Temuçin Tüzecan

Yat yarışçılığında sınıf mücadelesi

14 Ekim 2006
Olimpik yelken sınıflarında başarı sağlama amaçlı çalışmaların yıllardır sürdüğü Türkiye’de yelkene artan ilginin yatçılık üzerinde yoğunlaşması, yat yarışçılığına ilişkin tartışmaları da beraberinde getirdi. Yat sınıfları oluşturulamadığı için, birbirlerinden çok farklı tekneler arasındaki performans uçurumları, karmaşık hesaplarla dengeleniyor ve tekneler arasındaki fark, teorik olarak, kapatılmış oluyor. Ancak bu durum, Türk yat yarışçılığının önde gelen ekiplerinin becerilerini uluslararası karşılaşmalarda sınamalarını engelliyor, çünkü bunların önemli bölümü, birbirinin aynı teknelerin katımı ile yapılıyor. İşte bugünlerde Türkiye yarış yatçılarını uluslararası karşılaşmalarda sınayacak gelişmeler yaşanıyor.

Mumm 30 "tek tasarım" olarak adlandırılan birbirlerinin aynı yat sınıflarından biri. 9.43 metre boyu ve 2 bin 69 kilo ağırlığı ile birer deniz tazısı olan Mumm 30 tipi tekneler, yelkende ileri ülkelerde oluşturdukları sınıflarda yarışıyor. Bu yarışlarda, deyim yerindeyse, "ak koyun, kara koyun" belli oluyor. Tüm özellikleri birbirinin aynı olan bu teknelerde farkı, yedi kişiden oluşan ekiplerin becerisi yaratıyor. Verilen anlık kararlar, yarış sonucunu daha sonra telafi edilmesi güç bir şekilde belirliyor.

Bu tekneler yarışa aynı anda başlayıp, aynı anda bitiriyorlar ve farklı teknelerin girdiği yarışların öncesinde ve sonrasında yaşanan, zaman zaman karşılıklı protestolarla renklenen tartışmalar yaşanmıyor.

İtalya’nın en bilinen yelkenli tekne üreticilerinden Cantiere del Pardo’nun Türkiye Temsilcisi Ali Mütevelli, lüks Grand Soleil yatlarının satışı dışında, fırsat bulduğunda yarışlara da katılan bir yatçı; İstanbul’daki yelkencilerin yakından tanıdığı bir isim. Önceki hafta onunla buluştuğumuzda yarış yatçılığından konuşurken, "Türkiye’de tek sınıf yat henüz yok. Bu, kuşkusuz ülkenin zenginliği ile de ilgili ama yelkene artan ilgiyi, satın alması nispeten kolay ve Türk yarışçılarını uluslararası arenaya çıkartacak bir sınıf yaratarak güçlendirmeliyiz" dedi. Mütevelli’nin bulduğu çözüm, Mumm 30 tipi tekneleri Türkiye’de tanıtmak ve satılmalarına önayak olmak.

2008’DE AVRUPA ŞAMPİYONASI DÜZENLEYEBİLİRİZ

"Kasım ayının ortasında Türkiye’deki Mumm 30’ların sayısı beş olacak. Üç tekne ile TYF’de sınıf kurmak mümkün. İtalya’da 64, Portekiz’de 10 Mumm 30 var. Türkiye’de de kısa sürede 10’a çıkabiliriz. Bunun anlamı şu: Türkiye, Mumm 30 Dünya ve Avrupa Şampiyonaları’na katılabilir ve hatta düzenleyebilir. 2008 yılında Çeşme’de Avrupa Şampiyonası düzenleyebileceğimize inanıyorum" diyen Ali Mütevelli’ye göre, Mumm 30’lar olimpik sınıf teknelerin, örneğin Lazer’in büyüğü gibi.

Gerçekten de Mumm 30 tekneler güçlü bir arazi aracı tarafından çekilebilecek bir treyler üzerinde taşınabilir, direği bir saatte indirilip, birbuçuk saatte dikilebiliyor ve en önemlisi, yabancı bayraklı ikinci el tekneleri, 50-55 bin Euro’ya, yarışa hazır hale getirmek mümkün.

Ali Mütevelli, "Bu tekneleri ekip olarak satın almak mümkün. Olağanüstü hızlı gidiyorlar. Türkiye’deki tüm diğer yarışlarda da başa güreşebilirler" diyor.

Olimpik yelken sınıflarında, özellikle Ege’deki kulüplerin sporcularının başarıları ardından, tek tasarımdan bir sınıf oluşturma çabasının başarılı olması halinde, yarış yatçılarını uluslararası arenada da sınayacak.

Alfa Romeo, Maxi birincisi

"Yolun bittiği yerde deniz başlar" sloganı ile yat yarışlarına katılan Alfa Romeo, yeni sezonda da kupaları toplamaya başladı. 6-8 Ekim’de İtalya’nın Trieste kentinde düzenlenen Barcolana 38 yelken kupasında Alfa Romeo 2 adlı yeni yatıyla mücadelen eden takım, Yeni Zelandalı ünlü yelkenci Neville Crichton liderliğinde şampiyon oldu.

Yazının Devamını Oku

DAD... Yani Denize Adam Düştü

9 Ekim 2006
Geçen yaz Gökova Körfezi’nin ortasında havanın kaldığında makine çalıştırmak istemediğimiz için Halki aheste aheste sürüklenirken, sıcaktan bunalıp denize atladım. Dümende Namık Kaptan vardı. Hız göstergesi 1 knot’un üstüne çıkmıyor, genellikle de altında kalıyordu. Rüzgarsız havada yelkenleri sıskalaşmış, sallana sallana yerinde sayıyor gibi görünen Halki’nin ne kadar hızlı uzaklaştığını fark edince, arkadan çektiğimiz şişme botun ipini yakalayıp Halki’nin kıçına ulaştım; kendimi yine bıraktım. Halki, 12 tonluk cüssesi ve su yüzeyinden 1,5 metre yüksekliği ile rüzgarsız havada isteksizce sürüklenen teknem değil de, benden uzaklaşmaya çalışan hızlı bir gemi gibiydi. Yine bota tutunup, biraz sürüklenmeyi denedim; kollarım hemen pes etti.

Gökova Körfezi’nin ortasında yaşadığım gönüllü DAD, yani ’Denize Adam Düştü’, denemesi, gönülsüz DAD olasılığını ve bunun sonuçlarını bir kez daha ciddi bir şekilde düşünmemi sağladı

*

Geçen bir yılda, Türkiye’de benim bildiğim kadarıyla iki kere ölümlü DAD olayı yaşandı. Biri, önceki yaz sonunda Ege Denizi’nden yukarı, İstanbul’a doğru çıkan deneyimli bir yat reisinin teknesiyle beraber kayıp olması ile sonuçlandı. Diğeri, önceki hafta Ataköy’den açılan ve deneyimli olduğu söylenen bir amatör yelkencinin önce kaybı, sonra da cesedinin bulunması ile.

