve Panama üzerinden Büyük Okyanus’a geçen Gipsy Moth’un genç ekip üyeleri mola verilen her limanda o ülkenin kültürü ile ilgileniyor, orada yaşayanlarla kaynaşıyor ve önemli yerel ve çevresel projelere katkıda bulunmaya çalışıyor. Bu limanlarda yaşayan gençler de Gipsy Moth IV’de seyirlere katılarak teknenin büyüsünü yaşıyor.
Amie’nin değişen HAYATI
Amie Londra’nın güneyindeki Peckham semtinde yaşayan genç bir kız. Yakında yıkılacak olan çok katlı bir belediye konutunda ailesi ile yaşarken ilgilenmiş bu projeyle. Bölge sert bir bölge; uyuşturucu kullanımı ve satışı yaygın. Saksafon çalıp, rap müzik yazan Amie, milyonda bir olasılık diye düşünürken, hayatının yolculuğu için seçildiğini öğrenince şaşırmış. Duraklardan birinin annesinin doğum yeri olan Karayip Adası Barbados olduğunu öğrenince şaşkınlığı coşkuya dönüşmüş. Tekneye ilk bindiğinde deniz tutması bile caydırmamış onu ve sonunda seyir defterine: "Dümen tutmak olağanüstü bir keyif" diye not tutabilmiş. Amie, şimdi denizci olmak istiyor. Projenin önemli ortaklarından İngiltere Yelken Akademisi’nde eğitim alacak olan Amie, "Yelken yapacağım. İşim bu olacak. Çok aşağılardan başlayabilirim. Sevdiğim işi buldum" diyor.
Yacht Türkiye bayilerde
Denizseverler yeni bir tekne ve denizcilik dergisi ile buluştu. Doğan Burda Dergi Grubu tarafından yayınlanan Yacht Türkiye’nin ilk sayısında yelkenli tekneler ve motoryatlarda son modeller, yeni ürünler ayrıntılı biçimde tanıtılıyor.
Yılmaz Öztürk’ün Genel Yayın Yönetmenliği’ni yaptığı dergide röportajlara, dünya denizlerindeki Türk yelkencilerin öykülerine, tekne deneme seyirlerine, insan- tekne aşklarına yer veriliyor. Yacht Türkiye’nin, denizciliğe ilginin hızlı arttığı bir dönemde, dergi okuruna kaliteli bir seçenek sunmayı hedeflediğini belirten Öztürk, "Denizle ilgilenen herkes bu dergide kendisini ilgilendiren bir şeyler bulacak. Haberleri, yazıları ve görünümü ile fark yaratacak bir yayın hazırladık" diyor. Yacht Türkiye her ay yayınlanacak.
Yazının Devamını Oku 25 Şubat 2006
"Dalgalar nereye gider baba?" Kızım Ütay, geçen yaz Yassıada açıklarında bu soruyu sormuştu: "Dalgalar nereye gider?" Kızım, sert poyrazın kaldırdığı denizi yarıp ilerleyen Halki’nin havuzluğunda can yeleği sırtında, dalgaların köpüklü tepelerine bakmış bakmış ve birdenbire bu soruyu yöneltmişti. Denizin dinmez deviniminin küçük bir çocukta yarattığı merak ve şaşkınlık. Ben anlatmaya çalışırken, yeni duyduğu her şeyi zihnine kaydederken yaptığı gibi, "Hı. Hı. Hı..." diyordu.
Çocukluk anılarının her zaman çok belirleyici olduğuna inandım. Sevgilerin, korkuların, beğenilerin oluşumunda ilk karşılaşmaların, ilk tanışmaların rolü tartışılmazdır. Yeni aldığım bir kitabın Eliane George imzalı sunuş yazısı, bu görüşümü çok hoş bir metafor ile destekliyor. George, "Çocuklar çekilmemiş filme benzer. Deklanşöre basılır ve anılar tüm yaşam boyunca taşınmak üzere çocuklara işlenir" diyor. Aynen katılıyorum.
Kızımın deniz anıları kimbilir onun belleğinde nasıl yer alıyor. Yaşarsam göreceğim.
*
Bu kitabı yeni keşfettim. İngilizlerin "sehpa kitabı" dedikleri türe aitmiş gibi görünen, cüssesi ile dev bir kitap. Adı: Deniz. "Sehpa kitabı" terimi, boyutları nedeniyle ancak bir sehpa ya da masa üzerine konup okunabilen ve ancak bir kez bakılıp sonra unutulan, birer dekorasyon unsuru haline dönen kitaplar için kullanılır.
Thames & Hudson tarafından 2002 yılında yayınlanan "Deniz" kitabı ise farklı. Fransızların en ünlü deniz fotoğrafçısı Philip Plisson’un 197 fotoğrafı, biri romancı iki kadın yazarın güzel metinleri ile sunuluyor. Fotoğraflara bakıp metinleri okuduğum birkaç saat boyunca buralardan kalkıp epey uzaklara gittim.
Seyir halindeki bir süper-tankerin pruvasında yarattığı müthiş güç ile oynaşan yunusun hınzırlığı, tersanede dev bir gemiye zehirli boya atan işçinin kıpkırmızı yalnızlığı, denizin çekilmesi ardından çamur içinde istiridye toplayanların mücadelesi, yarışan yelkenciler, fırtınayla boğuşan balıkçılar, donmuş limanlar, dev dalgaların yıllar yılı usanmadan dövdüğü deniz fenerleri... Plisson, fotoğrafları ile denizin gücünü ve farkına varsınlar ya da varmasınlar insan yaşamına etkilerini tüm çıplaklığı ile sergiliyor. Fotoğrafçı belli ki eserlerini bu kitap ile geleceğe emanet etmiş.
*
Yolculuğun en güzeli akılda çıkılanıdır. Ben resimlere baka baka bir denizden diğerine savrulurken, amatör gözlerimin yakalayamayacağı fotoğraflar, o fotoğrafların çağrıştırdığı renkler, sesler, tatlar, kokular ve hepsinden önemlisi anılar yardımcım oldu.
Çoktan tab edilmiş çocukluğumu epeydir yanımda taşıyorum. Arada çıkartıp bakıyorum. Eminim siz de öylesiniz. Salonda duran büyük deniz kabuğu, kızınızın atmayı ısrarla reddettiği pet şişe içerisindeki deniz kumu ve yengeç kıskacı, bilinen bir sahilde ama bugün nerede olduğu bilinmeyen biriyle gün batımı sevişmesi. Ruhunuza yapışıp kalmış, hiç çıkmayan incecik kum taneleri.
Yani ne yaparsanız yapın, deniz içinizde; çıkartamazsınız!
DONLA DENİZE GİRME BAHSİ...
Geçen hafta ifşa ettiğim denize donlu girmiş olduğum gerçeği olay yarattı. Kendilerinin de bir zamanlar donla denize girdiğini söyleyen çok sayıda has İstanbulludan mesajlar aldım. Kulübümüz büyüyor; dikkat.
Bugün bu köşede gördüğünüz fotoğraf ise İngilizlerin, (buna özellikle dikkat) yani şu çok medeni İngilizlerin Londra’nın göbeğindeki Hyde Park’taki Serpentine göletine donsuz girmeye çalıştıklarının resmidir. Diğer fotoğraf ise aynı anadan üryan İngilizlerin polis takibinden kurtulup, İsmet İnönü’vari bir çivileme ile suya daldıklarını da gösteriyor.
Yıl 1926 ama olsun. Nereden nereye gelmişler baksanıza!
Islanmadan mideniz bulanmadan yelken yapın
Teknoloji herkesin işini kolaylaştırdı. Bilgi işleme gücü çok yüksek çipler ve var olan telefon hatlarından geniş bant veri aktarımını mümkün kılan modemler sanal dünyaları oturma odalarımıza taşıdı. Yelken de bu gelişmelerden nasibini aldı. Birbiri ardından çıkan çok gerçekçi yelken simülatörleri beceri gelişimine destek sağlıyor. Sürmekte olan açık deniz yelken yarışlarının heyecanını yaşatan internet siteleri ile bağlantılı gelişmiş programlar ise tehlikesiz heyecanlar sunuyor.
