Temuçin Tüzecan

Yaşasın yelken!

19 Ağustos 2006
Gökova Körfezi’nde, suyun üzerinde rengarenk bir şey. Körfezin tam ortası, balıkçılar ağ atmış olamaz. Su çok derin, o yüzden kesinlikle şamandıra değil. Halki 7 knot yol yapıyor. Ne olduğunu birazdan anlarım. Kim bilir hangi çocuğun, hangi plajda elinden kaçırdığı için ağladığı, peşinden yüzerek giden babasına yakalayamadığı için kızdığı ve belki de babası ile ilgili ilk düş kırıklığının yaratıcısı kırmızı, mavi, sarı bir deniz topu... Top, Halki’nin iskelesinden geçip arkada kalırken körfezin lacivert dalgalarının bembeyaz kuzucukları arasında, halinden çok memnun, bata çıka yüzüyor.

Yelken, bu rengarenk topun denizin ortasında karşıma çıkması kadar mutlu ediyor beni.

*

Halki ile ilk Ege seyirlerinde epey düşünme fırsatı buldum.

Rahat havada, havuzlukta otururken ya da dümen tutarken, orsa seyrinde deniz güverteyi ıslatıp yüzüme sert küçük damlacıkları ile vururken, pupa seyrinde acemilerin pür dikkati ile kavança atmamaya çalışırken, koylarda demirliyken, kıçaltı kamarada uyumaya çalışırken... Rahat olduğum anlarda da, rahatsızlığın eşiğindeyken ya da düpedüz çok rahatsızken de, kendimi sorguladım hep. Bu an, burada olmaktan gerçekten mutlu muyum, diye sordum hep.

Bir yandan da eşime, kızıma bakıp, onların ne düşündüklerini anlamaya çalıştım. İstemedikleri bir şeye mi sürüklüyorum onları? Sonunda gördüm ki, kaygılarım yersiz; onlarla aynı teknede, Halki’deyiz. Halki’de olduğumuz için de mutluyuz.

Körfez’in ortasında topu gördüğümde, Ütay kıçaltındaki bölmesinde uyuyordu. Uyandığında topu anlattım, kaçırdığına üzüldü. Etrafı iyice kolaçan edip top göremeyince, "İlerde yine rastlarız. Nasıl olsa Halki ile hep denize çıkacağız" dedi. Deniz onda da yer etti iyice. Zaten o değil mi ki, kolluklarını Halki’nin etrafında yüzerken attı.

Sonraki günlerde, gözleri denizde hep top aradı ama bulamadı.

*

Bir dostumun, "Hammaddesi rahatsızlık olan bir iş nasıl keyif verebilir" sorusu, birçokları açısından yelkeni ve denizi özetliyor.

Orta sınıf yaşantılarımız, rahatlık ve rahatlamak üzerinde odaklanıyor. Sıkıntılardan kurtulmak için ayağı öylece uzatıp, hiçbir şey yapmadan yan gelip yatmak, bir yaz etkinliği olarak daha kış aylarında tasarlanıyor. O yan gelip yatmalar, zihni boşaltmıyor oysa... Tam tersine, geride bırakıldığı söylenen gündelik hayatın tüm umacıları beynin içinde fink atıyor.

Gezi yelkenciliği, genellikle denetim altındaki bir ortamda, insanın sevdikleri ile beraber doğa ile mücadelesini mümkün kıldığı için öncelikleri gerçekten değiştiriyor. Kara hayatı unutuluyor; rüzgar, dalga, akıntı, kayalık, tekne hızı öne geçiyor. İnsan değişiyor, yavaş yavaş dönüşüyor.

O yüzden de; yaşasın, çok yaşasın yelken!

TYF fırtınaya yakalandı

Özerk olduktan sonra Ana Statüsü’nü değiştirme kararı alan Türkiye Yelken Federasyonu’nun tasarıları tartışma yarattı. "Yelkenciliğin olimpik sınıflarına destek" iddiası ile yalnız yat yarışı düzenleyen kulüpleri sıkıştıran tasarıya dönük eleştiriler Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’ne iletildi.

Özerkleşmesiyle birlikte, temsilcisi olduğu kulüpler ve sporcular adına daha "sivil" adımlar atması beklenen Türkiye Yelken Federasyonu (TYF), hazırladığı Ana Statü değişikliği ile eskisinden çok daha merkeziyetçi bir yapı oluşturuyor.

Türkiye’de yelken yarışmaları düzenleyen ve yarışmaların kurallarını koyan tek organ olmayı hedefleyen TYF, yelkenin Türkiye’den ileri olduğu ülkelerdeki uygulamalara ters, otoriter bir yöne gidiyor.

KULÜPLER ARASINDA AYRIMCILIK

Federasyon’un Görevleri başlığı altındaki öneri gerçekleşirse, kendi başlarına yarış düzenleyemeyecek olan kulüpler işlevlerini yitirecek ve yarışlarla ilgili en küçük kararlar bile merkezi Ankara’da bulunan TYF tarafından alınacak.

Yat kulüplerinin eleştirdiği bir diğer değişiklik ise, TYF Genel Kurulu’nda oy kullanacak kulüplerin üç kategoriye ayrılarak üye sayılarının belirlenmesi. Ağırlıklı olarak yat yarışı düzenleyen kulüpleri cezalandırıcı bir sonuç yaratacak olan bu değişikliğin kabul edilmesi ile yerel ölçekte faaliyet gösteren ve üç sınıfta yarışa katılan bir kulüp beş üye ile oy kullanırken, uluslararası ölçekte çok sayıda yarış düzenleyen bir yat kulübü, bir üye ile oy kullanmak zorunda kalacak.

HÜLLE YARIŞLARI

Bu durum, yalnızca uluslararası yat yarışı düzenleyen kulüpleri ya diğer dallarda da mevzuat gereği hülle yarışları düzenlemeye itecek ya da güçlü kulüplerin Genel Kurul’da zayıf temsil edilmesine yol açacak.

Ana Statü’de, TYF Başkanı’nın isterse ömür boyu görevde kalmasını sağlayacak bir değişiklik önerisi de dikkat çekiyor. Başkanlık süresinin sınırlanmasının, özerk kuruluşlarda demokrasi gereği olduğu belirtiliyor.

TYF Yönetim Kurulu görevleri arasında, yönetici, yetiştirici, teknik eleman, hakem ve benzerlerinin kulüp değiştirmeler esaslarının belirlenmesi de, kişi hak ve özgürlüklerini çiğneyeceği için itiraz edilen bir başka değişiklik.

GELİRLERE EL KOYUYOR

En çok tartışma yaratan maddelerden biri de, yat yarışları gelirlerinin Federasyon Gelirleri başlığı altında sayılması. Bu uygulama, yat yarışı düzenleyen kulüplerin gelirlerine el konulması sonucunu doğuracak.

