19 Kasım 2005
O sabah denize çıkmayı hiç istememiştim. Nedenini bilmiyorum. Yola çıktığımda marinaya gideceğimi de bilmiyordum doğrusu; pastaneden bir şeyler almaktı niyetim. Gazetelerle birlikte uzun bir pazar kahvaltısı. Sonra, hayatımı yeniden fişe takıp canlandırma niyeti. Ama belki. Bakalım... Otomatik pilota bağlanmış gibi önce deniz kenarına sonra teknenin önüne geldim. Şehrin ancak pazar ve bayram sabahlarına özgü sakinliğinde gaz-fren, kırmızı ışık-yeşil ışık. Sakin, sessiz, sinirlenmeden... Kendinin ve etrafının farkında olmama hali; tanıdık bir hal, arada bana olur.
Güzel bir sonbahar günü. Hafif bir poyraz. Çivi gibi hava.
Benden önce gelen ve ne yaptıklarını benden daha iyi bilen birkaç kişi tekne havuzluklarında oturmuş kahvaltı ediyor. Arada, rüzgárın ürperttiği tahta-liman denizin üzerinde kaydırılan yassı dere çakılları gibi sekip sekip sekip gelen insan sesleri; ‘Şeker ister misin, koyu mu açık mı, poğaça sıcak soğumadan ye...’ Küçük ve dikkatli kahkahalar.
Karşı teknedeki adam yine kaykılmış, yine kitap okuyor. Merhaba desem mi? O neden demiyor? Kaç defadır demiyor. Hep yalnız. Denize de çıkmıyor. Kimin nesi? Neden merhaba demiyor? Bakmıyor bile. Yalnız bir adam. Ben de yalnızım...
Tekneye adım atıyorum. Tanıdık bir hareket; baş sallar gibi, varlığımın farkına varır ya da varlığımı onaylar gibi. Hareket denizi de canlandırıyor. Duyulur duyulmaz bir şıpırtı ama çok sürmüyor.
Halki’den söz etmiyorum. Bugüne dek hiç adım atmadığım bir tekne bu. Denizci bir tekne. Yabancı bir tekne.
*
Palamar istemeden ayrılıyorum. Hafif yol ileri. Koltuk halatlarını her zamanki panikten eser olmaksızın geriye savuruyorum. Tonozu çözüyorum, yine paniksiz ve tekne yavaşça ilerlemeyi sürdürüyor. Kendi kendine gidiyormuş gibi düz bir rotada sessizce. Sağa, sola çarpmayacağımdan emin gibiyim; neden emin gibiyim, bilmiyorum. Çarpmıyorum da.
Marinanın çıkışı her zamanki gibi. Keskin bir iskele ve Çakar karşımda; arkasında Adalar. Marmara’nın üzerine hep tül bir perde gibi inen pus ortalıkta yok daha. El değmemiş çok net bir manzara; sanki ilk defa ben görüyorum. Ortalıkta başka tekne de yok. Garip.
Makineye yol veriyorum. Makine homurdanarak titriyor, yaşlı olmalı ama tekne hızlanıyor.
Sancak tarafımda Moda; ötesinde Kadıköy, karşıda eski İstanbul. Ayasofya ve Sultanahmet Camii’nin kubbeleri. Onların sağında, Süleymaniye ki, ona, Fener sırtlarından, Yavuz Selim Camii’nin avlusundaki ahşap imam evinin ve kış rüzgárlarında çatırdayan ulu selvilerin kara gölgesinde ve gün doğumunda bakmak inanılmazdır.
Denizi incitmeden yarıp giden teknede dümen tutmak çok kolay. Rotasında dümdüz gidiyor. Peki rotayı kim çiziyor?
*
Denizin ürperdiği yere gidiyorum. Rüzgár orada beni bekliyor. Makineyi durdurup yelken basacağım. Günün güzelliğini, bekleyen rüzgárı kaçırmak olmaz.
Ürperen deniz, ben yaklaştıkça uzaklaşıyor. Yakalayamıyorum bir türlü, serap gibi, var da yok, ya da, yok da var. Dedim mi bilmem: Her şey garip bugün.
Giderek uzaklaşırken, şehrin hayatıma çizilmiş silueti silikleşip geride kalıyor. Makinenin hızlı, gürültülü ve ritmik sesi her şeyi boğuyor, öylesine baskın. Boşa alıp, eğilip makineyi kapatıyorum. İsteksiz de olsa makine susuyor, uskur duruyor. Tekne yavaşlayarak ilerlemeyi sürdürüyor. Karinanın suya değerken çıkarttığı ses ve kalbimin atışları, mutlak sessizlik. Ürperen deniz üstüme geliyor. Rüzgár beni arıyor.
Sanki tekneyi yıllardır tanıyormuşum gibi direk dibine gidip, ana yelkeni basıyorum rahatça. Sonra da genovayı. Yüzüme vuran rüzgár yelkenleri de dolduruyor ve tekne kanatlanıyor.
Şehir arkamda kalıyor. İlerde ufuk çizgisi bomboş.
*
Yolculukların en iyisi, bilmediğiniz zamanlarda, tanımadığınız limanlara yabancı teknelerle yaptıklarınızdır. Ben arada deniyorum, güzel oluyor.
Gülümseten yelkenciler dehşetin seyir defteri
Mike Peyton İngiltere’nin en önemli karikatürcülerinden biri. Özellikle tekne ve yatçılarla ilgili karikatürler çizen ve bunlar yıllardır başta Yachting Monthly olmak üzere yelken dergilerinde yayınlanan Peyton’un 50 yıllık yelkencilik yaşamını anlattığı kitabı Kaliteli Zaman, 80 karikatürü ile birlikte yayınladı.
İlk teknesini uzun yıllar önce 200 sterline alan Peyton, danışmadan yaptığı bu alışveriş nedeniyle eşinin büyük tepkisini çekmiş. Ama eşini asıl kızdıran teknenin alınmasından çok, sekiz metrelik küçük yelkenlisi ile çok meşgul olan Peyton’un, yaptığı vırvırın farkına bile varmaması olmuş.
Peyton, yeni yayınlanan kitabında, sahibi olduğu tekneleri ve denizcilik yıllarını anlatırken, çoğumuzun bilmediği bir döneme ışık tutuyor; GPS’in olmadığı, cihazların şimdiki kadar güvenilir olmadığı ve güvensizliğin hákim olduğu dönemi anlatıyor. Kitapta, adının da ele verdiği gibi, kaliteli zaman kavramının yelkenciler açısından hayli tartışmalı olduğunu anımsatıyor. Karikatürleri de bu tartışmayı yansıtıyor.
Ataköy Marina Yat Kulübü tarafından yayınlanan kitabın adı Dehşetin Seyir Defteri. Hamburg doğumlu Alman yazar Klaus Hympendahl’in bu kitabı, tanıtım notuna göre, ‘Titizlikle toplanmış verilerle, gerçek bir öyküye dayanan, ustaca kurgulanmış, gerilim dolu bir roman.’
Áli San’ın daha önceki çevirilerinin kalitesinin bu kitapta da hemen göze çarptığını söylemeliyim. En sıkı cinayetlerin okyanuslarda işlendiğini düşünen biri olarak bu romanı okumaya büyük bir merakla hemen başladım ama baskıya girdiğimiz saatlerde henüz kitabı bitirememiştim.
Apollonia yatında yaşanacakları merakla bekliyorum. Size de anlatacağım.
Yazının Devamını Oku 12 Kasım 2005
Kışın geldiğini karanlık gösterir, soğuk değil. Arkasında darmadağınık bir gökyüzü bırakıp Batı’ya erkenden çekip giden güneş, gecenin içinden kopup gelen isli duman kokuları ve sis... Denize yakın yerlerde kulağa belli belirsiz çalınan sis düdükleri, kırlangıçların artık hiç duyulmayan hızlı, heyecanlı ve sabırsız sesleri.
Kış iyiden iyiye geldi artık.
Marinalar kışın tenha ve hüzünlüdür. Rüzgarlı günlerde direklerin uçlarında çalan ıslıklara, birbirine çarpan çarmık tellerinin çelik şıkırtıları eşlik eder. Toka edilmiş bayrakların kış sonunu çıkartmayacağı bellidir; aynı notaya takılıp kalmış bir trombonmuşçasına ‘fop fop fop’ edip dururlar uzun kış gecelerinde. Gündüzleri ağır ağır solup, rüzgarın hoyratlığıyla tükenirler, uçlarından parçalanırlar insanlar gibi.
Çırpınan denizin küçücük sinirli dalgaları aslında çok güçlüdür; tekneler rüzgarın ve çelik tellerin temposuna acemi dansçılar gibi katılır. Büyük bir çorba kazanı gibi kaynayan deniz, yağlı bir dans pistidir.
Sol, sağ, sağ, aşağı, yukarı, sağ, sol. Bir türlü bitmeyen, masum ama hırçın ve figürleri herkesin meçhulü; denizin ve teknelerin her şeyini bildiği bir dans.
Tekneler için kış, yapayalnız uzun gecelerdir.
