24 Eylül 2005
Marinalarda dolaşmaya bayılırım.
Oyuncakçı dükkanına girmiş bir çocuk gibi, heyecanla bir tekneden diğerine seğirtip güzeline, çirkinine bakarım, daha önce dikkat etmediğim ayrıntıları fark ederim, güvertelerdeki ilginç çözümlerin Halki’ye de uygulanıp uygulanmayacağını anlamaya çalışırım.
Güverteler, tekne sahipleri ile ilgili ayrıntılı bilgiler verir. Marinalar bu nedenle biraz da insan kataloglarıdır.
Dağınık güverteler genel bir soruna işaret eder; özensiz bir tekne sahibi, kimbilir görünmeyen yerlerde nasıl sorunlar yaratmıştır?
Solmuş, eprimiş bir güneşlik ve karga-martı gübresi ile grileşmiş bir güverte, sahibi ile bağı kopmuş mutsuz bir tekneye aittir. Denizle ilişkisi kalmamış birinin teknesi çok hüzünlü olur; yapayalnız kalır.
Teknenin tüm iplerini havuzluğa getirenler ya yaşlı, ya da yelkenciliğin cefa değil sefa olduğuna inanan birileridir (benim gibi), belki de denize hep tek başlarına açılıyorlardır.
Yani, güverteler, tekne kadar sahiplerin de aynasıdır.
Marina adamlarına bakarak da onların teknelerle nasıl bir ilişkisi olduğunu anlayabilirsiniz.
*
Bembeyaz giysili, omuzu apoletli biri marinada gerine gerine dolaşıyorsa, bilin ki büyükçe bir teknenin -ki genellikle bu, denize çıktıklarında mazot tankerlerinin eşlik etmesi gereken motoryatlardan biridir- kaptanıdır. Marina profesyonelleri onlara hep abi der. Mal sahibi gelecek diye iki dirhem bir çekirdek giyinmiş, tekneyi pırıl pırıl temizlemiştir. Genellikle onunla kalan hemşerisine o günlük güle güle demiştir ve patronu beklemektedir. Maaşlıdır ama sanki tekne onundur; bilmeyenler öyle de sanabilir. Teknenin işlerini yaptıracağı kişileri, alacağı komisyona bakarak seçtiği ve bu nedenle de fiyatları yükselttiği konuşulur. Alan razı, satan razıdır; bu nedenle aslında bana nedir ki?
*
Kulağı küpeli, saçları atkuyruğu ve kolları bir gorili kıskandıracak kadar gelişmiş genç, yarış ekiplerinden birindedir. Parasızdır; yelken zevkini, ‘pazusu yok, parası çok’ birinin yarış ekibine katılarak tatmin etmektedir. Lakabı ayı olabilir örneğin; ya da elinde sürekli vinç kolu ile dolaştığı için değirmenci de diyebilirler. Uzun yarış ile başlayan macera, sonbaharda güney yarışları ile sona erdiğinde ‘Yaz sence ne demektir?’ diye sorarsanız, ‘Yelken seyri biterken marina sefasının başladığı ve içilen mojitolar nedeniyle tam olarak da nasıl geçtiği anlaşılamayan zaman dilimi’ diyecektir. Güzel tekne, çirkin tekne ayrımı yapmaz, tekne romantizmine gelemez. Tekne onun için hızlı ya da yavaştır; kazanır, ya da kaybeder.
*
Aylardır denize çıkmadığı bakımsızlığından anlaşılan tekneden inerken zorlanan ve yanındaki kadının denize düşme tehlikesi atlatmasına da yol açan adam, kabinden çıkarken etrafını dikkatlice kolaçan ediyorsa gizli bir şeyler yapıyor demektir ve bilin ki, o bir tekne değil aslında bir garsoniyerdir. Marinaları bilenler, ‘Bu teknelerin çoğu garsoniyer olarak kullanılıyor’ falan dediklerinde kıskançlık diye düşünmüştüm ilk başlarda. Ama bu yılın başında soğuk bir mart akşamı, yanı başımdaki küçük motoryatın tahtaliman marinada, bağlı olduğu yerde sanki dalga varmışçasına yalpalamasına önce bir anlam verememiştim. Durumu anladım sonra; tabii ki ne yaptıkları beni ilgilendirmiyordu ama açıkçası onlar adına soğuk beni çok düşündürdü.
*
Kuşkusuz daha birçok portre var: Dünyaya teknelerinin havuzluklarından hata bulmak için bakanlar, marinaya çok uzun bir yolculuk ardından varıp, yol iz bilmediği bir diyarda sınırlı bütçeleri olduğunu belli ederek, hizmet almaya çalışan dünya vatandaşları, burunları teknelerinden büyük sahipler, tekne sahiplerini kertmeyi hedefleyen ve büyük olasılıkla kerten marangozlar, boyacılar... Ve ben...
Eski güverte ayakkabıları ile şort giymiş, bir elinde tekneye gitmeyi reddeden kızı, diğer elinde kızını meşgul edecek çeşitli abur cuburların da bulunduğu alışveriş torbasıyla bir adam. Karşı tekneden ‘Bakalım bu defa ne olacak?’ diye biraz eğlenerek, biraz da kaygıyla bakanların dikkatli gözleri nedeniyle yoğunlaşan korku ve sıcak nedeniyle hafif terli. Kararlı adımlar ve Halki.
Her şeyi unuttum. Ver elini Marmara.
Haydar gelemedi
Türkiye’de yelkenin gelişmesi için denizi bilen ve seven gazeteci sayısının artması gerçeğinden yola çıkan İstanbul Yelken Kulübü medya için bir yelken yarışı düzenledi. Bir ilk adım olduğu için önem taşıyan bu yarışla ilgili tartışmalar Yahoo üzerindeki Yelkenciler Lokali’nde yoğun bir şekilde sürüyor. Katılan (ve haberleri olmadığı için katılamayan) gazeteciler, düzenlemenin biraz apar topar yapıldığı izlenimi edindiklerini belirtiyorlar. İstanbul Yelken Kulübü, önümüzdeki yıl yarışın ötesinde daha kapsamlı bir program işaretleri veriyor.
Medya Cup’a Hürriyetim Haber Müdürü Oğuz Güven katıldı ve yazdı.
Nefesi kuvvetli bir hoca çağırsak diyorum. Şöyle bi üflese yelkenlere. Bu arada neredeyse denizin üzerinde durmuş olan bizi seyreden polis, seslenip ‘Bi tur versene’ diye dalga geçiyor. İyi bir rüzgarda 15 dakikada alınacak yolu 2 saatte alıyoruz. Sonunda finiş çizgisi anlamına gelen şamandırayı geçiyoruz ve hakem bottan düdüğü çalıyor. Bakıyorum birçok yelken daha Adalar’ın önünde. ‘Haydarı çok beklerler’ diyorum. Kalamış’a varmaları pazar gününü bulur herhalde. Bu yarıştan çıkardığım sonuç:
No Haydar, no yarış, no yat.
İstanbul Yelken Kulübü’nün Medya Cup yarışlarına çağırdıklarında tereddütsüz reddettim tabii. Ne işim vardı yelken yarışında; balık tutmak bile mümkün değildi ki. Yarışmayacağımı, sadece misafir olarak teknelerden birinde bir köşede oturacağımı söyleyip ikna ettiler.
Geçtiğimiz cumartesi sabahı soluğu Kalamış koyunda aldım. 7-8 basın mensubu daha var yarışa katılacak. Biraz sohbetin ardından bir botla açıkta ısınma turları yapan teknelere tek tek dağıtıldık. Şansıma en büyük yat olan Uzma düştü.
Yatta tam dokuz kişi var. Bir ben, bir de Digitürk’ten Füsun, etti mi 11. Sanki koca sahada futbol oynayacağız. Biz halı sahaya beş kişi bulamazken, burada beyaz formalarını giymiş, dokuz denizci hazır ve nazır.
BEN SAFRAYIM
Telsizden ‘Start için 5 dakika kaldı’ gibi bir ses gelmesiyle teknede birden hareket başladı. Herkes önce saatini ayarladı. Baktım, Kalamış Koyu’nun içinde 50’ye yakın irili ufaklı yelkenli. Denizin üstü rengarenk. Biri sağa, biri sola, biri aşağı, diğeri yukarı rüzgara kaptırmışlar, gidiyorlar. Bunlar nasıl olup da hep birlikte start çizgisine gelecekler merak içindeyim. Yelkenliler birbirlerine ha çarptı, ha çarpacaklar diyorum içimden ama nasılsa hep son anda teğet geçiyorlar. Neyse ki bizim tekne büyük rahatım.
Telsizden 5-4-3-2-1 sesinin duyulmasıyla bizim kaptan iskele (sol) tarafına öyle bir dümen kırdı ki yandaki teknenin üzerine çıkıyorduk.
Meğer yatlar boylarına ve sınıfına göre belli aralıklarla start alırmış. Ancak bu yarışta tüm yatlar birlikte yarışa başlayınca böyle karışık bir durum ortaya çıkmış.
Sonuçta Adalar’a doğru yol almaya başladık. Hava güzel, keyifli bir yolculuk olacağa benziyor. Ama pek öyle olmuyor. Reis ‘tramola’ gibi emirler yağdırıyor. Her emirle birlikte de biz bir sağ kenara, bir sol kenara koşuyoruz. Güya biz misafir olacaktık ama, baktım ki teknedekilerin gözünde bizler birer safra gibiyiz.
Teknenin sahibi Kadir Esen de sanki bizim gibi misafir. Yanımızda oturuyor. ‘Tramola ne’ diyorum. ‘Reis’in rota değiştireceğini anlatan emir’ olduğunu söylüyor. Herkes bu emre göre pozisyon alıyor. En çalışkan isim, en yaşlı ama delikanlıdan farkı olmayan Yavuz Dinar. Herkes ona Yavuz Baba diyor. Yavuz Baba kah zıplaya zıplaya yelkenin ipini çekiyor, kah yelkenin eteğini düzeltiyor.
RÜZGAR BİZE TERS
Reis Barış bu kez ‘sağanak’ diyor. Bakıyorum havada değil yağmur, bulut bile yok. Meğer ani esen sert rüzgara sağnak derlermiş.
Uzma en önde, rakiplere fark atmış gidiyoruz. Kınalıada’nın önünden kıvrılıp, Burgaz ve Kaşık arasındaki kanala varıyoruz. Bu arada balon denilen yelken açılıyor. Heybeli’nin önünden Büyükada’nın açığındaki şamandıraya doğru gitmemiz gerekirken, biz Dragos’a doğru yol alıyoruz. ‘Niye kestirmeden gitmiyoruz ki?’ diye soruyorum. Rüzgarın açısının ters olduğu söyleniyor. Kısacası rüzgar bize sağ elimizle sol kulağımızı göstermek zorunda bırakıyor.
Büyükada’nın önündeki şamandırayı da geçtikten sonra Dragos açıklarındayız. Eh artık sahil boyunca Kalamış’a varacağız. En yakın rakibimizin şamandıradan dönüşüyle aramızdaki farkın dört dakika olduğunu öğreniyorum.