Aslında şirket desteği sağlanması çok kolay olan yelkeni; pazarlama, satış, sponsorluk ve kurumsal iletişim bölümleri olmadığı için bir bütün olarak pazarlayamayan, bu konularda profesyonel hiçbir yöneticinin çalışmadığı TYF’nin kolaya kaçarak, olimpik yelken sınıflarını yatçılardan zorla alınan destek ile ayakta tutmayı hedeflediği anlaşılıyor.

Türkiye denizlerinin gezi yelkenciliği açısından öneminin dünya ölçeğinde çok arttığı bir dönemde, "özerk" TYF’nin merkeziyetçi uygulamalarında ısrar etmesi halinde konuyu birlikte ele alan yat kulüplerinin Türkiye Yatçılık Federasyonu kurulması yönünde çalışmalara başlayabileceği belirtiliyor.

Anlaşılan, stratejik bir turizm ürünü olarak denizi ve en çok gelir getiren unsuru yatçılığı ikincil planda gören TYF’nin, adlarına hareket ettiği kulüplerin tamamı ile monolog değil diyalog yaratması gerekiyor.
Yazının Devamını Oku

Halki Kusursuz yol arkadaşı

12 Ağustos 2006
Ege’de ve özellikle Bodrum civarında epey denize çıktım. Önce Bodrum’un Gündoğan Köyü’ndeki balıkçı kayıklarıyla şimdi yasaklanan gece dalışlarına, daha sonra guletlerle... Ege değişmedi, değişmeyecek ama guletler büyüdü, çoğu eski zarif formlarını kaybedip birer deniz minibüsüne dönüştü. Bu deniz minibüslerine binenler, Ege’yi guletlerin kıçlarındaki dev teraslardan, bir binanın ikinci katından sokağa bakar gibi izler oldular. Yüzyıllarca Ege’nin yükünü ve insanlarını taşıyan tırhandiller piyasadan iyiden iyiye çekildi çünkü onları guletlerdeki gibi, kıçları minibüse dönüştürmek zordu. Sonra, yabancı turistler Ege’yi keşfetti. Türkiye ve Yunanistan’daki limanlardan demir alan çoğu yabancı bayraklı tekneler, Ege’de yelken basar oldu. Ve sonunda, bu yıl ben de, Ege’de yelken yapan şanslıların arasına katıldım.

Halki ile Yunanistan’ın İstanköy Adası’ndaki marinadan ayrılırken, hedef Gökova Körfezi’ydi. Karaada’yı iskelemize (sola) alıp, sertleşen meltemin önünde yelken bastık. Ege’nin sert meltemli lacivert sularında Halki, ağır bir tekne olmasının getirdiği avantaj ile dalgalı denizde bir buzkıran gibi ilerliyordu. Birkaç yelkenli dışında tekneye rastlamadık. Guletler, sabah erkenden yola çıkıp kuytulara sığınmıştı.

Viyadan (arkadan) gelen dalgalar hızlanıp, teknenin hızını aştığında hafif rahatsız, biraz da serpintili bir seyir başladı. Akşamüstü Orak Adası’nın saçağına girip baştan çıpa, kıçtankara bağlandık. Yakınımızdaki birkaç büyük gulette hayat, bu koyun güzelliğini bozmadan sessizce sürüyordu. Çok keyifliydi.

*

Hakli, 15 yaşında bir tekne. Elden geçirdik geçirmesine ama hálá eksikleri var. Bu eksikler ilk uzun Ege seyrinde keyfe keder sorunlar olarak ortaya çıktı. Bunların notlarını aldık. Yani kışın yapılacak işlerin listesi büyüyor...

Geçen yıl aldığım ama uzun süre kullanma olanağı bulamadığım elektronik harita yüklü GPS cihazı çok işe yaradı ama yine de bildiğimiz kağıt haritalar olmazsa olmaz. GPS’i harita üzerinde çizilen rotanın teyidi için kullanmak sanırım çok daha akıllıca. Çünkü insanın gözünü haritanın bir ucundan diğerine gezdirirken geçirdiği sürede, GPS bir milin hesabını zor yapıyor. Daha sonra, İngiltere’de bir teknenin, kaptan içeride el GPS’ine bakarken kayalara çarpıp 45 saniye içinde battığını okuyunca, eski usul rota planlamanın ne denli doğru olduğunu düşündüm.

Orak Adası’ndeki dingin akşam ardından, adını en ucundaki kampingden alan Amazon Koyu’na gitmek üzere yelken bastık. Harika bir seyirdi. Namık Kaptan’ın yaratıcı çözümleri ile Halki’nin artık yenilenmesi gereken yelkenlerini istemeden kavança (rüzgarın arkadan geldiği durumlarda yelkenlerin yön değiştirmesi) riskini azaltıp, "ayı bacağı" ile GPS üstünde 7.5-8 knot hızlara ulaştık.

İngilizce’de "kaz kanadı" denen ve rüzgarın arkadan geldiği durumlarda ana ve ön yelkenlerin iki yana açılması ile rüzgardan daha fazla yararlanmayı sağlayan bu düzene, biz neden "ayı bacağı" deriz? Konuştuk ama nedenini anlayamadık. Ayı ile yelken bağlantısı kuramadık...

Amazon Koyu ve ardından İngiliz Limanı’nda geçirilen jeneratörsüz geceler, Gökova’nın sessiz güzelliğini yaşattı. İstanbul’a, iş nedeniyle kısa keserek dönme kararı verdiğimizde rotamız Orak Adası üzerinden Bodrum’du.

*

Ege’nin bize yarayan melteminin, dönüş yolunda bizi zorlayacağını bilerek sabah güneşle beraber demir aldık. Öğleye doğru rüzgar çıktı; birkaç saat sonra rüzgarı tam kafadan almaya başladık. Sağanaklarda 25 knotu bulan rüzgarın yarattığı yalpayı önlemek için ön yelkeni basarak makine seyri ile Orak’a geldiğimizde, Halki iyice yıkanmış, bizler de bayağı yıpranmıştık. Maşallah deyip, Halki’ye teşekkür ettikten sonra, saçak altında olmasına rağmen, sert rüzgarın ürperttiği koyda denize girdik.

Ertesi sabah Bodrum yolundaydık. Akşam ise İstanbul’da, Kilyos’taki evimizde.

Halki, umduğum gibi, tümümüze kusursuz bir yol arkadaşlığı ve ev sahipliği yaptı. Tekneli yaşamı seçebilenlere yıllar yılı imrenerek bakan ben, bu hayata az da olsa bulaşabilmiş olmanın mutluluğu ile şimdiden Ağustos sonundaki Göcek seyirleri için gün saymaya başladım.