*
İnsanlar için kış, yeniden tekneye kavuşmanın beklendiği günlerdir. Tekne, kış karanlığında evin sıcağından, pazar sabahının rehavetinden, cumartesi alışverişinden kurtulunabilirse kavuşulacak, akıldan hiç çıkmayan bir sevgilidir.
Marinaya epeydir gidilmediği, teknenin epeydir ziyaret edilmediği akla geldiğinde inceden bir üzüntü burnu sızlatır. Eğer hayatı paylaşan kişi ile tekne de paylaşılıyorsa suçlu bakışlar; ihmalin suçluluğu. Önümüzdeki hafta kesin gidelim konuşmaları ve gazetenin sayfasını hızla çevirip rüzgarıyla suçluluğu dağıtma çabası.
Yaz aylarının planları kış teknelerinin gıyablarında evlerde yapılır. Haritalar, kitaplar açılır rotalar oluşturulur; epey de kavga çıkar. O liman mı, bu liman mı diye dövüşülür ama eninde sonunda rota evdeki yemek masasının üzerinde çizilmektedir, tekne kabininde ya da havuzlukta değil. Aslında herkes bilir ki, çok uzunca bir süre istikamet yatak odası olacaktır; iyi uykular, tatlı rüyalar efendim. Marinaya ve teknenize haftaya bekleriz.
Kış iyiden iyiye geldi artık.
Tekneleri karaya çekme zamanı. Marinanın çekek yerinde rezervasyon zamanı.
Marangoz atölyesinin yakınına koysunlar; epey iş var. Güverte silinecek, mastikler yumuşamış, su alıyoruz, onlar değişecek. Çok para... Boyacı da yakında, karina zaten boyanacak. Çıkmışken bir kat da zehirli atarlar. Daha da çok para. Nisan da, kısmetse, suya ineriz.
Yelkenleri indir, tuzdan arındır, torbala ve sakla.
Vinçleri sök, bakımını yap.
Aküleri kontrol et, kablolarını sök.
Motora temiz yağ koy ki eskisi donup motorun her yerini zehirlemesin.
Yakıt deposunu boşalt, yoksa mazot canlanır mikroplar depoyu basar, yazın marşa bastığında vıcık vıcık mazot ile motoru berbat edersin. İş çıkar, boşuna masraf!
Su deposunu da boşalt. Taşıp falan ortalığı berbat etmesin, bir de onunla uğraşma.
Geçen sene almamıştın, elektrikli rutubet önleme makinesi al ki geldiğinde teknen küf kokmasın, küflü olmasın.
Çalış. Çalış. Çalış... Paran varsa başkalarını çalıştır. Para öde. Öde, öde hep öde.
Çünkü kış geldi.
*
Teknemiz Halki’ye neredeyse iki buçuk aydır gitmiyoruz. Suçluyum ve ayağa kalkıyorum. Hafifletici nedenlerim var tabii ki...
Yeni bir evin gailesi ve taşınmak için belirlediğimiz takvime uyma kararlığı bütün hafta sonlarına el koydu.
Halki, terk etmeyeceğinden emin olduğumuz sevgili, Fenerbahçe’deki Setur Marina’da mahzun bekliyor. Arada haberlerini almıyor değiliz; kötü bir durum yok. Hálá bizi seviyor ve selam ediyormuş.
Eve sonunda taşındık. Hafta sonları yine özgürleşti; Halki’ye gideceğiz, kesin gideceğiz. Özledik onu. Güzel hatlarını, bembeyazlığını, güvertesini özledik. Ama...
Kış geldi. İyice geldi.
Yazının Devamını Oku 5 Kasım 2005
‘Şimdi, biliyordu ki denizin üstünde ve arşın altındaki her şey, gemilerin yelkenlerini yırtan şiddetli rüzgárlardan hafif meltemlere, seyyareler ve takımyıldızlarla dolu gökyüzünden hazineler ve canavarlarla dolu deniz dibine, karanlık bulutlarda oynaşan revnaklardan doruğu köpüklü dev dalgalara kadar her şey onundu artık!’ diye bitiyor çok sevdiğim bir yeni roman. Ama o kitaptan hemen bahsetmeyeceğim. İslam coğrafyasının denizci efsaneler ve efsane denizciler ile dopdolu olduğunu söylemek zordur. Kuşkusuz çok önemli, hepimizin bildiği isimler var ama İslam coğrafyasını denizcilik tanımlamaz. Tek efsane de, bildiğim kadarı ile Binbirgece Masalları’nın yedi deniz fatihi Sinbad’dır. Bu durumu çoğunluğu Müslümanların oluşturduğu ülkelerin sanatları da yansıtır. Denizi ve denizcileri anlatan kitaplar, denizi betimleyen resimler bulmak zordur. Oysa denizaşırı imparatorluklar kurmuş örneğin İngiltere’de, Fransa’da, İspanya’da, Portekiz’de deniz maceraları ve betimlemeleri, bu ülkelerin sanat ve kültürlerini tanımlayan unsurların en önemlileri arasında yer alır.
Peter Weir’in yönettiği, Russel Crowe’un başrolünü oynadığı Master & Commander- Dünyanın Uzak Ucu filmini izlediniz mi bilmem. Bu köşeyi denizle ilgili olduğu için okuyorsanız, denizle ilgilisiniz demektir ve bu filmi izlemenizi öneririm.
Filmin kahramanlarından saymamız gereken Surprise adlı geminin Marmaris’te yapılmış Grand Turk olduğunu da belirtelim.
Napolyon’un denizler hakimi olmayı da düşündüğü 19. yüzyılın ilk yıllarında esrarengiz bir Fransız gemisi ile Kraliyet Deniz Kuvvetleri’nin bir gemisi arasındaki kıyasıya mücadelenin anlatıldığı film 2003 yılında En İyi Sinematografi ve En İyi Ses Montajı dallarında Oscar Ödülü kazandı.
Yelkenli bir savaş gemisinin esrarengiz ve ürkütücü ortamı, isabet eden güllenin parçaladığı direkten kopup güverteye düşen tahta parçalarının pıtırtıları, halatların gıcırtıları, feryatlar, figanlar...
OTOBİYOGRAFİSİ BİLE KURMACA OLAN YAZAR
Bu harika filmin senaryosunun belkemiğini Patrick O’Brian’ın deniz romanları oluşturuyor. Tarihi deniz öykülerini anlattığı eserleriyle 20.yüzyılda Anglo-Sakson dünyanın en çok satan yazarları arasında yer alan O’Brian’ın Master & Commander ile birlikte 30 kitabı bulunuyor. Ancak düşünüleceğinin tersine O’Brian’ın denizle ilgisi yarattığı izlenimin tersine pek yokmuş.
Eylül 2004’te yayınlanan Yachting World dergisinde yer alan uzun bir yazıda 50 metrelik bir Perini Navi yelkenlide uzun bir Akdeniz turuna davet edilen O’Brian’ın denizi ve rüzgarı hiç bilmediği, dümene geçtiğinde koca tekneyi birkaç kez tehlikeye attığı anlatılıyor. Otobiyografisinin de romanları gibi kurmaca olduğu ölümünden sonra anlaşılan O’Brian’ın, çocukluğunda denizle hiç ilgisinin olmadığı, İrlandalı değil İngiliz olduğu artık biliniyor.
O’BRIAN VE ANAR’IN BENZERLİĞİ
İngiltere’nin dünya edebiyatına armağanı Patrick O’Brian 2000 yılında ölmeden önce kendisiyle ilgili belgelerin çok büyük bir bölümünü yok etti. Bu kararının ardında kuşkusuz bir kurmaca olan geçmişini saklama niyeti de vardı. Ama bana sorarsanız, bütün büyük sanatçılar gibi geleceğe sadece eserleriyle kalma niyeti de her türlü belgeyi yok etme kararının bir nedeniydi.
Romanları dışında hakkında konuşulmasından pek hoşlanmayan İhsan Oktay Anar fantastik tarih romancılığı diye bir kategori varsa bu kategorinin Türkiye’deki en önemli temsilcisidir. Bu yazının ilk paragrafını oluşturan kapanışı ile yeni kitabı Amat’ta üç direkli, iki güverteli ve 58 toplu bir Osmanlı kalyonunun öyküsünü anlatıyor. Bir kısırdöngü, bir Ba’sü-Badel-Mevt öyküsü. Harika bir öykü.
NE KADAR ADAM O KADAR MEŞE
Anar’ın dili ve tüm romanlarını tanımlayan büyülü dünyaya bu kez denizin, denizcilerin ve gemilerin esrarı egemen. Her Anar romanında olduğu gibi bir türlü bitmeyen virajlar, köşelerin ardına gizlenmiş köşeler, duymadığınız güzel insan isimleri ve esrarlı bir gemi; Amat. Gemideki adam sayısı kadar, yani 247 meşe ağacının kerestelerinden yapılan dev bir gemi. Adam sayısı ile meşe sayısının eşitliği işin sırrı.