PAZARA KALAMIŞ
Mayna emriyle balon yelken indiriliyor. Ve ne olduysa bundan sonra oluyor. Zaten az olan rüzgar tamamen kesiliyor. Olduğumuz yerde kalıyoruz. Yapacak hiçbir şey yok. Reis haricinde hemen herkes yatmış uyuyor. Sadece ‘Haydar, Haydar’ diye bağırışlar duyuyoruz. Rüzgarı çağırırlarmış. Herkes Haydarpaşa yönünden esecek rüzgarı bekliyor. ‘Haydaaaar’ diye bağırıp çağırıyorlar ama ne gelen var ne giden.
Nefesi kuvvetli bir hoca çağırsak diyorum. Şöyle bir üflese yelkenlere. Bu arada neredeyse denizin üzerinde durmuş olan bizi seyreden polis, seslenip ‘Bi tur versene’ diye dalga geçiyor.
İyi bir rüzgarda 15 dakikada alınacak yolu iki saatte alıyoruz. Sonunda finiş çizgisi anlamına gelen şamandırayı geçiyoruz ve hakem bottan düdüğü çalıyor. Bakıyorum birçok yelkenli daha Adalar’ın önünde. ‘Haydarı çok beklerler’ diyorum. Kalamış’a varmaları pazar gününü bulur herhalde.
Bu yarıştan çıkardığım sonuç ‘No Haydar, no yarış, no yat.’
Oğuz GÜVEN
Yazının Devamını Oku 23 Eylül 2005
Marinalarda dolaşmaya bayılırım. Oyuncakçı dükkanına girmiş bir çocuk gibi, heyecanla bir tekneden diğerine seğirtip güzeline, çirkinine bakarım, daha önce dikkat etmediğim ayrıntıları fark ederim, güvertelerdeki ilginç çözümlerin Halki’ye de uygulanıp uygulanmayacağını anlamaya çalışırım. Güverteler, tekne sahipleri ile ilgili ayrıntılı bilgiler verir. Marinalar bu nedenle biraz da insan kataloglarıdır.Dağınık güverteler genel bir soruna işaret eder; özensiz bir tekne sahibi, kimbilir görünmeyen yerlerde nasıl sorunlar yaratmıştır?Solmuş, eprimiş bir güneşlik ve karga-martı gübresi ile grileşmiş bir güverte, sahibi ile bağı kopmuş mutsuz bir tekneye aittir. Denizle ilişkisi kalmamış birinin teknesi çok hüzünlü olur; yapayalnız kalır.Teknenin tüm iplerini havuzluğa getirenler ya yaşlı, ya da yelkenciliğin cefa değil sefa olduğuna inanan birileridir (benim gibi), belki de denize hep tek başlarına açılıyorlardır.Yani, güverteler, tekne kadar sahiplerin de aynasıdır. Marina adamlarına bakarak da onların teknelerle nasıl bir ilişkisi olduğunu anlayabilirsiniz.*Bembeyaz giysili, omuzu apoletli biri marinada gerine gerine dolaşıyorsa, bilin ki büyükçe bir teknenin -ki genellikle bu, denize çıktıklarında mazot tankerlerinin eşlik etmesi gereken motoryatlardan biridir- kaptanıdır. Marina profesyonelleri onlara hep abi der. Mal sahibi gelecek diye iki dirhem bir çekirdek giyinmiş, tekneyi pırıl pırıl temizlemiştir. Genellikle onunla kalan hemşerisine o günlük güle güle demiştir ve patronu beklemektedir. Maaşlıdır ama sanki tekne onundur; bilmeyenler öyle de sanabilir. Teknenin işlerini yaptıracağı kişileri, alacağı komisyona bakarak seçtiği ve bu nedenle de fiyatları yükselttiği konuşulur. Alan razı, satan razıdır; bu nedenle aslında bana nedir ki?*Kulağı küpeli, saçları atkuyruğu ve kolları bir gorili kıskandıracak kadar gelişmiş genç, yarış ekiplerinden birindedir. Parasızdır; yelken zevkini, ‘pazusu yok, parası çok’ birinin yarış ekibine katılarak tatmin etmektedir. Lakabı ayı olabilir örneğin; ya da elinde sürekli vinç kolu ile dolaştığı için değirmenci de diyebilirler. Uzun yarış ile başlayan macera, sonbaharda güney yarışları ile sona erdiğinde ‘Yaz sence ne demektir?’ diye sorarsanız, ‘Yelken seyri biterken marina sefasının başladığı ve içilen mojitolar nedeniyle tam olarak da nasıl geçtiği anlaşılamayan zaman dilimi’ diyecektir. Güzel tekne, çirkin tekne ayrımı yapmaz, tekne romantizmine gelemez. Tekne onun için hızlı ya da yavaştır; kazanır, ya da kaybeder. *Aylardır denize çıkmadığı bakımsızlığından anlaşılan tekneden inerken zorlanan ve yanındaki kadının denize düşme tehlikesi atlatmasına da yol açan adam, kabinden çıkarken etrafını dikkatlice kolaçan ediyorsa gizli bir şeyler yapıyor demektir ve bilin ki, o bir tekne değil aslında bir garsoniyerdir. Marinaları bilenler, ‘Bu teknelerin çoğu garsoniyer olarak kullanılıyor’ falan dediklerinde kıskançlık diye düşünmüştüm ilk başlarda. Ama bu yılın başında soğuk bir mart akşamı, yanı başımdaki küçük motoryatın tahtaliman marinada, bağlı olduğu yerde sanki dalga varmışçasına yalpalamasına önce bir anlam verememiştim. Durumu anladım sonra; tabii ki ne yaptıkları beni ilgilendirmiyordu ama açıkçası onlar adına soğuk beni çok düşündürdü.*Kuşkusuz daha birçok portre var: Dünyaya teknelerinin havuzluklarından hata bulmak için bakanlar, marinaya çok uzun bir yolculuk ardından varıp, yol iz bilmediği bir diyarda sınırlı bütçeleri olduğunu belli ederek, hizmet almaya çalışan dünya vatandaşları, burunları teknelerinden büyük sahipler, tekne sahiplerini kertmeyi hedefleyen ve büyük olasılıkla kerten marangozlar, boyacılar... Ve ben...Eski güverte ayakkabıları ile şort giymiş, bir elinde tekneye gitmeyi reddeden kızı, diğer elinde kızını meşgul edecek çeşitli abur cuburların da bulunduğu alışveriş torbasıyla bir adam. Karşı tekneden ‘Bakalım bu defa ne olacak?’ diye biraz eğlenerek, biraz da kaygıyla bakanların dikkatli gözleri nedeniyle yoğunlaşan korku ve sıcak nedeniyle hafif terli. Kararlı adımlar ve Halki.Her şeyi unuttum. Ver elini Marmara.Türkiye’de yelkenin gelişmesi için denizi bilen ve seven gazeteci sayısının artması gerçeğinden yola çıkan İstanbul Yelken Kulübü medya için bir yelken yarışı düzenledi. Bir ilk adım olduğu için önem taşıyan bu yarışla ilgili tartışmalar Yahoo üzerindeki Yelkenciler Lokali’nde yoğun bir şekilde sürüyor. Katılan (ve haberleri olmadığı için katılamayan) gazeteciler, düzenlemenin biraz apar topar yapıldığı izlenimi edindiklerini belirtiyorlar. İstanbul Yelken Kulübü, önümüzdeki yıl yarışın ötesinde daha kapsamlı bir program işaretleri veriyor. Medya Cup’a Hürriyetim Haber Müdürü Oğuz Güven katıldı ve yazdı.Nefesi kuvvetli bir hoca çağırsak diyorum. Şöyle bi üflese yelkenlere. Bu arada neredeyse denizin üzerinde durmuş olan bizi seyreden polis, seslenip ‘Bi tur versene’ diye dalga geçiyor. İyi bir rüzgarda 15 dakikada alınacak yolu 2 saatte alıyoruz. Sonunda finiş çizgisi anlamına gelen şamandırayı geçiyoruz ve hakem bottan düdüğü çalıyor. Bakıyorum birçok yelken daha Adalar’ın önünde. ‘Haydarı çok beklerler’ diyorum. Kalamış’a varmaları pazar gününü bulur herhalde. Bu yarıştan çıkardığım sonuç: No Haydar, no yarış, no yat.İstanbul Yelken Kulübü’nün Medya Cup yarışlarına çağırdıklarında tereddütsüz reddettim tabii. Ne işim vardı yelken yarışında; balık tutmak bile mümkün değildi ki. Yarışmayacağımı, sadece misafir olarak teknelerden birinde bir köşede oturacağımı söyleyip ikna ettiler.Geçtiğimiz cumartesi sabahı soluğu Kalamış koyunda aldım. 7-8 basın mensubu daha var yarışa katılacak. Biraz sohbetin ardından bir botla açıkta ısınma turları yapan teknelere tek tek dağıtıldık. Şansıma en büyük yat olan Uzma düştü.Yatta tam dokuz kişi var. Bir ben, bir de Digitürk’ten Füsun, etti mi 11. Sanki koca sahada futbol oynayacağız. Biz halı sahaya beş kişi bulamazken, burada beyaz formalarını giymiş, dokuz denizci hazır ve nazır.BEN SAFRAYIMTelsizden ‘Start için 5 dakika kaldı’ gibi bir ses gelmesiyle teknede birden hareket başladı. Herkes önce saatini ayarladı. Baktım, Kalamış Koyu’nun içinde 50’ye yakın irili ufaklı yelkenli. Denizin üstü rengarenk. Biri sağa, biri sola, biri aşağı, diğeri yukarı rüzgara kaptırmışlar, gidiyorlar. Bunlar nasıl olup da hep birlikte start çizgisine gelecekler merak içindeyim. Yelkenliler birbirlerine ha çarptı, ha çarpacaklar diyorum içimden ama nasılsa hep son anda teğet geçiyorlar. Neyse ki bizim tekne büyük rahatım.Telsizden 5-4-3-2-1 sesinin duyulmasıyla bizim kaptan iskele (sol) tarafına öyle bir dümen kırdı ki yandaki teknenin üzerine çıkıyorduk.Meğer yatlar boylarına ve sınıfına göre belli aralıklarla start alırmış. Ancak bu yarışta tüm yatlar birlikte yarışa başlayınca böyle karışık bir durum ortaya çıkmış. Sonuçta Adalar’a doğru yol almaya başladık. Hava güzel, keyifli bir yolculuk olacağa benziyor. Ama pek öyle olmuyor. Reis ‘tramola’ gibi emirler yağdırıyor. Her emirle birlikte de biz bir sağ kenara, bir sol kenara koşuyoruz. Güya biz misafir olacaktık ama, baktım ki teknedekilerin gözünde bizler birer safra gibiyiz. Teknenin sahibi Kadir Esen de sanki bizim gibi misafir. Yanımızda oturuyor. ‘Tramola ne’ diyorum. ‘Reis’in rota değiştireceğini anlatan emir’ olduğunu söylüyor. Herkes bu emre göre pozisyon alıyor. En çalışkan isim, en yaşlı ama delikanlıdan farkı olmayan Yavuz Dinar. Herkes ona Yavuz Baba diyor. Yavuz Baba kah zıplaya zıplaya yelkenin ipini çekiyor, kah yelkenin eteğini düzeltiyor.RÜZGAR BİZE TERSReis Barış bu kez ‘sağanak’ diyor. Bakıyorum havada değil yağmur, bulut bile yok. Meğer ani esen sert rüzgara sağnak derlermiş.Uzma en önde, rakiplere fark atmış gidiyoruz. Kınalıada’nın önünden kıvrılıp, Burgaz ve Kaşık arasındaki kanala varıyoruz. Bu arada balon denilen yelken açılıyor. Heybeli’nin önünden Büyükada’nın açığındaki şamandıraya doğru gitmemiz gerekirken, biz Dragos’a doğru yol alıyoruz. ‘Niye kestirmeden gitmiyoruz ki?’ diye soruyorum. Rüzgarın açısının ters olduğu söyleniyor. Kı
Yazının Devamını Oku 17 Eylül 2005
- Denizlere açılmak istiyorum Rezzan. Bu tekdüzelikten sıkıldım. Hayat beni yordu artık. Trafik, iş-güç, git-gel falan. - Hafta sonu maça nasıl gideceksin Selami? Ondan vazgeçemezsin, biliyorsun.