Dünyanın konuştuğu bir ölümlü DAD olayı ise, Volvo Okyanus Yarışı’na katılan Hollandalı bir profesyonel yelkencinin Atlas Okyanusu’nda güverteyi sıyıran büyük bir dalga nedeniyle denize düşmesi ve ardından ölü bulunmasıydı. Üstelik bu ölüm, yarışın bitmesine çok kısa süre önce yaşandığı için, tam bir şanssızlık örneği oluşturdu. Hollanda Deniz Kuvvetleri’ne bağlı bir firkateynin cenazeyi almak için kaza bölgesine gönderilmesi, bu ülkenin yelkene ve yelkencilerine verdiği önemi göstermesi açısından çok öğreticiydi.

DAD olayları deneyimli, deneyimsiz tanımıyor; deniz, nasıl güvertedeki incecik bir çatlaktan içeri sızıyorsa, aşırı güvenleri nedeniyle gevşek davrananları da acımasızca cezalandırıyor.

*

Geçen iki yılda Türkiye sularında yarış ya da gezi amaçlı yelken yapanların büyükçe bir bölümünün, teknelere bindikleri anda alınması gereken güvenlik önlemleri konusunda, en hafif deyim ile, gevşek davrandıklarını gördüm.

Örnekler çok; çocukların seyir sırasında can yeleği takmadan güvertede dolaşmasına izin verilmesi, sert havalarda teknedeki herkesin can yeleği takması konusunda ısrarcı olunmaması, yarışlarda, ekip üyelerinin güvenlik yeleği takmadan ve bu yeleğin ucunu her teknenin kıçından burnuna kadar uzanması gereken güçlü bir can hattına bağlamadan güverteye çıkıp çalışmaları, teknelerde seyir öncesi ve sırasında zaman zaman çok içki içilmesi ve bunun sonucunda da hem tekne hakimiyeti hem de anlık kararlarda yetersizliklerin doğması...

İstanbul’da meydana gelen son olayda, tek başına olmasına rağmen bu önlemlerin hiçbiri almadığını öğrendiğimiz yelkenci dostumuz, bu gevşekliğin bedelini ne yazık ki canıyla ödedi. Teknesi Armutlu açıklarında bulunduğunda makinesi rölantide çalışıyordu, balık tutulmuş ve sofra kurulmuştu. Tahminler, bu yelkencinin, bir nedenle denize düştüğü ve sonra da teknesine çıkamadığı yönünde. Yaklaşık 16 metre boyunda, denizden yüksekliği 1,5 metreyi geçen bir tekneye, yavaş yavaş da olsa sürüklenirken denizden çıkmak çok zor, hatta imkansız.

Ancak tüm bunlardan denizin tehlikeli olduğu sonucu çıkmasın tabii ki. Yelken, sağduyunun gerektirdiği önlemler alındığında, inanın, en az riskli yaşam seçimlerinden biridir. Siz her gün büyük şehirlerin çıldırtan yüksek tempolu trafiğine çıkıp, akşamları evinize salimen dönen insanlarsınız. Ama kendinize çok güvenirseniz, deniz patronun kim olduğunu hemen hatırlatıp, bedel ödetir.

KIZ KARDEŞLER YARIŞTA

Yalnızca kadınların katıldığı ilk yelken yarışması Bodrum’da başlıyor. Uluslararası boyutu ile öne çıkan yarışmaya Türkiye’nin yanı sıra Hollanda, İsrail ve Rusya’dan da tekneler ve ekipler katılıyor. Bu yılın sloganı "Kadınlar Mavi Açacak."

Türkiye’de ilk kez düzenlenen Uluslararası Kadınlar Yelken Kupası, pazartesi günü Bodrum’da başlıyor.

Turgutreis Bodrum Yat Kulübü’nün öncülüğünde düzenlenen yarışma, Bodrum’daki yat ve yelken kulüplerini bir araya getirmenin ötesinde, yurtdışındaki yelken kulüplerini de organizasyonun bir parçası kıldığı için Türkiye açısından da bir ilk.

Türkiye Yelken Federasyonu ile Uluslararası Yelken Federasyonu’nun takvimine de girmiş olan yarışın amacı "Yelkeni kadınlar arasında yaygınlaştırmak ve tanıtımını yapmak, diğer ülkelerin kadın yelkencilerinin katılımı ile hem yelkene hem de yöreye ilgi çekmek" olarak tanımlanıyor.

İsrail’den 2, Hollanda’dan 4, Rusya’dan 3 ve Türkiye’den 7 ekibin katılacağı yarış için kayıtlar bugün tamamlanacak. Yarın akşam Turgutreis Belediye Başkanı tarafından verilecek davet öncesinde, 9-13 yaş arası kızlar optimist sınıfında yarışacak. Kadınların yarışı ise pazartesi sabahı başlayacak ve dört günde yapılacak altı yarışın ardından şampiyon belirlenecek.

Hürriyet’in Medya Sponsoru olduğu yarışın bu yılki sloganı, "Kadınlar Mavi Açacak" olarak belirlendi.
Yazının Devamını Oku

34 yıl gecikme ile gelen zarftan çıkanlar...

30 Eylül 2006
Telefondaki ses meramını hemen anlattı. Ayhan Tütel, 1972’de Bulgaristan’a giderken Kırklareli Dereköy sınırında karşılaştığı Türk Yelken Milli Takımı’na araçları bozulduğu için yardım etmiş, onları Burgaz’da yarışırken izleyip, fotoğraflarını çekmiş ve sonra Bulgaristan’daki işini bitirip, Türkiye’ye geri dönmüş. Çektiği fotoğrafları, kısa bir notla, zamanın Yelken Federasyonu Başkanı Fethi Alpdoğan’a bir mektup ile birlikte göndermiş ancak pulculuk günlerimden çok iyi anımsadığım, 100 kuruşluk "Atatürk" ve 110 kuruşluk "Kendi Uçağını Kendin Yap" pullu zarf, "Tarafımızdan arandı, kaydına rastlanamadı" ibaresi ile geri gelmiş.

O sararmış zarf, içindeki sararmış fotoğraflarla beraber, Ataköy’deki bir apartman dairesindeki bir çekmecede, tam 34 yıl saklanmış.

Sonuç: O zarf dönüp dolaşıp, geçen çarşamba günü bana ulaştı. Zarfı aldığımı söylemek için aradığım Ayhan Tütel de, "Böylece sırtımdan bir yük kalktı" diyerek kendi açısından olayı noktaladı. Teşekkürler.

*

"Sayın Doktor Fethi Alpdoğan, SSK Dahiliye Mütehassıslarından, Yelken Federasyonu Başkanı, İzmir" adresine gönderilen zarftaki 1 Haziran 1972 tarihli mektup, bana muhteremli, hürmetli ve fotoğrafları göndermeyi geciktirdiği için özür dileyen bir İstanbul’u yıllar sonra anımsattığı için kuşkusuz çok değerli.

Bunu bunca yıl saklamak da, bugünlerde pek rastlamadığımız bir özeni ve "nasıl olsa günün birinde yerine ulaştırırım" sabrını yansıtıyor. Hızlı zamanımıza çok güzel bir dokundurma bu. Frene basmak, durup bir etrafa bakmak için hoş bir işaret.