‘Kıyıda üç direkli, iki güverteli ve 58 toplu bir kalyon, o karanlıkta usturmaçalarını puta edip iskeleye palamar vermişti. Yelkenlerin sarılı olduğu serenler hisa edilmiş ve tez zamanda yola çıkacağını ilan için mizana direğine mavi bayrak çekilmişti.’
Yelken terimleri olmadan denizde bir öykü anlatmak olanaksız. Denizci küfürleri ve yeminler eden adamların iç içe geçmiş öykülerinin anlatıldığı Amat’ta yukarıdaki paragraftan daha ağır denizcilik terimleriyle dolu yüzlerce paragraf var. Beni hep büyüleyen ve bir kısmını hálá bilmediğim denizcilik terimlerinin müziği Amat’ı bulunduğunuz yere sisler içinden taşıyıp getiriyor.
HAFTASONU PROGRAMI ÖNERİSİ
Bayram tatilinin son iki günü için bir reçetem var: Hemen şimdi çıkıp en yakınınızdaki nöbetçi kitapçıdan bir Amat edinin, sonra koşup gidip bir nöbetçi DVD satıcısı bulun ve Weir’in Master & Commander filmini alın. Pazar sabahına kadar kitabı bitirin. Kitabı bitirir bitirmez Master & Commander’ı DVD’ye koyup izleyin. Kalıbımı basarım denizin ve gemilerin sırrına iyiden iyiye vakıf olacaksınız.
Maratonun sonunda, denizle ilgiliyseniz uzun bir yelken seyrinden dönmüş kadar yorulup keyifleneceksiniz. Denizle ilginiz yoksa da bu yazıyı okuyup reçetenin gereklerini yerine getirirseniz, denizi seveceksiniz; yazdığım ilaçlar bunu sağlayacaktır.
Yazının Devamını Oku 29 Ekim 2005
Uzuuuun yıllar öncesinin Ege kıyıları. Halikarnas Balıkçısı ve ekibinin Mavi Yolculuğu başlattığı, bugün Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun adıyla anılan koyu boyadığı yıllardan sonraki, bugünün karambolünden önceki yıllar. Ege koylarını ve güzelliklerini ancak erbabı biliyor. Yelkenciliğin henüz şimdiki kadar demokratikleşmediği, orta sınıfın gerçekten cesursa denize açılabildiği o günlerde Türkiye, uluslararası turizm açısından bir meçhul.
Ege kıyılarına küçük teknesi ile gelen, hayatını denizde geçirmeye kararlı bir Yeni Zelandalı-ki bugün majestelerinin Büyük Britanya pasaportunu taşıyor- teknelerin koylara rahatça girip çıkmaları için gerekli Türkiye pilot kitabını yazmaya karar veriyor. Bu kitabı ile Türkiye kıyılarını bir sır olmaktan çıkartan Rod Heikell’e Türkiye’yi yatçıların haritalarına sokan kişi diyebiliriz.
Atlantik geçişi ardından demir attığı Bodrum’da geçen hafta tanıştığım Heikell, hemen ‘Ben kiviyim’ diyor. Yeni Zelandalı; İngiliz değil ve bunun acilen vurgulanması gerekli. Peter O’Toole gibi çok zekice bakan parlak mavi gözleri ve hareketli elleri ile bir deniz kurdundan çok iyi bir aktöre benziyor. Elini sıkarken derisinin sertliğinden denizciliğini anlıyorsunuz. Kitaplarının bazılarını eşi Lu ile yazıyor; o İngiliz. Birbirlerine siyaset hariç çok uyan bir çift; Rod Cumhuriyetçi, Lu Kraliyet yanlısı.
Türkiye’yi yelkencilere tanıtmadaki katkıları konusunda çok mütevazı: Potansiyeli görmüş yalnızca. ‘Bu sularda kendimi evimde hissediyorum’ diyor. Evi neresi ki? Dünyada gezmediği yer, aşmadığı okyanus, deniz kalmamış. Yeni Zelanda coğrafyasını anlatıyor. Dağların denize dimdik indiği derin koyları, yeşilliği. İngiltere’ye geçiyor. İngiltere’nin klasik tanımı: Birbirini izleyen yumuşak, yuvarlak tepeler. Türkiye’ye geliyor: ‘Coğrafyası vahşi ve güzel. Evcilleşmemiş. Ruhuma uygun. Burada ve Doğu Akdeniz’de kendimi yurdumda hissediyorum.’ Bir dünya insanının kendini böyle hissettiği bir coğrafyanın yerlisi olmak çok hoşuma gidiyor.
Klasik gazeteci sorumu soruyorum: Bizler, Türkler hakkında fikirleri ne acaba? Biraz düşünüyor. ‘Yunanlıların nerede durduğunu bilirsiniz; konuşurken elleri kolları hareketlidir, tepkilerini anlarsınız. Türkler konuksever ve iyi insanlar ama bazen tam olarak ne hissettiklerini, düşündüklerini anlayamıyorum.’ Rod’u şeffaflığı ve içtenliği nedeniyle biraz daha seviyorum.
MARİNA TEKNESİ DİYE BİR KAVRAM VAR
Akdeniz’i avucunun içi gibi bilen Rod, ‘Yatçılık patlaması yaşanıyor. Bilen bilmeyen denize çıkıyor. Tekne satışları arttı ancak bağlanacak yer sayısı artmıyor. Akdeniz’de marina sıkıntısı var’ diyerek yön gösteriyor. Bilmiyor ki, marina yapımı Türkiye’nin en zor işidir. Sırf izin almak aylar sürer. Zaten zengin tekneleri için yatırıma ne gerek vardır ki? Bu kadar uzun kıyısı olup da bu kadar az tekne bağlama yeri olan bir ülkede denizciliğin gelişmemesine şaşırmamak gerekir...
Yelkenin yaygınlaşmasının olumsuz yönleri de var. ‘Ev, araba ve tekne. Tekne Avrupa’da statü simgesi haline geliyor artık. Marinalardan hiç çıkmayan tekneler var. Sahipleri iyi insanlar ama tekneleri sanki yüzer yemek odası... Bu kişilerin denizi ve tekneleri sevdiklerine inanmıyorum. Onlar tekne sahibi olma fikrine aşık sanırım’ diyen Rod, marina teknelerinin dünyanın her yerinde arttığını belirtiyor.
Türkiye’deki marinaların, özellikle Ege ve Akdeniz’deki marinaların sundukları hizmet ve fiyat açısından dünyanın çok önünde olduğunu belirtiyor: ‘Bir de harika duş ve tuvaletleri var, 7 yıldızlı oteller gibi.’ Yazının başlığı hazır: ‘Efsane denizci Rod Heikell Türkiye’nin tuvaletlerine aşık oldu.’ Şaka, şaka...
HÜKÜMET FİKİRLERİNİ SORMUŞ AMA DİNLEMEMİŞ
Yaklaşık 20 yıl önce Turizm Bakanlığı yetkilileri davet etmişler, görüşmüş. Anavatan Partisi’nin ilk hükümeti olmalı. Türkiye kıyılarının gelişimi ile ilgili düşüncelerini sormuşlar; o da anlatmış. Akdeniz’deki yanlış örnekleri aktarmış. Türkiye’nin katma değeri yüksek bir turizmi hedeflemesinin daha doğru olacağını söylemiş. Sürekli gidip geldiği Bodrum’a baktığında sözlerinin bir işe yarayıp yaramadığını soruyorum. Elleri ile arka planı oluşturan kooperatif evlerini gösteriyor. Bu konuda pek konuşmak istemediği belli.
Dayanamıyor: ‘Dikkatli olmak lazım. Doğanın yavaş yavaş da olsa zarar görmesi kötü olur. Bugün Florida kıyılarında 100 kilometre seyredin, alışveriş merkezi, otel ve dev apartmanlardan başka bir şey göremezsiniz. Gelişme denetlenmezse bir noktadan sonra olumsuz etkileri öne çıkmaya başlıyor. Doğu Akdeniz böyle olmasın.’
Bu konuda son sözün ne diyorum: ‘Sadun Boro’yu dinleyin. O Gökova’yı kurtarma çalışıyor. Onu dinleyin.’
Kitapları tüm dünyada on binlere ulaştı
Kitapları ve yelken dergilerinde çıkan yazıları ile geçinen Rod’un, denizcilerin başucu kitabı diyebileceğimiz 13 eseri var. Bunlardan 10’u, Akdeniz ve Ege’deki irili ufaklı tüm limanları kapsıyor. Yani Rod, aslında Yeni Zelandalı bir Akdenizli. Diğer üç kitabı ise Tuna Nehri’nde ve Hint Okyanusu’nda seyir ve okyanus geçişleri ile ilgili. Kitaplarının yayıncısı İngiliz şirketi Imray’nin sözcüsü, toplam satışın kaç olduğunu sorduğumda, ‘Çok araştırmak gerek. Ama onbinlercedir. Her kitabı 7-8 baskı yapıyor’ dedi. Türkiye pilotunun yeni baskısı önümüzdeki ilkbahar aylarında çıkacak.