Kaç zamandır Halki Halki deyip duruyorum ama geçen yaz İstanbul’da çıktığımız günübirlik yelken seyirleri dışında onda yaşama deneyimimiz yoktu. Hiç ısınamadığım guletli mavi yolculuk deneyimlerinden sonra, Halki’de 5-6 gün yaşayacak olmanın keyfi, İstanköy’den (Kos) Gökova Körfezi’ne gitmek üzere ayrılır ayrılmaz hissettirdi kendini. Ege’ye ve sert meltemine bu denli yakın olmak, içime iyi ki düşen yelken böceğini iyice güçlendirdi.

Güneycan Kaptan

Dünya Şampiyonluğu’na gidiyor


Amerika Birleşik Devletleri’nin Kaliforniya Eyaleti’nde, Los Angeles, Santa Monica Körfezi’nde yapılan Laser Radial Dünya Gençler Şampiyonası’nda Bodrumlu yelkenci Güneycan Kaptan birinci gidiyor. Yaşları 15 ile 18 arasında değişen 181 sporcunun katıldığı yarışmada ilk beş yarışta, üç birincilik, bir yedincilik ve bir dokuzunculuk kazanan Kaptan’ın yarışmayı kazanıp kazanmayacağı bugün belli olacak. Bodrum’daki Era Yelken Kulübü’nün sporcusu olan Kaptan, Haziran ayında 17 yaş altında Laser Radial Avrupa Şampiyonu, genel klasmanda ise ikinci olmuştu. Santa Monica’daki milli ekipte Barbaros Tuna ve Reşat Yalaz da bulunuyor.
Yazının Devamını Oku

Türkiye ve Yunanistan arasında köprü Gant Kupası

5 Ağustos 2006
Hürriyet, Bodrum’da yapılan Gant Kupası Yelken Yarışları’na bu yıl üçüncü kez sponsor oldu. Bodrum Milta Marina ile hazır giyim markası Gant tarafından düzenlenen yarış, Yunanistan ile Türkiye arasında altı yıldır bir köprü oluşturması nedeniyle de büyük önem taşıyor. Bu yıl kırk teknenin katıldığı yarışın galibi Caramio oldu.

Hürriyet, bundan iki yıl önce Gant Kupası’na ilk kez sponsor olduğunda, ben yıllar önce gönül koyduğu sevgiliyi unutmuş görünen bir yelkenseverdim. 2004 Gant Kupası, bana hem yeni dostlar kazandırdı, hem bu sayfayı ve sütunu doğurdu, hem de Halki’yi satın almamı sağlayarak küllenmiş görünen deniz ve yelken aşkımı canlandırdı./images/100/0x0/55ea56bcf018fbb8f87976e3

Gant’in Türkiye temsilcisi Can Serdengeçti’nin, Türk basınındaki dış habercilerin çoğunun tanıdığı rahmetli Cem Serdengeçti’nin kardeşi olduğunu öğrendiğimde hemen bir dost kazandım.

Üstelik bu dost, Bodrum Açık Deniz Yat Kulübü tarafından düzenlenen, Türkiye’de yelkeni güçlendirecek önemli bir uluslararası organizasyonu eşi Sibel Tilev ile birlikte destekliyordu. Yılların denizcisi, Bodrum Milta Marina Genel Müdürü Ömer Karacalar’ın lojistik ve teknik desteğinin yanı sıra, Bodrum Yarımadası’ndaki D-Marin ve Port Yalıkavak Marinaları da işin içine giriyor ve yelken sporu dört gün süre ile Türkiye gezi tekneciliğinin merkezi olan Bodrum Yarımadası’na hakim oluyordu.

HALKİ BODRUM’DA

Geçen hafta yarışın başlamasından bir gün önce Bodrum Milta Marina’ya eşim ve kızım ile gittiğimde, teknemiz Halki de oradaydı. Benim açımdan Gant Kupası’nın geçen iki yıldan en büyük farkı buydu. Gant Kupası’nı iki yıl önce izlerken Turgutreis D Marin’de rastlayıp aldığım Idalia, elden geçip Halki diye yeniden adlandırıldıktan sonra Bodrum’a bizlerle birlikte dönmüştü.

TRAFİK TIKANDI

Yarışın açılış gecesi keyifliydi. 27 Temmuz’da saat 12’de başlayan yarış öncesinde, teknelerin kıyıya en yakın dönecekleri noktaya, Karaada’nın Batı ucunda rüzgarsız bir küçük koya kıçtan kara olduk Halki ile. Henüz, havanın kalması ile bu bölgede trafik tıkanıklığı yaşanacağını bilmiyorduk. Gerçekten de, kıyıya çok yaklaşan tekneler frene basmış gibi önümüzde kalakaldı ve üst üste yığıldı. Biraz acemilik, biraz şanssızlık herhalde. İsim vermeyeyim ama deneyimli tekneler açıktan geçerek trafiğe takılmadılar.

Birkaç dakikalık karambolun ardından tekneler burnu geçip Ege’nin meltemine pruvalarını verdiler ve sertleşen havada bitiş çizgisine doğru çıkmaya başladılar. İstanköy Marina’da (Kos) gecelenecekti.

Halki ile keyifli bir orsa seyri ardından epey geç ulaştığımız İstanköy Marina’da, önceki yıllarda oynadığı kasap havası ile ne kadar kıvrak olduğunu gösteren palamarcı Stavros tarafından karşılandık. "Halki listede yok" dedi; bu yıl işlerin ne kadar düzenli yapıldığını anlatarak, güzel bir de diskur geçti ve marinanın dolu olduğunu anlattı. "Sen benim kim olduğumu biliyor musun" diye sormaya gerek kalmadan birkaç telefon ile meseleyi çözüp Halki’yi marina fenerinin dibine aborda ettik; su ve elektrik ganiydi.

VER ELİNİ GÖKOVA

Keyifli bir gece; güzel bir ödül töreni ve herkes dağıldı... Geçen yılların tersine marina bahçesinde yemek yoktu. İstanköy’ün güzel otellerinden birinde yediğimiz yemek vasatın altındaydı.

Kritik bir karar vermem gerekiyordu. Yarışın tamamını izlemek mi, yoksa ilk kez Halki ile denize çıktığım Bodrum’dan Gökova’ya doğru yelken basmak mı?

Tahmin edeceğiniz gibi... Gökova’ya doğru yelken bastık. Çok da keyifliydi. Acemi yelkencinin Gökova maceraları haftaya!

Bu arada Gant Kupası çok keyifli bir şekilde tamamlandı ve duyduğuma göre de, tüm katılımcılar çok memnun kaldı.

KİM KAZANDI?