- Radyoda dinlerim, Bertan arar söyler, sonuç SMS ile gelir; zaten takım enayi gidiyor. Deniz kaç zamandır beni çağırıyor, kulaklarım çınlıyor sesinden.
- Bu da nerden çıktı şimdi? Geçen gün deniz kenarındaydık ben hiçbir şey duymadım.
- Şimdi de duyuyorum. Gel diyor deniz; gel koynuma.
- Hangi Deniz?
- Canım, kıyısı olan deniz tabii ki, hani lağım akıyor, içinde balıklar, insanlar, gemiler falan yüzüyor; saçmalama Rezzan, komşumuz Deniz Hanım değil...
- Çok yakın görünüyorsunuz da.
- Alákası yok; yine açma aynı konuyu. Deryalar çağırsın beni o zaman.
- Çağırsın, çağırsın boyu devrilesice.
*
- Artık dayanamıyorum bu hayata. Sı-kıl-dım. Çok sıkıldım. Her şey üstüme üstüme geliyor. Deryalar çağırıyor beni iyice.
- Takıldın sen de deryalara. De ki çağırıyor, sen de cevap verme o çağrıya Selami. Cep telefonuna da cevap vermiyorsun zaten. Uzun bir cevapsız çağrı listen var genellikle; bazıları da benimkiler.
- Telefonumu mu kurcalıyorsun yoksa?
- Deniz’e, deryaya falan bakıyorum uzun uzun. Arada çekirdek çitliyorum; güzel oluyor. Güneş batarken hele...
- Soruma hálá cevap vermedin.
- Canım madem korkacak bir şeyin yok, ne olur baksam ki?
- Ayıp Rezzan; insanların özel hayatları vardır. Telefon kurcalamak yakışmıyor sana. Deniz beni çağırıyor dedim, bak altından neler çıkartıyorsun.
- Yine mi Deniz? Bu kadın apartmana taşınalı beri bir çağrıdır gidiyor. Ne oluyor Selami?
*
- Tekne alalım Rezzan.
- Paramız var mı Selami? Beni biliyorsun Deniz de tutuyor.
- Emedur alırsın. İşe yarar.
- O da neymiş? Ne demek emedur?
- İlaç ilaç, yutuyorsun ve deniz tutmuyor.
- Hangi Deniz?
- Kıyılı, lağımlı, insanlı, balıklı, gemili deniz.
- Paran var mı paran?
- Yok ama biriktiririz, borç alırız, satarız, har vurup harman savururuz; yeter ki denizlere açılalım. Genciz daha. Önümüzde kocaman bir hayat var.
- Satmak, har vurup harman savurmak için bile tek çöpümüz yok... Evin var mı evin Selami Bey?
- Açılalım Rezzan.
- Çoğul konuşma; hep söylüyorum. Açılacaksan kendi adına açıl, saçıl. Sen bekle dur; ama benden Emedur bekleme.
*
- Beni anlamıyorlar, sen de anlamıyorsun. Kendimi çok yalnız hissediyorum.
- Evin taksidini ödedin mi?
- Ödedim. Öde öde bitmiyor lanet borç. Bir de oğlanın okul taksit zamanı geldi yine. Bunlar beni boğuyor Rezzan. Kaçmak istiyorum deryalara.
- Peki oğlun ne olacak; okuldan alıp, teknenin filikası falan mı yapacaksın. Denizden ne anlar o; balık bile yemiyor. Teknen de yok ya daha.
- Hep engelliyorsun, hep cesaretimi kırıyorsun. Kaynanam gibi oldun Rezzan. Oğlun da o şişkolukla filika falan değil, olsa olsa salma olur; epey tasarruf ederiz. Hep dedim sana bu kadar çok besleme, tosuncuk yapacaksın diye.
- Yine oğlana söyleyecek laf buldun, Allah oğlan verdi ne yapalım.
- Planları aldım biliyorsun Rezzan, hep birlikte yapacağız teknemizi.
- Bana güvenme, ellerime kıymık batar, sevmem o işleri ben. Oğluma da kıyamam o pis atölyelerde.
*
- Bak ne güzel başladık teknemize.
- Mezbelelikten çok hoşlanırım bilirsin; hobimdir, o yüzden geldim. Üstün de batmış, ne o öyle yakışıyor mu sana ameleler gibi...
- Tut şu çıtayı Rezzan. Tek başıma yerine yerleştiremiyorum; oradan değil dikkat. Bırak bırak hemen.
- Elime yapıştı, çıkmıyor. Aman çıktı lanet olası... Şimdi de parmaklarım birbirine yapışıyor.
- Şişedeki suyla hemen sil, yoksa biri çok kalın dört parmaklı bir elin olur. Ne yaparsın sonra. Hastanelerle, ameliyatlarla falan uğraşmayalım Rezzan.
- Kaç kere dedim sana bu işlerden hiç hoşlanmıyorum diye, bak ayakkabılarım da battı. Daha yeni almıştım.
- Teknemiz Rezzan.
- Teknen Selami, çoğul konuşma diyorum sana yıllardır.
Yani ille de bir tekne istiyorsunuz
Dudley Dix tasarımı 40CR’nin bir aile tarafından Esenler’de sanayi sitesinde kiralanan atölyede yapılış öyküsünü aktardıktan sonra, benzer girişimlerde bulunanlar ya da bulunmayı düşünenler tarafından gönderilmiş çok sayıda mesaj aldım. Farklı tasarımcıların teknelerini kendi olanakları ile yapmakta olanlar projelerinin ayrıntılarını paylaştılar. Gelen bilgiler, amatörlerin işini kolaylaştıran yeni malzemelerin yeni yöntemlerle kullanıldığı tekne yapımının Türkiye’de hızla yaygınlaştığına işaret ediyordu. Bu durum, seri üretim tekneleri satın almak istemeyen ya da maddi nedenlerle satın alamayan deniz tutkunlarının cesaretlerini arttığını gösterdiği için bana çok umut verdi. Yahoo üzerindeki mesaj gruplarında sürdürülen canlı tartışma ve fikir alışverişinin derinliği de önemliydi. Bir de, denize adım atmak isteyip de bunu nasıl yapacağını bilemeyenlerin soruları vardı. Bu haberin çok sayıdaki benzer soruya yanıt oluşturacağını düşünüyorum.
AMAÇ NE?
Yatçılık, yaklaşık üç yüzyıl önce Hollanda sularında yaygınlaşmaya başlamış olsa da, örneğin Kleopatra’nın üç bin yıl önceki Actium savaşını devlet yatı diyebileceğimiz şaşaalı bir tekneden izlediğini biliyoruz. Yani bir yaşam tercihi olarak tekne binlerce yıldır hayatlara renk katıyor. Bir tekne sahibi olmak, emin olun, otomobil sahibi olmaktan çok daha keyif vericidir; mülkiyetin kişinin duygudurumunu uzunca bir süre derinden etkilediği olaylardan biridir. Bir ev sahibi olmak ile kıyaslanabilir belki ama ev sonuçta bir ‘gereksinimdir’, tekne ise bir yaşam tercihidir. Bu nedenle de tekne seçiminde amaç çok önemlidir. Teknenin tipiyle ilgili karar vermek için en temel bilgi amacı belirlemektir. Denizlerin aile ile aşılacağı bir tekne başka, bir denizden diğerine karadan taşınacak bir tekne başka, gölde kullanılacak bir tekne başka, yarışılacak bir tekne başka, mürettebat gerektiren bir tekne başka özellikler taşır. Bu özelliklerin getirdiği maliyet farklılıkları da öne çıkar. Tekne işinde amaç belirlememek, yolu olmayan bir bölgede haritasız yolculuk yapmaya benzer; kaybolursunuz.
Kıyı kıyı gezmek için
Tek başına, ya da en fazla iki üç kişi ile geceye kalmadan gündüzleri çok açılmadan kıyılarda dolaşmak isteyenlerin düşünmesi gereken tekne otomobil arkasında treyler ile çekilebilen türden olabilir. Ya da en fazla altı yedi metrelik bir tekne. Bu tür seri üretim teknelerin kullanımı, tek kişi için tasarlandıklarından kolaydır. Su çekimlerinin fazla olmaması kıyıya köşeye girmeye izin verir. Piyasadaki rekabet nedeniyle yüksek donanım düzeyleriyle satılan bu teknelerin güvenliği de genel olarak yerindedir. Tek sorunları fazla hacimleri olmamasıdır. Küçük bir aile, aile olmanın getirdiği samimiyet içinde bu tür bir teknede üst üste birkaç gün geçirebilir.
Okyanus fatihlerine
Bu tür tüknelerde, işlev boydan çok daha önemlidir. Teknenin, sert denizlerin yıpratıcı etkilerinden çok az etkilenmesi, güvenlik önlemlerinin çok iyi düşünülmesi gerekir. Unutmayın kıyıdan kilometrelerce uzakta yapayalnız kalacaksınız ve bir sorun olduğunda yardımınıza gelecek kimse yok. Teknede sorun çıkmamasının yanısıra çıkacak sorunu çözebilecek bilgiye de sahip olmalısınız ki salimen en yakın limana ulaşabilin. Standart seri üretim tekneler artık okyanus geçişlerinde kullanılıyor. İyi şirketlerin kalite kontrol sistemleri güvenilir gövdeler yapılmasını mümkün kıldı. Ancak uzun süreli geçişler için bu tekneler iyice elden geçiriliyor. Söylenen, yeni bir standart teknenin okyanus geçişine hazırlanmasının maliyetinin, yeni tekne maliyetinin dörtte biri ile yarısı arasında olacağı.
Ailemden ayrı kalamam diyenlere
Kardeş teknelerden vazgeçemeyenlere
Deniz üzerinde birbirinin aynı tekneleri seyretmek de, o teknelerde seyir de bambaşkadır. Genellikle yarış amaçlı üretilen ve tek tasarım (one-design) diye adlandırılan teknelerin tasarımcıları aynı, üreticileri farklı olabilir. Örneğin olimpik yarış tekneleri Laser, 470 vs. tek tasarım teknelerdir. Bu teknelerde ekibin beceri düzeyi hariç herşey standarttır. Bu tür tekneler arkadaşlarıyla kıyılarda, eski deyişle, hoşça vakit geçirmek isteyenler ya da ciddi ciddi yarışmak isteyenler içindir. Bu tür tekneleri satın almak ve bakmak nispeten kolaydır. Yatlar arasında da tek tasarım sınıfları vardır; Farr 40 ya da Mumm örneğin. Çok pahalı olan bu yarış tekneleri mürettebatlarıyla dünyanın değişik denizlerinde kardeşleri ile yarışırlar; mürettebat farkı başarıyı ya da başarısızlığı belirler. Bu tekneler genellikle özel yapımdır. Yatlarda tek tasarım pahalıdır.