Kitapları ile geçinebilmek için önceleri çok ciddi sıkıntılar çekmiş. Denizi yaşamının göbeğine oturtma kararı vermesi, işini gücünü bırakması ve yazdıkları ile geçinmesi arasında yıllar geçmiş. Bu süre, denizde yaşayan tüm insanlar gibi Rod’u da bir filozofa dönüştürmüş. Teknesinin dümeninde sakin; birçok tekne reisinin tersine talimat vermiyor, kendi de iş yapıyor. ‘Herkes iyi dümen tutar, herkes iyi yelken yapar. Bunlar için tek ihtiyaç tecrübe’ diyor.
Dünyanın önde gelen tüm yelken dergilerinde yazıları çıkan Heikell, dergi yöneticilerini yelkene yeterince zaman ayırmamakla ve yelkeni popülerleştirmek ve satış yapmak uğruna denizi hafifleten yayın politikaları nedeniyle eleştiriyor. Anlaşılan onun çevreci Anglosakson solculuğu bazı dergi editörlerine fazla gelmiş; anlattıklarından onu anlıyorum ama yine de yelkencilerin gözünde kahraman olması nedeniyle bir dergi yazarı olarak vazgeçilmezliğini koruyor.
Bodrum Yarış Haftası bitti
BAYK (Bodrum Açıkdeniz Yelken Kulübü) tarafından, Milta Bodrum Marina ve Yıldız Yachting desteğinde düzenlenen 4. Bodrum Yarış Haftası 23 Ekim’de 12 millik Bodrum-Karaada-Bodrum etabı ile start aldı. Bodrum’da yaklaşık 1 haftadır süregelen şiddetli rüzgar ardından, ilk gün düşen rüzgar yelkencileri biraz zorladı.
Yarışın ikinci gününde 12 millik Bodrum-Turgutreis etabı kuzey-kuzeybatıdan esen 2-3 knot’lık rüzgarda gerçekleşti. Akşamında ise D-Marin’de spagetti-şarap partisi yelkencileri karşıladı. Yarışın üçüncü gününde, 3-4 knot rüzgarda yapılan 11 millik Turgutreis üçgen rota sonrasında, Turgutreis etabının first finish ödülleri sahiplerini buldu.
2002 yılından beri, her yıl artan yabancı tekne katılımcı sayısının bu sene 23 tekneye ulaştığı 4. Bodrum Yarış Haftası’nda yaklaşık 35 yelkenli tekne ve 200 yarışçının mücadelesi beş gün sürdü. Almanya, İngiltere, Hollanda, Belçika, Yeni Zelanda ve Yunanistan’dan gelen ekipler IRC A, IRC B, Destek A, Destek B ve Destek C olmak üzere 5 kategoride yarışıyorlar.
Southampton Fuarı’nda yeni tekneler
Her yıl düzenlenen Southampton Fuarı yeni teknelerle şenlendi.
İngilizler’in ünlü markası Westerly’nin üretim haklarını satın alan Slovenya’da bir şirket tarafından üretilen yeni Westerly GK 35 ilgi çekti. İngiltere satış fiyatı 152 bin sterlin olan GK 35 karbon elyaftan yapılıyor. Tekne, yarış ve gezi olarak iki sınıfta sunuluyor.
Dünyanın en büyük tekne üreticisi Beneteau charter piyasası için ürettiği ikinci tekneyi de sergiledi. Cycylades 43 ardından piyasaya çıkan Cyclades 39’a alışmanın kolay olduğu belirtiliyor. Kısa süreli charter için tutulacak bu teknede çift dümen ve havuzlukta her türlü konfor var. Satış fiyatı 93 bin 868 dolar.
Motor yat üreten yelkenci şirketlere katılan Bavaria, 35 Hard Top’u sergiledi. 225 beygir gücünde çift Volvo makine ile sunulan teknenin satış fiyatı 146 bin 548 sterlin olarak açıklandı.
Yazının Devamını Oku 22 Ekim 2005
İstanbul gemilerinin adlarına baktığınızda, Türkiye’nin yakın tarihini görürsünüz. Kıbrıs Savaşı, 12 Eylül, Özal dönemi... Teğmen -rütbe 12 Eylül döneminde eklendi-, Ali İhsan Kalmaz, Turan Emeksiz ve İnkıláp... Bunlar, 27 Mayıs askeri yönetimi tarafından adlandırılmış İstanbul şehir hattı gemileri. İlk üçü ile aynı tip olmasına rağmen, her nasılsa Kanlıca gemisi atlanmış, İstanbul sularında onyıllarca bir semt adıyla dolaşmış. Çok güzel bulduğum Fenerbahçe ve Dolmabahçe gemileri, Gazi koşusunu kazanan İngiliz taylarıysa; bu üç gemi sadık, vefakár ve dürüst çeki atlarıdır.
Yağan kardan, yağmurdan kurtulmak için aceleyle kendimi içeriye attığımda, neredeyse her seferinde yaşadığım oturacak mekan seçimi kararsızlığımı, makine dairesinden yukarı yükselen güven verici şıkırtılı homurtu, sıcak hava ve anımsadıkça hálá burnumun direğini sızlatan makine-insan karışımı koku giderirdi.
İSKELEDE HEP ESKİ GEMİLERİ BEKLEDİM
Sıkış tıkış olmasın diye rahat oturma çabası, ama sonuçta omuz omuza dayanışarak oturma hali; kavuniçi kalın eski vinyleks koltuk döşemesi sonrakilerden sağlamdı. Lodosta iyiydi, kaymazdı; İDO’ya öneririm. Çay, gazetelerin kıraati ve gümbürtülü çarpma ardından bir an önce iskeleye çıkış çabası...
Camialtı Tersanesi’nde üretilen yerli gemiler aynı etkiyi bende hiç yaratamadı. İskelede hep eski gemileri bekledim. Yeniler, İskoçya’da şimdi kapatılmış olan Glasgow’daki Gowan tersanesinde yapılmış eski gemilerin güzelliğine sahip değildi zaten. Neden bilmem ama bir şeyleri eksikti. Geçenlerde, İDO ve İstanbul gemileri ile ilgili tartışmalar sürerken topa hiç girmedim. Yerli gemilerin çoğunun neden çok çirkin ve dayanıksız olduklarının hiç gündeme gelmemesi, tüm gemilerin sanki İstanbul’un siluetine aynı güzelliği katıyorlarmış gibi bir sepete konması yanlıştı.
Yıllar önce bir kış sabahı Bab-ı Áli yokuşunun ucundaki Güneş Gazetesi’ne gitmek için Kadıköy’den vapura ayağımı attığımda, bileğimi büyük olasılıkla Turan Emeksiz’de kırdım. Ya da bugün bir gazetenin sahibi, o gün genç bir gazeteci olan meslektaşım ile Kanlıca’nın üst kıç güvertesinde çok seyahat ettim. İstanbul klasikleri: Sevgiliyle el ele oturma, üst güvertede soğuk rüzgara göğüs gererek düş kırıklıklarını dışarı atma, simitle martı besleme...
Ve şimdi, bu gemiler Haliç’te bağlı bulundukları yerlerde sökülüp, parçalanmayı beklemiyorlar. Evet, şaşırmayın, beklemiyorlar!
Türkiye tarihi açısından önem taşıyan birçok gemi, kırpılıp kırpılıp jilet yapıldı. En acı örneği Yavuz’dur. Yavuz’un tik ağacı güverte kaplamasından yapılmış bir kağıt açacağı babamın evinde dolabın üstünde durur. Yavuz’un yok edilmesi, tarihsizliğin ve geleneksizliğin sonucudur. Aynı kaderi paylaşan binalar, araçlar, gemiler çoktur, onu da bilirim ama gemiler canlıdır; ağlar, ağlatır.
VE HAYAL EDİLEN PROJE GERÇEKLEŞİYOR
Neyse ki, Cumhuriyet dediğimiz büyük başlangıca eşlik eden büyük kırılmanın zihinlerde yarattığı kabızlık yavaş yavaş iyileşiyor. Eski olan her şey kötü değildi; yeni olan her şey de iyi değildir. İstanbul Turizm Atölyesi bu gerçeğin altını çalışmaları ile çiziyor.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı bir birim olan Turizm Atölyesi, Mimar Tülin Ersöz’ün önderliğinde projeler üretiyor. Ersöz, İstanbul Turizm Atölyesi’nin amacını, ‘Yerel kalkınma odaklı bir turizm gelişimi sağlamak, kentin binlerce yıllık kültür mirasına sahip çıkmak ve bu birikimi dünya vatandaşlarıyla paylaşacak bir köprü kurmak’ olarak tanımlıyor.
Bu hedefe ulaşmak için sürdürülmekte olan heyecan verici birçok proje var ama bu köşeyi en çok ilgilendireni, sevgili gemilerimin sanat gemilerine dönüştürülmesi.