Yelkencilere ödüllerini Doğan Holding Kurumsal Kimlik İletişim ve İnsan Kaynakları Grup Başkanı İpek İlter ve Foça Deniz Üs Komutanı Tümamiral Tayfun Uraz verdiler. Bodrum Milta Marina Genel Müdürü Ömer Karacalar, "Bu yıl bir rekordu. Yelken ve yatçılığı sevdirmek, bu sporu yapanların sayısını arttırmak amacıyla altı yıldır ara vermeden bu yarışı düzenlemek bizim için çok önemliydi" dedi.

IRC 1CaramioBülent Özgen

IRC 2Meltem Timuçin Önür

IRC 3aKon TikiÖmer Karacalar

IRC 3bYeşilM. Şükrü Yılmaz

DestekDouble PlayAli Albayrak
Yazının Devamını Oku

Sen-ben-bizim oğlan üçlüsü aşılır mı?

29 Temmuz 2006
Camia, kendi içinde hep itişip kakışan ama battığını düşündüğü minnacık bir kıymığı balyozla yok etmeye çalışan çok hassas ruhlu bir organizmadır. Camia küçüktür ama nerede başlayıp, kimde bittiği belli olmaz; muğlaktır. Camia üyeleri güçlerini bu muğlaklıktan alırlar; mektubu yazanı değil, postacıyı döverek cemaatlerinin zayıf yönlerini hep saklarlar.

Geçen hafta bu köşede yayımlanan ve Türkiye Yelken Federasyonu Yönetim Kurulu’na üye bir sporcunun, yabancı uyruklu bir başka sporcuya ırkçı bir küfürle hakaret etmesini konu alan haberi, "yelken camiası" epey tartıştı. http://groups.yahoo.com/group/ YelkencilerLokali/ adresinde okuyabileceğiniz yazışmalarda, ben de maşa olmakla suçlandım. Suçlayanlar, kimin maşası olduğumu yazmadılar. Bu ifadeler, ateş üstündeki kestaneleri beni kullanarak çevirenlerin gizli niyetleri konusunda beni bile hayli kaygılandırdı ama olsun; camia bu, ne dese yeridir.

Bu tartışmalar, Türkiye’de amatör sporlar ve onların yönetimi konularını da epey irdelememiz gerektiğini net bir şekilde ortaya koydu. Örneğin, Federasyon Yönetim Kurulu üyesi bir kişinin aktif ve çok rekabetçi bir şekilde sporculuğa devam etmesi ne denli doğru? Kendisiyle ilgili bir sportif konu olduğunda, yönetiminde bulunduğu Federasyon’un kurulları, nesnel kararlar verebilir mi? Sportif ahlaktan çok çabuk uzaklaşabilen rekabetçi anlayışımız içerisinde, sen - ben - bizim oğlandan oluşan güçlü üçlüyü aşmak, bu tür federasyon yapılarında mümkün olabilir mi?

Ben, birçok konuda olduğu gibi bu konuda da, çok cahilim. O nedenle de soru benden, yanıt ise camiadan.

Resmen amatör denizci oldum. İngiltere’den yıllar önce aldığım Kıyı Kaptanı belgesini kaybettiğim için 16 Temmuz günü Amatör Denizci Belgesi Sınavı’na girdim. 50 sorudan 33’ünü yanıtlayarak 66 almışım; 50 yetiyordu. Lise bitirme ortalamamdan yüksek bu başarılı sonuç için kendimi kutlayıp, camia üyeliğine adaylığımı da buradan açıklıyorum. Gerçi puanım camiada kimilerine düşük gelebilir, bu düşük puanla bu yazıyı yazıyor olmamı uygun görmeyenler daha çıkabilir ama; olsun, ben yine de camia adayıyım.

Sınava, Beykoz Denizcilik ve Su Ürünleri Anadolu Meslek Lisesi’nde girdim. Sezar Atmaca’nın yazdığı, Amatör Denizcilik Federasyonu (ADF) tarafından yayımlanan Amatör Denizci El Kitabı’ndan yüzlercesi, sınav için kapılar kapatılıncaya kadar herkesin elindeydi. Okul bahçesi, dersine çalışmamış ortaokul öğrencisi kıvamında amatör denizci adaylarıyla lebalep doluydu. Bu kalabalık içinde birçok kadının varlığı ise sevindiriciydi.

Sınav zamanında başlayıp, bitti. ADF, iyi hazırlanmış bir sistem ve çok iyi yazılmış bir kitaba dayanan sınavı yüzünün akıyla ikinci kez tamamladı. Türkiye’de denizciliğin sivilleşmesi konusunda önemli adımlar atan ADF’yi kutlamak gerek.

Mezunu olduğum Kadıköy Anadolu Lisesi dışında yıllardır bir liseye adım atmıyordum. İyi ki atmıyormuşum. Beykoz gibi, İstanbul’un en güzel yerlerinden birinde, Boğaz’ın yanıbaşındaki Denizcilik ve Su Ürünleri Anadolu Meslek Lisesi’nin hali perişan. Bunu fon eksikliğine bağlamak yetersiz. Bir okulun bu kadar dökülmesini, ancak malum bürokratik yönetim anlayışı sağlayabilir. Mezbelelik bir bahçe, ruhsuz bir okul binası, pis sınıflar ve bunların toplamında, bağlanarak bile durulamayacak bir ortam. Çocuklara yalnızca başarı değil, sabır ve ortamın pisliği nedeniyle sağlık da dilemek gerek.

Göreve yeni atanan İstanbul İl Milli Eğitim Müdürü’nü bu liseye gidip rezaleti görmeye, onunla birlikte İstanbul Deniz Ticaret Odası’nı, armatörleri, deniz ile balıktan para kazanan herkesi bu liseyi şehrin gözbebeği bir sivil deniz lisesi haline getirmek için harekete geçmeye çağırıyorum. Geleceğin genç denizcilerinin buna ihtiyacı var.
Yazının Devamını Oku

Küfürbaz dümencinin Göçek maceraları

22 Temmuz 2006
Yelken yarışında rekabetin tüm sporlarda olduğu gibi ölçüleri vardır. Ve özellikle yelkenin çirkinliklere sahip olmaması beklenir, çünkü deniz geleneğinin çirkinliğe izin vermediği varsayılır. Ancak geçen mayısta Göçek’teki yarışların ardından yaşananlarla ilgili bir dizi yazışma Türkiye’nin önde gelen yelkencilerinin bile hırsa yenilip, yabancı düşmanı durumuna düşebileceğini gösteriyor. İşin kötüsü rakibi İsviçreli sporcuya "pis gavur" diyen kişinin, Türkiye Yelken Federasyonu Yönetim Kurulu Üyesi olması.

Pek yapmak istediğim bir şey değil ama yazarı öyle istiyor.