Yazının Devamını Oku 10 Eylül 2005
Okyanuslara açılmak isteyip de buna tek başına cesaret edemeyenler için toplu geçişler düzenleniyor. Koskoca okyanusta kimse birbirini görmese de, büyük ve hızlı tekneler alıp başını gitse de; bir yandan okyanus sonsuzluğunu yaşatmak, bir yandan herkese aynı havuzda oldukları duygusunu vermek, sonsuz yalnızlıktan uzaklaştırmak bu toplu geçişlerin hedefi. Bu toplu geçişlerden en önemlisi olan ARC’ye yani Gezi Tekneleri için Atlantik Rallisi’ne bu yıl bir Türk teknesi de katılacak.
Okyanus aşmak, yelkene gönül verenleri heyecanlandıran ve korkutan bir düş. İnsanın yeryüzünde minnacık bir nokta olduğunu hiç aklından çıkartamadığı iki yerden biri okyanusun ortasıdır, diğeri ise çöl.
Karadan yüzlerce, binlerce kilometre uzakta mutlak yalnızlık. Gece seyirlerinde yalnızca yıldızların aydınlattığı okyanusta evreni izlemek, teknenin arkasında bıraktığı yakamozlu su. Yelken seyrinde insanı çağanoza çeviren yan yatmış bir tekne. 6-7 knot hızla aşılan okyanuslar...
Gerçi uydu telefonlarının ulaşılabilir fiyatlara inmesi, GPS sistemleri, ucuzlayan radarlar, hava durumunu ileten haberleşme sistemleri okyanus geçişlerini daha az korkulur hale getirdi ama... Yine de sayıların artmasına rağmen kendi başına okyanus geçişine kalkana, hálá başka bir yüzyılın maceraperesti gözüyle ve gıptayla bakılıyor.
KADINLAR TAKIMI
Okyanus aşmak isteyip de buna tek başına cesaret edemeyenler için toplu geçişler düzenleniyor. Koskoca okyanusta kimse birbirini görmese de, büyük ve hızlı tekneler alıp başını gitse de, bir yandan okyanus sonsuzluğunu yaşatmak, bir yandan herkese aynı havuzda oldukları duygusunu vermek ve sonsuz yalnızlıktan uzaklaştırmak bu toplu geçişlerin hedefi. Bu toplu geçişlerden en önemlisi, ARC, yani Gezi Tekneleri için Atlantik Rallisi, 20 Kasım 2005’te başlayacak.
Bu yıl mürettebatını kadınların oluşturduğu Türk bayraklı bir yelkenlinin de katılacağı 20. ARC için tekneler Kanarya Adaları’nda Las Palmas Limanı’ndan demir alacak. Kanarya Adaları-St. Lucia arasındaki 2700 deniz millik geçişin teknenin boyuna göre 18 ila 21 gün arasında tamamlanması bekleniyor.
Marmaris’te yelken eğitimi veren bir şirketi olan ve Türkiye’de yelken eğitiminin öncüleri arasında yer alan Cumhur Gökova’nın reisliğini üstleneceği Dufour 40 tipi tekne, 1 Ekim’de Marmaris’ten ayrılacak ve Kanarya Adaları’na doğru yola çıkacak. Marmaris-Malta, Malta-Malaga, Malaga-Las Palmas etapları arasında yelken eğitimi verilecek ve her etapta ekip değişecek.
YARIŞMA DA VAR
İngiltere’de kurulu World Cruising Club adlı bir şirket tarafından düzenlenen ARC, açık deniz becerilerini geliştirmek isteyenlerin yanı sıra, amatör ruhla yarışanlara da heyecanlar sunuyor. Boy ve diğer özelliklerine göre tekneler geçiş performanslarına göre sıralanıyor.
ARC’ye katılmak için uyulması gereken çok katı kurallar var. Okyanus için biraz da küçümsemeyle ‘gölcük’ denmesi kimilerinin güvenlik önlemlerini savsatmasına yol açabiliyor. ARC yönetimi belirlediği güvenlik önlemlerini almayanları ve gerekli teçhizatı bulundurmayanları kabul etmiyor. Las Palmas’ta geçiş öncesinde yapılan sıkı denetimlerle de güvenlikten ödün verilmeyeceğinin altı net bir şekilde çiziliyor.
20. ARC NOTLARI
Kayıt yaptıran tekne sayısı 225.
Tekne mürettebatı içinde 40 çocuk var. Bu rakam geçen yılın iki katı.
Geçiş sırasında Atlas Okyanusu’nda 21 farklı ülkenin bayrağı dalgalanacak.
En küçük tekne Vancouver 32 (9,75 metre), İngiliz bayraklı Free Spirit of Itchenor, en büyük tekne Cayman bayraklı Kalikobass II (32 metre).
Teknelerden 26’sı Beneteau, 21’i Hallberg Rassy, 19’u Jeanneau marka.
İrlandalı çift Jim ve Jane erken emekliye ayrılıp, kendi bahçelerinde yaptıkları Suncat 40 ile katılıyor.
Norveçli çift Eivind ve Heidi mallarını mülklerini satıp aldıkları Bavaria 42 ile katılacakları ARC’yi 5 yıllık dünya turunun ilk ayağı olarak görüyor.
Hamburg: Sevgili su kenti
Birbirini ve güneşin ışıklarını kesen daracık sokaklar.
Sokakların köşelerinde sürprizler; ya küçücük bir köprü ya da koyu yağ yeşili bir su kanalı. Kanalın kenarında merdivenle inilen küçük bir kafe. Birbirine zincirlenmiş masa ve iskemleler.
İkinci Dünya Savaşı’ndaki büyük bombardımandan sonra yapılan taş binalar. Binaların içinden bir diğer sokağa ya da nehir kenarına açılan zarif pasajlar; Galleria, Akmerkez öncesi eski İstanbul pasajları gibi.
Hafta sonu yapılan karnavalın döküntüleri temizlenmiş, kırık birkaç bira şişesi dışında hiç iz kalmamış. Bir gece önceki hıncahınç kalabalığın yerini, sakin göle bakan banklarda oturan erkenciler almış, benim gibi.
Hamburg’da bir pazar sabahı; saat 08.00.
*
Hamburg çocukluk haritamda yeri bellenmiş ilk şehirlerden biriydi. Almanya’ya giden ilk kuşak gurbetçilerden olan dayım Hamburg Limanı’nda işçiydi ki, sonra limanda kaza geçirecek ve yıllar sonra Hamburg’da ölecekti. Alman ekonomik mucizesinin Türk yaratıcılarından ve kurbanlarından biri.
Her yaz beyaz Volkswagen otomobili ile İstanbul’a gelişi bir kutlama nedeniydi. Bir seferinde, bütün gün Kadıköy Yavuztürk Sokak’ta teyzemin evinin terasında gözüm yolda onu beklemiştim. Yokuşun başında görünen her beyaz otomobil Hamburg’dan geliyordu, HH plakası ile. Bütün gün bekledim, bir kere içeri girdim ve kapı çaldı, gelmişti.
Hamburg’daki ilk saatlerimde, yol işaretlerinde gördüğüm semt adları çocukluğumda duyduğum sesleri ete kemiğe büründürüyordu. Altona örneğin; dayımın yaşadığı semt. St.Pauli, dayımın tuttuğu takımın semti.
*
Adım başı suyla karşılaştığım Hamburg’da su kokusu beni hep izledi.
Otelin önündeki küçük meydan Elbe Nehri’nin küçücük kolunun kenarındaydı.
Yoğun gemi trafiği ile Elbe Nehri biraz yürüyünce karşımda. Kıyıya aborda olmuş müze gemiler; İkinci Dünya Savaşı sırasında Avrupa’yı ayakta tutan Victoria tipi yük gemilerinden biri, Almanların pek de başarılı olmayan sömürgecilik deneyiminin yansıması çok direkli hızlı ticaret gemileri ve yaklaşık 70 kilometrekare alana yayılan limanı gezdiren turistik nehir tekneleri ile Elbe yoğun bir turizm trafiğinin de merkezinde.
Dev gemilerin arasında manevra yaparak 110 kilometre ötedeki Kuzey Denizi’ne doğru hareketlenen yatlar, kıyıda gördüğüm kulüplere bağlı yüzlerce yelkenli tekne, dünyanın en büyük dokuzuncu limanının içinde yelken yapılabildiğini ve bunun da teşvik edildiğini gösteriyor.
Küçük tarihi yelkenlilerin aborda olduğu göl kenarında çocuklara tekneler ve yelken anlatılıyor. Ellerinde yelken bezleri, ipler, teknenin kıç üstündeki küçücük taburelere çöküp dinliyorlar, soruyorlar, ilgileniyorlar ve öğreniyorlar.
Adım başı rastlanan yat malzemesi satıcıları, tekne maketçileri, denizcilikle ilgili kitaplar ve eski - yeni haritalar satan mağazaların çokluğu kıskandırıyor. Aaah İstanbul diyorum.
*
Beni asıl kıskandıran ise kanal teknelerindeki kaptanların mahareti. Burada tabii çok kişisel bir kıskançlıktan söz ediyorum; tekne yanaştırma beceriksizliğim işin içine giriyor.
Kentin tam göbeğinde bir römorkör dev bir çatanayı çekiyor. Ben de üstteki köprüden izliyorum. Kanal, teknelerden biraz daha geniş. Suyla hemkenar taş binalarla aralarında birkaç metre ya var, ya yok. Kaptan rahat; çatanadaki yardımcısı bir elinde ip, öbür elinde sigara, sakin sakin oturuyor. Ne yapacaklarını çok iyi bilenlerin sessiz anlaşması var aralarında.
Römorkör 90 derece sancak (sağ) tarafında daha da dar bir kanala yöneliyor. Kaptan, iki ileri, birkaç tornistan ile römorkörü o kanala sokuyor. Ama çatananın da peşinden gelmesi gerek. Bir bisiklet kullanır gibi birkaç basit manevra ile çatana da o dar kanalın içinde; her şey birkaç dakikada olup bitiyor. Belli belirsiz bir ses duyuyorum, çatana, binalardan birine değiyor. İğneye iplik geçirmek kadar zor bir iş, kalecisiz kaleye gol atmak rahatlığında tamamlanıyor.
Çocukluk haritamda yeri bellenmiş ilk şehirlerden Hamburg... Artık sevgili su şehirlerimden birisin.
Oyun
Kaptancılığa var mısınız?
Virtual Skipper 3, yelken yarışçılığını çok gerçekçi bir programlama ile bilgisayarlara soktu. Dünyanın altı bölgesinde, tasarım özellikleri uygun gerçek teknelerle yarışılan, tüm manevraların yapılabildiği, akıntı, hava durumu etkilerinin hesaba katılması gereken oyun, uluslararası yarış kurallarını da dikkate alıyor. Deneyimli deneyimsiz tüm yelkencilerin keyif alacağı oyunun Almanya satış fiyatı 38 euro.