Yıllar önce, Macintosh’un Classic model bilgisayarını aldığımda normal iş programlarının dışında kafamı taktığım ilk yazılım Amerika’daki Posey adlı meçhul bir şirketin geliştirdiği yelken simülatörüydü. Çok basit ama etkili bir programdı. Teorik bilgimi geliştirmek için kitaplar okurken, bunları uygulamak için geceleri Classic’in küçücük siyah beyaz ekranında saatlerce sanal yelken yapardım. Yıl 1986 falan olmalı.
Yani yelken ile sanal alemin buluşmasının tarihi ciddi olarak gerilere gider. İlk yazılımın Macintosh için olması da rastlantı değil tabii ki. Windows’un ilk sürümleri böylesi bir iş için hiç de uygun değildi. Bilgisayar oyunlarının uzaylıları zaplamaktan ibaret olduğu günlerde Posey’nin Yelken Dinamikleri Simülatörü bir oyun değil ciddi bir öğrenme aracıydı.
Posey bugün de yelkenin temel ilkelerini sanal alemde öğrenmek isteyenlerin ilk gittiği adreslerden (www.poseysail.com) biri. Programları satın aldıktan sonra internet sitesinden hızlı internet bağlantısı ile bilgisayara indirmek mümkün. Kullanımı basit olan beş farklı yazılım sayesinde ıslanmadan, tuzlanmadan ve mide bulantısıyla uğraşmadan yelkenciliğin temel ilkelerinden yarış kurallarına uzanan bir yelpazede her şeyi öğrenmek mümkün. Ama Posey anlaşılan sanal alemin görsel oyunlarına başvurmaktan pek hoşlanmıyor, çünkü grafikleri hálá çok iyi değil.
Avrupa’da ise bir Alman yazılım şirketinin geliştirdiği simülatör, yelken alemini silkeliyor. Dördüncü sürümü çıkan Virtual Skipper, Posey’nin ürünleri ile kıyaslanmayacak bir görsel zenginlik sunuyor. (www.virtualskipper-game.com) Her ikisinde de işin temeli doğru anlatılıyor ama Alman yazılımı, hızlı bilgisayarların tüm getirisini gerçeğine çok yakın bir sanal dünya için kullanıyor.
Bu simülasyonlar ile dünyanın tüm önemli limanlarında -Rio de Janeiro’dan Marsilya’ya- çok farklı teknelerle yelken yapmak, teknelerin tüm fonksiyonlarını denetlemek mümkün. Yelkeni sevenlerin önce deneme sürümünü, beğenirlerse de 45 dolar olan bedeli ödeyerek oyunun tamamını indirmelerini öneririm. Hızlı bir internet bağlantısı gerekiyor, çünkü indirilen dosya çok büyük; 565 megabyte.
Geniş bant internet bağlantıları, uydulardan sağlanan görüntülerin yaygınlaşması ve hızlı çipler, tehlikelerle dolu açık deniz yarışlarını da bilgisayar ekranlarına getiriyor.
Volvo Okyanus Yarışı’nın 19 Şubat’ta başlayan Wellington-Rio de Janeiro ayağını gerçek zamanlı olarak izlemek isterseniz, www.volvooceanrace.org/ virtualspectator/ adresini ziyaret edip, oradan bir programı indirmeniz gerekiyor. Bu ücretsiz yazılımı indirip açtıktan sonra kısa süre içinde otomatik olarak kurulan internet bağlantısı ile yarışta son durum güncellemesi yapılıyor ve dev teknelerin Güney Okyanusu’ndaki yarışı izlenebiliyor. Kuşkusuz gerçek değil ama uydu bağlantısı sayesinde anında güncellenen grafikler ile yine de çok heyecanlı ve etkileyici.
Yelkenci değilseniz ama bu işten hoşlanabileceğinizi düşünüyorsanız, bu web sitelerini ziyaret etmenizi öneririm.
Yazının Devamını Oku 18 Şubat 2006
1929 yılında Topkapı Sarayı’nın Harem Dairesi’nde toz toprak içinde bir harita bulunur. Piri Reis’in, yüzyıllar önce İbrahim Paşa’nın emriyle çizdiği haritadır bu. Önce Atatürk’e yollanır incelemesi için. 1953’te de Amerikan Deniz Kuvvetleri Hidrografik Bürosu’na gönderilir. Bulgular baş döndürücüdür... Piri Reis’in haritası, bilinen dünya haritaları üzerine bütün teknik dönüşümleri yapılarak oturtulduğunda verdiği koordinatlar tamamen doğru çıkar. Bu kadar doğru bir çizim için haritacının uçağa binmesi gereklidir ki, bu da haliyle o dönemde mümkün değildir.
Bir şafak vakti emrindeki şebek (16. yüzyılda Akdeniz’de yaygın biçimde kullanılan tekne tipi) ile günlerdir izlediği, ıssız bir koyda demirli İspanyol kalyonuna uykudayken aniden saldıran Piri Reis ve leventleri kısa süren çatışmadan sonra bu dev gemiyi ele geçirir. Çatışma kısa sürer. Mürettebattan, köle olarak satılabilecekler alınır, kalanlar forsaya ayrılır ya da öldürülür.
Ganimet paylaşılırken, genç Piri Reis kalyon kaptanının kamarasına girer ve değerli eşyalar arasında haritalara rastlar. Bunları, kendi haritaları ile karşılaştırır, farklarını izlemeye ve elindeki bir haritanın üzerine işlemeye başlar. Bilmediği denizlerin, duymadığı ülkelerin varlığından haberdar olur.
Ferdinand ve İzabel’in İber Yarımadası’ndaki yüzlerce yıllık Müslüman egemenliğine son verdiği 1492 yılında İspanya’dan kaçanları Afrika’ya ve daha ötesine taşıyanlar arasında Piri Reis ve leventleri de vardır. Piri Reis İslam’ın bu en büyük felaketinden elindeki haritaların sayısını artırarak çok kárlı çıkar, Endülüs’ün denizlerle ilgili tüm bilgileri Piri Reis’in eline geçer. Piri, zaten uzunca bir süredir para, mücevher ve köle kadar, harita da toplamaktadır.
Piri Reis, seferlerinde teknesi ya da filoları ile demir attığı her koyu, her limanı ölçüp biçip haritalarını çizer. Bunları da kendisini çok seven ve koruması altına alan Vezir-i Azam İbrahim Paşa’ya gösterir. İbrahim Paşa zamanında ablası tarafından Kanuni Sultan Süleyman’a hediye edilmiş ve birlikte büyümüşlerdir.
TOPKAPI SARAYI’NDAN AMERİKA’YA
Gücü ve cesareti Kanuni Sultan Süleyman’a yakınlığından gelmektedir. İbrahim Paşa bunları bir araya getirip kitaplaştırmasını önerir ve ortaya Piri Reis’in çizimleriyle, Akdeniz’deki tüm limanların pilot haritalarını içeren Kitab-ı Bahriye çıkar. Piri Reis’in Akdeniz’deki gaza yıllarında topladığı haritaları da gören İbrahim Paşa kesin bir emir verir: "Bunlardan öyle bir harita yap ki Kaptan Paşa, dünya Sultan Süleyman’a kalsın." O harita yapılır ama bir kenarda unutulur kalır. Dünya Sultan Süleyman’a tabii ki kalmaz.
Yüzyıllar sonra, 1929 yılında Topkapı Sarayı’nın Harem Dairesi’nde toz toprak içinde bulunan harita, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün incelemesi için Ankara’ya gönderilir. Kanuni Sultan Süleyman’ın ve Mustafa Kemal Atatürk’ün gözleri aynı ceylan derisi üzerinde aynı merak ve ilgiyle dolaşır. 1953 yılında Türk Deniz Kuvvetleri’nden bir subay Piri Reis Haritası’nı Amerikan Deniz Kuvvetleri Hidrografik Bürosu’na gönderir. Bulguları baş döndürür. Piri Reis haritası, bilinen dünya haritaları üzerine bütün teknik dönüşümleri yapılarak oturtulduğunda verdiği koordinatlar tamamen doğru çıkmaktadır. Bu kadar doğru bir çizim için haritacının uçağa binmesi gereklidir ki, bu da, haliyle, mümkün değildir.