Zarf ve mazruf, bu örnekte birbirini tamamlıyor. 10 fotoğraf; eskilikleri, aynı zarf gibi sararmışlıklarından da belli, bana bakan yüzlerden de. İnsan yüzlerindeki ifade, dönemden döneme değişir mi? İfadeleri yıllayabilir miyiz?

Balkan Şampiyonası yapıldığı, yelken numaralarından belli; Romanya, Bulgaristan, Yunanistan tekneleri var. TK 81 numaralı Türk yarışmacı kimdi acaba? Teknelerin sınıflarını ise ayırt edemiyorum; cehalet işte.

Bir de grup resmi var. Üzeri çarpı işaretli kişi dönemin TYF Başkanı Fethi Alpdoğan olmalı; boynunda dürbün asılı. TYF web-sitesinden, Fethi Alpdoğan’ın öldüğünü ve 2004 yılında Foça’da yapılan Federasyon Kupası Optimist Yarışları’nın ilk gününün, Fethi Alpdoğan Kupası olarak anıldığını öğreniyorum.

Adresini, "SSK Dahiliye mütehassıslarından" olarak veren, tüm Batı Anadolu’yu dolaşan zarfın üzerinde adresi bir ara "SSK Dispanseri Başhekimi, Salihli" diye değiştirilen ve sonunda ona ulaştırılamadığı için mektubu benim masama gelen Alpdoğan’ı merak ediyorum.

*

Merak ediyorum çünkü PTT’nin bütün Batı Anadolu’da arayıp bulamadığı, Alpdoğan gibi anonim kalabilen bir kişinin federasyon başkanlığını başarıyla yürüttüğü bir Türkiye’den bugünlere geldik. Bugünler önemli çünkü yelkenin önde gelenleri, 12 Ekim’de Ankara’da toplanıp, TYF’nin yeni yönetimini belirleyecek.

İşte, 34 yıl öncesinden karşıma gelen bu sararmış zarf, Türkiye’de kişi başına milli gelir 10 bin dolara ulaştığında büyük patlama yapacak bir spor ve bir yaşam tarzının geleceğine yön vereceklere sanki bir şeyler söylüyor. "Unutmayın," diyor, "35 yıl önce Türk yelkenciliğinin başında yaptığı işlere rağmen anonim kalmaktan gocunmayan ve kendini sadece SSK Dahiliye mütehassıslarından biri olarak niteleyen bir adam vardı. Bugünkü imkánları, o adamı düşünerek kullanın."

Akdeniz’de büyük yarış... Yeniden!

Geçen yaz Cannes-İstanbul arasında yapılan, Akdeniz’in en uzun açık deniz yarışı, 2007 yılında farklı bir rota ile tekrarlanıyor. Cap Istanbul adı altında yapılacak yarışın önemi, Fransa Yelken Federasyonu’nun bu etkinliği Fransa Açıkdeniz Yarış Şampiyonu’nu belirleyecek iki yarıştan biri haline getirmesi ile katlanarak arttı. Marsilya yakınlarındaki Cassis’den kalkan teknelerin İstanbul’da tamamlayacağı yarış, Yunanistan’ın başkenti Atina’nın devreye girmesine rağmen, geçen yılki başarı nedeniyle Türkiye’ye verildi.

Cannes - İstanbul yarışının başarısı, yelkenin en önemli sporlardan biri olduğu Fransa’da, Akdeniz’in iki açık deniz yarışını birleştirip, tek yarış haline getirmesini ve bu yarışın bitiş noktasının İstanbul olmasını sağladı.

Beneteau Figaro II tipi 10.10 metrelik teknelerle yapılan bu iki yarışın teke inmesiyle oluşturulan yeni yarış, Cap Istanbul olarak adlandırıldı. Marsilya yakınlarındaki Cassis’den yelken basacak teknelerin İtalya’nın Sicilya Adası’nda, Yunanistan’ın Girit Adası’nda ve İzmir’de mola verdikten sonra yarışı İstanbul’da bitirmeleri planlandı. Geçen yıldan farklı olarak, tek tip tekneleri bir kişinin yöneteceği yarışa, Fransa’nın en önde gelen yelkencilerinin, aynı geçen yıl olduğu gibi katılmaları bekleniyor. Bunun nedeni, Fransa Yelken Federasyonu’nun, ülkenin açık deniz şampiyonunu belirleyecek iki yarıştan birinin Cap Istanbul olduğunu açıklaması.

BU SENE TEKNELER BİR KİŞİLİK

Yaklaşık 1600 deniz millik yarışın 26 Mayıs 2007’de Cassis’den başlaması ve 14 Haziran’da İstanbul’da bitmesi bekleniyor. Yarışın organizatörü Olay Nautic Şirketi’nin sahibi Cumali Varer, Akdeniz’deki en önemli yelken ülkesi olan Fransa’da federasyonun iki açık deniz yarışını birleştirerek, İstanbul bitişli bir yarışı takvimine almasının çok önemli olduğunu belirtirken "Tüm anlaşmalarımızı yaptık. Yacht Club de la Grand Motte ile Olay Nautic arasındaki protokol ve Classe Figaro Beneteau’nun onay yazısı ile Cap Istanbul yarışı kesinleşti. Tekneler 14 Haziran 2007’de İstanbul’a varacak ve 16 Haziran’daki Boğaz Yarışı ile etkinlik sona erecek.

Teknelerde artık ekip yok, her biri yarış makinesi olan bireyler birbirinin aynı tekneleri ile mücadele edecek; makine-insan uyumunu göreceğiz. Tümünün büyük okyanus deneyimi olacak ama Akdeniz çok zor, çünkü rüzgar sürekli değişiyor. Yarışçılar uyuyamayacak, o yüzden üç gün yarış-iki gün mola sistemi getirip, ara duraklar koyduk. Çok rekabetçi, çok iyi bir yarış olacak ve her yıl tekrarlayacağız" dedi.

Cannes- İstanbul yarışından sonra Yunanistan’ın başkentinde, belediyenin yarışı Atina’ya getirmek için harekete geçtiğini belirten Varer, son ana kadar durumun belli olmadığını Nice - Malta - Atina parkuru ile ilgili ciddi lobi yapıldığını ancak sonunda parkurun Cassis - İstanbul olarak belirlendiğini anlattı.

Donanma Kupası yat yarışı yapıldı

İstanbul’daki marinalardan geçen cumartesi günü sabah saatlerinde ayrılan yatların hedefi, Donanma Komutanlığı’nın bulunduğu Gölcük’tü. Akşamüzeri Denizaltı ve Poyraz Limanları’na ulaşan teknelerin ekipleri ertesi gün başlayacak yarış öncesinde Donanma Komutanı Oramiral Metin Ataç’ın ev sahipliğindeki resepsiyona katıldı.

Yarış, 24 Eylül sabahı 09.00’da, Gölcük açıklarında başladı. İstanbul Yelken Kulübü tarafından düzenlenen yarışa Deniz Harp Okulu teknesi Zıpkın ekibine Donanma Komutanı Oramiral Ataç da katıldı. Deniz Eğitim Komutanı Koramiral Murat Bilgel ve Deniz Harp Okulu Komutanı Tümamiral Halit Özkoç da farklı teknelerde yarıştılar.