Sağlık
Kalp krizine karşı
Philips tarafından üretilen defibrilatör, denizde kalp krizi geçirenlerin kurtulma şansını yüzde 50’nin üzerine çıkartıyor. Cihaz, kriz geçirip duran kalbi elektrik şoku ile çalıştırıyor. Kalp krizi; trafik kazaları, meme kanseri, prostat kanseri, felç, AIDS ve yangınların toplamından fazla ölüme yol açıyor. Cihaz İngiltere Kraliyet Yatçılık Derneği (RYA) tarafından öneriliyor. İngiltere satış fiyatı, RYA tarafından verilen eğitim de dahil olmak üzere 1295 sterlin.
Yazının Devamını Oku 4 Eylül 2005
<B>A</B>tlantik Okyanusu’nun 6.5 metrelik motorsuz yelkenli yatlarla geçildiği ve herkesin tek başına mücadele ettiği Mini Transat yarışlarına 2007 yılında ilk kez bir Türk yelkenci, Arif Gürdenli katılacak. Sponsor bulabilirse tabii. Yaklaşık 20 yıldır iki yılda bir düzenlenen ve okyanus yarışlarının en zorlularından biri olarak nitelenen Transat, Fransa’nın batı kıyısında yer alan La Rochelle Limanı’ndan başlıyor.
Kanarya Adaları’nda biten ilk etap sonrasında, bakım ve tedarik için kısa bir ara veriliyor. Buradan tekrar demir alan tekneler Ekvator’u aşarak, Atlantik Okyanusu’nu durmaksızın geçiyor.
Toplam 4 bin 200 deniz mili uzunluğundaki rotayı tamamlayabilenler, Brezilya’nın Salvador da Bahia Limanı’na varıyorlar.
Gürdenli, yelken milli takımının formasını bugüne dek 350 kez giydi. En son, Finn Sınıfı Milli Takımı’nı Dünya Şampiyonası ve Olimpiyatlar’a hazırladı.
12 yaşında başlayan yelken tutkusunu, şimdi Türkiye açısından da bir ilk olacak uluslararası bir başarı öyküsü ile taçlandırmak istediği için Mini Transat’a katılmak istiyor.
Gerçekten de, Türkiye’den bir sporcunun 2007 yarışında yer alması, Türk denizciliğinin çağı yakalamakta olduğunu gösteren güzel işaretlerden biri olacak.
Dünyanın her yerinde bu tür yarışlara katılan sporcular sektörle ilgili şirketler tarafından desteklenir.
Gürdenli, Türkiye’de sektörün önde gelen şirketleri ile toplantılar yapıp projeyi anlatıyor. 2007 yılına kadar, proje için gerekli olacak 250 bin Euro’yu, nakdi ya da ayni olarak bulabileceğinden emin. Bu kaynağın yaklaşık 55 bin Euro’su tek tip tekneyi Fransa’dan satın alıp donatmaya harcanacak. ‘Projeyi anlatıp, olumsuz tepki gösteren şirket olmadı’ diyor.
Mini Transat, yelken yarışçılığının maratonlarından biri olarak niteleniyor. Fransa, İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ve İsrail’den teknelerin, yarışçıların katılacağı Mini Transat 2005 ise önümüzdeki günlerde başlayacak.
NASIL BİR TEKNE?
Mini Transat tekneleri 6.5 metre boyunda. Uzun gönderi ile boyu 9.5 metreyi buluyor. Büyük bir ütü gibi. Yarışa katılan teknelerin tümü standart. Her teknenin yüklemesi gereken minimum su miktarı yarış komitesi tarafından belirleniyor. Ve tekneler demir aldıklarında aşağı yukarı aynı ağırlığa sahip bir şekilde yelken basıyorlar. İkinci bir seçenek ise prototip tekneler ile katılmak. Bunlar farklı kategoride; yeni üretim yöntemleri kullanılarak üretiliyor. İzmir’deki MAT şirketi bu tür tekneleri Mini Transat’a katılacak İsrail ve Kanadalı yelkenciler için üretmiş. Yelken bastıktan sonra iş; beceri, şans ve 4 bin 200 deniz millik uzun yarışa dayanabilecek kişisel sportif özelliklere kalıyor.
Güzellik ayrıntıda gizlidir
Kaliteli, 15 metrelik bir teknenin yapımı sizce ne kadar sürer?
İyi tersanelerde 15 metrelik bir teknenin yapımı 12-13 bin saati falan buluyor. Bu eşiğe ulaşan tersaneler verimlilikte çok büyük hamle yaptıklarını düşünüp kendilerini tebrik ediyor.
Fordcu üretim tarzını denize bulaştıran Almanya’daki Bavaria fabrikasındaki üretim hatlarında ise günde yaklaşık 10 tekne üretiliyor. İki futbol sahası büyüklüğündeki park alanında, benim gittiğim gün neredeyse 150 yelkenli sahiplerine teslim edilmeyi bekliyor, özel çekiciler, tekneleri sıcak denizlere Adriyatik’e, Akdeniz’e indirmek üzere yükleyip götürüyordu. Bekleyen teknelerden birkaç tanesini sahiplerinden önce gezerken, ahşap ve cila harmanı yerine garip bir kimyasal koku gözlerimi yaşarttı; sınai üretim kokusu.
Teknenin kalitesini anlamak için çekmecelerin nasıl yapıldığına ve ulaşılması zor gibi görünen küçük köşelere, dolap arkalarına falan bakacaksınız. Görünmeyen yerde eksik kalan özen, saklanmış asıl özensizliklere işaret eder; biraz hayatlarımız gibi yani. Ve gördüğüm bu tekneler çok da etkileyici değildi.
Fabrika ziyaretimden birkaç hafta önce Bavaria üretimi Match 42 tipi bir teknenin salmasının Adriyatik Denizi’nde düştüğünü, teknenin alabora olduğunu ve bir kişinin öldüğünü sonradan öğrendim. Şirket, yaklaşık 150 yelkenliyi salma düzeninde değişiklikler yapmak için geri çağırdı.
Sınai üretimin, özellikle Avrupa’da, tekne sahipliğini bir ayrıcalık olmaktan çıkartıp orta sınıf çıtasına taşıdığını biliyorum. Denizlerin demokratikleşmesinin ön koşulu bu ama yine de, bence, teknenin denize yakışanı el yapımıdır.
*
Dergiler ve kitaplar, bizleri sanatkár işi teknelere imrendirmek için hazırlanır. Ahşabın güzelliğine katılan özen, pirincin soğukluğundan çıkartılan sanat eserleri, çoktan toprak olmuş bir tasarımcının bugüne ilham veren çizgileri. Aralarında benim de bulunduğum Classic Boat okuyucuları, her ay klasik teknelerle yeni maceralara çıkar.
Ya da Ferenc M…tè’nin iki ciltlik Dünyanın En İyi Yelkenlileri kitabı. Ben, arada, bu kitapları elime alır yazıları yine okur, resimlere yine bakarım ve bıkmam; bıkamam.
Kimi artık üretim yapmayan, kimi el değiştirip bir marka olarak büyük bir grubun içine girmiş, kimi hálá inatla üreten bir avuç insan, birkaç şirket. Efsanevi isimler.
Tasarım felsefesi üzerine tartışmalar kitap sayfalarında sürüyor. Bir tekne en iyi nasıl yapılmalı? Güverte nasıl olmalı? Kalıcılık için kaç kat vernik atılmalı; altı mı, on mu? Teknenin potansiyel hızı ile ağırlığı arasındaki denge, denizci teknelerde nasıl sağlanmalı? Sınanmış, deneyim imbiğinden geçmiş farklı yaklaşımlar ve çok güzel tekneler.
*
M…tè’nin kitabının ikinci cildi önümde açık. Amerika’da, Delaware Nehri kıyısındaki Cherubini Tersanesi’nde yapılan 14 ve 15.5 metrelik teknelere bakıyorum. 10-12 yıllık kullanılmış tekneler, 1.5 milyon dolara satılıyor. Yenisini isterseniz, hediyesi, anladığım kadarı ile 2 milyon dolar civarında. Klasik görünümlü bir tekne; ya keç ya da uskuna olarak inşa ediliyor. Uzun direkleri ile süratli bir tazı gibi. Buhar makineli gemilerden önce dünya ticaretinin çarklarını döndüren çok direkli hızlı teknelerin küçük bir örneği.
14 metrelik bir Cherubini’nin yapımı için tam 10 bin saat gerekiyor. Saya saya bitmeyecek saatlerin nereye harcandığı, ayrıntılara bakılınca anlaşılıyor. Kusursuz bir işçilikle yapılmış masa, saatlerce ince ince işlenerek ortaya çıkan bir tutamak. Ayrıntılar, kusursuz ayrıntılar.
Tersten okumayı tercih ettiğim bir klişe: Güzellik ayrıntıda gizlidir. Ayrıntıda güzelliği ise becerikli eller sağlar.
Birbirinin eşi ürünlerin, insanları ‘tektipleştirdiğini’ düşünenlere düşlemeyi öneririm. İşe yarıyor, rahatlatıyor bazen de harekete geçiriyor.
Gelecek haftadan itibaren Orsa’yla randevunuz
Hürriyet Cumartesi’de.
Yazının Devamını Oku 28 Ağustos 2005
Boyu ne olursa olsun bir tekne daima parçalarının toplamından çok daha büyüktür. İstanbul vapurlarının geleceği ile ilgili tartışmalar bunun bir örneği işte. O vapurlar ki İstanbul’un değişimine tanıklık etmiş herkesin hayatından parçalar taşır. O vapurlar ve tabii ki her tekne yalnızca insan değil, yaşamlardan kesitler, anılar taşır:
Şiddetli lodosta İnkıláp vapurunun burnundan girip herkesi dehşete düşüren dev dalga... Kadıköy İskelesi’nden vapura atlarken dönüp kırılıveren bir ayak bileği... Lüks salondaki zarif masaların üzerine bırakılan ve enflasyonu kuruş kuruş izlememizi sağlayan 50 kuruşlar, bir liralar, ortası yırtılmış soluk sapsarı biletler.
*
Bir teknenin yapımına tanık olmak doğum izlemeye benzer. Gövde yapılır, mobilyalar, motor ve diğer teknik aksam gövdeye yerleştirilir, güverte inşa edilip yerine konur; sonra güverte aksamı takılır; her aşamasında insan elinin değdiği uzun ince bir süreç ve sonunda hoş geldin deniz. İnsan elinden çıkan en olağanüstü ürünlerden biridir tekneler.
Denizciliğin ileri, sanatkárlığın örgütlü ve işin kalitesi nedeniyle çok gururlu olduğu ülkelerde, örneğin Amerika’da, İngiltere’de, İsveç’te, Finlandiya’da, İtalya’da geçmişi yirminci yüzyılın başına uzanan tersaneler var. Bu tersaneler, aslında birer sanat eseri olan tekneleri, Stradivarius keman inceliğinde bir estetik anlayış ile üretiyor, satıyor.
Daha denizci ve daha dayanıklı tekneler üretilmesini sağlayan yeni malzemelerin geliştirilmesinin ardından, sanayi üretim süreçlerini de sanatkárlıkla birleştiren şirketler, efsane özelliklerini koruyor. Amerika’da John Alden tersanesinin ya da John Cherubini tersanesinin ürettiği yatlar örneğin. İsveç’ten Regina’nın Vindö yatları... Ya da biraz daha seri üretime kaçan Fin şirketi Nautor ve tekneleri Swan; bir diğer Fin şirketi Baltic.