Mesajından alıntıladığım bölümde, noktasına, virgülüne, harfine dokunmadan şöyle diyor: "Azat ben beceremiyorum ama bu yazıyı hiç değiştirmeden herkeze duyurmak istiyorum hatta şu guruplara bile. Tabii buna göçek kulübü, Muğla il temsilciliği, tabii fed üyeleri, tayk ve daha kim varsa. İtirazı olan varsada her ortamda karşılıklı görüşmeye hazırım. Bu konuda bana yardımcı olup benim ağzımdan duyurmak için yol gösterirmisin." Yazım hataları yazana ait.

Aktardığım bu paragraf, Türkiye’nin en önde gelen yelken yarışçılarından biri olarak anılan Levent Özgen’in, Türkiye Yelken Federasyonu Başkanı Azat Baykal’a gönderdiği uzun bir mesajın en sonunda yer alıyor. Ve benim bu mesajın her satırına, spor, sporculuk, yelken ve yelkencilik adına itirazım var.

Bu konuyla ilgili olarak elime ulaşan çok sayıda yazışmayı okuduğumda ne yapmam gerektiğini uzun uzun düşündüm. Kol kırılıp yen içinde mi kalmalıydı; yoksa, açığa dökülüp tartışılmalı mıydı? Tartışılması gerektiğine karar verdim, çünkü birazdan okuyacağınız satırları yazan kişi, herhangi biri değil Türkiye Yelken Federasyonu’nun Yönetim Kurulu Üyesi. Yani Türk yelkenciliğinin "resmî" temsilcilerinden biri. Bu işi benim de adıma yapıyor.

Levent Özgen, Federasyon Başkanı Baykal’a, 21 Mayıs 2006 günü gönderdiği mesajda, Göçek yarışlarının denizde güzel geçtiğini anlattıktan sonra, çamları birbiri ardına devirmeye başlıyor. Olduğu gibi aktarıyorum: "Sahneye bir soytarı çıkarttılar." Soytarı dediği kişi Göçek Yat Kulübü’nün kurucularından Reşit Çınarlı. Özgen devam ediyor: "Pis bir gavura yalakalık etmek için." Pis gavur dediği Türkiye’deki yelken sporcularının çok iyi tanıdığı bir isim; 12 yıldır Türkiye’de yaşayan İsviçre vatandaşı Jurg Weber. Mesaj devam ediyor: "Maalesef ben bunu öğrendikten sonra o dangalağı da göremedim." Göremediği ve dangalak diyerek hakaret ettiği kişi, Göçek Yat Kulübü’nün Başkanı Birkan Çetiner.

ÖFKE NEDEN?

Konu şu: Göçek Yarışı’nın IRC kurallarına göre yapıldığı önceden açıklanmış ve yapılan ölçümler Levent Özgen’in dümenini tuttuğu tekneyi, IRC kurallarına göre, birinci kategoriye değil, ikinci kategoriye sokuyor. Özgen ve ekibi daha baştan buna büyük itirazlar getiriyor. Ama itirazlar kabul edilmiyor ve gerginlik, yarış öncesinde brifingde bulunanların anlattığına göre, nedeni anlaşılamayan bir rekabete dönüşüyor.

Yarış başladığında, birbirlerine aslında rakip bile olmayan iki tekne arasında garip bir çekişme yaşanıyor. Çekişmeyi başlatan Özgen. Kendisinden bir üst kategoride olmasına rağmen Weber’in teknesinin peşini bırakmıyor.

İş bununla da bitmiyor. Yarış tamamlanıyor. Organizasyonla ilgili sorunlar nedeniyle, ödüller doğru dürüst verilemiyor. Bu durum da gerginliği ve tatsızlığı artıyor.

Hikaye sürüyor. Özgen’in dümenini tuttuğu tekne, sabaha karşı İzmir’deki sahibine teslim edilmek üzere iskeleden ayrılırken, üzerine aborda olmuş Weber’in teknesini çözüp, bırakıp gidiyor. Tekne alargada dolaşıp duruyor. Rüzgar ters esse zarar görecek tek tekne de Weber’in teknesi değil.

Hikaye ne yazık ki hálá bitmiyor ve yelken sporu açısından şanssız bir yazışmalar zinciri başlıyor. Ve bu zincirin ilk halkası da Levent Özgen’in, bazı bölümlerini aktardığım yazısı. Özgen, bunları nasıl bir ruh hali içinde yazdıysa mümkün olduğunda geniş bir kitleye ulaştırılmasını istiyor ve ben de bu isteğe uyuyorum.

YARIŞIN KURALLARI BELLİ

Kuralları belli bir yarışa katılmayı kabul edip, sonra kuralları değiştirmeye çalışmanın anlamı nedir? Bunun mücadelesine neden girilir? Weber’e, ağır eleştiri ve alaylarla dolu bir mesajı Levent Özgen adına gönderdiği anlaşılan İsmet Özbakır diyor ki: "İtirazımız, yanlış olduğunu düşündüğüm IRC tanımlamalarınaydı." Hakemler bu itirazları kabul etmediyse, öfkelenmenin anlamı ne? Yarışa girmeseydiniz o zaman; ama mümkün değildi çünkü bir şirket teknenizin sponsorluğunu üstlenmişti. Yetmedi, yarışı düzenleyen Göçek Yat Kulübü’nü çürütmeci bir anlayışla töhmet altında bırakmanın ve sonuç istediğiniz gibi olmadığında bir mesaj zinciri başlatmanın anlamı ne?

Bence tüm bunların tek anlamı var. Davranmayı bilmemek. Davranmayı bilmeyince, uygar bir tartışma ortamı da haliyle doğamıyor. Dahası, tartışmayı kaybedince iş bitmiyor ve ihtiras teknelerine binilip, öfke regattalarına çıkılıyor ve sonuç... Çirkinlik.

TATSIZ YANLAR

Aktardığım olayın, yelkene kurumsal destek açısından 3 tatsız yanı var:

Sorunu yaratan dümencinin ve teknesinin önemli bir şirket adına yarışıyor olması.

Bu dümenci adına yazan diğer kişinin şirketlere yelken eğitimi veren bir eğitim şirketi olması.

Küfürbaz dümencinin Türkiye Yelken Federasyonu Yönetim Kurulu üyesi olması.

Farkındaysanız hiç şirket adı vermedim; özellikle. Şirketlerin yelkene artan desteğinin, bu tür olaylar nedeniyle azalmaması çok önemli çünkü. Şirketler bir yelken yarışına destek olmayı, bir tekneye markalarını koymayı kabul ederken, yenilmeyi belki kabul edebilirler ama markalarının çirkinlikle anılmasını kesinlikle reddederler.