Oğuzhan Too teknesi, 16.27’de yarışı ilk tamamlayan yat oldu. Tüm yatlar arasında en iyi zamanı ise Deniz Harp Okulu’nun Levent yatı oldu.

Donanma Kupası birincileri

IRC 1:Orient Express III

IRC 2:Mad Max

IRC 3: Bootes

IRC 4:Relax

IRC 5:Levent

Destek:Pupa Yelken 1
Yazının Devamını Oku

Yelkenle tanışmak isteyenlere öneriler

23 Eylül 2006
Bu köşedeki deniz yazılarının kalıcılığı ve etkisi konusunda konuşmak tabii ki bana düşmez. Gelen e-mesajlar, bu yazının internet ortamında aktarıldığı yelkenle ilgili tartışma gruplarındaki tepkiler ve tanışma şansı bulabildiğim okurlardan edindiğim izlenimler bana olsa olsa bir fikir verir; kapsamlı bir sonuca ulaşmam kuşkusuz mümkün değil. Bu cumartesi iki örnek ile bu köşenin, okurları üzerindeki olası etkilerini sizlerle paylaşarak bu köşenin belki de nasıl hayatınızı değiştirebileceğinin altını çizmek istiyorum. Yani bugün, kendinden biraz memnun olarak yazı pazarlaması yapıyorum çünkü görüyorum ki, bu yazılar hedefine ulaşıyor.

Şimdi reklamlar.

OKUYUCUM SORDU: İŞİTMEYENLER YELKEN KULLANABİLİR Mİ?

Okurlardan biri ile kızımı götürdüğüm ENKA Spor Kulübü’nün yüzme kursunda geçen hafta tanıştım. Eşiyle birlikteydi. Biraz garip konuşuyordu ve ilk birkaç cümlesini zor anladığımı fark ettiğinde, "Ben işitmiyorum" dedi ve eşi aracılığı ile daha rahat bir diyalog kurabildik.

Sorunu ve sorusu şuydu: "Sizi her cumartesi okuyorum. İçimdeki deniz aşkının gelişmesine katkı sağladınız. Öğrendim ki, işitmeyenlere Amatör Denizci Belgesi vermiyorlarmış; ben tekne kullanmak istiyorum, demek ki resmen yelken yapamayacağım. Bir de, işitme engelliler yelken öğrenebilir mi?"

Yelkenin aslında zor olmadığını, deneyimin büyük önem taşıdığını, ekip olarak denize çıkılacaksa iletişimin önemli olduğunu söyledim. İlk ekibin de ailesi olabileceğini; onlarla karada anlaşabildiğine göre denizde de anlaşabileceğini belirttim. Yelken becerileri geliştikçe çevresinde onunla denize çıkmak isteyenlerin olacağına da inanıyorum açıkçası.

Amatör Denizci Belgesi konusunda ise, hülle yaparak, eşinin belgeyi almasını, o belgeyle hep beraber denize çıkabileceklerini anlattım. O ise dertliydi; "Otomobil ehliyeti alıyorum, denize çıkamıyorum. Bu nasıl iş" derken; işitmemesinin, etrafında olup bitenleri algılayamamasına değil, tam tersine çok daha iyi algılamasına yol açtığını söyledi. Gerçekten de, işitmek gibi bir duyuyu kaybettikten sonra, insan vücudu, kendisine dönük riskleri daha iyi tartmak için diğer duyularını ve bunun sonucunda, insanın anlık durum algılamalarını güçlendirebiliyor.

Başlangıcın nasıl olacağını da konuştuk. Ben ilk başta anne-baba-çocuk ekibini, küçük kayıklarda yelken basarak denemelerini önerdim, o ise 7-8 metrelik bir tekne istediğini söyledi. Parası olunca yapacakmış.

Su fobisini yenerek, yüzmeyi öğrenebilen bu dostun yelkenin de üstesinden geleceğine inanıyorum. Kolay gelsin.

MAAŞLA TEKNE MASRAFI KARŞILANIR MI?

Bir diğer okur ise, 28 yaşında, dershanede çalışan bir fizik öğretmeni olduğunu, yılda iki ay tatil yapabildiği için muhtemelen denize en çok çıkabilecek bordro mahkumları arasında yer alabileceğini yazıp, sordu: "Marinaları gezin diyorsunuz; gittim gezdim. Hoşuma giden bir de tekne buldum, sahibi çok ilgilendi ve bana birçok şey anlattı ama tekne pahalı. 65 bin Euro’dan ucuza tekne yok mu? Maaşlı çalışan biri, bir teknenin masraflarının altından kalkabilir mi?"

Kuşkusuz daha ucuz tekneler var; sözü edilen tekne 10.5 metre boyunda bir gezi yatı. Pahalı görünebilir ama değil. Tek seçenek de o tür tekne değil zaten. Bir de bu soruların, tekneciliğin gerçekten de çok pahalı bir hobi olduğu varsayımıyla oluşturulduğunu düşündüm.

Aradığınızda bulacağınızdan emin olduğum tekneyi (belki de o sizi bulur), benzin, vergiler, park parası derken her yıl büyük bir servete mal olan bir otomobilden çok daha ucuza tepe tepe kullanırsınız. Unutmayın, tekne sahibi olanların çok azı, gerçekten çok zengindir. Büyük bölümü fedakarlık ve çaba ile hobilerini yaşamlarının parçası kılarlar. Önemli olan, denizi, kişisel yaşamınızın neresine yerleştirmek istediğinize karar vermek.

Denize küçük bir kayık ile kürek çekerek de çıkılır, dev bir motoryatla da... Yelkeni, tek başınıza bir Lazer ile de yapabilirsiniz, marinada gördüğünüz 65 bin Euro değerindeki tekneyle de... Hepsinden de büyük keyif alırsınız.

O nedenle zaman geçirmeden denize çıkın.

"Bulunduğum yerde deniz yok ki" diye düşünen siz; şimdi hemen kalkıp bir su kıyısına gidin ve havayı bir koklayın. Değiştiğinizi hissedeceksiniz.

Yelken federasyonunda değişim rüzgarı

Spor yönetiminin özerkleşmesini sağlayan adımlar, yelkeni de etkiledi. Türkiye Yelken Federasyonu TYF’nin, özerk döneme adım atmasını sağlayacak Genel Kurul’da yeni başkan da belirlenecek. Geçen hafta sonuna kadar Genel Kurul’a tek aday olarak gideceği düşünülen Başkan Azat Baykal’a bir rakip çıktı. Eski başkan Nazlı İmre, özerk dönemde atmayı planladığı adımlar büyük tartışma yaratan Baykal’a karşı adaylığını açıkladı. İmre, seçim duyurusunda, şimdiki yönetimin açıkladığı ve "tepeden inmeci" olarak nitelenen Ana Statü değişiklik önerisini benimsemediğini, seçim duyurusunda, "Federasyon’da temsil ve yönetim aşağıdan yukarıya olmalıdır. Kulüplerden gelecek önerileri geliştirmek, düzenlemek, takip etmek ve hayata geçirmek federasyonun asli vazifesi olmalıdır" cümleleri ile ortaya koydu.