Daha sonra, 1960 yılında Amerikan Hava Kuvvetleri, Piri Reis haritasının Güney Kutbu’nun bugün buz altında bulunan bir bölgesini, ancak buz üzerinden yapılan sismik araştırmalar ardından belirlenebilen netlikte gösterdiğini onaylar. Amerikalı Hava Albay, haritanın uzun uzun incelenmesinden sonra "Bölgedeki buz tabakasının kalınlığı 1 mil (1.554 km) kadar. Piri Reis’in haritası üzerindeki coğrafi verilerin, 1513 yılında var olduğunu düşündüğümüz coğrafi bilgi ile nasıl uzlaştırılacağı konusunda en ufak bir fikrimiz yok" diye yazar.
Piri Reis ise adını yüzyıllar ötesine taşıyacak eserlerine rağmen, güney denizlerindeki bir yenilgiden sorumlu tutulur ve kellesinden olur...
Öykü anlattığım gibi mi başladı; yoksa başka türlü mü bilmiyorum. Ama on yıllardır çözülmeyen Piri Reis Haritası muammasının arkasında benzer bir öykünün yattığına eminim. Avrupa’da Rönesans ve Keşifler Dönemi ile örtüşen, tarih tuvali üzerine yapılmış, olağanüstü renkli, hareketli ve sırlarla dolu ve üstelik bugün de süren bir muhteşem öykü. Türkiye’nin üç önemli markasını İstanbul’u, Muhteşem Süleyman’ı ve Piri Reis’i bir araya getiren bir öykü.
Türkiye tarihinde, öykülerinin anlatılması gereken gerçek kahramanlar var.
Benim de donla denize girmişliğim var
Geçen yaz aylarının akıllarda kalan İstanbul geyiği neydi? Sahil yolunda donla denize girenler. Buna hep beraber kızdık. Yakışmadı bize. Böyle mi olmalıydı, bu şehir böyle bozulur muydu? Falan. Oysa sanırım, yıllardır yaşadıkları İstanbul’da denizle hiç tanışmamış milyonlar olduğunu düşününce, donla da olsa denize girmenin olumlu yönlerine dikkat çekmeliydik.
Bu konuyu yeniden kaşımamın nedeni tamamen kişisel. Geçenlerde baktığım eski aile fotoğrafları, denizle yeni yeni tanışırken benim de donla girmiş olduğumu anımsattı; bu bir rezalet.
Yer Fenerbahçe Plajı, yıl 1962 olmalı, 2 yaşında görünüyorum; yaz. Ancak ayak bileğime gelen suda annemle oynarken çekilmiş bir resim. Mayom var mıydı? Varsa neden donlaydım? Yoksa neden yoktu? O zamanlar Chicco, Mothercare falan olmadığından mı, yoksa bugünün ölçülerine göre orta sınıflaşmamışlığımızdan mı, bilmem. Belki de mayomu evde unutmuşlardı. Önemli bir kişisel tarih konusu yani. İşin derinine ineceğim; haberiniz olsun.
Ama sonuçta denizle donla da olsa tanışmak önemlidir.
*
O müstehcen fotoğrafın çekilmesinden 5-6 yıl sonra yaz aylarında Kalamış ve Fenerbahçe kişisel coğrafyamın önemli durakları oldu. Galatasaray Kulübü’nde yüzmeyi geliştirdim ve Galatasaray’ın lisanslı sporcusu oldum. Ne yapalım Beşiktaş’ın yüzme okulu da, yüzme takımı da yoktu.
İETT’nin eski, gürültülü ve leş gibi Skoda otobüslerinin ön koltuğuna oturur, Yoğurtçu Park’ın oradan Fenerbahçe’ye gider, akşam geri dönerdim. Fenerbahçe Meydanı’ndaki büfelerden arada bir aldığım, turşulu, mayonezli sosisli sandvicin tadı hálá damağımdadır.
Bazen de, şimdi o zamanlardaki güzelliği çok yüceltilmesine rağmen, hakkında "hijyen, hijyen" denemeyecek Kalamış Koyu’ndan martı ve kedi leşlerine basmamaya çalışarak geçerdim. Terebentin ve yağlı boya kokuları arasında boyanan kayıklara ve yelkenlilere bakar, özenirdim. Küçük güzeldi. Ben oralarda küçük düşler kurarak dolaşırken, birkaç sene sonra çok ama çok ünlü olacak Mazhar, Fuat ve Özkan, Köhne dediğimiz küçük çay bahçesinde oturur makara yaparlardı. Yerel şöhretlerdi. Televizyon daha siyah beyaz bile değildi.
*
İstanbul’u denizle buluşturmaktan söz edip duruyoruz. Yetersizlikler var; bunu herkes görebiliyor. Ama İstanbul’un yarım yüzyıldaki dönüşümünün olumsuzluklarını en sert biçimde yaşayan bizlerin anımsaması gereken, dönüşümün olumlu etkilerinin en az 3 kuşaktan sonra doğacağı gerçeğidir.
Babam çocukken yüzerek Çırağan Sarayı’nın oradan Üsküdar’a geçermiş, ama bugün bile, değil tekneye, gemiye binerken arıza çıkartır. Ben lisanslı yüzücü oldum, tekneye ilk kez 20 yaşında binebildim. Kızım geçen yaz, 5 yaşında yüzme öğrendi, tekneye bindi, benimle dümen tuttu, kustu ve küçük kamarasında uyudu.
Sosyoloji 101’den son not: İstanbul denizle buluşur ama önce denize donla girenlerin sayısı hayli artacaktır. Yaz yaklaşıyor; hazırlıklı olun diye söylüyorum.
Bodrum Kış yarışları yapıldı
Bodrum Açıkdeniz Yat Kulübü tarafından düzenlenen ve Milta Bodrum Marina, Koç Allianz Sigorta ve Kayra Şarapları tarafından desteklenen Bodrum Kış Yarışları’nın ikinci ayağı yapıldı. 11 Şubat günü 20 millik Gümbet- Karaada rotasında offshore, 12 Şubat günü Bodrum içinde 18 millik sosis rotada yapılan yarışta hava koşulları uygundu. Yarışa katılan 21 tekne, IRC Yarış/Yarış Gezi A, IRC Yarış/Yarış Gezi B, IRC Gezi A, IRC Gezi B ve Destek olmak üzere beş klasmana ayrılmıştı. Bodrum Kış Yarışları, 2001 yılından bu yana her yıl 7 ayak 14 yarış üzerinden düzenleniyor.
İKİNCİ AYAK ŞAMPİYONLARI
IRC Yarış/Yarış Gezi A Grubu: Limoncello ile Hakan Börtecene ve ekibi
IRC Yarış/Yarış Gezi B Grubu: Bootes teknesi ile Turhan Soyaslan ve ekibi
IRC Gezi A Grubu: Kontiki teknesi ile Ömer Karacalar ve ekibi
IRC Gezi B Grubu: Yeşil teknesi ile M. Şükrü Yılmaz ve ekibi
Destek Grubu: Zagun teknesi ile M. Zafer Günel ve ekibi
Yazının Devamını Oku 11 Şubat 2006
Denizin şehirlerdeki, bu arada İstanbul’daki işlevi giderek değişiyor, dönüşüyor. Sanayi dönemine ülke olarak yeni yeni girsek de, ticaretin büyük bölümünü yaptığımız Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri’nin sanayi sonrası döneme geçmeleri bu dönüşümün en önemli nedeni. Okyanus aşan ticaret gemilerinin "döktüğü" malların piyasaya aktarılmasında ilk adım olan limanlar artık dev kutuların üst üste dizilip, tren ya da kamyonlarla dağıtılan, bilgisayar denetiminde steril alanlar haline geldi. Küresel pazarın oluşumu gümrük düzenini de değiştiriyor. Bütün büyük liman şehirleri işte bu altüst oluşu yaşıyor.
Volvo teknelerinin şamandıra yarışları yaptığı Melbourne, Amerika Kupası teknelerinin merkez olarak seçtiği Valencia gibi şehirler bu dönüşümü büyük tanıtım fırsatları yaratan etkinliklerin eşliğinde gerçekleştiriyor. Bu tür dev etkinlikler dönüşüm çabasının sancılarını hafifletiyor, yapılanların halka gösterilmesini kolaylaştırıyor.