Yarış sırasındaki ve sonrasındaki performansı umut vermese de, şirketlere yelken eğitimi veren şirket sahibinin, yelkeni öğretirken, iskotanın, mandarın, harita bilgilerinin dışında, kursiyerlerine kurallara uymayı, iyi denizciliği ve denizcilik ahlakını da en az küfürbaz dümenciyi destekleyen mesajındaki coşkuyla öğrettiğini varsayıyorum.

Son sözüm de Federasyon ile ilgili.

Konuyu Federasyon Başkanı Azat Baykal ile görüştüm. "Levent Özgen’in Federasyon Yönetim Kurulu Üyesi olması, Türkiye-İsviçre maçından sonra İsviçreli futbolcunun apış arasına tekme atan güvenlik görevlisinin Türkiye Futbol Federasyonu Yönetim Kurulu üyesi olmasına benziyor" dediğimde, futbolla karşılaştırılmaktan hoşlanmadığını ama Özgen’in kullandığı ifadelerin kendisini de rahatsız ettiğini söyledi. Yönetim Kurulu’nda değişiklik yapmayı düşünüp düşünmediğini sorduğumda yanıt vermedi.

Ne denli başarılı sporcu olurlarsa olsunlar, davranmayı bilmeyenlerin, resmî temsil rolleri olmamalıdır. Buna itirazım var.

Azat Baykal’ın ne adım atacağını merakla bekliyorum.
Yazının Devamını Oku

Liderlerinin denizle ilişkisi sınırlı bir toplumun denize aşık olması tabii ki mümkün değil

15 Temmuz 2006
Savarona yatı, Türkiye tarihinde bir dönemin bitişinin en önemli simgelerinden biridir. Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatının son aylarında birkaç kez binebildiği bu görkemli yat, dönemin en büyük özel teknelerinden biriydi ve Cumhuriyet, Gazi’ye borcunu, birkaç ay için kullanılabilecek Savarona ile ödemeyi sürdürüyordu.

Savarona’ya daha sonra bakılamadı. Yakıldı, satıldı, onarıldı ve şimdi, çok lüks bir kiralık yat olarak dünya denizlerini geziyor. Geçen pazar günü Cannes açıklarında demirliydi. Libyalılar kiralamış söylendiğine göre; bazen biniyorlar, bazen binmiyorlarmış.

Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışında konuşturduğu topları ile söz sahibi olan ve bu nedenle büyük tarihi önem taşıyan Yavuz zırhlısına bu kadar özeni bile çok gördük; söküp, çeliğinden jilet, güverte ahşabından zarf açacağı yaptık. Kutlarız hepimizi.

*

Birkaç hafta önce Cannes’daki Kanto Marinası’ndan İstanbul için açılan Figaro- Beneteau yarış teknelerinin Savarona’nın önünden geçişini izlerken, elimde İpek Çalışlar’ın Doğan Kitap’dan çıkan Latife Hanım kitabı vardı. Son sayfalarını okuyordum.

İpek Çalışlar bu kitabı ile Cumhuriyet tarihinin gizli bırakılmak istenen bir dönemini anlatıyor ve Türkiye’nin, haksızlığa uğrayan ilk modern kadını, kadın hareketinin tartışmasız ilk lideri olan Latife Hanım’ı da hak ettiği yere konumluyor. Ama kitabın, benim açımdan çok önemli bir diğer yönü, Atatürk’ün denizle güçlü ilişkisini anlatması ve anımsatması oldu.

Mustafa Kemal ve Latife Hanım’ın Mudanya’dan bindikleri Hamidiye Kruvazörü ile Marmara Denizi’nde çıktıkları uzun gezi sırasında Mustafa Kemal’in İstanbul’a küskünlüğünü, kıyıda bekleşen onbinlerce İstanbulluya selam dahi vermeden Boğaz’dan geçip giderek sergilemesi çok çarpıcıydı. Karadeniz Limanları tek tek ziyaret edilirken; Osmanlı’nın son, Cumhuriyet’in ilk ve tek birinci sınıf savaş gemisi olan Hamidiye Kruvazörü’nün, güvertesinde kurulan rakı sofraları ile bir keyif gemisine dönüştürülmesi Mustafa Kemal’in denizi ne kadar çok sevdiğini gösteriyordu.

Başka örnekler de var: Deniz kenarındaki Florya Köşkü’nün kumsalında verilen resmi mayolu pozlar, Söğüt, Ertuğrul ve son olarak Savarona devlet yatı, çok sık çıkılan deniz gezileri...

Anlıyoruz ki, Gazi, deniz kenarındayken, Anadolu dağlarındaki kadar evinde, teknedeyken, at sırtındaki kadar rahat hissediyordu kendini.

*

Atatürk’ten sonrasını düşünüyorum.

İsmet İnönü denize çivileme atlarmış; tanık olanlar kalmadıysa da, fotoğrafları anımsayanlar çıkacaktır.

Süleyman Demirel’in, Tuzla’nın Mercan mahallesinde deniz kenarında bir evi vardı; ama onu denize girerken hiç görmedik. Tek hatırladığım, siyasetten yasaklı olduğu 80’li yıllarda Tuzla’daki evinin kıyısında, ayaklarında tokyoyla çekilmiş bir fotoğrafı.

Turgut Özal’ın Okluk Koyu’nda yaptırdığı küçük cumhurbaşkanlığı konutu ve çıktığı Ege gezileri 80’lerde epey konuşulmuş; Özal, işadamları tarafından konuk edildiği için ağır eleştiriler almıştı.

Liderlerinin denizle ilişkisi bu kadar sınırlı olan bir toplumun denize aşık olması tabii ki mümkün değil. O yüzden de deniz, Türklerin çoğu için genellikle balkondan bakılan, derinlikleri sırlarla dolu, karanlık, korkutucu, çok ıslak ve gereksiz derecede tuzlu bir su kütlesi sadece. Evlerinin kör duvarlarını denize, pencerelerini dağlara çeviren bir ülke burası; üstelik Karadeniz’de.

Yani balık baştan kokmuş durumda. Gerçi değişim yavaş da olsa sürüyor; denize ilgi artıyor. Ama bir yandan da şunu görmek gerek: Bu ülkede gerçekten denizci bir yönetici takım iktidara gelmezse, denizlerde, iki ileri bir geri yeniçeri yürüyüşüne daha çok devam ederiz.

Akdeniz’in en uzun yarışını TEB kazandı

Vakko Odyssey Cannes Istanbul yarışı geçen hafta tamamlandı. 23 teknenin katıldığı yarışı 22 tekne tamamladı. İstanbul’u ilk kez gerçek anlamda uluslararası bir yelken etkinliğinin bitiş noktası haline getiren yarışın şampiyonu Türkiye Ekonomi Bankası TEB’in sponsorluğundan yarışan tekne oldu. Erwan Tabarly ve Romain Attanasio’dan oluşan ekip, yarışı 4 gün 5 saat 26 dakika ve 31 saniyede tamamladı. Birinci ile sonuncu arasındaki farkın yaklaşık 13 saat olması, yarışın ne denli zorlu geçtiğinin bir işareti.