Kıyıları hakkı ile kullanarak, Türkiye’nin denizle gerçek anlamda buluşmasını sağlayacak tek spor ve etkinlik olan yelkende kazan kaynıyor.

Yelkene olan ilginin son yıllarda artmasının getirdiği yeni talep ve beklentiler, bugüne dek yelkeni yalnızca bir spor olarak gören, gezi yelkenciliğini dikkate almayan TYF’nin şimdiki yönetimini zor durumda bıraktı.

Yaklaşık 4 bin 600 kayıtlı kullanıcısı ile Türkiye’de yelkenle ilgilenen herkesin buluştuğu yelkencilerlokali@yahoogroups.com’da özellikle son aylarda yapılan tartışmaların odak noktası, TYF’nin, yelkeni önemli bir aile etkinliği olarak sunup, olimpik yelken sınıflarına ilgiyi arttıracağı kesin olan gezi yelkencilerini nasıl geri plana ittiği ve yarış ya da gezi amaçlı yat yarışçılığı konusunda her türlü yetkiyi kendi eline alma girişimleriydi. Gerçek adlarla ya da yelkencilerin hiç tanımadığı isimler olduğu için büyük olasılıkla takma adlarla yapılan kıyasıya tartışmaların yelkeni, olimpik sınıflar ve yat olarak ikiyi bölme tehlikesi getirince, eski başkanlardan Nazlı İmre adaylığını açıkladı.

Geçen hafta sonunda yayınladığı seçim duyurusunda İmre, özerkleşmenin getireceği büyük avantajlardan söz ederken, "Yatçılığın son üç yılda medyada yakaladığı ilgi ve buna bağlı olarak eriştiği sponsorluk gelirleri bir model olarak kabul edilmeli, incelenmeli ve bu başarıyı tüm yelken faaliyetlerine yaymak için gayret gösterilmeli, deneyimler paylaşılmalıdır. Amaç başkalarının gelirlerinden pay almak yerine, öğrenmek ve kazanmak olmalıdır" diyor ve Azat Baykal yönetiminin hazırladığı Ana Statü taslağının en çok eleştirilen noktalarından birini rafa kaldırdığını söylüyordu.

SEÇİM 12 EKİM’DE

Yelkencilerin çok yakından tanıdığı ve saydığı Nazlı İmre ile hafta içinde görüşürken, özerk TYF ile ilgili perspektifinin, dar bir kamu örgütü olmanın çok ötesine geçtiğini; hedefinin, denize tekneleri ile çıkan tüm amatör denizciler adına hareket etmeyi planlayan, kulüpleri ve yelkenle ilgili diğer oluşumların tatmin edilmesi gereken bir tür müşteri olarak görüldüğü bir sivil toplum kuruluşu yaratmak olduğunu hissettim. Seçim duyurusundaki "Federasyon’umuzun ana hedefi farklı yaşları ve grupları kucaklamak olmalıdır. Olimpik sporcular da, gezi yelkencileri de bizim bir parçamız olmalıdır, çünkü hepimizin birbirimizden öğrenecekleri var" cümlesi, Türkiye yelkenciliğinde taşların yerinden oynamakta olduğuna işaret ediyor kuşkusuz.

Geçen çarşamba günü Ankara’da şimdiki Başkan Azat Baykal ve Nazlı İmre adaylık başvurularını yaptılar. Seçim 12 Ekim’de. Bakalım 12 Ekim’e kadar yelkende sular durulacak mı?
Yazının Devamını Oku

Sonuncuyuz, gururluyuz

16 Eylül 2006
Deniz, geçen cumartesi günü birleştirici gücünü gösterdi. İnternet üzerinde haberleşerek Kalamış açıklarında toplanan farklı boylarda 22 yelkenli tekne Gezgin Korsan yarışmasına katıldı. Düzenleyicilerinin adlarını istekleri üzerine sizlerle paylaşamayacağım ilk Gezgin Korsan yarışmasındaki bu yüksek katılım, internet kullanıcılığının gezi yatçıları arasında çok yaygın olduğunu göstermekle kalmadı, yatçılığın, yarışma hırsı dışında, daha keyifli ve eğlenceli olabileceğini, yelkenin yarış olmadığını da bir kez daha anımsattı.

Ben sportif yarışı ve yarışmayı çok sevmiyorum; itiraf ediyorum. Ortaokul, lise ve üniversite yıllarında yüzme, sutopu ve kros gibi ağır sporları ciddi olarak yapmama rağmen, kazanma hırsım olmadığını, sporun beni yorduğunu ve aslında yorulmaktan hiç hoşlanmadığımı fark ettiğim an, spor yapmayı bıraktım. İyi bir seyirci oldum ama İnönü’de bile çok önemli Beşiktaş maçlarını, kollarım bağlı, sakin bir şekilde seyrettiğim için, bir zamanlar epey takıldığım Kapalı’ya gidip Çarşı’nın gazabını üzerime çekmek istemem. Attığımız gollerde sesimi kısacak kadar bağırdığım görülmüştür ama... Neyse...

KORSAN EYLEM

Kaliforniya tarzı yaşamın okyanus aşıp İstanbul’a gelemediği, kendi kendimize güzel güzel yaşadığımız ve yaptıklarımız nedeniyle suçluluk duymamızın gerektiğini kafamıza kakan içimizdeki Kaliforniyalıların yanık yüzleri ve kaslı karınları ile her yerde karşımıza çıkmadığı, güzel, siyah-beyaz günlerdi 1970’ler. Sporu bırakış da o bırakış; kilolarımın en önemli nedeni bu. Anlayacağınız, herkesi her an suçlu hissettiren Kaliforniya yaşamına kafadan, ciddi ve ideolojik olarak karşıyım.

Gezgin Korsan yarışmasına Sanela teknesinin mürettebatı olarak katılmak üzere Fenerbahçe Setur Marina’ya gittiğimde, derler ya, içimde garip duygular vardı. Yine mi yarışacaktım? Sağıma soluma baktım, ceplerimi karıştırdım, hırsımı aradım bulamadım; yine yokları oynuyordu... Acaba Sanela’nın sahibi Áli San nasıl biriydi? İçimizdeki Kaliforniyalılardan mıydı? Deli gibi bir yarışçı olabilir miydi, kazanma hırsını bir rozet gibi yakasına takmışlardan mıydı? Eğer öyleyse nasıl anlaşacaktık? Ne yapacaktım?

Bugüne dek hep kulüplerin düzenlediği, sonuçları aylar, belki de yıllar geçse de kesinleşemeyen hep "geçici" kalan, protestoların havada uçuştuğu, protestocu ekiplerin ödül törenlerinde birbirlerine pis pis baktığı, önde geldiği iddia edilen yelken sporcularının bile resmi protestolarında rakiplerine küfür etmekten çekinmediği "resmi" yelken yarışları yerine ve sanki Türkiye Yelken Federasyonu’nun tüm yat yarışlarını tekeline alma hevesine inat, denizlerde "korsan" bir eylem yapılıyordu. Korsan tüm eylemler gibi Gezgin Korsan beni heyecanlandırıyordu çünkü Kalamış Koyu denizlerdeki sessiz çoğunluğun sesinin ne kadar çıkacağının ölçüleceği bir arenaya dönüşmüştü.