*
Volvo Okyanus Yarışı’nı bir fırsat olarak kullanan Melbourne, önemli bir fırsatı değerlendiren son şehir oldu. Teknelerin Melbourne’a uğraması için büyük çaba gösteren ve bunun için önemli ödünler veren yerel yöneticiler yaklaşık 200 milyon dolar yatırımla şehrin dünya haritasındaki yerini pekiştirdiler.
Hızla büyüyen şehrin 200 yıllık geleneğine güçlü bir uluslararası marka eklemek için dünyanın konut olarak planlanan en yüksek binası yapılacak. Bu açıklama şehrin Volvo yarışı ile coştuğu bir dönemde, daha yeni, yapıldı. 300 metre yüksekliğindeki, 92 katlı Eureka Kulesi’nin tamamı 554 apartman dairesine ve bir alışveriş merkezine ayrılacak. Kule, dünyanın en yüksek binası değil ama eski liman bölgesini canlandıracağı için önemli bir dönüşüm projesi niteliği taşıyor.
Eureka Kulesi’nin şehrin siluetine yapacağı etkiler uzunca süre tartışılmasına rağmen, genç bir ülkenin çok genç şehrinin cesareti, denizin şehirlerdeki işlevinin nasıl değişmekte olduğunu gösteriyor.
Çok eski bir ülkenin, İspanya’nın, önemli bir şehri Valencia, Amerika Kupası’nı dönüşüm için bir kaldıraç olarak kullanıyor. Amerika Kupası’nı 154 yıllık tarihinde ilk kez Amerika dışına çıkartmayı başaran Valencia’nın vizyoner yöneticileri, medyanın yoğun ilgisi altında eski liman bölgesini dönüştürüyor, geliştiriyor.
Güney Amerika’yı kanlı bir işgal ile Latinleştiren gemilerin çıktığı limanlardan biri olan Valencia’daki değişim baş döndürüyor. Tüm dönüşüm projelerinde olduğu gibi şehir yaşamı farklılaşıyor, kalite artıyor.
*
Bilmem farkında mısınız? İstanbul, önümüzdeki haziran sonu ile temmuz başında, çok önemli bir kent olacak. Akdeniz’in en önemli yelken yarışı Fransa’nın Cannes Limanı’ndan başlayacak ve deniz şehirlerinin kraliçesi İstanbul’da sona erecek. Bu yarış Volvo ya da Amerika Kupası kadar büyük değil. Ancak, Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerin çok hassas olduğu bir dönemde, çoğu fikir önderi binlerce yelkenci, dünya şampiyonlarının katılacağı bu yarış için gözlerini İstanbul’a çevirecek. Avrupa medyası İstanbul’u mesken edinecek.
Melbourne ve Valencia örnekleri gibi, bu yarış İstanbul’un dönüşümünü sağlayacak projelerin açıklanıp güçlü bir vizyonun ortaya konacağı bir fırsat olarak mı değerlendirilecek, yoksa alışık olduğumuz türden kayıkçı kavgalarına mı tanık olacağız? Hep birlikte göreceğiz. Galata Limanı’nı, Haydarpaşa’yı yeniden düşünmek önemli. Bu süreç birkaç ayda tamamlanamaz kuşkusuz. Ama en azından şunu tartışmaya başlamamız gerek: İstanbul’un kamuya ait deniz kenarı alanlarını nasıl değerlendireceğiz, bu şehri denizle nasıl barıştıracağız?
Okyanusun kahramanları Melbourne’da
Volvo Okyanus Yarışı’nın üçte biri geride kaldı. Doğa şartlarının zorladığı yüksek teknolojili tekneler her etapta fire verdi. Güney Afrika’daki Cape Town ile Avustralya’nın Melbourne limanları arasındaki ikinci etap, denizle şaka olmayacağını bir kez daha gösterdi. Teknelerin hareketli salmaları zarar gördü, direkler kırıldı. Şu günlerde Melbourne’da liman içi yarışlar sürdürülüyor. 20 deniz mili hızla şamandıralar arasında yarışan tekneler Melbourne’u şenlendiriyor.
Yarış başlar başlamaz ileride karşılaşılacak sorunların işaretleri geldi. Biscaye Körfezi’nde daha ilk gün yakalanılan fırtınanın hırpaladığı teknelerden yarışı bırakmak zorunda kalanlar oldu. Sorun, her türlü hava koşuluna dayanacağı söylenen hareketli salmalardan kaynaklandı.
Yüksek hızda salmalara binen yanal güçler, salmaları zorladı, hatta Pirates of Caribbean teknesini batmanın eşiğine getirdi. Tasarımcılar masalarının başına geçip, yanlışı nerede yaptıklarını belirlemeye çalıştı.
İkinci ayakta da sorunlar çıktı. Brazil 1 direği kırıldığı için yarışı terk etmek zorunda kaldı. Brazil 1, geçici direkle ulaştığı Avustralya’nın Freemantle Limanı’ndan Melbourne’a kamyonla taşındı. Avustralya’nın Nullarbor Düzlüğü diye adlandırılan çöl bölgesini batıdan doğuya geçen Brazil 1’in 4 bin kilometrelik alışılmadık yolculuğu yaklaşık beş gün sürdü. Böylece, Melbourne’a yarışı olması gerektiği gibi denizden tamamlayan ABN Amro One teknesinden 11 gün sonra ulaşmış oldu. Brazil 1 denizde veremediği güzel pozları, çölün ortasında verdi.
ÇOKULUSLU EKİPLER
Yarışın iki ayağında da üstünlüğünü gösteren ABN Amro One teknesinin mürettebatı Amerika, İngiltere, Yeni Zelanda, İrlanda, Fransa ve Güney Afrika’dan gelmiş yelkencilerden oluşuyor. Bunun, daha önce tek uluslu ekiplerle yarışa katılanların gözlemleri ile ortaya çıkmış ilginç bir nedeni var: Bir sorun çıktığında aynı kültürel altyapıya sahip ekiplerin aynı anda moral bozukluğu yaşadığı, çokuluslu ekiplerin tepkilerinin ise kültürel farklılıklar nedeniyle birbirlerini dengelediği belirlenmiş. Bu nedenle, bütün açık deniz yarışlarında artık çokuluslu ekipler yeğleniyor.
Yapılan psikolojik testler hedefe odaklanmayı, kararlılığı ve duygusal istikrarı öne çıkartıyor. Çok olumsuz koşullarda uzun süre birlikte kalan ekipler, teknenin başarı grafiği ile yatıp kalkıyor. Okyanus yarışları asla vazgeçmemek ilkesi üzerine dayandığından uyum, birlikte yarışma ve eğlenme özellikleri büyük önem taşıyor.
Yarış, ekipler üzerinde, psikolojik baskıdan kat kat fazla fiziksel baskı da getiriyor. Bir şamandıra yarışı olan Amerika Kupası teknelerinde 17 kişiden oluşan bir ekip varken, aynı boydaki Volvo tekneleri sadece 10 kişi ile yarışıyor. Dev yelkenleri indirip basmak ve kaçınılmaz aksaklıklarla mücadele etmek için altın madalyalı olimpiyat sporcuları seviyesinde hazır ve onların sahip olması gerekmeyen ölçüde cesur olmak gerekiyor.
DENİZCİLİK ÖDÜLÜ
Yarış, büyük bir otomotiv şirketinin adını taşısa da, katılan tekneler milyonlarca dolar harcayan şirketler adına yarışsa da; her şeyi mümkün kılan, bireylerin fedakarlığı. ABN Amro One ekibi Melbourne’da birincilik ödülünü aldıktan ve kameralar toplandıktan sonra Denizcilik Ödülü verildi. Ödülün sahibi, genç bir Brezilyalı olan Andre Fonseca oldu. Brazil 1’in direği kırıldıktan sonra direk parçalarını ve yelkeni toplamak için kendini dondurucu Güney Okyanusu’na atan Fonseca’nın cesareti kutlandı.
Cesaretin böylesine sergilenmesine olanak veren insan ruhu, bu tür yarışları, milyon dolarlık makinelerin çekişmesinin ötesine taşıyor ve yaşanan heyecana anlam katıyor.