Teğmen Ali İhsan Kalmaz, Turan Emeksiz ve İnkıláp’ın Tuzla’da elden geçirilmesine yakında başlanıyor. Devlet Tiyatroları ve İstanbul Şehir Tiyatroları’nın oyunlarının sahneleneceği, resimlerin, heykellerin sergileneceği, sanatsal, kültürel söyleşilerin, yapılacağı kültür-sanat-tiyatro gemilerine dönüştürülmekte olan bu gemilerin İstanbulluları sanat ile buluşturması, daha önceden buluşanları da yakınlaştırması hedefleniyor.
Bu gemilerin kadın emeğinin değerlendirilmesi için kullanılması da amaçlanıyor. Proje maliyeti yaklaşık 1 milyon doları buluyor. Belediye için büyük, tarihin kaybolmaması için küçük bir harcama.
Ekonomik ömürlerini tamamlamış, çelik kaplamalarının önemli bölümü deniz koşullarına dayanamayacak denli eskimiş bu gemileri İstanbul semtlerinde nice maceralar, yeni hayatlar ve yaratacakları hatıralar bekliyor. İstanbul’un yakın tarihini geleceğe taşıyacak bu projeyi gerçekleştiren İstanbul Turizm Atölyesi’nin ellerine sağlık.
Sörfçümüz Ertuğrul İçingir’den olimpiyat madalyası bekliyoruz
Denizle ilişkili olimpik sporlarda Türkiye başarılı değildir. Bu durum sırtımızı denize dönmüş olmamızın işareti ve sonucudur.
Ancak yelken ve nispeten yeni bir olimpik spor olan rüzgar sörfünde durum yavaş yavaş iyiye gidiyor. Bu iyiye gidişin işaretlerinden biri de başarının ancak deneyimle kazanılabileceği olimpik sörfte en başarılı sporcumuzun, Ertuğrul İçingir’in yükselen grafiği.
Ertuğrul İçingir geçen yıl yapılan Atina Olimpiyatları’nda 11’inci oldu. Hatalı başlangıç nedeniyle cezalandırılan ve bu nedenle geriye düşen İçingir, ‘Deneyimsizlikten hata yaptım, moralim bozuldu ve gerilere düştüm.‘ derken iddialı: ‘Pekin’de hedefim madalya.’
İÇİNGİR ANTRENÖR İSTİYOR
Sörf, başarılı sporcuların çok güçlü bir fiziksel eğitim programını teknik eğitim ve deneyimle harmanladığı bir spor. Sörfün üzerinde durmayı başardıktan sonra, sert rüzgarda yelkeni zapt etmek, hafif rüzgarda pompalayarak kendi rüzgarını yaratıp hızlanmak gerekiyor. Tüm bunları yaparken de, üstün yelken bilgisi ile yarış parkurunu en etkin biçimde tamamlayan, çevresini kolaçan ederek, anında taktik geliştirip öne geçenler madalyayı kapıyor.
Hafta içinde Ertuğrul İçingir ile bir araya geldiğimizde, kendine güvenen ve güçlü bir sporcunun yanı sıra, koyduğu hedefe nasıl gidileceğini öğrenmiş bir hayat taktisyeni ile de karşı karşıya olduğumu hissettim. Bugüne dek sekiz kez Türkiye şampiyonu olan İçingir, ‘Bu sporun antrenörü Türkiye’de yok. Yelken Federasyonu’ndan büyük destek görmeme rağmen antrenörsüz çalışmanın sıkıntısını çekiyorum. Sörf, performansı üst düzeyde olan sporcuların bir arada çalışması ile ilerletilir. Bu nedenle de ya ben yurtdışına gidiyorum, ya da davet ettiğim üst düzey sporcular geliyor’ diyor.
Danone’nin desteği olmasa, İçingir’in profesyonel destek görmesi mümkün değildi. Bu yaz yarışma programına İsrailli sörfçü ve antrenör Mike Gebhart ile hazırlanan İçingir, kurduğu ilişkiler ve başarıları nedeniyle bundan sonraki olimpiyatlarda kullanılacak malzemeleri denemesi için önde gelen diğer sporcular ile birlikte Hawaii’ye gitti.
Önünde uzun bir Avustralya ve Yeni Zelanda çalışma programı olan İçingir, bu yılki Türkiye ve Avrupa Şampiyonaları’nda birinciliği hedefliyor. Ama bizim beklediğimiz bir olimpiyat madalyası...
Yazının Devamını Oku 15 Ekim 2005
Şiirlerini çok okudum ama Attilá İlhan’ı ne yazık ki tanıyamadım. Onu bilen arkadaşlarımın anlattıkları, kişiliğini, şiirlerine bir madalya gibi takmış şairi hep yüreğimde taşıttı. Yaratıcılığın iyilikle el ele gitmediğini epey önce öğrendim ama Attilá İlhan’ın iyi insan olması, taşıdığım bu yükün pahasını çok arttırdı. Aklıma sık sık dizeleri gelir; bir de çok erken yaşta kaybettiğim annemin hep genç kalan ama giderek soluklaşan yüzü. Bir şiirinden esinlenerek şöyle yazabilirim rahatça: Attilá İlhan hayatıma dahil.
Ölüm haberini aldığımda ben de seri ölümler yaşadım. Kitaplarını raftan indirdim; bazılarını ezbere bildiğim, melodilerini konuşurken, yazarken farkına varmadan hep mırıldandığım birçok şiirini yeniden okudum, unuttuklarımı hatırladım, yeni yeni sesler keşfettim.
*
Ankara’da kirlilik yüzünden gözün gözü görmediği kükürt dioksit günleri: 1982 kışı. Başköy’e gitmeyi hiç sevmedim zaten mecburen, mecburiyetten Ankara’dayım.
Halûk’un evinde kalacağım. İstanbul’daki yazılıda geçmişim. Ankara’da sözlüye çağırmışlar. Tüm Türkiye gibi farkında bile olmadığım entrikalarla beni boğan bir Ankara, 12 Eylül baskısı altında rahatmış gibi görünen ama gergin bir Türkiye.
Gece daha genç. Haluk’un odasında votka-vişne suyu içip laflıyoruz, şiir okuyoruz. Gece sessiz. Arada polis devriyeleri duyuluyor.
Tartışmalar ve epeyce Nazım Hikmet ve Attilá İlhan. Sıra Sisler Bulvarı’na geliyor.
Kaptan’ı defalarca okuyoruz: Bir ben, bir Halûk; bir Halûk, bir ben. Sesimiz yükseliyor, bazen hıçkırarak; içkiden olmalı. Kapı açılıyor uyarı amaçlı bir bakış Halûk’un babasından: ‘Biraz sessiz olun yahu!’
‘ayazın avucunda unutmuştun ellerini... sükût bembeyaz buz tutsa bıyıklarımda... yalnızlıktan da kurtulup yalnız kalmak isterim...’
Dizeler havada uçuşuyor, yüreğime çarpıyor, içime yerleşiyor.
Yarın sınav var. Koskoca İş Bankası ve düzenli bir bankacı hayatı. Bunu istiyor muyum?
‘sen bana kaptan diyorsun
herkes bana kaptan diyor
sahici bir kaptanmışım gibi
tükürüyorum’
Sınav, İş Bankası Kulesi’nde. Özcan ile kapıda buluşuyoruz. Boğaziçi Üniversitesi’nden kankayız. Çok iyi geçiyor, belli işe alacaklar. ‘Ama,’ diyor Heyet Başkanı, ‘İlk olarak Ankara’da çalışacaksınız ve sakalınızı da keseceksiniz’. Görev yeri İstanbul olacaktı oysa. Sakalı da kesmem. Başkan’ın pantolonu sürekli oturmaktan kadifeyle parlatılmış iskarpinler gibi pırıl pırıl. Şiir’in de etkisi ile kararlı ve bilinçli bir direniş; ‘Yerse, şartlarım bu’ diyorum İş Bankası’na. Yemiyor tabii ve bankacılık kariyerim başlamadan -iyi ki- bitiyor. Özcan Türkakın şimdi orada Genel Müdür Yardımcısı.
Bana şimdi arada bir kaptan diyorlar. Ben de sahici bir kaptanmışım gibi tükürüyorum; bazen.
*
Seine Nehri’nin denizcileri, Galata Rıhtımı’ndaki Rizeli tayfa, liman orospuları, büyük bir yelken gibi açılan dualar, sis, sis düdükleri...
Attilá İlhan bir deniz şairidir de aynı zamanda. İçinde şilepler çarpışır. Deniz fenerleri akşamın içinden öksüz bakar. Lodos, panjurları duvarlara çarpar. Haliç’te yaşlı bir şilep ağlar. İmgeleri, deniz, liman, gemi, makine dairesi, ayaz, lodos ve tayfa kokar.
Alámet-i farikası klasik denizci şapkası ile kaptan şiiri de bağlantılıdır; eminim. Bu şapkayı, Kaptan’ı yazdığı Paris’te ilk kez takmış olduğunu düşündüm hep. Hatta kanımca, kaptan’ı yazdıran, şapkayı ona çok yakıştıran sevgilisinin sözleridir.
Kimilerinin aksine, buralı olmanın ağırlığından yüksünüp öfkelenmek yerine, Türkiye’ye özenle, kaygıyla, keyifle ama hep içerden bakan Attilá İlhan yaşayan en değerli şairimizdi. Nur içinde yatsın.