İyi bir rüzgarla yarışa başlayan tekneler önce durgun havayla karşılaştı ardından Ege Denizi’nin güneyinde sert bir fırtına ile mücadele etti. Yarış bu nedenle baştan planlanan parkurda yapılamadı ve planlanmamış liman ziyaretleri gerekli oldu. Geçen pazar gecesi Ataköy Marina’da düzenlenen törende ödüller kazananlara verildi. Törene katılan Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, projeye desteğin süreceğini belirtti.
Yazının Devamını Oku

Bozcaada’ya nasıl gidemedik?

8 Temmuz 2006
Geçen cumartesi sabahı Kalamış’tan Halki ile açılırken niyet, Cannes- İstanbul yarışına katılan tekneleri karşılamaktı. Teknelerin pazartesi akşamı ya da salı sabahı Bozcaada’ya varacaklarını düşünüyorduk. Ama ne onlar Bozcaada’ya varabildi, ne de biz... Denizin cilvesi ve teknik bir arıza, Bozcaada buluşmasının sadece bir fikir olarak kalmasına yol açtı. O sıcakta yalnız makine ile Bozcaada’ya gitmek iyi bir fikir değildi tabii ki. Umut, saatler ilerledikçe biraz rüzgar çıkması ve yelken basabilmekti. Gece dokuz gibi Marmara Adası’nın Çınarlı Köyü’ne bağlanmak için yanaşırken, tepelerden kopup gelen rüzgar dışında gün boyu neredeyse hiç esinti yoktu. Av yasağı nedeniyle iskelede bağlı duran balıkçı teknelerinin boş bıraktığı rıhtımın ucuna aborda olurken, aklımda, gece hava bozarsa ne yapacağız sorusu da vardı. Ama, birlikte yola çıktığımız Namık Kaptan deneyimi ile güven veriyordu.

Sabaha kadar açıktan geçen gemilerin yarattığı dalgalarla beşik gibi sallandı Halki. Güneşin doğması ile yola çıkarken, aldığımız hava raporları hiç de iç açıcı değildi. Ege’de fırtına, Marmara’da fırtınamsı rüzgar ve yoğun yağmur. Biz ise yine makineyle seyrediyorduk; hedef Gelibolu. Burada öğle yemeğinden sonra saat kaç olursa olsun ver elini Bozcaada.

Namık Kaptan söz vermekten hep kaçıyor. Her sözü "İnşallah" ile başlıyor. Ve sanki haklı çıkacağına dair ilk işaretleri alıyoruz; yakıt bitiyor. Tedbirsizlikten değil ama. Birbirine bağlı iki deponun arasındaki hortum tıkalı ve dolu olduğu sanılan depo aslında boş olduğu için Gelibolu’ya 10 mil kala makine duruyor. Akıntı bize yarıyor; keyifli bir şekilde sürükleniyoruz ama gemi yolundayız. Rüzgarı cesaretlendirmek için yelkenleri basıyoruz. Rüzgár canlanıyor;bizi Gelibolu’ya taşıyor.

Gelibolu’dan yakıt ısmarlıyoruz; bir küçük balıkçı teknesi yarım saat içinde 60 litre mazot getiriyor. Depoyu doldurup, havasını aldıktan sonra marşa basıyoruz; marş motorundan garip bir ses geliyor ve makine çalışmıyor. Allah’tan rüzgar var.

Lapseki’ye giden dev motorlardan biri, yelken basılı olduğu için geçiş önceliğimize rağmen sanki biz yokmuşuz gibi birkaç metre ötemizden dev dalgalar ile geçiyor ve küfrü yiyor. Demirliyoruz; Gelibolu’dayız. Marş motorunun nesi var ki?

Geçen yıl makine bakımı yapılırken, marş motorunu da elden geçirdiğini söyleyen motorcu ustayı anıyorum. Bu marş motoru belli ki yıllardır yerinden sökülmemiş. Pazar günü sanayi sitesi ayaklanıyor ve evinden getirdiğimiz usta kötü haberi veriyor: "Bu motoru hayatımda hiç görmedim; Gelibolu’da ve Keşan’da buna parça bulamazsınız." Çaresiz; marş motoru İstanbul’da yapılacak.

O sırada Güney Ege’de fırtına bastırmış durumda. Bizim orada da hava bozuyor. Karar veriyoruz; sırf yelken ile Bozcaada’ya gitmek yanlış olur. Gelibolu’da mahsuruz artık. Gece, Gelibolu’nun küçücük limanında Halki demir tarıyor; hava o kadar sertleşiyor.

Cannes- İstanbul yarışına katılan tekneler de zor durumda. Bir Türk teknesinin kaybolduğu ancak sonradan bir adaya sığındığı haberi ulaşıyor.

Bu yazı yazılırken ve sayfa baskıya girerken, tekneler Andros’da, Halki Gelibolu’da, bense İstanbul’dayım...

Denizin en güzel yönlerinden biri de bu değil mi zaten? Belirsizlikleri ile yaşamlara renk katmıyor mu, en deneyimli veya en tedbirliyi bile ters köşeye yatırabilmesi ile de gücünü ve üstünlüğünü göstermiyor mu?

Yani, her şeye rağmen, yaşasın deniz!

ARİF GÜRDENLİ ANLATIYOR

Ege Denizi’nin güneyinde Andros Adası yakınlarında, 20 knotlarla başlayan rüzgar akşama doğru 30’lara 35’lere ardından 40 knot şiddetine ulaştı. Tabii biz de yelkenlerimizi küçülttük ve çok daha zorlu şartlarda mücadele etmeye başladık. Aslında fırtına şartlarının teknelerin yüksek performansına etkisi yok. Ama komite botu, Andros’da rüzgarın çok şiddetlendiği ve bunun yarışın yönetimi açısından ciddi bir risk oluşturabileceği kanısına vardı. Çünkü eğer birilerinin yardıma ihtiyacı olsa yetişebilmeleri mümkün olmayacaktı. Sonunda mola kararı alındı. Fırtınanın dinmesini bekledik ama olmadı. Sonunda Perşembe sabahı 5’te fırtına flokları ve makine ile kuzeye yönelme kararı verildi. Fırtınanın biz Çanakkale Boğazı’na girinceye kadar biteceğini umuyoruz. Gelibolu’da yeniden start verilecek.
Yazının Devamını Oku

Rüzgar yok yarış zor

1 Temmuz 2006
Yarış ekiplerinin katıldığı son brifingde verilen haber tatsız. Rüzgar yok, rüzgar yoksa yarış zor. Herkes karamsar. Bir doğa sporu olarak yelken yarışçılığının başına hep gelen belá, rüzgársızlık, hazırlıkları aylardır süren bu uluslararası etkinliği vuracak mı? Bu kadar da şanssızlık olmaz. Fransa’nın Cannes şehrinde, Kanto Marinası’ndayız. Vakko Odyssey Cannes İstanbul yarışının başlamasına saatler kala, hálá belirsizlikler var, hálá hazırlıklar sürüyor.