Yarışta son durum
TakımPuan
ABN AMRO ONE32.5
ABN AMRO TWO25.0
Movistar18.0
Pirates of the Caribbean16.5
Brazil 116.0
Ericsson14.5
Brunel 11.5
Ellen MacArthur’dan albatroslara destek
Volvo yarışının en önemli unsurlarından biri de çevreci yönü. Bu yılın konusu albatroslar. Güney Okyanusu’nda yaşayan bu dev kuşlar, kilometrelerce uzunluğundaki balık ağlarına takılarak ölüyorlar ve bu nedenle de nesilleri tükenme tehlikesi ile karşı karşıya. Pirates of the Caribbean ekibinden Justin Clougher’ın bir yanda yarışırken, diğer yanda sürdürdüğü çevre savaşçılığı ona Wallenius Willhelmsen Okyanus Ödülü’nü kazandırdı. Clougher, albatroslar ile denizaşırı yelken yarışına katılanları şöyle karşılaştırıyor: "Albatroslar saatlerce çaba harcamadan ve sessizce uçmak için doğmuşlar. Kaybolup denize açılır, aylarca geri dönmez, kara görmez, kendi başına mutlu ve yeterlidir. Bu özelliklerden hepimiz bir şeyler öğrenebiliriz." Albatrosların gönüllü elçileri arasında Ellen MacArthur’un da bulunması bu kuşların gelecek umudunu artırıyor.
Yazının Devamını Oku 4 Şubat 2006
Birkaç güne sarkan gazete yazıları, dizi filmler falan bana uymaz. Hep en kritik bölümü kaçırırım ve aklımda kapağı açık unutulmuş sıcak kola kıvamında bir izlenim takılı kalır. Tatsız olur yani. Bu konuda, standardı belirlemediğim gerçeği ortada. Bir diziyi düzenli izleme becerisine sahip olmamam kimsenin umurunda değil, uzun dizi yazılar ve dizi filmler falan yıkıyor ortalığı... Madem öyle, madem konuya talep yüksek, ben de bir kereliğine kısa bir nehir yazı olayına giriyorum ve geçen hafta yazdıklarıma gösterilen tepkileri cevaplıyorum.
Ne söylemişim geçen hafta? Günün birinde ben de zamanı istediğim gibi kullanma lüksüne kavuşursam, denizi hayatımın merkezine oturtacağım. Bunun için, bir tekne yaptırabilirim, maddi-manevi hazırlıklara başlamalıyım. Ve bu tekne de Ted Hood tasarımı Little Harbor 50 olabilir. Buydu.
Modern teknelere birkaç kez yoğurt kabı dediğimi hatırlatan bazı okurlar, 20 yıl önce çizilmiş ve artık üretilmeyen bu teknenin neden çekici olduğunu anlamadıklarını yazdı. Doğrudan söylenmese de, beni sanayi devriminin başında öfkelendiği makineleri kıran bir el işçisi gibi gördüklerini hissettim. Doğru düşünmüşler. Tekneler konusunda öyleyim.
*
Çok uzun yıllar önce, henüz internet Amerikan ordusunun en gizli silahı iken, Little Harbor broşürlerini Amerika’dan istemiş ve günler boyu bakmıştım. İyi broşür, iyi sanattır tabii ki. Little Harbor’un broşürleri en az tekneler kadar güzeldi ve ben yalnızca broşürlerle yetinmeliydim, yetinebilirdim ve büyük olasılıkla yetinecektim. Yıl 1988.
Ağır tekneler olmalarına rağmen performanslarının yüksekliği şaşırtıcıydı. Biraz araştırınca, Ted Hood’un ağır tekne- güçlü arma ilkesi ile hareket ettiğini gördüm. Sert havada az yalpalayıp, buzkıran gibi giden tekneler.
Geçen Haziran ayında Ted Hood ile İstanbul’da tanıştım. İşine hálá gösterdiği özen etkiledi beni. Tasarım felsefesini sorduğumda, "Performans, teknenin denizdeki tavrını etkilememeli" diyerek, çok kısa bir yanıt verdi. Performans için teknenin sualtı ve suüstü formunun bozulmasından hoşlanmadığı ortadaydı.
Amerika ve Avrupa’nın refahı, son 25 yılda denize ilgiyi arttırdı. Bunun en önemli sonucu ise tekne kiralama sistemlerinin geliştirilmesi oldu. Elde çantalarla kışın ortasında uçağa atlayıp, dünyanın öteki ucunda birkaç hafta yelken yapmak artık mümkün. Karayipler’de, Uzak Doğu’da, Ege’de ve Akdeniz’de dev yat filoları yelkencileri bekliyor.
Bu durum tekne tasarımlarını da etkiledi kuşkusuz. Tasarım önceliği aynı anda çok sayıda tekne alan büyük kiralama şirketlerinin isteklerine verildi.
Küçücük tekneler yükseltildi, akşam sefası için dev havuzluklar, üç çiftin uyuyabileceği nohut oda bakla sofa kamaralar yapılır oldu. Tekne satışları patlarken, tekne estetiği alt üst oldu ve silikonlu yoğurt kapları ortaya çıktı. 11,5 metrelik tekneye pasarella ile tırmanılır mı? Artık tırmanılıyor. Böyle giderse, yelkenciler teknelerine binmek için dağcı olacak.
*
Beğenmek zorunda değilsiniz ama beğenseniz iyi olur, çünkü çok güzel: Little Harbor 50. Forma bakın. Bir balık gibi! Salması boydan boya uzanıyor, ağır bir tekne. Açık deniz seyrinde hareketli kanat (centreboard) indirildiğinde, teknenin yanal direnci artıyor ve rayın üzerindeki lokomotif gibi gidiyor. Hacimli. Bir yıl hiçbir yere uğramayın; o okyanus senin, bu okyanus benim dolaşın.
Unutmayın, tekneler en eski ulaşım aracıdır. Otomobil ve uçak 20. yüzyıl buluşlarıyken, tekneler yüzyıllardır var. Yani, isteseniz de istemesiniz de, suda üzerinde şaşkın bir insan ile yüzen ilk kütükten, Volvo Okyanus Yarışı teknelerine uzanan sürecin altın orana sahip teknelerinden biri Little Harbor 50’dir.
Eski, kuşkusuz, her zaman güzel değildir. Ama söz teknelere gelince, eski, genellikle güzeldir.
Okyanus aşan lüks oyuncak
Wally, 10 milyon euroyu bir yelkenli tekne için harcayacak kadar zengin olanların akıl defterinde kesinlikle yazılı olan bir marka. 1993 yılında, gezi yelkenlileri kavramını kökünden değiştirme hedefi ile kurulan şirket, hedeflediği değişimi gerçekleştirmekle kalmadı, değişimi kendi markasıyla özdeşleştirdi. İşte buna gerçek başarı denir.
Şirketin sahibi Luca Bassani tam bir deniz kurdu. 48 yaşında ve 34 yıldır denizlerde. Hep yat yarışlarına katılmış ve hep kazanmış. Avrupa Şampiyonlukları ve dereceleri, bir Dünya Şampiyonluğu var. Bassani’nin bu derin deneyimi, ona, yelkenli tekne tasarımının köklü bir şekilde değiştirilmesinin mümkün olabileceğini düşündürmüş. Şu anda Wally, lüks ve modern yelkenli tekne dendiğinde akla gelen ilk şirket.
Bunun birçok nedeni var kuşkusuz. Bir Wally’yi incelediğinizde ilk göze çarpan güvertenin büyüklüğü ve sadeliği. Tamamen elektrikli ya da hidrolik sistemle donatılan Wally’lerde yelkenlerin ipleri ve halatlar hep güvertenin altından geçiriliyor.
TEKNE Mİ, BEŞİNCİ CADDE’DE EV Mİ?
Wally tanıtım fotoğraflarının çoğunda, koskoca bir havuzlukta tek başına dümen tutup, önünde uzanıp giden güverteye bakan birini görüyorsunuz. Verilen mesaj açık: Yelkenli tekne kullanmak o kadar zor değil. 40 metrelik bir Wally’yi tek başınıza kullanabilirsiniz. Konuklarınızı da teknenin dev güvertesinde rahatça ağırlayabilirsiniz. Şirket güverteye bu nedenle "denizdeki teras" diyor.