Var mısınız?
İstanbul’u, Akdeniz’deki yelkencilik haritasının göbeğine oturtacak bir yarış için sponsor aranıyor. Fransa’nın en yüksek tirajlı gazetesi Le Figaro tarafından düzenlenen Classe Figaro Beneteau Yarışı’nın 2006 yılında Cannes-İstanbul arasında yapılması planlanıyor. Yarışın teması deniz ve çevre kirliliği ile Türk boğazlarının güvenliği olarak belirlendi. Yelken sporunun futboldan sonra en popüler etkinlik olduğu Fransa’da, yarışın Cannes-İstanbul arasında yapılması için Le Figaro’yu ikna eden Cumali Varer, ‘İstanbul’da sonuçlanacak bu yarışı yapabilirsek, Fransa’daki Türkiye karşıtı önyargıların kırılmasına çok yardımcı oluruz’ diyor.
İstanbul’da sonuçlanacak Akdeniz’deki en uzun açık deniz yarışı dünyanın önde gelen yelkencilerini tek bir hedefte birleştirecek. Okyanus yarışlarından farklı olarak Akdeniz’in çok değişken hava şartlarında yarışacak olan sporcular arasında dünya şampiyonları Bruno Peyron, Karine Fauconnier, Isabelle Autissier de yer alacak.
Fransa’da yaşayan spor organizatörü Cumali Varer’in ortağı Frank Covat ile birlikte oluşturup Classe Figaro Beneteau Düzenleme Komitesi’ne kabul ettirdiği projeye göre teknelerin 26 Haziran 2006’da Cannes’daki Porto Canto Limanı’nda yelken basmaları ve yarışın 12 Temmuz 2006’da İstanbul Boğazı girişinde bitmesi öngörülüyor. Tekneler, yarış sırasında, Bozcaada Limanı ile Gelibolu arasında makine seyri yapacak ve Gelibolu’da yeniden yelken basacak.
Cumali Varer, Deniz Kuvvetleri yetkilileri ile konuştuklarını ve destek aldıklarını belirtirken heyecanlı: ‘Dünyada ilk kez olacak bir yarış bu. Akdeniz’in en önemli açık deniz yat yarışı olacak. İstanbul açısından kaçırılmaz bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Türkiye ile ilgili soru işaretleri olan Fransa halkındaki önyargıların kırılmasına yol açacaktır. Yarışa sponsor olan Fransız şirketlerinin temsilcileri, yelken sporuna meraklı binlerce Fransız İstanbul’a gelip, Türkiye ile ilgili çok olumlu izlenimlerle geri döneceklerdir. Yüzlerce gönüllü büyükelçimiz olacak. Dünyadaki yelkenseverlerin ilgiyle izleyeceği yarış, İstanbul’u bu çok önemli Akdeniz olayının merkezine oturtacağı için, Türkiye’nin bir denizci ulus olduğu gerçeği herkesin zihnine kazılacaktır.’
Ancak önemli bir sorun var: Kaynak. Varer, Fransa’daki ilişkileri sayesinde ön protokol imzaladığı düzenleme komitesine ay sonuna kadar teminat vermemesi durumunda yarışın yapılamayacağını belirtiyor. Bu, altı yıl sürecek bir tanıtım fırsatının kaçırılması anlamına geliyor. Turizm Bakanlığı yetkilileri ile yaptığı görüşmelerden çok umutlu. Fransa ile bağlantısı olan şirketleri potansiyel sponsor olarak görüyor ve onlarla da görüşüyor.
Özel olarak tasarlanmış hafif ve hızlı teknelerin Beneteau tarafından üretilerek katılımcılara verileceği yarışa iki Türk ekibin de katılması söz konusu olabilecek. Projenin gerçekleşmesi halinde, İstanbul’un yanı sıra, Türkiye’deki yelken sporu da büyük destek görmüş olacak.
Yazının Devamını Oku 8 Ekim 2005
Denizcilerin kaygısı hiç bitmez. Havadan, teknelerinden, mürettebatlarından; olmadı kendilerinden kaygılanırlar. Bir yelkenci, denize çıkarken her türlü önlemi kendisinin alması gerektiğini bilir. Aksamadığından emin olması gereken upuzun bir liste vardır kafasında; tek tek bunlara bakar. Eğer denizle kendisi kadar ilgili bir başka ekip üyesi varsa ne mutlu... Böylece iş yükü azalır ama kaygısı pek azalmaz.
‘Denizcinin Pratik Bilgi Kitabı’ John Vigor imzası ile Amerika’da yayımlanmış. Deneyim imbiğinden geçerek zamanın hırpalamasına dayanmış süzme bilgi dolu.
En sevdiğim not: ‘Her teknede bir kara kutu vardır. Denize açılmadan önceki her sağduyulu davranışınız bu kara kutuya gelecekte kullanılmak üzere puan olarak atılır’ diyor Vigor. Ve kara kutu bir fırtınada devreye girer: Demir almadan önce iyice gözden geçirilen çarmık telleri sert havada sorun çıkartmaz örneğin.
*
Denizcilerin kimilerine göre inançları, kimilerine göre ise ‘kör’ inançları da mebzul miktardadır. Teknelere kadın almaktan hoşlanmaz kimileri örneğin. Tekne ismi değiştirilmez ya da. Vigor 420 maddelik kitabında bunlardan da söz ediyor.
Kadim denizcilik kurallarından birine göre yelkenli teknelerin safrası içinde deniz tabanından çıkmış herhangi bir madde olmamalı. Nedeni basit tabii. Eğer deniz kendisine ait olanı geri isterse, haliyle onu taşıyan tekneyle birlikte alacaktır. Batarsınız.
Ya da renklerin uğuru ve uğursuzluğu. Tekneyi deniz renklerine boyamak uğursuzluk getirir derlermiş; bilmiyordum. Mavi ya da yeşile meyletmek biraz denizle aşık atmak anlamına geleceği için denizciye yaramazmış. Bu renk tekne sahipleri, başlarına gelen tatsızlıkların kaynağını böylece öğrenmiş oldular.
Cuma günleri denize çıkmama konusu Müslüman denizcileri pek ilgilendirmiyormuş gibi görünse de bilgi sahibi olmanızda yarar var. Hz. İsa’nın bir cuma günü çarmıha gerilmiş olması, kimi Hıristiyan denizcilerin gözünde İslam’ın tatil gününü denize çıkmak için uğursuz kılıyor. Karar sizin tabii ki ama sigortalanmak istiyorsanız cuma günleri teknenizin kara kutusunun iyice dolduğundan emin olun derim.
Teknesine, sanki denizle çekişiyormuş, yarışıyormuş gibi adlar koyanları da buradan uyarıyorum. Denizdir bu; her dili bilir, her dili konuşur. Teknenize Rüzgarkıran ya da Deniz Fatihi adını takarsanız, bilin ki kaşınıyorsunuz. Deniz, tekne adlarının alçakgönüllü olmasından hoşlanır.
Adını, Yunan mitolojisindeki 12 Titan’dan alan Titanik’in batma nedeni de bu saygısızlıktır tabii ki. 12 Titan’ın en öfkelisi Kronos’un, babasının cinsel organını orak ile kesip denize attığını unutmayın. Belli ki deniz tanrısı Neptün hiç unutmamış ve Titanik daha ilk yolculuğunda cezalandırılmış. Bir de denize adam gibi bir ad töreni ile indirilmediği için Titanik’in batmaktan başka çaresi yokmuş zaten.
Şu anda teknenize denizi hafiften de olsa kızdıracak bir ad taktığınızı fark etmiş olabilirsiniz. Onun da çaresi var: İsim değiştirmek. Çok uzun bir tören bu; Hürriyet’in sayfaları yetmez. O nedenle Vigor’un kitabının 105. sayfasına bakmanızı öneririm.
*
‘Kapakları arasında yüzlerce yıllık denizcilik deneyimi var’ sözleri ile sunulan kitap gerçekten küçük bir mücevher. Tekne onarımı, tekne bakımı, tekne yapımı, her şartlarda seyir sırasında işe yarayacak yüzlerce yararlı bilgi alfabetik olarak bir arada. Teknesi olsun, olmasın denizle ilgilenen herkese öneririm; okurken çok keyifli birkaç saat geçirecek, sonra yanınızdan hiç ayıramayacaksınız.
Okyanusların ihtiyar kurtları
Minori Saito, Alex Whitworth ve Pete Crozier isimleri size bir şey ifade etmeyebilir ama belki de etmeli. Bu üç isim 2005 yılının efsanevi denizcileri olarak tarihe geçtiler bile. Saito, dünyayı teknesiyle tek başına 234 günde dolaştı; hem de yedinci kez. Whitworth ve Crozier ise 30 yaşındaki 10 metrelik tekneleri ile Avustralya’dan İngiltere’ye bir yarışa katılmak için geldiler, başarı kazandılar ve şimdi dönüş yolundalar. Şaka gibi ama değil.