HAKEM YERİNE E-MAIL

İstanbul Yelken Kulübü’nün Altın Kilit Yarışları ile aynı gün ve benzer rotalarda yapılan Gezgin Korsan’ın başlangıç ve bitiş hatları belliydi ama bir hakem heyeti yoktu, katılanlar bitiş saatlerini e-mail ile Gezgin Korsan’a bildirecek ve sıralama bu beyanlara dayandırılacaktı, protestoya izin yoktu. Beyana inanmayan, karşısındakinden şüphelenmeye dayanan bir toplumsal kültürü yansıtan ve bu nedenle de sürekli söylentiler ve şikayetlerle çalkalanan sportif yelken aleminin tam tersi bir söylemle ortaya çıkanların ne yapabileceklerini merakla bekliyordum.

Saat 10.30 gibi koltuk halatlarını bırakıp, tonozu atıp Sanela ile marinadan ayrılırken, teknede iki kişiydik: Áli San ve ben. Küçük bir ekip; Áli, hırsını rozet yapanlardan değildi belli ki.

Kalamış Koyu tekne doluydu; ben 45-46 tekne saydım. Acaba bu teknelerin ne kadarı Altın Kilit’e katılacaktı; ne kadarı korsan eylem yapacaktı? Altın Kilit’e katılan kaslı tekneler 11’de tazılar gibi kopup gitti. Marina’dan hálá tekneler çıkıyordu. Biri yanaşıp, Gezgin Korsan’a nasıl kayıt olabiliriz, diye sordu ve biz de olmayan yetkimizi kullanıp onları anında kayıt ettik.

Anarşi Kalamış Koyu’na hákim olmuştu. Yarış sonunda bir Sahil Güvenlik helikopterinin Kalamış üzerinde uçmasını buna bağladım açıkçası.

TOP ATIŞIYLA BAŞLADI

Türkiye’de gezi yatçılığının duayenlerinden, Ataköy Marina Yat Kulübü’nün Komodoru Teoman Arsay ve teknesi MAT’ın Gezgin Korsan’ı izlemek için yola çıktığı öğrenildi. Topu yanında değildi ama yarışmayı başlatabilmek için karmaşık bir lojistik operasyonla top MAT’a ulaştırıldı. Doğrusu, yarışı top atışı ile başlatmaktı tabii; çünkü korsan dediğinin kulağı, top sesine alışık olmalı.

Gecikme... Olsun; Kalamış Koyu 11.30 yerine 11.39’da Teoman Arsay’ın topu ateşlemesiyle inledi, korsanlar yarışmaya başladı. Ama tazılar gibi değil; yavaş yavaş ve hatta ağır ağır. Taktik maktik hak getire... Altı metrelik teknelerle 12-13 metrelikler bir arada. Dişler sıkılı değil, gözler göstergelerde değil, ilerde rüzgar aramıyor, eller dümende ve yelken iskotalarında ama asıl parmaklar çalışıyor. Parmaklar deklanşörde ve Efes kutularının açma halkalarında pek aktif!

TAZILAR KORSAN MI OLDU?

Parkur belli; Kınalı’yı iskelede bırakıp etrafından dönüp geri gelmece... O sırada, Altın Kilit’e katılan tazılar ilk turu bitirip korsanların arasına düşünce, durumu bilmeyenler -ki ben onlardan biriyim- "Tazılar da korsan olmuş" demiş olabilirler. Ben dedim. Ama olmamışlar; yarışa devam ettiler.

Seyirde alkol almayan iki kişilik dev bir ekip olarak İstanbul açıklarında rüzgar aramayı sürdürdük. Gayet gevşek ve lákayt, yani kayıtsız bir yelken ekibi olduğumuza karar verdim sevinerek. Varmaktan değil, gitmekten hoşlanıyorduk ikimiz de. Sloganımızı da belirledik ve o slogan bu sayfanın başlığı oldu: "Sonuncuyuz, gururluyuz." Ama, sonuncu olmak için mücadele eden rakiplerimiz de varmış... O nedenle olamadık; yani başlık gerçeği yansıtmıyor. 11.39’da başladığımız yarışı 14.49’da tamamladık ve sondan ikinci olduk. Olsun; o da bir başarı!

HEDEF: TÜRKİYE’DE GEZGİN KORSAN

Sanal organizasyonun sanal alemdeki tartışmaları da geniş oldu.

Etkinliğe katılanlar, fotoğraflarını birbirine gönderip, kaybetme öykülerini paylaştılar.

Yelkencilerin yaygın olarak izlediği tartışma forumlarında, Türkiye’deki gezi yelkencilerini İstanbul’daki bir öncü etkinlikle bir araya getirmeyi hedeflediği anlaşılan bu girişime büyük destek verildi. Marmaris ve Bodrum’dan tartışmaya katılanlar, aynı saatlerde denize çıktıklarını ve Gezgin Korsan’ı bölgelerinde gerçekleştirmek istediklerini belirttiler.

Gezgin Korsan organizatörleri, yıllardır yapılan resmi yarışlardaki katılım ile kıyaslandığında, yalnızca sanal ortamda yapılan davet ile 22 teknenin katılımının büyük bir başarı olduğunu belirtiyor. Bu başarının ardında da, kulüplerin seçkinci duruşunun etkin olduğunu vurguluyorlar.

Gezgin Korsan’ı eşzamanlı olarak tüm Türkiye denizlerinde düzenlemeyi düşünüyorlar.
Yazının Devamını Oku

Kocaman yelkenleri olan sihirli bir değnek

9 Eylül 2006
Sonbahar geliyor. Gökova dönüşü, sağanak yağmurla birlikte birdenbire 17 dereceye düşen sıcaklık ve alçak bulutlar, sonbaharın gelmekte değil, gitmekte olduğunu düşündürdü gerçi ama... Sonbahar geliyor. Halki, İstanbul yolculuğunu yarıladı. Şu sıralarda Çeşme- Ayvalık arasında bir yerlerde olmalı. Namık Kaptan’a eşlik edememek içimde sıkıntı yaratıyor ama yapacak bir şey yok... Malum; işimiz, işlerimiz var.

Ramazan öncesinde İstanbul’a vardığında (Namık Kaptan’ın ağzından hiç düşürmediği "inşallah"ı unutmayalım), birkaç hafta sonumuz daha kalıyor Halki ile denize çıkmak için. Çok uzaklara gitmeden Kalamış- Adalar arasında dolanır dururuz.

Sonra erkenden kararan günler, soğuk havalar ve bitmek bilmez aralık, ocak geceleri, Kilyos’ta ilk bizim evin üzerinden geçerek İstanbul’u vuran poyraz, karayel, yıldız fırtınaları...

Aslında bu yıl kış sıkıntısı sanırım çok az olacak çünkü o aylarda Halki’ye yeni bir misafirin katılması bekleniyor; Piraye Zeynep. Denizle çok erken tanışacak şanslı bir bebek.