Güvertede göze çarpan bir diğer güzellik, teknenin içinin çok aydınlık olmasını sağlayan "gök penceresi." Uzun bir pencere, klasik yelkenli teknelerin bazılarına ağır gelen atmosferini dönüştürüyor, aşağıda da aydınlığını hakim kılıyor.
Salon ve kamaraların tasarımı modern. Sanki bir teknede değil de, New York’da 5. Cadde’deki bir gökdelenin 89. katında, moderne eğilimli bir iç mimarın elinden çıkmış bir dairede gibi hissedebilirsiniz kendinizi. Cam lavabolar, açık renkli ağaç kaplamalar, rahat ve kaygısız bir yaşama işaret eden ipuçları.
UÇTU UÇTU WALLY UÇTU
Kompozit malzemelerin kullanılması sayesinde, gövde çok hafif ve çok dayanıklı oluyor. Wally, böylece, teknelerinin yalnızca lüks oyuncuklar değil, okyanus aşabilen lüks oyuncaklar olmasını sağlıyor.
Dünyanın en pahalı ve en hızlı otomobili olan Bugatti Veyron’un üreticisi Bugatti’nin İcra Başkanı Dr. Thomas Bscher için üretilmiş olan Wally 94.3 Open Season, 250 beygirlik makinesi ile 12, yelkenle 20 deniz milinin üzerinde hız yapıyor. Hediyesi 9 milyon euro. Bugatti Veyron ise 1 milyon euro. Saatte 400 kilometrenin üzerine çıkabilen bir Bugatti’den inip, saatte 45 kilometreye ulaştığında uçtu denen bir Wally’e binmek, gerilen sinirleri yatıştırmaya birebir gelse gerek.
WallyPower 118, Luca Bassani’nin hızla büyüyen motoryat işinde attığı büyük bir adım. 36 metrelik bu tekne titanyum gaz çıkışlı üç dizel türbini ile 16 bin 800 beygir güce sahip ve saatte 60 deniz mili yapabiliyor. İlk örneği 2002 yılının sonunda denize indirilen WallyPower 118, tasarımı ile bir kurgu bilim filminden çıkıp gelmiş gibi görünüyor. Gri gövdesi ve elektronik aygıtların konumlandırılma şekli bir hücumbotu çağrıştırıyor. WallyPower 118, cam kullanılan güvertesi sayesinde yine aydınlık bir iç mekan sunuyor.
WALLY MARKA YATLAR
Denize çıkmayı sevseniz de, sevmeseniz de yelkenleri fora bir tekneye uzun uzun bakmamanız mümkün değildir. Denizin sertliğine zarafetle kafa tutan tasarımları ile yelkenli tekneler, birbirlerine çok benzer. Ancak bir şirket var ki, ürettiği süper yatlar gittiği her limanda 12 yıldır ilgi odağı oluyor, baş döndürüyor. Dünya Şampiyonu İtalyan yelkenci Luca Bassani’nin şirketi Wally, tekne tasarımını yeniden yazıyor, klasik yelkenli formunu 21. yüzyıla taşıyor.
Yazının Devamını Oku 28 Ocak 2006
Kış aylarında çok güzel yaz düşleri kurulur... Teknede daha çok zaman geçireceksinizdir. Yazın kesin güneye ineceksinizdir. Geçen sene ihmal ettiğiniz işleri yapıp, tekneyi güzelleştireceksinizdir. Ya da "küçük olsun benim olsun" deyip bir tekne almak için harekete kesin geçeceksinizdir.
Yaz düşlerinin tekrarından sıkıldığınızda daha uzun vadeli düşler sizi bekler. Bu düşler genellikle lotoyu kazananların belirlendiği cumartesi gecesi biraz duraklar ama; olsun.
Gündelik tempoyu yavaşlatıp zamanın çoğunu kendine ayırma lüksüne sahip olursanız neler yapacağınızı düşlersiniz bu defa. Ama lütfen emeklilik demeyelim; işten emekli olanlar genellikle hayattan da emekli oluyorlar zira. Zamanı istediğin gibi kullanma lüksü diyelim.
*
Karadeniz’den gelen soğuk hava dalgası sanki ilk bizim Kilyos’taki evin üstünden geçiyor; merhaba poyraz. Islıklar çalan fırtına kar taneciklerini yoğun bir toz bulutu gibi bahçenin bir ucundan öbürüne üflüyor, duvarların dibine yığıyor.
Kalın dalları bile şiddetli rüzgárla eğilen yaşlı meşe ağacının tepesine yazın takılan ve boz beyaz manzaranın tekdüzeliğini kıran mavi uçurtma kuyruğunun ha düştü, ha düşecek hırpalanmasına bakarken, zamanı istediğim gibi kullanma lüksüne sahip olmadığımı anımsıyorum. Bu yazının yetişmesi gerek.
Hayatlarında çalışmak dışında önemli parantezleri olanlar bilirler. O parantezlerin içine kaçmak ister insan hep. Aç parantez, zamanı istediğin gibi kullan, daha çok kullan, hep kullan, kapa parantez. Bunu gerçekleştirenler genellikle mutlu insanlardır. O parantezler, adı konmasa bile bireysel sığınaklardır tabii ki. Birçoğumuz için hedef de hayatın tamamını parantezlerin içine alabilmek ya da günün birinde onları tamamen ortadan kaldırmaktır.
*
Yılbaşı, bayram, fırtına derken hayli yavaş başlayan 2006’nın ilk haftalarında epey düşünme fırsatı buldum. Planların gizlilik derecesi yüksek; kozmik kasada saklıyorum. Ama ne yapacağıma gündelik temponun değil, benim karar vereceğim günler geldiğinde olacakların bazılarını sizinle paylaşmak istiyorum:
1. Denizi hayatın tam merkezine oturtacağım.
2. Yazların tamamı teknede geçecek. Baharların da; belki.
3. Okyanusları aşmak istemiyorum. Türkiye kıyıları bana yeter. Hatta teknede olmak bile bazen yetebilir. Benim için iyi bir macera, Yumurtalık’tan Hopa’ya ve Saros Körfezi’nde Meriç deltasından İğneada’nın kuzeyinde Bulgaristan sınırına gitmek, Türkiye kıyılarını görmek yeter.
4. Eş, çoluk çocuk torun. Onları istiyor muyum? Evet. Onlar beni ister mi? Bilmiyorum... Ama Halki küçük gelebilir. Daha büyük bir tekne için yatırım hazırlıklarına girişilecek.
*
Ne de olsa maddeci bir kültürün elemanlarıyız. Şu sıralarda daha büyük bir tekne için yatırım maddesi üzerine kafa yoruyorum. Hemen değil; ileride. Tekne almak mı; tekne yaptırmak mı? Gözükara bazılarımız gibi tekne yapmak benim seçeneklerim arasında değil.
Almak pahalı. Yaptırmak külfetli ama bir teknenin ortaya çıkışına tanıklık etmek, tüm ayrıntılarını bilmek çok keyifli kuşkusuz.
Bakalım... Ama şimdiden bir klasikte gözüm var. Ted Hood’un tasarladığı ve 1980’lerin sonu ile 1990’ların başında ürettiği Little Harbor serisi teknelerden Little Harbor 50’nin tüm çizimleri tasarımcısının imzası ile elimde. Yoğurt kabı değil; tekne.
Yazı bitsin; parantezi açıp, Little Harbor 50 planlarını dökeceğim ortaya yine. Düşler bedava. Yarın parantez nasıl olsa kapanır.
Yatçıların korku kıyısı SOMALI
Bu adamları bu kadar yakından görüyorsanız, başınız dertte demektir. Yakın zamanlara dek korsanların büyük tonajlı ticaret gemilerine saldırdığı Malaka Boğazı denizciler için korkulu bölgeydi. Geçtiğimiz yıl ise Doğu Afrika kıyılarından Kuzey’e doğru çıkan tekneler için Somali açıkları en tehlikeli bölge ilan edildi. Afrika’nın boynuzu, kıyıdan hızlı teknelerle gelip, yatları ve küçük tekneleri soyan korsanların yatağı haline geldi.