Yaşları unun elenip, eleğin duvara asıldığı, şanssız kimileri için ise ölümün beklendiği yaşlar aslında. Ama onlar hálá denizlerin sakinliğini, heyecanını, coşkusunu arıyor.
70 yaşında bir ihtiyar Minori Saito. Teknesi Shuten Dohji II (Sarhoşun Çocuğu) onun kadar olmasa da yaşlı ve en az onun kadar deneyimli. Karinasının altından binlerce deniz mili su geçmiş 15 metrelik teknenin.
BOZULAN YEMEK, BİTEN SU
Saito, geçen yıl 16 Ekim’de Misaki’den yelken bastığında dünyayı hiç durmadan, yardım almadan turlayan en yaşlı kişi unvanını kazanmaya kararlıydı. Yola çıktıktan 7,5 ay sonra salimen döndüğünde bir yıl daha yaşlanmış ancak rekoru da kırmıştı.
Kısa bir muayene ardından ‘Çok yorgunum. 234 gün çok uzun’ demekle yetinen Saito’nun kalbi uzun zamandır aksıyordu.
Parasız ya da az parayla çıktığı tur sırasında, Saito’nun teknesi ünlü Horn Burnu’nda alabora olmanın eşiğine geldi. Güney Okyanusu’nda buzdağlarının arasında seyretti. Parmağı kırıldı ve tam olarak iyileşmedi. Yiyeceği bozuldu, suyuna deniz suyu karıştı. Ama rekor kırarak geri dönmeyi başardı.
Kaptan’ın Seyir Defteri: ‘Rüzgar günlerdir dinmiyor. Dalga boyu 10 metre. Yelkenleri çoktan indirdim ve dümenden ayrılamıyorum.’ Defterdeki bu nottan sonra Shuten Dohji II alabora olmaktan, Saito da ölümden zor kurtulur.
UZUN YOLCULUK
Alex Whitworth ve Pete Crozier de yaklaşık 10 metrelik tekneleri Berrimilla ile Güney yarımkürenin en zorlu yarışı olan Sydney-Hobart yarışına katılırlar ve oradan kuzeye, İngiltere’ye devam etmeye karar verirler. Ne macera...
Dalgalarının büyüklüğü ile ünlü Güney Okyanusu’nu 10 metrelik bir tekne ile geçmek onlar açısından çok büyük bir cesaret işareti değil: ‘Tekne okyanus için değil, ihtiyaçlarımız için küçüktü. Tatile hazırlanıp, çocukların ihtiyaçlarını unuttuğunuz olur ya; biz de öyle yaptık. Doldur, boşalt sığıştık işte.’
Teknelerinin içi bir denizaltı gibi; neredeyse askeri. İşe yaramayan hiçbir ayrıntıya yer yok bu teknede. Şişe şişe viski hariç tabii: ‘Nerede içeceğimizi, nerede duracağımızı biliriz.’
Alex’in 26 maraton koşmuş olması kişiliği ile ilgili ipuçları veriyor. Uzun yolculuk ardından katıldıkları Fastnet yarışında iki kişilik ekipler arasında ikinci, genel sıralamada onbirinci olmaları da yelkenciliklerinin kararlılıklarından geri kalmadığını gösteriyor.
Yazışmak, sürmekte olan yolculuklarını izlemek için www.berrimilla.com adresine girebilirsiniz.
8 bin yelkenci 1050 tekne bir arada
Yaz, İngiltere’ye boğucu sıcaklar ya da bitmek bilmeyen yağmurlarla gelirken, dünyanın gözünü bu ülkeye çevirmesine yol açan spor etkinlikleri de başlar. Wimbledon Tenis Turnuvası ve Federasyon Kupası Finali ile yaz merhaba der, havalar ısınırken kıyılardaki yelken yarışları denizi öne çıkartır. Sonbaharın gelmekte olduğunu Wight Adası’nda yapılan Cowes Haftası yelken etkinlikleri ile anımsarsınız. Cowes Haftası bu yıl da amatör denizciliğin nerelere ulaşabileceğini gösterme açısından büyüleyici ve şaşırtıcıydı. Dengesiz havaya; rüzgarsızlığa, fırtınaya, sıcağa, soğuğa aldırmayan 1050 yelkenli tekne yedi gün yedi gecelik yarışa ve eğlenceye katıldı. Wight Adası, böyle bir şenlik ne gördü, ne işitti. Tek bir etkinlikte dünyanın en çok teknesini ve sporcusunu bir araya getiren Scandia Cowes Haftası’na bu yıl yaklaşık 8 bin sporcu katıldı ve bu bir rekor. 38 sınıftan teknenin katıldığı yarışların Londra’daki el Kaide saldırılarının ardından yapılması ve bu yüzden güvenlik önlemlerinin çok sıkı olması zaman zaman sorun yaratsa da katılanlar mutlu, katılmayanlar önümüzdeki yıl için umutlu oldu.
Hijyen
Kullan at don
Denizde kirli çamaşır ile uğraşmak zordur. Teknede yıkamak bazen güç, bazen imkansızdır ve özellikle kirli iç çamaşırı ıslak ve tuzlu ortamda ciddi sorunlar yaratır. İngiliz şirketi One Wear tek giyimlik pamuklu iç çamaşırlarını satmaya başladı. Kadın ve erkek için her zevke uygun donlar beş tanesi 5,10 sterline satılıyor. Tek tek paketlenmiş olarak sunulan bu çamaşırların denizde ve özellikle kış aylarında çok işe yarayacağı kesin. www.one-wear.co.uk
Ürün
Bu da akıllı bidon
Sonunda akıllı bir yakıt bidonu yapıldı. Dökülmeyen ve depoya aktarılırken iki büklüm durulmasına son diyen yeni bidon İngiltere’deki Nucan şirketi tarafından geliştirildi. Düğmesine basıldığında sakin sakin akmaya başlayan akıllı ve çevreci bidon, 5 litre sıvıyı 12 saniyede boşaltıyor. Fiyatı 12,75 sterlin. www.nucan.co.uk
Teknoloji
GPS ve sonar güvenliği
Humminbird’ün yeni ürünü 947c SI Combo, haritalı GPS ve güçlü bir yan sonar işlevini bir arada görüyor. Yan sonar, seyir halindeki teknenizin iki yanındaki sualtı haritasını çiziyor ve üç boyutlu olarak ekrana yansıtıyor. Böylelikle görünmeyen batıklar, kayalar ve diğer deniz dibi özelliklerini bilmek mümkün oluyor. İngiltere satış fiyatı 1400 sterlin. www.humminbirduk.com
İletişim
Ses ve sinyal geçiren kılıf
Katlanan telefonlar için su geçirmez kılıf yapan Aquapac, bu tür telefonları kullananların derdine deva olacağa benziyor. Özel bir polimer kılıfın içine yerleştirilen telefonu bu kılıftan çıkartmadan kullanabiliyorsunuz. Fiyatı 30 sterlin.