Geçen pazar sabahı uyandığımda, bir gün öncenin karamsarlığıyla yattığım kamaranın lombozundan dışarı baktım hemen. Kapalı, rüzgarsız ve yağmura hazırlanan bir hava. Sonra ağır, yüklü damlalar güverteye pıtır pıtır düşmeye başlıyor. Biraz yağıyor, ardından kamaradaki hava hafiften serinliyor; esinti. Yağmur rüzgar doğuruyor.

Dünyanın en modern küçük yarış tekneleri, yeryüzünün en kaprisli doğa olayı olan rüzgárın elinde oyuncak olmayacak. Rüzgár sağanaklarda 20 knota ulaşıyor. 10.10 metrelik Figaro- Beneteau tekneleri için ideal hava. Uçup giderler artık.

Ruhsuz Kanto Marinası’nın, Suudi Arabistan tarafından Suudi Kraliyet Yatı için yaptırılan özel bölgesinde yanyana dizilmiş 23 yarış teknesindeki iki kişilik ekipler, yakınları ve sponsorları teknelerin açılmasını bekliyor. Yarış komitesi, her biri diğerine su damlası kadar benzeyen tek-tasarım teknelerin tamamını yarış için onayladıktan sonra, ekipler yaklaşık iki hafta uzak kalacakları aileleriyle vedalaşıyor, usta manevralarla yelken basıp marinadan çıkıyor, açıkta demirli duran Savarona’nın önünden süzülüp, başlangıç hattı civarında seyrediyor.

Saat 12.00’ye yaklaşırken, start hattı önünde büyük bir karışıklık; tüm yelken yarışlarında olduğu gibi tekneler dar alanda ani manevralarla avantaj sağlamaya çalışıyor. Birbirinin rüzgarını çalmak, diğerinin önüne geçmek, saldırgan dümencilik artık serbest, hatta mubah. Kimi uzaktan kaptırmış geliyor; hatta yaklaştığında trafiğin azalacağını, hepsinin arasından süzülüp daha baştan birinciliğe oturacağını düşlüyor.

Vakko Odyssey Cannes İstanbul Yarışı’na katılan Fransız sporcuların tamamına yakını profesyonel. Açık deniz yat yarışçılığında dünyanın en iyileri arasındaki bu sporcular büyük rekabet içinde. Hedefleri, ilk düzenlendiği yılda Akdeniz’in en önemli açık deniz yat yarışına dönüşen bu karşılaşma sonunda İstanbul’a muzaffer girmek.

Marinalardan çıkan yelkenli, yelkensiz birçok tekne yarışçılara, şehir önündeki şamandıralardan dönerken eşlik ediyor. Rüzgar harika; küçücük tekneler boylarından umulmayacak hızlara ulaşıyor. Makineyle onlara yetişemiyoruz. Cannes halkı kıyıda toplanmış, şehri selamlayan ve açık denize çıkmaya hazırlanan yarışçılara el sallıyor. Şehirle denizin bütünleşmesi böyle oluyor işte. Ve Figaro Beneteau tekneleri, şehri ve bizleri geride bırakıp, Akdeniz’e açılıyor.

BOZCAADA’YA KADAR DURMAK YOK

İlk durak Korsika’nın Bonifacio Limanı. Bonifacio önündeki şamandıradan dönerek yollarına devam edecekler. Bozcaada’ya kadar durmak yok. Bonifacio şamandırasını ilk dönen, Bel / Karper teknesi oluyor. Lafla peynir gemisinin yürümeyeceğini bilen Karper’in ortağı Bel ile birlikte desteklediği tekne, Cannes - Bonifacio arasını 17 saat 54 dakika 28 saniyede alıyor. İkinci TEB 18 saat 9 saniye, üçüncü ise Milliyet 18 saat 42 dakika 52 saniye. Daha sonra beklendiği gibi hava kalıyor ve tekneler makineyle yollarına devam ediyorlar.

Yeniden verilen start ardından Sicilya’nın Messina Boğazı’ndaki şamandıradan dönecek olan tekneler, İyon Denizi’ne girip, Kefalonya ve İthaka Adaları arasındaki dar ve çok güzel (çünkü biliyorum, çünkü o iki adada epey zaman geçirdim!) Boğaz’dan geçerek, yeniden güneye yönelecekler ve Mora Yarımadası’nın parmakları etrafından döndükten sonra Ege Denizi’ne girecekler.

Ege’de rüzgár sorun olmayacak; ama zorlu bir orsa seyri onları bekliyor. Öğleden sonra çıkacak sert rüzgár bu yarış teknelerini, rüzgára karşı 7 - 8 knot hıza taşıyacak. Umulan, ilk teknenin, 3 Temmuz günü ya da 4 Temmuz’un ilk saatlerinde, Bozcaada’ya varması.

Biz de Halki ile, Bozcaada’da onları karşılayacağız.

Arif de aileden

Lionel Pean, Fransa’nın, Arif Gürdenli ise Türkiye’nin en önemli yelkencilerinden. Pean’ın gerçek bir uluslararası başarı kataloğu var.

Birkaç kez telefonla konuşmanın ötesinde bir tanışıklığım yoktu. Cannes’da yüzyüze tanıştığımızda, kendisinden çok emin ama çok da alçakgönüllü bir adam buldum karşımda. Olimpik deneyimi ve başarıları olan, yat dümenciliğinde de Türkiye’nin iyileri arasında yer alan Arif Gürdenli ile gerçekten çok iyi bir ekip oluşturmuşlar. Sakin, abartıdan uzak ama kararlı, birbirlerine saygılı iki kişinin oluşturduğu bu ekip, yarışın ilk ayağını 3. sırada tamamladı. Palamarları çözüp iskeleden ayrılmadan önce ailesiyle vedalaşan Pean, fotoğraf çekimi sırasında Arif’i de yanına çağırıp, "Biz büyükçe bir aileyiz" dedi mi, demedi mi bilmiyorum ama bana kalırsa dedi. Onların da Akdeniz’in koyu mavisini dümen sularında bırakan tüm yarışçıların da rüzgarları bol olsun.
Yazının Devamını Oku