Mahdi ve Gandalf adlı Amerikan bandıralı iki yatın Aden Körfezi’nde geçen yılın ortalarında uğradığı saldırı, Somali’deki "devletsizliğin" açık denizde yarattığı terörün boyutlarını ortaya koydu. İki tekne de olayı kazasız belasız atlattı ama başlarına gelenler bölgeyi denizcilerin kara listesine soktu.
Yemen açıklarında seyreden iki teknenin yolunu kesen hızlı botlar gösterdikleri Kalaşnikoflar ile havaya ateş açarak iki teknenin durmasını istedi. Amerikan Deniz Kuvvetleri’nden emekli bir subay olan Mahdi’nin sahibi, içerdeki pompalı tüfeği ile teknelerden birine ateş ederek yaklaşmasını ve korsanların burnunu dahi göstermesini engelledi. Bu arada teknedeki iki kişi saçma ile yaralandı ve uzaklaşmaya başladı.
Diğeri ise aborda olmak için yanaşan diğer tekneye ani bir manevra ile tam ortasından vurdu. Bunun sonucunda da ikinci tekne neredeyse ikiye bölündü.
İki yat bölgeden tam yol ayrıldı ve hedefleri olan Akdeniz’e, Süveyş Kanalı’nı geçerek birkaç ay içinde ulaşmayı başardılar.
Geçen yılın sonlarında Kenya’dan Akdeniz’e gitmekte olan Sara of Hamble ise o kadar becerikli ve şanslı değildi. Çıktıkları dünya turunun son aşamasında balıkçı pozunda yaklaşan korsanların saldırdığı Andrina ve John Cossey, tekneleri hariç her şeyi kaybettiler. Yaklaşık iki saat süren soygun sırasında teknenin altını üstüne getiren korsanlar, tüm elektronik aygıtları, saatleri ve saklanan tüm paraları alıp uzaklaştılar.
Kasım 2005’te, yine aynı sularda Seabourne Spirit adlı bir büyük yolcu gemisi de korsanların saldırısına uğradı. Mürettebat, sağır edici şiddette ses çıkartabilen bir silah kullanarak korsanları geri püskürtmeyi başardı.
Korsanlığın yalnızca yabancı bandıralı yatları hedef almaması, sorunun çözümü için adımlar atılmasını sağladı. Korsanların, Birleşmiş Milletler yardımı taşıyan Somali ve Kenya bandıralı ticari gemilere bile saldırmasının ardından Batılı ülke donanmaları 2500 kilometrelik Somali kıyıları açıklarında devriye gezmeye başladı. Korsanlar halen bir şilep ile çok sayıda balıkçı gemisini rehin tutuyor.
Amerikan Deniz Kuvvetleri geçen hafta başında kaçmaya çalışan büyük bir teknenin uyarı ateşiyle durdurulmasının ardından, korsan olduğundan kuşkulanılan Somali vatandaşlarının sorgulandığını açıkladı. Ancak bu girişime rağmen, iç savaş ardından devlet yönetimi bulunmayan Somali’nin daha uzun bir süre çok tehlikeli olmayı sürdüreceği belirtiliyor.
YACHTING MONTHLY TÜRKİYE’Yİ TAVSİYE ETTİ
İngiltere’nin en çok satan yelken dergilerinden Yachting Monthly, şubat sayısında yelkencilere Türkiye’yi tavsiye ediyor. Mevsim öncesinde 10 sayfalık Charter ekinde Türkiye’ye altı sayfa ayıran dergi, ilk yazısında Göcek-Kemer arasında yelken seyrini anlattı. Bu geziye 5 üzerinden 4 veren dergi, gündelik gezi teknelerinin yoğunluğunun yorucu olduğunu belirtti.
İkinci yazıda ise Bodrum’da bulunan yelken merkezli bir tatil köyü tanıtıldı. "Böyle bir tatilin en güzel yönü, istediğini istediğin zaman yapabilmek" diyen dergi, "Türklerin çocuk sevgisi inanılmazdı" diye yazdı.
İngilizlerin Türkiye’de yapması gerekenler
Türk kahvesi ve Efes bira içmek.
Lahmacun ve meze yemek.
Bodrum’un gece hayatını yaşamak.
Otomobil kiralayıp Bodrum yarımadasının tüm köylerini görmek.
Hijyen kaygılarını bir yana bırakıp nargileyi denemek.
Bütün Noel alışverişini Bodrum pazarlarında yapmak.
Dan Brown ve Sudoku kitapları okuyun. Herkes onları okuyor.
Yazının Devamını Oku 21 Ocak 2006
Bir yanda çok tehlikeli ve çok sıkıntılı yolculukları göze alan aşırı sporcular, denizaşırı yelken yarışçıları, diğer yanda, tropik bir adanın kumlu sahilinde güneş batarken, teknesinde içkisini yudumlama düşleri kuran gezi yelkencileri. Dünyaları birbirlerinden çok ayrı olmasına rağmen, yelkencilerin okyanuslarda her gün artmasını sağlayan önemli ortak noktaları var; sayıları artan yarışlar, ıssızlığını giderek yitiren koylarda demirleyen tekneler, yaygınlaşan deniz deneyimi, hızla ilerleyen teknoloji. Düşlenemezin gerçekleştiği günler yaşıyoruz.
Son 30 yıl hepimizin hayatını değiştirdi. Olağanüstü hızlanan bir tempo ve tempoyu daha da sinir bozucu hale getiren teknoloji patlaması. Bunun ciddi etkilerini denizlerde de görüyoruz.
Fırtınalar denizi kaynayan bir kazana çevirir. Ne yapacağını bilmeyenler ya da şans yoksunları tarih boyunca bu kaynayan kazanda kaybolup gitti. Geçenlerde bir dergide yaşlı bir deniz kurdunun, "Artık bir fırtınayla karşılaşmadan dünyayı gezmek mümkün bile olsa, denize açılan herkes sert havada ne yapılacağını bilmeli" dediğini okudum. Bu sözlerin denizi çok iyi bilen birinin ağzından çıkması önemli. Ama söyleyene değil söyletene bakmak gerek tabii ki. Son 30 yılda gelişen teknoloji herkesin işini çok kolaylaştırdı.
Uydu telefonları, çok büyük olmayan bir yatırımla hava durumunun çok ayrıntılı bir şekilde teknelere ulaşmasını sağlıyor. Hava durumunu öğrenip limandan ayrılmayan, ya da yaklaşan bir kötü hava cephesinin önünden kaçmak için gerekli değişiklikleri yapan yelkenciler, havanın en kötü etkilerinden kurtulabiliyor. Unutmayın en iyi gezi yelkencisi fırtınadan kurtulan değil, fırtınaya yakalanmayandır.
Magellan’ın denizde e-posta alınmasını mümkün kılan ilk el cihazını 1990’da piyasaya sürmesinden sonra bugün ulaştığımız düzey şaşırtıcı. Daha önce de kısa dalga radyo ile ayrıntılı hava raporları alınabiliyordu ama bugün bir meteoroloji merkezine gelen bilgileri okyanus ortasında teknenize indirebilirsiniz. Magellan bugün, GPS teknolojisinin önde gelen isimlerinden.
GPS deyince... Denizde en önemli sorun nerede olduğunu bilebilmektir. Her ne kadar giderek yaygınlaşan GPS cihazları ilk çalıştırıldıklarında "seyir amaçlı kullanılamaz" mesajı veriyorsa da, bugün kağıt üzerindeki deniz haritalarına bakmadan, sekstant ile pozisyon belirlemeden dünyayı dolaşabilmek mümkün. Elektronik haritaları 1987 yılında teknelere ilk sokan şirket C-Map bugün, uzaydan çekilmiş fotoğraflarla bütünleşmiş, denizin dip şekillerini de gösteren sayısal haritalar ile pazar liderlerinden biri. İlk GPS’i büyükçe bir metal kutu olarak 1996 yılında hayatımıza sokan ise Micrologic şirketi. Bu teknolojinin ulaştığı en son nokta Garmin’in 2004 yılında piyasaya sürdüğü GPS’li kol saati. Bu aygıtların hassaslığı şaşırtıcı; bulunduğunuz coğrafi konumu 3 metre hata payıyla bildiriyor.