Bu tersanelerde ahşap kesen, şekil verip mobilya yapan, mobilyayı kusursuz biçimde cilalayan, çelik parçaları monte eden ve yaptıkları işten belki de 35 yıldır hiç sıkılmayan sanatkárlar çalışıyor. Bu teknelerin kalitesine ulaşmak, onları aşmak zor. Şarap gibi yaşlandıkça değerleniyorlar bazen.
*
Türkiye gelenek oluşturacak süreklilik ve tutarlılıkta bir beceri örgütlenmesini hiçbir alanda gerçekleştiremedi. Dönüşüm içinde bir toplum olmanın doğal sonucu sanırım. Bu yüzden de dünya tekne piyasasına özenli el işçiliği ile ağırlık koyamadı.
Tekne üretiminde kullanılan ara malzamenin ağırlıklı olarak ithal edilmesi de engellerden biri oldu. Ama Türkiye bu alanda ilerliyor. Ara malzeme üreten fabrikalar açılıyor; girdiler nispeten ucuzluyor, daha kolay bulunur hale geliyor.
Özellikle son beş yılda, tekneleri en ileri yöntemler, en yeni malzemeler ve en ince işçilikle üreten Türk şirketleri de birbiri ardından ortaya çıkmaya başladı. Bu şirketlerin ürettiği tekneler fuarlarda sergilenir, dünya denizlerinde dolaşır oldu.
Geçen hafta içinde İstanbul Tuzla’da geçirdiğim bir gün, kaliteli un ve şekeri biraraya getirmeye başladığımızı bana iyice gösterdi. Bir fabrika ve bir tersane gezisi ardından, dünya gezgini Ellen MacArthur’un yakın dostu ve ilk önemli teknesinin tasarımcısı ile geceyarısına kadar uzanan bir sohbet sonrasında, kıvamına gelmekte olan lezzetli helvanın tadını iyiden iyiye aldım.
İşte küresel denizcilik pazarına giren Tuzla’dan öyküler...
Numarin’de hedef yılda 50 tekne
Ömer Malaz, çakar çakmaz çakan çakmaklar çıkmadan önce kullanıp kullanıp attığımız kibritleri üreten bir ailenin, Malaz ailesinin oğlu.
Denizciliğe meraklı ve İngiliz yapımı bir motoryatı var. Teknesi sürekli arıza yapıp, Ege’ye gitmek yerine zamanının çoğunu Tuzla’da geçirmeye başladığında, tekne üretimine başlama kararı veriyor. Numarin’in doğuş öyküsü, belki de efsanesi bu. En azından anlatılan bu.
VENEZÜELLA’YA TEKNE
Üç yıl ve 14’ü teslim edilmiş 34 tekne sonra Numarin Türkiye’nin önemli yat tersanelerinden biri. Gebze-Tuzla arasında bir tepede kurulu. Tekneler tamamen kompozit malzemeden üretiliyor. Kamyonlara yüklenip müşterilere kara yoluyla, deniz yoluyla gönderiliyor. Çelik atölyesi, ahşap atölyesi (belki de fabrika demeli), kalıp sundurması, üretim sundurması, dünyada çok az tesiste bulunan üç akslı programlanabilen bilgisayarlı kesim sistemi ile dünyanın birçok benzer tesisinin önünde.
‘Venezüella’daki bir müşteriye tekne yapıyoruz’ diyor Ömer Malaz. Numarin’in yıllık pazarlama bütçesi 300 bin Euro. Uluslararası fuarlara katılıyorlar. Üç yıl içerisinde tersaneye yapılan yatırımın 7 milyon Euro’nun üzerinde olduğunu söyleniyor.
Bu yıl sonuna kadar kapasitesini 12 tekneye çıkartacak olan Numarin’de hedef büyük; yapılacak yatırımlar ve atılacak diğer verimlilik adımları sonucunda 2010 yılında 50 tekne üretimi gerçekleşirse, Numarin, katma değeri yüksek motoryat üretiminde dünyadaki önemli oyunculardan biri olacak demektir.
AYRINTILAR ÖNEMLİ
Çalışan 140 kişi, bu sektörün yaratabileceği istihdamın boyutlarını gösteriyor. Sınai yat üretiminde çalışanların toplam sayısının 1200’ü bulabileceği belirtiliyor.
Numarin Genel Müdürü Erdal Kılıç, Gemi İnşá Mühendisi; bir ara tiyatrocu olmaya meraklanmış ama annesine 11 yaşındayken verdiği bir söz nedeniyle sektöre girmiş. Sınai üretim ile sanatkárlık arasında sürekli geçişlerin yaşandığı tekne üretim sürecinde hiçbir ayrıntı gözünden kaçmıyor. Kulağıma eğilip, ‘Bizim tekneler İngiliz, İtalyan yapımı teknelerden çok daha iyidir’ diyor sessizce. Kesinlikle inanıyorum.
Biz çok iyiyiz deyin çünkü çok iyisiniz
Merfyn Owen, Owen Clarke Design şirketinin kurucularından. Dünyanın önde gelen yarış teknesi tasarımcılarından biri. Tasarlayıp üretimini yönlendirdiği tekneler arasında Ellen MacArthur’un dünyanın en önde gelen yelkencilerinden biri olduğunu kanıtlayan Kingfisher var. Aslında yalnızca tasarımcı da değil, okyanus yarışlarına tekne kaptanı olarak katılan bir yelkenci: ‘Yelken yarışı yapmayan, yarış teknesi tasarlayamaz’ diyor.
Türkiye’ye daha önce birkaç kez turist olarak gelen Merfyn, bu kez Metyx’in davetlisiydi; Türkiye’de tersane gezdi, iki seminer verdi.
Sabah başlayıp, gün boyu devam eden, geceyarısına sarkan uzun bir yemek ve sanırım dost olmayla biten söyleşimizde, hayata dair konular dışında, Merfyn özetle şunları anlattı:
Türkiye’de iki tersane gezdim. İzmir’de Mat, İstanbul’da Numarin. Bu iki tersane de, dünyadaki çok iyi tersaneler ile rekabet edebilir. İkisinde de yapılan işin kalitesi çok iyiydi.
Yeni 40 feetlik yarış teknelerini Mat’da yaptırabiliriz. Ama müşteriler Türkiye’yi çok iyi bilmiyor. Örneklerin artması bu sorunu ortadan kaldıracaktır.
Yeni Zelanda şu anda isteğe göre tekne üretiminde dünyadaki lider ülkelerden biri. Bu işten yılda 1 milyar dolar kazanıyorlar. (Türkiye’de organize yatçılık cirosu 100 milyon dolar civarında) Bugünkü Türkiye bana bir zamanlar Yeni Zelanda’nın durumunu anımsattı. Onların bir hatası oldu. Ucuzluk üzerine rekabet stratejisi oluşturdular ve bu yanlıştı. Ucuz satmak rekabet avantajını sürekli kılmaz. ‘Biz çok iyiyiz’ demeniz ve iyi fiyatı da istemeniz lazım. Çünkü iyisiniz.
Türkiye’de işçilik kalitesi çok yüksek. Ama birçok ülkede ayrıntılarda hep sorun olur. Ben Fransızlara yüzde 95 derim; çok iyi tekne yaparlar ancak yüzde 5’i hatalıdır. Bu büyük sorun çıkartır. Türkiye’deki üreticilerin buna çok dikkat etmesi gerekli.
Cam elyafı deyip geçme
Neredeyse yarım yüzyıllık bir aile şirketi Telateks. Türkiye tekstil sanayiinin en önemli ara girdilerinden tela üretmiş yıllardır. Ancak, geçen hafta başında Tuzla’da açtıkları yeni fabrikada cam elyafını Metyx markasıyla üretmeye başlayan şirket dışa bağımlılığı azaltacak.
Sessiz ve inatçı bir çelik örümcek gibi cam ipliği örüp kumaş yapan yeni makinenin başındayız. Şirket’in kurucusu Erol Üstünel gururlu: ‘Türkiye’nin ihtiyacı vardı. Bu yatırımı yaptık. İyi de oldu. Fiyatlar düşmeye başladı.’
Üçüncü kuşaktan oğul Ürün Müdürü Tunç Üstünel, ‘Bir laboratuvar kurup, kompozit malzeme testleri yapacağız. Kompozit üretimde en kaliteli sonucun, en verimli şekilde nasıl sağlanacağını anlatacağız alıcılarımıza. Eğitim seminerleri başlatacağız. Üretim için gereken diğer aygıt ve sarf malzemeleri için temsilcilikler aldık. Hedefimiz kompozit üretim için gerekli her ürünün bulunacağı tek bir satış noktası haline gelmek’ diyor.
Metyx markasının doğuşu, dededen-toruna, Türkiye’deki sanayi modernleşmesinin çok kısa bir öyküsü gibi aslında. Sanatkárlıktan (terzi dedenin başlattığı bir şirket) yüksek teknolojiye giden sürecin tüm aşamalarını bu şirkette izlemek mümkün.
Yazının Devamını Oku 21 Ağustos 2005
<B>K</B>üçücük bir banyo küveti. İstemesen de içine sürekli su doluyor ve tıkacı yerinden çıkartamıyorsun, takılmış. Havuz problemi çözer gibi sürekli hesaplayıp duruyorsun küvet ne zaman dolup taşacak diye. Elde bir hamam tası suyu boşaltmaya çalışırken, küvetin kontrolünü de yitirmemen gerekli. İşte Optimist’te debelenen bir çocuğun hali.
Optimist, dünyanın her yerinde çocukların yelkene adım attığı en küçük teknenin adı. Bir hesaba göre, şu anda dünyada 150 bin çocuk yelkeni Optimistler üzerinde öğreniyor. Sürekli su dolan küçücük teknelerin suyunu boşaltmaya çalışırken yelken öğrenmenin, öğrendikten sonra da yarışmanın keyifsiz olabileceğini, bu nedenle Optimist’in caydırıcı yönleri bulunduğunu söyleyenler de var. Ama Optimist yine de ucuzluğu nedeniyle tercih edilen bir yelken eğitim aracı.
*
Geçen pazar günü İstanbul’un 38 dereceyi bulan sıcağında sizler ter atarken, biz püfür püfür rüzgarda yelken basmış İstanbul açıklarındaydık. Adalar’ın önü Optimistler ile kelebek şenliği gibiydi. Herhalde 70-80 tekne vardı. Yani, denizi bakarak değil, yelken yaparak seven 70-80 çocuk.
İstanbul Yelken Kulübü’nden eğitmen dostumuz Serdar’ın liderliği ve cesaretlendirmesiyle Halki tam arma neredeyse uçuyordu. Sağanaklarda 28 knotu gördüğümüz sert yıldız-karayel (kuzey - kuzeybatı) rüzgarda ilk kez denize çıkıyorduk. Sona doğru cenovayı küçülttük biraz. Bu seyir, Halki’nin ve ondan önemlisi benim limitlerimi gösterdi.
Bir koşu Yassıada’ya gittik. Terk edilmiş adaya bakarken, ‘Hayalet binalar’ dediğimde, kızım Ütay, ‘İçlerinde hayalet mi var?’ diye sordu hemen. ‘Kimbilir?’ dedim. Tarihten bihaber ama doğru bir soruydu galiba.