*

2004 yılının ağustos ayında tamamen rastlantı sonucu ve hiç planlamadan, çok uygun bir fiyata satın aldığımız Halki, yelkeni yaşamımızın önemli parçalarından biri yaptı. İyice bir otomobilden ucuza mal oldu ve işletme maliyeti otomobilden çok daha az. Böyle baktığımda, Halki’yi satın almanın yaptığımız en akıllıca işlerden biri olduğunu düşünüyorum. Geçen yaz İstanbul’da, bu yaz Bodrum, Gökova ve Göcek’te yaşantımıza açtığı pencereyi büyüttü, turkuvaza boyadı. Bunun da ötesinde, aile geleceğimizin önemli yapı taşlarından biri oldu.

Ben bir yelkenli teknenin dümenini ilk kez 28 yaşında tuttum. O yüzden, yedi yaşına yeni basan kızım Ütay’ın önceki hafta Göcek’te saatlerce dümen tutmasının ve buna bayılmasının değerini tam olarak anlatabilmem gerçekten çok güç. Önünde açılan bir kapı bu; ayağını uzattı, girdi girecek. Kolluklarını fırlatıp, ilk kulaçları atmasına cesaret veren Halki, umarım, onu denizli ve yelkenli bir yaşamın içine de taşıyacak.

Halki, yaşamı dönüştürme gücüne sahip, kocaman yelkenleri olan bir sihirli değnek aslında; bunu da yeni fark ettim.

*

İlk Körfez Savaşı çıkmamış olsaydı, belki benim yelkenle ilişkim bugün çok daha güçlü olurdu; acemi demezdim kendime, Halki’deyken, karar vermeden daha az düşünürdüm, aklımla birlikte içgüdülerimi daha fazla kullanırdım, tekneyle bütünleşmiş olurdum; kısacası, derimdeki tuz tabakası biraz daha kalın olurdu. Herhalde... Bu aslında çok uzun bir hikaye; neden bunca deniz yılını kaybettiğimi açıklamak için değiniyorum sadece.

Şunu kesinlikle söylemem gerekli: teknelerin sizi dönüştürme gücüne karşı durmayın. İmkánım yok, zamanım yok, deneyimim yok, bilgim yok demeyin. Bunların hepsi sizde var; yeter ki denizin çekimini kabullenip, arayışa geçin.

Sihirli değneği siz bulamazsanız, o sizi bulacaktır; emin olun. Halki bizi böyle buldu çünkü. Ondan sonra da, bildiğiniz anlamı ile hayatınız dönüşmeye başlayacak.

Rahatlayın, kendinizi bırakın ve yaşadıklarınızın tadını çıkartın.
Yazının Devamını Oku

Deniz lacivert ben sarhoş her yer yakamoz

2 Eylül 2006
Halki yavaş, çok yavaş gidiyor. İncecik bir hilalin delemediği zifiri karanlık Göcek Körfezi’nin suyu, Halki’nin seyir ışıkları altında lacivert mürekkep gibi koyu; hem rengi, hem kıvamı. Yıldızlar düşüp düşüp yakamoz oluyor etrafımda; ağır yollu Perkins makinenin tıkırtıları, düşen yıldızların suda çıkarttığı ses sanki.

Pupada Savarona, Halki ve Anatolia yatlarının şehráyini, pruvada Göcek Limanı’nın ışıkları. Çok iyi tanımadığım ama çok sevdiğim birinin güzel düğününden sonra, sabaha karşı iki gibi demirleyip kıçtankara yapacağımız Yassıca’ya gidiyoruz. Alkol yelpazesinin çeşitlerini denemekle kalmamış, miktar konusundaki sağduyu sınırlarını az da olsa zorlamış ve o yüzden de manen ve maddeten kendine gelmek için birkaç saate ihtiyacı olan klasik bir post-düğün insanıyım. Üstelik, Göcek’in yaprak kıpırdamayan sıcağında lacivert keten elbisesi terden sırılsıklam olmuş, sıcaktan patlamak üzere olduğum için post-düğün sendromunu tüm zenginlikleriyle yaşıyorum.

Ceketi çıkartmış, ütülü keten pantolon ve çıplak ayaklarımla, altı kaval üstü şişhane (ne demekse) bir haldeyim. Teknenin kıçındaki oturak rahat, haliyle, ben de rahatım. Yalnız da değilim; Ütay kıçaltı kamarasında, küçük yeğenim Mina ise havuzlukta uyuyor. Bir diğer post-düğün insanı olan eşim Ebru biraz yorgun otururken, arada bana kaygılı bakışlar atıyor; planlarımın farkında. Dümende Namık Kaptan var.

*

Gökova Koyları’ndaki ağaçları tekne halatlarının işkencesinden kurtarmak için, uygun kayalara belli aralıklarla sıkı çelik babalar takılıyor artık. Yanılmıyorsam Turmepa’nın çok değerli bir hizmeti. Onlardan birini el feneri ile bulduktan sonra demire yol veriyoruz. Ağır yol tornistanla Halki karaya yaklaşıyor; ben ise tüm itirazlara rağmen, mayomu çekmiş denize atlamaya hazır durumdayım. Bir post-düğün insanı olsam da, görev bilincine sahibim; kıç koltuk halatını babaya ben bağlamalıyım.

Kapkara denize atladığımda dibin hayli yakın olduğunu hissediyorum; burnumun ucundan bir şey geçiyor, suya biraz dik girmişim. Ama sorun yok, hasar da. Koltuk halatını babaya iliştirip görevi tamamladıktan sonra Halki’nin yanına yüzüyorum. Deniz, beni bir post-düğün insanı olmaktan çıkartıp yavaş yavaş kendime getiriyor. Biliyorum; sabah midem berbat halde uyanacağım ama olsun. En azından şimdi çok iyiyim.

Bodrum’da uzun yıllar önce gece dalışlarına çıkarken, feneri söndürdüğümde hareketlerimin suyun içinde nasıl bir ışık yağmuru oluşturduğunu anımsıyorum. Ellerimi hızlı hızlı hareket ettiriyorum. Mürekkep kıvamındaki denizin içinde sanki şimşekler çakıyor. Suyun içindeki aptalca çırpınmalarımla sanki büyük bir enerjiyi harekete geçiriyorum.

Kızım Ütay yanımda olsaydı, gördüklerimizin, Peter Pan’daki peri Twinkle’ın değneğinden çıkıp her şeyi dönüştüren peri tozu olduğunu söylerdi muhtemelen. Yakamozlar da değdiklerinde beni değiştiriyor; sanki biraz ayılıyorum. Sabah, iyileşmenin "sanki" ile sınırlı kaldığını anlayacağım; o başka.

*

Halki, bir aksaklık olmazsa, yakında İstanbul’a doğru yola çıkacak. İki sene önce bu günlerde aileye katılan bu deniz canlısı, ağır ağır tüm numaralarını yapıp bizi kendisine ve dolayısıyla anası olan denize bağlıyor.

En iyi tekne başkasının teknesidir diyenler duysun. O láf yanlış! Benden ve Halki’den söylemesi.

