İnternet’e bayılıyorum. Bilinç akışı gibi oradan oraya savuruyor insanı.
Bazen düşündüğünüz yerlere gidiyorsunuz, bazen aklınıza bile gelmeyen ama belki de gidilmesi gereken yerlere. Boşu boşuna sanal álem denmiyor.
"Bugün ne yazmalı?" sorusuna yanıt ararken güncel olayların dışında kaynaklardan da yararlanıyorum haliyle; kitaplar, dergiler ve tabii ki sanal álem.
Bu hafta da öyle oldu.
*
Robin Lee Graham adını daha önce hiç duymamıştım. 18 yaşındaki Alman genç Johannes Erdman’ın geçenlerde 8,5 metrelik teknesi ile tek başına tamamladığı Atlantik geçişi öncesinde, çok izlenen yelkencilik forumlarından birindeki sorusu ardından Robin Lee Graham’ın kim olduğunu öğrendim. Robin Lee Graham, Johannes Erdman’ın denizcilik kahramanıydı.
Kaliforniyalı bir ailenin oğlu olan Robin Lee, Los Angeles’tan denize açıldığında teknesinde iki kedi yavrusu dışında can yoldaşı yoktu. Doğum gününde yani 5 Mart 1965’de "Sevgili ailem; ben Güney Pasifik adalarına gitmek istiyorum. Hem de tekneyle tek başıma" demişti.
Öykümüz Türkiye’de geçiyor olsaydı; sevgili aileyi, ellerinde sopa, çocuğu evdeki yemek masasının etrafında kovalarken düşleyebilirdik. Yıl 1965’dir; Türkiye, buluğ çağı sorunları ile ilgilenen psikologların sayısı bakımından yetersizdir ve saçmalamakta ısrar eden çocuklar Robin Lee gibi 16 yaşına bassalar da dayak tabii ki cennetten çıkmadır.
Ama burası Amerika. Sevgili aile bu isteği kabul eder. Robin Lee zaten yıllardır ailesi ile yelken yapmaktadır. Babasının parası vardır, tekne alınabilir ama hepsinden önemlisi, babası da Robin Lee’nin denize açılmasını istemektedir. Kendisinin yapamadığını oğlu yapmalı ve tek başına yedi deniz aşan en genç insan olarak tarihe geçmelidir.
*
Aslında buna bir rekor denemesi değil cinayet girişimi demek daha doğru olabilirdi. Çünkü Robin Lee’nin 7,5 metrelik fiber teknesi Dove ancak kıyı seyrine uygundu. Gerçi biraz güçlendirilmişti ama yine de sert okyanus şartları için düşünülmüş bir tekne değildi.
O günkü koşullarda teknelerde bulunması gereken seyir ve güvenlik aygıtları yerli yerindeydi çünkü National Geographic Dergisi projeyi destekliyordu. Ulusal ikon yapmaya çalıştıkları bir gencin ikon olmadan ölümü dergi için haliyle pek de şık olmazdı.
Aradan 30 bin 600 mil ve 1739 gün geçti. Dove’in direği iki kez kırıldı, güverte karinadan ayrılma tehlikesi atlattı, Robin Lee iki kez denize düştü ama mucize eseri tekneye yeniden binebildi. Bir tayfun bir kasırga atlattı. Ama başardı. Tek başına yedi deniz aşan en genç insan oldu.
Hamile eşi Patty ile çocukken ayrıldığı Los Angeles’ta kucaklaştığında Robin Lee genç bir erkek olmuştu; denizden pek hoşlanmayan genç bir erkek! Birkaç kez bırakmak istediği dünya turuna babasının ve National Geographic’in baskıları nedeniyle devam ettiği, yolda karşılaşıp aşık olduğu Patty’den uzak kaldığı için öfkeli bir genç adam...
Çiçek çocuklarının hakim olduğu Stanford Üniversitesi’ne eşi ile birlikte öğrenci olarak girdiğinde umutluydu. Ama kendi deyişi ile "devrim isteyen Maocu profesörleri en çok alkışlayanların Mercedes ve Jaguar sahibi öğrenciler" olduğunu görünce okumaktan vazgeçti.
Bu da yetmedi "açık denizden yaklaşıldığında beton ve asfalt kokan" Kaliforniya’dan eşiyle birlikte ayrıldı, yazdığı Dove adlı kitabın geliri ile Amerika’nın doğası en sert eyaletlerinden Montana’da arazi alıp, çocuğunu da mektupla eğitmeye karar verdi. Yani denizlerin ortasında değil, Amerika kıtasının göbeğinde yaşamayı seçti. En yakın komşusu beş kilometre ötedeydi ve onun için mutluluk, "vurduğu geyik omzunda evine dönerken, karısı ve çocuğunun onu kapıda beklemesiydi."
Şimdi nerede olduğu belli değil. Yaşadığını söyleyenler de var, bir motosiklet kazasında öldüğünü de. Elvis gibi yani.
*
İşte bu da, iddiacı babayı mutlu, gerçekleştireni mutsuz etmiş bir kahramanlık öyküsü.