Yassıada’nın arkasındaki küçük limana, balıkçı tekneleri yanaşmıştı. Marmara’nın temizlenmekte olduğuna tanıklık eden pırıl pırıl denizde yüzenleri, keselenilen İstanbul hamamından buraya taşımışlardı. Mayo mu, don mu giyiyorlardı göremedim ama çok keyif aldıkları kesindi. Sağanaklarla bindiren ve giderek sertleşen rüzgarı gözönüne alarak dönüşe başladık; niyetimiz orada kalmak değil, rüzgarın götürdüğü yere gitmekti zaten.
Deniz kabarmıştı. İnat ettiği için giymediği can yeleği yanımızda havuzlukta oturan Ütay’ı deniz tutmaya başladı. Önce aşağı, kabine indi, biraz huysuzluk yaptı, ardından da denizci oldu: Kustu. Sonra, çıkartmaları ile kişiselleştirdiği iskele kıç altındaki küçük kabinde derin bir uykuya daldı.
Kınalı - Burgaz arasından aşağıya inmek, sonra da Fenerbahçe Setur Marina’ya ulaşmak için kabaran denizde ilerliyorduk. Adalar’ın kuzeyine geçtiğimizde, Optimist filosu yine karşımıza çıktı. Sert hava nedeniyle zorlanıyorlardı sanırım ama eğitim sürüyordu. Deniz şehirlerinin kraliçesine yaraşan bir görüntü.
Çıkışta (acemilikten) düşürdüğümüz tonozun (marinalarda kullanılan sabit bağlantı noktaları) hálá denizde olduğunu görüp, başka bir yere bağlandık. Ütay uyandı; midesi bulanmıyordu artık.
Kusup denize küsmesinden kaygılanarak hemen güverteyi sulamasını istedim. Bayıldı, keyfi yerine geldi. Hortum elinde güverteyi tuzlarından arındırırken sırılsıklam oldu. Artık görevi belliydi: Tekneyi sulamak. ‘Tamam yaparım’ dedi.
Denize yine çıkma fikri de çok kötü gelmedi; onu da arada kibarca sorarak anladım. Diyeceğim, Ütay için kader ağlarını örüyor. Birkaç yıl daha Halki ile, biraz büyüyüp, yedi yaşına geldiğinde ise hem banyo küveti Optimistler, hem de Halki ile denize çı-ka-cak.
Umarım sever; peki ya sevmezse? Üzülmem. Verilen şansı değerlendirmiş olur. ‘Ah keşke’ demez çoğumuzun sık sık yaptığı gibi.
Yelken eğitimi yaygınlaşıyor
Denize ilginin arttığının en önemli işareti özellikle büyük şehirlerde ve Ege-Akdeniz kıyılarında yelken eğitimi veren merkezlerin çoğalması. Hele İstanbul’da talebin eğitim için kuyruk oluşturacak kadar yükseldiği söyleniyor. Bir eğitmen ‘İstanbul’da 15 teknem olsa hepsi eğitim için sürekli çalışır’ derken, asıl patlamanın önümüzdeki birkaç yıl içinde olacağını anlatıyor. Şirketlerin yelkeni, ekip ruhunu geliştirmek için önemli bir fırsat olarak görmeye başlamaları da talebi arttırıyor. Örneğin Microsoft, önemli yelken yarışlarına Genel Müdür’ün de içinde bulunduğu bir ekip ile katılıyor. Paketlenmiş ekmek üreten Uno da benzer şekilde yarışlara destek oluyor. Aşağıdaki web-adresinden yelken eğitimi veren kulüplere ulaşabilirsiniz: www.yelken.gen.tr/yelken/yerli.html#ORG
Ekvator geçişimizi şarap içerek kutladık
Temmuz’un 17’sinde Gili Air Adası’ndan yaklaşık 650 mil uzaklıktaki yine bir Endonezya Adası olan Serutu’ya ulaştık. Jawa Denizi’nin ortalarında bulunan bu adada sadece küçük bir balıkçı köyü var. Biz köyün ıssız bir koyunda demirledik.
Buraya gelirken, yoğun olan gemi trafiği ve gece avlanan balıkçılar çok dikkatli olmamızı gerektirdi. Gemilerin bizi görüp görmediğinden emin olamıyorduk. Telsizle anons etsek de genelde çağrımıza cevap alamadık. Rotalar çatıştığında yelkenli bir tekneye manevra yaptırmanız çok güç olduğu için seyir yorucu ve tedirgin geçti. Haftalar süren Büyük Okyanus geçişimiz ise böyle değildi; ikimizin aynı anda yatıp uyuduğu günler bile olurdu.
DENİZ SUYUYLA PİŞEN YEMEKLER
Yolda tanıştığımız Avustralyalı çift ile Serutu Adası’nda buluştuk. Onlar Tayland’a gidiyorlar. Biraz dinlenebilmek için üç gün burada kaldık. Karaya çıkınca bulduğumuz bir tatlı su kaynağı bize hem tatlı su ile yıkanma, hem de çamaşırlarımızı yıkama imkanı sağladı. Tatlı su bizim için çok değerli. Su harcamamak için yemeklerde bile kısmen deniz suyu kullanıyoruz.
Bu adadan ayrıldıktan bir gün sonra ekvatoru geçerek kuzey yarım küreye çıktık. Bu bizim ekvatoru ilk geçişimiz, Yosun’un ise dördüncü geçişi idi. Denizci geleneklerine uyarak su çekip yıkandık, maskeli balo düzenleyemesek de birer kadeh şarapla geçişimizi kutladık.
Ertesi gün Endonezya’nın Batam ve Bintan Adaları’nın arasındaki, Riau Geçidi’ne yaklaşırken Sumatra üzerinden gelen boralarından birine yakalandık. Gece yarısından sonra etrafımızda çakan şimşekler ve düşen yıldırımlar, sabah sağanak ile beraber gelen hızı 50 knota çıkan fırtına öğle saatlerine kadar sürdü. Ancak asıl tehlike gemi yolunda ve karaya da yakın bir yerde olmamızdı. Açıkta sadece denizle boğuşursunuz oysa.
KORSANLARA KARŞI ARKADAŞ TEKNELER
Fırtınalı günün akşamı vardığımız Rempang Adası’nda bir gece demirleyerek biraz dinlenebildik. Sabah akıntıyı hesaplayarak ayrıldığımız Rempang Adası’ndan, şu an bulunduğumuz ve Endonezya’dan çıkış yapacağımız Batam Adası’ndaki marinaya akıntının yardımı ile tahmin ettiğimiz süreden daha çabuk vardık. Birkaç gün burada ikmallerimizi yaptıktan sonra Singapur üzerinden Malakka Boğazı’na girmeyi düşünüyoruz. 15 mil ötemizdeki dünyanın en işlek limanlarından biri olan Singapur’un gemi trafiği buradan rahatlıkla görülebiliyor.
Malakka Boğazı, Sumatra üzerinden gelen boralar, korsanlar ve yine yoğun gemi trafiği ile ünlü. Korsan tehlikesine karşı küçük tekneler bu sulara yalnız çıkmıyor. Avustralyalı arkadaşlarımız daha önceki Malakka geçişlerinde korsanlar tarafından takip edildiklerini fark edip bir gemiden yardım isteyerek kurtulmuşlar. Yola onlarla beraber devam etmeyi düşünüyoruz.
Yosun’dan son mesaj: Malezya’nın Port Klang şehrine vardık. Burası Kuala Lumpur’a iki saat mesafede. Batam Adası’ndan sonra Malakka geçişimizi geceleri demirleyerek salimen yaptık. Burada Yosun’un karaya çekilme hazırlıklarından ve internet olmamasından dolayı hemen mail atamadık. Batam’dan buraya kadar olan yolculuğumuz ve Port Klang’da karşılaştığımız Türk gemisi ile ilgili yazı ve fotoğraflarımızı hazırlıyoruz. En kısa sürede göndereceğiz. Şu sıralar oldukça yoğun ve yorucu bir çalışma temposu içindeyiz.
Ürün
Pompalı bidon atık yağa deva
Teknelerdeki motorlarda yağ değiştirilme zamanı geldiğinde sorun başlar. Döküp saçmadan yağ nasıl boşaltılacak ve çıkan yağ nereye dökülecek diye. Avrupa Birliği ülkelerinde kullanılmış makine yağının atılması konusunda çok ciddi kurallar var. Bu kurallar şirketlerin yeni çözümler, yeni ürünler geliştirmelerine yol açıyor. Jabsco tarafından üretilen yağ değiştirme sistemi bunlardan biri. Üzerindeki 12 voltluk küçük pompası ile dakikada 1.8 litre yağı çekip depolayabilen 13.25 litrelik bu plastik bidon sorunu çözecek gibi görünüyor. Bu bidon ile kullanılmış yağ hem teknenin içine dökülmüyor, hem de çevreye zarar vermeyecek şekilde atılacağı noktaya kadar saklanabiliyor. İngiltere fiyatı KDV dahil 115 sterlin. www.jabscoshop.com/
Teknoloji
Önünüzü aydınlatın
Giderek yaygınlaşan kafa lambalarına yenilerini ekleyen İsveç şirketi Silva, LED teknolojisinden yararlanıyor. L3 ve L4 serileri kırmızı da yanabilen LED ampulleri ile gece seyrinde gözü etkilemeden ve görüşü etkilemeden kullanılabiliyor. Işık gücü ayarlanabilen ve madenciler tarafından uzun yıllardır kullanılan lambalardan esinlenen bu kafa lambalarının yararı Ellen MacArthur’un teknesinde bozulan jeneratörü onarımı sırasında görülmüştü. 50 metre mesafeyi aydınlatabilen L3 İngiltere’de 30 sterline, 22 metreyi aydınlatan L4 ise 20 sterline satılıyor. L4’ün 82 gram gelmesi kullanım kolaylığına işaret ediyor. www.silva.se/outdoor/index.htm
Tekne
Kral Southampton’da
İstanbul Tuzla’da üretim yapan Kral Yat, Classic 700 tipi sürat motorunu Avrupa’nın önemli tekne fuarlarından biri olan Southampton Fuarı’nda sergileyecek. İtalya’nın ünlü Riva sürat motorlarını andıran tasarımı ile Kral Classic 700’ün saatte 44 knot üzeri bir hıza ulaşabileceği belirtiliyor. İngiltere satış fiyatı 49.950 sterlin. www.kralyat-tr.com/
Yazının Devamını Oku 14 Ağustos 2005
<b>E</B>senler’de otobüslerin onarıldığı bir küçük sanayi sitesi. Kirli, özensiz ve dağınık. Türkiye’nin herhangi bir kasabasında rastlayabileceğiniz bu binalar topluluğunda bir karı-koca 2.5 yıldır çok güzel bir hayal inşa ediyor. Teknelerini; yaklaşık 12.5 metrelik bir Didi 40 CR. Baştan alalım. Denizciliğin güçlü olduğu ülkelerde arka bahçeler, büyük garajlar potansiyel tersane muamelesi görür. İyi bir plan bulunur ya da tercihen satın alınır ve o plana bakılarak bir tekne yapılır. Planlarda teknenin unsurları büyük boy çizilidir. Kullanılacak malzemenin türü, miktarı bellidir. Parçalar çizilir, kesilir, yapıştırılır. Yeni teknoloji malzemeler işi kolaylaştırır. Ama çok emek isteyen yoğun bir iştir. Büyük bir maketi yapar gibi. Bu çaba yıllar sürebilir ama sonunda düşler denize iner; genellikle. Bazen de işin kendisi bir hedef halini alır.