www.aquapac.netsterlin
Yazının Devamını Oku 1 Ekim 2005
Derler ki, en çok cinayet denizlerde işlenir ve bunların çoğu kusursuzdur. Katil, maktul ve en önemlisi ceset ortada yoktur. İşlenmemiş suç da, haliyle mükemmel suçtur.Yelken eğitimi almak için İngiltere’de Southampton yakınlarındaki Hamble Marina’ya gittiğimde tekneyi bir hafta boyunca gece gündüz paylaşacağım sınıf arkadaşlarım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Daha önce bir yelkenli teknenin içine de hiç girmemiştim.Tanışmak zorunda olan altı kişi. Biri İskoç, dördü İngiliz ve bir de ben. İngilizlerin ikisi, gıcık bir karı koca. İskoç, İngilizcesini anlamakta zorlandığım pala bıyıklı bir petrol mühendisi; son on yılını Kuzey Denizi’ndeki petrol platformlarında çalışıp, tekne almak amacıyla para biriktirerek geçirmiş. Genç bir İngiliz kadın. Bir kişi daha var ama o kadar sapı silik olmalı ki, hakkında en ufak bir bilgi kırıntısı yok belleğimde. Ve bir de David, hocamız; deneyimli bir İngiliz.Yüzmenin denize atlayarak öğrenileceğini söyleyen David, kısa tanışma töreni ardından, hemen yola çıkacağımızı anlatıyor. Gece seyri ve hedef Manş Denizi’nin karşı kıyısındaki Cherbourg. O ana dek yağan yağmuru, esen rüzgarı yaşamsal bir değişken değil, etrafta olup bitenlerin bir parçası olarak gören bizler birbirime bakıyoruz.David, geri döndüğümüzde denizcilik alfabesinin ortalarına kadar gelmiş olacağımızı, diğer harflerin deneyimle öğrenileceğini anlatıyor. Bu yağmur ve rüzgarda geri dönebilecek miyiz ki?*Teknemiz İngiltere yapımı 11,6 metrelik bir yelkenli. İngiliz çifte başaltındaki büyükçe kamara veriliyor; yaş ve medeni duruma saygının gereği. İskoç, ben ve David salonda yatacağız. Kalan iki kişi de kıç altındaki dar alanlara sığacaklar. Karı kocanın taşınmaları bitmiyor. Yelken eğitimine değil, Queen Elizabeth 2 ile Karayip gezisine çıkmışlar sanki; bavullar, bavullar. Kamaraya sığamayıp, salona taşıyorlar. Çatışma İskoç dostum ile çift arasında çıkıyor. İskoç’un melodik ve sert İngilizcesini İngilizler de benim gibi pek anlamıyor ama hoş şeyler söylemediğinin farkındalar. Braveheart olayına giriliyor; üstelik filmin çekilmesine 6-7 yıl var. Ben de onursal İskoç oluyorum; onun aksanı İskoç ise benimki Türk. İngilizceyi İngiliz gibi konuşmayanlar aşiretine dahiliz.Yola çıkmadan başlayan gerginlik, kişisel yetersizlik paniği ve kapkaranlık deniz... Herkes geldiğine pişmanmış gibi sessiz.*Bulaşık nöbetinin kimde olduğundan, yıkanan tabakların temizliğine, nöbet saatlerinden, birlikte gidilecek lokantanın seçimine kadar her konuda çatışan iki grup ve patlamaya hazır el bombası halinde bir tekne. Arada da David; hocanın etkisi çok sınırlı hatta yok.Son gece, İngiliz çiftin kocası ile geçirdiğim üç saatlik nöbette onun bana zarar vermeyi düşündüğüne eminim; ben cidden niyetliydim çünkü. Yoğun gemi trafiği arasında sürekli tramolalar. Büyük dalgalar. Yorgunduk ama sanırım ikimiz de cinayet işlersek bunun kusursuz olmayacağını bildiğimiz için bu işe kalkışmadık.Yelkenciliğimin temelleri bu ve daha sonra çıktığım birkaç uzun seyirde atıldı. Ve gördüm ki, yanlış ekipler küçük bir tekneyi altüst eder. Küçücük alanlarda birlikte yaşama zorunluluğu insanları keskinleştirir, bölgesini koruyan saldırgan hayvan özelliklerini baskınlaştırır. Bir soru: Sizi eşkıyalar mı daha çok korkutur, yoksa korsanlar mı?Yazdıklarımın kanıtı, işlendiğini bile bilmediğimiz kusursuz deniz cinayetleridir.Amerika Kupası Trapani’yi uyandırdıDünyanın en önemli yelken yarışı olan Amerika Kupası’nın Sicilya ayağı ve 2005 dönemi bugün tamamlanıyor.32. Amerika Kupası’nın en önemli yeniliği Avrupa’nın en kuzeyi ile en güneyini kapsayacak ve insanlara yelken sporunu sevdirecek şekilde tüm Avrupa’yı dolaşması. İspanya’nın Valencia Limanı’nı merkez alan yarışlar İsveç’in Malmö Limanı’ndan sonra İtalya’nın Trapani Kasabası’nda yapılıyor. Asıl yarış ise iki yıl sonra Valencia’da sonuçlanacak.Sicilya’daki Trapani Kasabası’nı, dünya yelken meraklılarının ilgi merkezi haline getiren Amerika Kupası Louis Vuitton Yarışları, kaynak zengini bir sporun sevimli ama küçük ve gelişmemiş bir kasabayı nasıl dönüştürebileceğini gösteren bir örnek niteliği kazandı.8 AYDA 20 YILLIK İŞGeçen şubat ayından bu yana Trapani’de yerel yöneticilerle birlikte çalışan Amerika Kupası ekibi, kasabanın dönüşümünü hızlandıran bir katalizör etkisi yarattı. Limanın geliştirilmesi, turistik tesislere yatırım yapılması, altyapının gözden geçirilmesi sekiz aylık bir sürede Trapani’yi geliştirdi. Trapani Etkinlik Direktörü Jean-Pierre Maffe ‘Amerika Kupası buraya gelmeseydi bu kasabanın dönüşümü 20 yıl alırdı. Daha önce, Freemantle, Auckland, Valencia ve Malmö’de de aynı etkiyi gördük. Dönüştürüyoruz ve bu şehirlerin kullanılmayan bölgeleri canlanıyor, hareketleniyor. Trapani yarışları daha tamamlanmadı ama şimdiden başarılı olduk’ dedi.Geçen haftayı 16 knotu bulan rüzgar ve büyüyen dalgalarda antrenman yaparak geçiren 12 takıma ait teknelerin 17 kişilik ekipleri var. Yarışla ilgili 1000 kişinin yanı sıra davetliler, gazeteciler ve izleyicilerin gelmesi ile yatak kapasitesi zorlanan Trapani’de limana yanaştırılan iki yolcu gemisi otel olarak kullanılıyor.Yelken yarışlarına kilitlenen Trapani’de okullar tatil. Tatil öncesindeki son derslerde tüm çocuklara yarışların ne olduğunu anlatılmış. Çocuklar limandaki tekneleri gezmişler. Gördüklerini çizmişler. Okulların duvarları, camları masmavi Akdeniz üzerinde çocuk tekneleri, yelkenleri ile dolu. Bir öğretmen, ‘Tüm yaşamları boyunca unutmayacakları bir olay bu. Biz de unutmamaları için elimizden geleni yapıyoruz’ diyor.Amerika Kupası uyuyan bir kasabayı uyandırıyor, geliştiriyor, denizle bağını güçlendiriyor. Çok milyon dolarlar dönen bir sporun olumlu etkileri... Darısı başımıza.DÜNYANIN EN ESKİ YARIŞIAmerika Kupası dünyanın kesintisiz süren en eski yarışması. İlk modern olimpiyat oyunlarının 1896 yılında yapıldığı anımsanırsa, 1851 yılına tarihlenen ilk yarış 154 yıllık bir geçmişe işaret ediyor. Amerika’nın Britanya’dan bağımsızlığını kazanmasının ardından iki ülke arasında yoğunlaşan rekabet, yelkenciliğe de sıçrar. Southampton’daki Solent’de, Kraliçe Victoria’nın yatı ile New York Yat Kulübü’nü temsil eden America arasında yapılan yarışı America rahatça kazanır. America, Kraliçe’yi selamlarken Victoria sorar: ‘İkinci kim oldu?’ Cevap bellidir: ‘Bu yarışta yalnızca birinci var majesteleri.’ Her yıl tekrarlanan yarışın adı da Amerika Kupası olarak kalır. Büyük Britanya’yı temsilen monarşi ve aristokrasi ile Amerika Birleşik Devletleri’nin bankacılarını, demiryolcularını ve sanayicilerini temsilen burjuvazi arasındaki rekabet aynı adla ancak büyük şirketlerin desteğinde sürüyor. BMWOracle, Emirates, Alinghi şirket takımları. Bir de Çin ve Güney Afrika’yı temsil eden ulusal takımlar var; onların amacı kazanmak değil, bayrak dalgalandırmak. Yelken dünyasına 55 optimistçiD-Marin Turgutreis Marina, Turgutreis Bodrum Yat Kulübü (TBYK) ve Turgutreis Belediyesi işbirliğiyle, 7-14 yaş arası çocuklar için düzenlenen optimist kurslarını 55 öğrenci başarıyla tamamladı.Teorik ve pratik eğitimin birlikte verildiği iki aylık kursta, dersler cumartesi ve pazar günleri haftada dört saat yapıldı. Kursu tamamlayan tüm öğrencilere ‘Optimist Sertifikası’ verildi. Kursu tamamlayan en başarılı 11 öğrenci kış aylarında da özel eğitim görecek. Yarış optimistleri ile verilecek eğitimler sonunda TBYK’nin minik yelkencileri önce Türkiye, ardından da Avrupa şampiyonluğunu hedefliyorlar.ÇevreYağlı sintineye sonIM Bond, polimer esaslı bir toz. Bu toz sintineye konduğunda, yağ, mazot ve diğer petrol bazlı yakıtlarda bulunan sıvı hidrokarbonları emerek, kauçuk kıvamında bir süngere dönüşüyor. IM Halo, pamuklu tüpün içine IM Bond tozu konması ile geliştirilmiş. Sintineye mevsim başında konan bir IM Halo emdiği hidrokarbon sıvı ile neredeyse taşlaşıyor ama ortalığı da tertemiz tutuyor. İngiltere fiyatı 15 sterlin. www.inmotionsolutions.co.ukÜrünSes geçirir, su geçirmeziPod çılgınlığı denizde de sürüyor. Müziğimden teknemde vazgeçmem diyenler için iPod’ları sudan tamamen koruyan yeni bir kılıf üretildi. Kılıflar sayesinde iPod fonksiyonlarının yüzde 95’ine ulaşılabiliyor ve iPod’unuz 3 metreye kadar derinliği olan suya düştüğünde zarar görmüyor. Silikon kulaklığı da sudan hiç etkilenmiyor. 20 ve 40 GB’lik modellere uyan kılıf İngiltere’de 89 sterline satılıyor. www.marine-audio.com
button
Yazının Devamını Oku