Düşler alınır, tekneler satılır
Tekne ve denizcilik fuarlarına gidenler buralarda düşlerini yaşarlar. Kimi düşlediği ama satın alamayacağını bildiği tekneyi bir kez daha görür, okşar kendinden emin bir şekilde; kimi önümüzdeki yıl değiştireceği elektronik aygıtların yerine hangilerini alacağına ve yenilediği teknesi ile hangi sulara yelken açacağına karar verir.
Büyük paralar verip bu fuarlarda temsil edilen şirketlerin yöneticileri kimlerin gerçekten alıcı, kimlerinse yalnızca bakıcı olduğunu ilk görüşte hemen anlarlar ve davranışları da ona göre değişir. Tekne fuarlarından birkaç alet edevat dışında bir şeyler almadığımdan bu tür tavır değişikliklerini hemen anlarım; "Bunun alacağı yok. En basit broşürü verelim de gitsin." Bu işin kuralıdır.
Kimileri ise ceplerinde kalın çek defterleri ile almayı düşündükleri tekneyi son kez görmek için geldikleri fuarlarda şampanyalı kutlamalar yapar. Fuarların cirosunu çek defterleri, hayatiyetini düşler sağlar.
İstanbul Uluslararası Tekne Fuarı’na açılışından bir gün önce "Gala Daveti" için gittiğimde artık çok tanıdık olan bir "hazır olmama" durumu ile karşılaştım. Her nedense, takvim aylar önceden belli olmasına rağmen birçok şirket harıl harıl çalışıyordu. Hazırlık döneminin bittiğini belirten anonslara rağmen mal girişi sürüyor, çekiç, matkap sesleri gırla gidiyordu.
Burada bir karşılaştırma yapmamız gerekiyor. Geçen yıl ocak ayında anımsadığım kadarı ile yaklaşık 180 dönüm kapalı alanda yapılan Londra Tekne Fuarı’na gitmiştim. Her şeyi göremediğim için açılıştan bir gün önce ve sonra da iki kez... Londra Fuarı kapalı alan olarak İstanbul’un dört katıydı; sergilenen marka olarak kaç katıydı, onu bilmiyorum. Ama her şey ilk gün hazırdı. Yüzlerce özel davetli ve gazeteci oradaydı.
Türkiye’de denizcilik sektörünün yeni yeni gelişmekte olduğunu bilen bir kişi olarak ölçek karşılaştırması yapmak değil derdim. Haksızlık olur. Ancak uluslararası olduğunu iddia eden bir fuarın, açılıştan bir gün önce ziyaretçilere hazır olması gerekirdi. Oysa İstanbul’daki fuar böyle değildi.
MATKAP SESLERİ ARASINDA
Alacakları tekneleri görmeye gelen özel davetlilerin yarı bitmiş bir fuarda dolaşmaları burada ürün satmak için bulunan şirketlere ciddi haksızlık oldu. Alıcı oldukları kesin bir Rus çiftin tekne bakarken, yakındaki matkap sesinden ötürü satıcı ile konuşamadığını söylersem ne demek istediğim daha iyi anlaşılır.
Fuarın yönetimi ile ilgili büyük-küçük eleştiriler aldım. Bunların büyük bölümü önemsiz; ama biri var ki, işin özüne ilişkin olduğundan anlatmam gerekli:
Dünyanın en önemli yelkenli tekne markalarından biri olan Najad’ın Türkiye Temsilcisi’ne kendilerine neden en dipteki salonun en dibinde yer verildiğini sordum. Nedeni şuymuş; Najad Türkiye, tekne sergilemediği için denizcilik malzemeleri satan küçük işletmelerin yanına gönderilmiş. Bu, açıkça bir kötü yönetim örneğidir. Najad’ın varlığı İstanbul Fuarı’na katkı sağlar; fuar, Najad’ın zaten çok büyük olan itibarına bir katkı sağlamaz. Örneğin geçen yıl Londra’da o sıralarda iflas etmiş olmasına rağmen Yeni Zelanda şirketi Martens Yatçılık, zarif bir köşede plazma ekranda artık üretilmeyecek teknesini gösterdiği bir DVD ile temsil ediliyordu onlarca devasa tekne arasında.
Bir de şirketlerin kendilerini nasıl temsil ettiklerine bakmak gerek tabii. Sattığı ürünün ne olduğunu bilmeyenler, ürünü satarken farkına varmadan batıranlar, itici tavırlar. Üstelik bunları yapanlar şirketlerin patronları.
YELKENLİ TEKNEYİ ENTELLER ALIR
Örneğin ünlü bir Alman yelkenli tekne üreticisinin Türkiye Temsilcisi, gazeteci olduğumu söylememe rağmen, biraz da hakir görür şekilde, "Yelkenli tekneleri enteller alıyor" dedi. Bu şirket sahibi, bu tavır ile en ucuzu 200 bin Euro olan yelkenli tekneler satmaya çalışıyor.
Ya da şimdiye kadar varlığından haberdar bile olmadığım ama Deniz Kuvvetleri Seyir Hidrografi ve Oşinografi Dairesi haritalarını elektronik hale getirip pazarlayan bir şirketin yöneticisi, dünyada bu alanda neler olup bittiğini tam olarak bilmediğini inatla sergiliyor. Ürünlerinin dünyadaki diğer elektronik haritalardan çok daha iyi olduğunu, yalan yanlış fiyat karşılaştırmaları vererek kanıtlamaya girişiyor.