AMATÖRÜM GURURLUYUM
Mehmet Özharar, makine mühendisi. Gülümser Özharar ise avukat ve yıllık izinlerini Esenler’deki sanayi sitesinde kiraladıkları büyükçe atölyede geçiriyorlar şu anda. Mehmet, iş çıkışı her gün birkaç saat teknenin başında; şimdi kendi yaptığı mobilyaları yerleştirmekle meşgul. Gülümser ise elinde zımpara sorunlu bölge arıyor.
Her biri yaklaşık 45 kilo olan su kontraplağı plakaları üzerine planları çizen ama keserken ve yerleştirirken zorlanan Mehmet, teknenin bir amatörün elinden çıktığını herkesin bilmesini istiyor ama sınırı da çiziyor: ‘Teknenin yapısal özellikleri konusunda ödün yok. Malzemenin en iyisini kullanıyorum ve çok iyi planlıyorum. Elektrik projesi için bir ay çalıştım örneğin. Mobilyalarda da varsın amatör desinler, itirazım yok. Çünkü bu tekneyi ben yaptım. Akşam kapıyı kapatıp çıkarken konuşuyorum onunla. Yeni bir şey yapıştırdıysam örneğin; iyi çalış, iyi yapış diyorum. Her köşesinde emeğim var ve herkesin bunu bilmesini istiyorum.’
BU ADAMIN YAPTIĞI MUCİZE
Gülümser ilk dönemde pek ilgilenmemiş teknenin yapımı ile. Mehmet bir akşam gelip de tekne düşünü gerçekleştirmek için Dudley Dix’in planlarını satın alacağını ve yapmaya başlayacağını söyleyince, Gülümser olumlu olumsuz yönlerini irdeleyip kararı eşine bırakmış, sonra da pek ilgilenmemiş.
Bir gün, atölyede buluştuklarında, Gülümser mucizeyi fark etmiş: ‘Bu adamın yaptığı bir mucize yahu. Tek başına planlara baka baka bu koca tekneyi ortaya çıkarttı. O gün ben de biraz ürkekçe yardım ettim bir şeylere. Artık atölyeden çıkamıyorum. Gelmediğimde suçluluk duyuyorum. Burada ne iş olsa yapıyorum.’
FİYATI KONUSUNDA TARTIŞMA VAR
Bu boyda markalı yeni teknelerin fiyatı yaklaşık 150.000 Euro civarında. Özharar çifti kendi teknelerinin maliyetinin 60.000 birim olacağında anlaşıyorlar. Mehmet’in birimi dolar, Gülümser’in Euro; arada yüzde 30 kadar fark var. Bir diğer yüzde 30 fark da tekneyi ne zaman denize indireceklerinde; Gülümser Mart 2006, Mehmet Ocak 2006 diyor.
TEK DEZAVANTAJI İKİNCİ ELİ DÜŞÜK
El yapımı ve sözde amatör bu teknenin donanımı markalı teknelerden farklı olmayacak çünkü gövde dışındaki tüm teçhizatın üreticileri belli. Büyük kalemler, direk, yelken vinci, diğer güverte ekipmanı ve yelken satıcılarının sayısı sınırlı; en pahalı teknelerde bile bu şirketlerin ürünleri kullanılıyor.
Teknenin gövdesi, en az, markalı tekneler kadar dayanıklı, belki daha dayanıklı olacak çünkü malzemeden çalmıyorlar. Tek potansiyel sorun bu teknenin ikinci elinin pek olmaması ya da satılmak istenirse fiyatının düşüklüğü. Ama bir düşü denize indirip yaşamak için bu bedel çok yüksek görünmüyor.
Plan satan tasarımcılar
İnternet, tekne tasarımını da bilgisayar ekranlarına taşıdı. Dünyanın her yerinde yüzlerce tasarımcı hizmetlerini sunmak için sıraya girmiş durumda. Tasarımcıların web sitelerinde düşlenen teknenin küçük boy çizimleri, başkaları tarafından yapıldıysa fotoğrafları nihai ürünle ilgili fikir veriyor. Fiyatlar farklı; boyuna ve tasarımcının marka olup olmadığına göre oynuyor. Örneğin Dudley Dix tasarımları en fazla 2000 dolar civarındayken, Amerika’nın efsane tasarım şirketi Sparkman & Stephens varolan bir tasarımını küçük bir değişiklikle bir tekne üretiminde kullanılmak üzere 28 bin dolara satıyor.
Dudley Dix: www.dixdesign.com
Bruce Roberts: www.bruceroberts.com.au
Van de Stadt: www.stadtdesign.com
Didi 26 kitleri 2620 Euro
Planı almakla sorun bitmiyor. Plandaki tasarıma uygun malzemenin bulunması ve bu malzemenin hassas bir şekilde hazırlanması da önemli. Bunun için de alet edevat, yani yatırım gerek.
Kendi teknesini yapmayı düşünenlerin parası pulu nispeten sınırlı olduğuna göre yatırım yapması mümkün değil.
Denizciliğin geliştiği ülkelerde bu tür tasarımcıların temsilciliğini üstlenen şirketler, bilgisayar denetimli cihazlarla tasarıma uygun hassas kesimi yapıp, müşteriye dev bir maket kutusu olarak teslim ederler.
Türkiye’de de bu hizmetin yakınlarda verilmeye başlanması, kendi teknesini yapmayı düşünenleri sevindirecek.
Güney Afrikalı tasarımcı Dudley Dix’in Türkiye Temsilcisi Sacit Ertuğ, bir hobi olarak başlattığı bu işi, 8.5 metrelik Didi 26 teknenin kurulmaya hazır kitini 2620 Euro’ya satarak küçük bir işe dönüştürüyor. Bu fiyata yapıştırma malzemeleri, mobilya ve teknenin diğer aksamı dahil değil.
Bittiğinde maliyetin yaklaşık 13.000 Euro civarında olacağı söylenebilir ki; bu aynı boy ithal teknelerin üçte ikisi fiyatına denk geliyor.Yani, deniz düşüne kavuşmak için iyi bir ilk basamak.
Oğlu ve oğlunun arkadaşları için bir Didi 26 yapmaya başlayan Ertuğ, yıl sonundan önce bu tekneyi denize indirmeyi ve önümüzdeki yıl da kendi ailesi için bir Didi 40 CR yapmayı planlıyor.
Sacit Ertuğ, Didi 40 CR kitlerinin de yakında satmaya başlayacak.
http://groups.yahoo.com/group/DudleyDixDesign/
www.kitsandboats.com
Zenginlik ufuğun ötesinde bekler
Yazılmamış fikir, söylenmemiş söz var mı? Kimse bilemez tabii. Ama bazen, çok büyük bir daire üzerinde sürekli dolaşıp duran dolap beygirlerine benzediğimizi düşünüyorum. Birileri sanki bizi kandırıyor.
‘Yaşananlar sıradan, çok kısa ve tatsız; nereden bakılırsa bakılsın, hiçbiri çoktan ölüp gitmiş nesillerin yaşadıklarından farklı değil.’ Bu sözler 1800 yıl önce, 161-180 arasında Roma’nın dağılmaya başlamasına, kıtlıklara, salgın hastalıklara tanıklık eden ve yaşadıklarından hayli sıkıldığı anlaşılan filozof İmparator Marcus Aurelius’a ait; yani referanslar iyi. Yaşantınızı gözden geçirirken, insanlık durumuna mütevazı bakışından etkileneceğiniz Marcus Aurelius’u unutmayın; suyu kaynağından doya doya içersiniz.
*
İsveç’den aktaracağımız bir öykü, insan beyninin tekrarlardan sıkılmaya başladığı anda kurtuluş soruları üretmeye başladığını bilenlere tanıdık gelecektir.’Amacım ne, yaptıklarımın anlamı ne ve ben bunları neden yapıyorum’ sorusu, insanların çoğunun kafasını, istenmediği halde sürekli bis yapan biteviye yaşamlardan bıkkınlık geldiği için, iyice karıştırır.
Ülkesinin bir deli gömleğini andıran düzeninden, bunun getirdiği günlük dayatma ve parçalanmalardan usanan 4 kişilik Schultz ailesi, Karolina, Leon, Jonathan ve Jessica, 12.4 metrelik Regina adlı Hallberg Rassy 40 tipi tekneleri ile her şeyi geride bırakıp denize açılırlar birkaç yıl önce. Yavaş yavaş, kıyı kıyı başlarlar, sonra da evlerini barklarını satarak ve giderek uzaklara açılarak.
Çok dar tanımlanmış, tek hedefi sonraki liman, yolu deniz olan ama ufku alabildiğine geniş bir yolculuğu seçme kararlılığı. Hedefi insanlardan kaçış olmayan, tam tersine kendilerine dönüşü ve sindirerek bilgi arayışını hedefleyen ve belli ki çok iyi planlanmış bir başkaldırı. Küçücük bir dünyaya sığma azmi, bilinmeyen fırtınalara yakalanma cesareti, o fırtınalardan kurtulma becerisi.
Tabii ki şanslı bir aile. Bir kere birlikteler ve anlaşıyorlar. İyi ve onlar olmadan da sürebilen bir işleri var. İsveç’in onlara çok boğucu gelen düzeni ve refah devletinin olanakları da eklendiğinde kaçış kendiliğinden oluşuyor. Ama unutmayın; her İsveçli aynı kararı veremiyor.
*
Büyük kararı aldıktan sonra, dünyada en iyi açık deniz yatlarını üreten beş şirketten biri olan Hallberg-Rassy’ye ısmarladıkları Regina’nın üretimini bir yıl boyunca tersaneye giderek doğuma tanıklık eder gibi izlerler. Tekne karlı bir günde denize indikten sonraki iki yıl kıyı kıyı dolaşırlar. Kara ile tüm bağlantılarını kesmeye 2005 yılının başında karar verip evlerini satarlar. Regina, artık evleridir. Ama hálá neden sorusu hep akıllarındadır; neden, delilik değil mi, çocukları okuldan ayırmak doğru mu, evi satmak akıllıca mı?
Schultz ailesi şu sıralarda İspanya’nın Atlas Okyanusu kıyılarında bir yerde. Çocukların eğitimi sürüyor; gittikleri her yerden sınıflarına ders notları gönderiyorlar. Bazen Norveç’de Viking krallarının gömülü olduğu karanlık ormanlardan, bazen İskoçya’nın kuzeyindeki Orkney Adaları’ndan. Fotoğraflar, anlatılar İsveç’deki okul arkadaşlarını kıskandırıyor, özendiriyor, aydınlatıyor. Okullarındaki ders programı teknede de aynen uygulanıyor. Ve artısı var; denizde, yaşam bilgisi ile pişen bir eğitim.
Tekne geçen Temmuz’da Danimarka açıklarında seyrederken, ‘Ben artık bir göçebeyim’ diye yazmış Karolina; geride bıraktıklarını anımsamış, üzülmüş. Ama birden fark etmiş: ‘Yeni arkadaşlar, dostlar ve gelecek önümde.’
Denizde zaman çok yavaş geçer, yaşamı sindirerek zenginleşirsiniz. Zenginlik de hep ufuğun biraz ötesinde, atlatılan fırtınada, varılan son limanda sizi bekler.
http://www.reginasailing.com/
Yazının Devamını Oku