KOLAY YELKENCİLİK
Yalnızca elektronik aygıtlar değil tekne üretimi ve tekne sistemleri de hayatları kolaylaştırdı. Bugün piyasada satılan teknelerin çoğunun, boyuna bakmaksızın, "Okyanus" standardı var. Şirketler, 10 yıl gövde garantisi veriyor. Bu yüzyılın en önemli kimyasal buluşlarından biri denebilecek epoksi, ahşap ile birlikte uygulandığında tekne gövdelerini kesinlikle su geçirmez hale getiriyor. Ya da kurşun geçirmez özelliği ile bilinen Kevlar kullanılırsa, teknenin darbe dayanımı artıyor. Ver elini okyanuslar.
Okyanus’a nasıl ve kiminle çıkılacak peki? Tek başına mı, birisiyle mi? Tek başına ise yelkenleri basıp indirecek bir Herkül mü olmak gerek eskisi gibi? Değil tabii ki. Geçen 30 yıl "yelken fiziksel güç ister" inancını da kırdı büyük ölçüde.
Barient 1975 yılında elektrikli, iki hızlı yelken vinçlerini sunduğunda, onların bugünkü kadar küçüleceğini ve en küçük gezi teknelerine bile takılabileceklerini kimse sanmıyordu.
Ted Hood 1979 yılında direğe sarmalı ana yelkeni geliştirdiğinde bu ilk kullanım kolaylığının ne denli yaygınlaşacağı da tahmin edilmiyordu. Performansı olumsuz etkilediği gerekçesi ile sarmalı sistemler "saf" yelkenciler tarafından eleştirilse de, fiyatlar düşüyor, işler kolaylaşıyor.
Sporting Lives, suyla temas ettiğinde şişen can yeleklerini ilk kez 1987’de piyasaya sürdü. Büyük bir güvence. Tekneden denize düşenin yerini uyduyla bildiren ve arama kolaylığı getiren EPIRB aygıtının raflarda göründüğü ilk yıl 1991. Şimdi her denizaşırı seyre çıkan neredeyse her teknede var. Yelkencilerin en önemli güvencesi çapalarda büyük bir yeniliğe imza atan Simpson Lawrence, tek parça Delta çapayı 1990’da satmaya başladı.
Teknelerin karmaşık hale geldiğini, insanların teknolojik gelişme nedeniyle kendilerine aşırı güvendiğini, yelkenin sonunda doğayla bir mütareke demek olduğunu söyleyenler çıkacaktır. Ancak karmaşık tekne sistemlerinin zaman içinde basitleştiği ve büyük kullanım kolaylığı getirerek, yelkenciliği kitlelere iyiden iyiye mal ettiği bugün görülüyor. Zaten başka türlü olsaydı, dünyanın her güzel koyunda, bir, iki kişinin keyifle demirlediğine tanık olmazdık. Bu eğilimin süreceğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Denizlere yelken açtıran kahramanlar
Denizlere çıkmaya cesaret edenlerin sayısının artmasında "sıradan" kahramanların da rolü var. Bu sıradan kahramanlar, genellikle, sınırlı olanaklarını denizlere açılmak için seferber eden, bu amaç için yemeyen içmeyen, para biriktiren, planlayan ve düşleyen insanlar. Sadun Boro’nun 1960’ların sonunda gerçekleştirdiği dünya turu buna bir örnek. Bu gezi ardından yayınladığı kitabı Pupa Yelken’de anlattıkları ve özellikle teknesi Kısmet’in yapılış öyküsü, bugün bile olanakları yeterli olmayan deniz tutkunlarına bir pratik ders niteliği taşır. Sadun Boro’nun ve onyıllar sonra ondan etkilendiklerini saklamayan Atasoy çiftinin, yedi deniz aşan kaşiflikleri Türkiye’de yelkenin büyük bir kitle tarafından fark edilmesine yol açtı. Onların açtığı yoldan bugün birçok kişi gidiyor. İnsanları denize çağıran kişilerin en önemlisi bence Eric Hiscock’dur. Eşi ile çıktığı dünya turunu anlattığı ve ilk baskısı 1949 yılında yapılan Yelken Seyri kitabında Eric Hiscock temel denizcilik kurallarını bilen bir karı-kocanın tekneleriyle dünyayı dolaşabileceğini anlattı. Üstelik Hiscock döneminde, bugün herkesin hayatını kolaylaştıran teknolojik imkanlar yoktu. Ne dayanıklı yelkenler, ne dayanıklı ipler, halatlar, ne GPS, ne uydu telefonu. Baskısı en son 1981’de yapılan Yelken Seyri kitabı, denize açılan herkesin, bu yüksek teknoloji çağında bile başucu kitabı olmalı. Tania Aebi’nin 20 yaşında genç bir kızken başarıyla tamamladığı dünya turu ve kitabı, irade ile neler yapılabileceğinin çok güzel bir örneği. "O 17 yaşında yaptığına göre, ben de yapabilirim" diyebilirsiniz okuyunca. Tania, bu işi bir aşırı sporcu olarak değil genç bir kızın neler başarabileceğini göstersin diye ailesinin isteği üzerine gerçekleştirdi. Kitabın Türkçesi de çıktı geçenlerde. Ve diğerleri... Hepsi önemli rol modelleri. Bu cesur kişiler de "yapılabileceğini" göstererek, geçen 30 yılda yelkenciliğin önünü açtılar, hepimize cesaret verdiler.
Yarışlar olmasa teknoloji ilerlemeyecek
Denizaşırı yelken yarışları, yüksek teknolojinin ağır şartlarda denenmesini sağlıyor ve bu nedenle birçok yeniliğin de anası aslında.
Volvo Ocean Race bu yarışların en önemlilerinden biri. Daha önceki adıyla Whitbread birçok yeniliğin denendiği çok pahalı bir arenaydı. Bu yılki yarış da öyle.
Yarışın ilk ayağında, Cape Town için çıkıştan hemen sonra Biscay Körfezi’nde yaşanan büyük fırtına, en ileri teknolojili teknelerin bile denizin gazabından kurtulamayacağını göstermişti.
Sürmekte olan ikinci Cape Town-Melbourne ayağında da deniz yine gücünü gösterdi. Favori teknelerden Brasil 1’in karbon direği geçtiğimiz çarşamba günü Güney Okyanusu’nda üç noktadan kırıldı. Yarışın üçünü gününde ise yine bir yüksek teknolojik icat olan hareketli salma sisteminin bozulması Ericsson’un yarıştan çekilmesine yol açtı.
Takım yarışları yoldaşlık ruhu ile kişisel başarı ve iradeyi bir araya getiriyor. Örneğin Volvo Ocean Race kazanılmasa da, her bitiren ekip için bir cesaret anıtı niteliği taşıyor.
Bir de dünya denizlerine rekorlar kırmak için tek başına açılanlar var. Bunların en ünlülerinden biri 2005 yılında tek başına dünyayı en hızlı dolaşan denizci olan Ellen MacArthur. Dev teknesi B & Q ile açılan ve bir başına 71 günde rekor kıran MacArthur çok önemli bir rol modeli oldu.
Kitleleri denize çekecek bir başka örnek kadın ise 32 yaşındaki Denise Caffari. Yakınlarının kısaca Dee dediği Denise, kararlı kişiliğini yansıtan bir rekor denemesini sürdürüyor bugün: Var olan rüzgar ve akıntılara karşı giderek, tek başına dünyayı en hızlı dolaşan insan olmak. Bu kuşkusuz çok yorucu bir deneme. Ancak daha önce 18 kişilik bir ekibi 23 metrelik bir teknede denizaşırı yarıştıran Dee, rekoru kıracağından emin.
Bireysel iradelerini insanlığın hizmetine sunan bu insanların denediği teknolojiler kuşkusuz riskli. Makinelere güvenerek hayatlarını tehlikeye atıyorlar. Ama yine de her yarış sonrası alınan dersler, gezi yelkencilerinin hayatını kolaylaştıran yenilikler olarak kısa sürede karşımıza çıkıyor. Yani onlar, bir anlamda deney kobayları da.
Yazının Devamını Oku