Türk yelkencileri sanal

álemde


Yahoo’nun en büyük tartışma gruplarından birini Türk yelkencileri oluşturdu. Yelkenciler Lokali adlı tartışma grubunun yaklaşık 5 bin üyesi bulunuyor. Bu platformda yelkenciler arasında bilgi paylaşımı dışında, yelkenle ilgili sorunlar da tartışılıyor. Bir diğer platform ise Denizciler Sivil Toplum İnisiyatifi (DSTİ). Yelkencilerin, internet kullanımı açısından Türkiye’nin önde gelen grupları arasında yer aldığını, kıran kırana tartışmalar yaşanan bu gruplar ortaya koyuyor.

Tüm tartışma gruplarında olduğu gibi, zaman zaman kimin kim olduğu biraz karışsa da, Türkiye’nin en canlı sanal bilgi platformlarını yelkencilerin kurduğu bir gerçek.

Yıllar önce yabancı yatçıların Türkiye’deki bazı sorunlarını çözdükten sonra bir tartışma platformu oluşturmaya karar veren işadamı Zahit Şekercioğlu’nun teknesinden yönettiği Yelkenciler Lokali’nin açılış sayfasında şöyle yazıyor: "Teknelerinde söyleşen yelkencilerin, arkadaşlarıyla paylaşmasını, konularını ortaya koymaya, çözümlerini düşünmeye ve aktarmaya, ulusal deniz ve yelken kültürünü oluşturmaya yöneliktir grubumuz." Bu tartışma platformunda yaklaşık 5 bin kişi var.

Geçen altı yılda Türk amatör denizciliğinin gelişimi için önemli adımlar atan ve sonunda Amatör Denizcilik Federasyonu’nun kurulmasına vesile olan Denizciler Sivil Toplum İnisiyatifi ise, ağırlıklı olarak gezi yelkenciliği tartışmalarının yapıldığı bir platform. DSTİ’nin açılış sayfasının ilk cümlesi, "Amatör Denizcilerin çözüm üretme ve paylaşma platformu."

Özellikle yarışların yapıldığı yaz aylarında sonuçlarla ilgili olarak çıkan anlaşmazlıklar, Yelkenciler Lokali’nde haftalarca süren tartışmalara yol açıyor. Tartışmada ölçü kaçtığında, konu Polemik alanına yönlendiriliyor. Bu dönemlerde ortaya yeni yeni isimler çıkıyor ki, bu yöntemin aslında tartışmanın taraflarından biri kendi adı yerine bir takma ad alarak küfür etmek istediğinde kullanıldığını herkes biliyor. Yani bu platformlar, genel olarak düzeyli bir tartışma ortamına sahip olmakla beraber, arada bir internet ortamının tüm hastalıklarına da yakalanabiliyor.

Yelkenciler Lokali’nin kurucusu Zahit Şekercioğlu ile yüz yüze görüşmek fırsat olmadı; grubun moderasyonunu, en son Hisarönü’nde olduğunu bildiğim teknesinden yapıyor. Denizciliğin nasıl olması gerektiğine ilişkin net bir duruşu var. Hakaret içermeyen ve tartışmaya katkıda bulunan her türlü mesaj platforma alınıyor. Hakaret değil de ciddi bir saçmalama olduğunda, Şekercioğlu saçmalayan kişiye, farklı adlarından biriyle özenli bir dille ayar veriyor. O nedenle sevmeyeni hayli fazla; musluğun başındaki herkesin karşılaşabileceği bir durum...

Önerim, Türkiye’de amatör denizcilikle ilgili herkesin bu tartışma gruplarını izlemesi; bilgi çok ama kavga ve eğlence de var.

SANAL ÁLEMİN GERÇEK TEPKİLERİ

Özerkleşen Türkiye Yelken Federasyonu’nun Ana Statüsü’nde yapacağı değişiklikle, yat yarışlarını tekeline alma niyeti Yelkenciler Lokali’nde tartışılırken, gezi teknelerinin ayrı kulüpler ve ayrı bir federasyonun çatısı altında örgütlenmesi gerektiğini yazanlar var.

Bu tartışmalardan çıkan bir somut öneri, gezi yelkencilerini bir araya getirecek bir yarışma. Yelken kulüplerinin gezi yatçılarını ciddiye almayan duruşundan sıkılan ve TYF’nin planlarından hoşlanmayan bir grubun başlattığı sanılan bu eylem, "Finiş hattını yaklaşık aynı zamanda geçen teknelerin, ben öndeydim veya gerideydim, şeklinde bir not yazmaları sıralamada dikkate alınacaktır. Yarışmacılar kendi vicdanları ile baş başa yarışacaklardır, hakem yoktur, organizasyon komitesi yoktur, protesto yoktur, katılım ücreti yoktur, ince kurallar yoktur" cümlesinin dikkat çektiği, hafif anarşist bir manifesto ile sunuluyor.

Manifesto, her yarışın ardından dinmek bilmeyen protestoları ve Federasyon yöneticileri de dahil, yelkencilerin küfürleşmelerinden ve kulüpler arası çekişmelerden duyulan sıkıntıyı yansıtıyor. 9 Eylül’de yapılacak Gezgin Korsan yarışması ile ilgili bilgilere gezgin.korsan@gmail.com adresinden ulaşılabileceği belirtiliyor.

Yelkenciler Lokali’nde, mayıs ayında yapılmasına rağmen sonucu hálá kesinleşmeyen Shop & Miles Boğaziçi Kupası yarışı da eleştiriliyor. Gönderilen yazılarda, Shop & Miles adına yarışan teknelerin balon basarak kural ihlali yaptıkları ve buna rağmen "geçici" olarak yarışı kazanmış gösterildikleri vurgulanırken, Marmara Yelken Kulübü’nün yanı sıra sponsor şirket de eleştiriliyor.

Yelkenciler Lokali yelkenin nabzını tutuyor.
Yazının Devamını Oku

Polinezyalılara tekne yapmak için kampanya başlattı

26 Ağustos 2006
1968 kuşağının özgür ruhunu onlardan epey önce 1953’te keşfeden biri var, James Wharram. Tipik bir sıra dışı İngiliz. "Bununla denize çıkamazsın" dedikleri yedi metrelik küçücük bir katamaran ile Atlas Okyanusu’na 1953 yılında açıldı ve bu geçişi ilerde eşi olacak bir Alman kız ve iş ortağı olacak bir Hollandalı kız ile ve neredeyse sürekli çırılçıplak olarak yaptı. Wharram, iki gövdeli, salmasız yelkenli tekneleri yani katamaranları, Batı dünyasına ve oradan da bizlere armağan eden kişi. Wharram ve tekne tasarımındaki ortağı Hanneke Boon, 45 yıl önce denizle ilgili çok şey öğrendikleri Polinezyalıların modern dünyada kaybolmasını önlemek için Tikopia Projesi’ni başlattılar.

Tüm hayatınız yarıçapı 1 kilometre olan küçücük bir adada geçseydi ve bu adanın küçüklüğü nedeniyle okyanusun sesinden herhangi bir şekilde kurtulmanız mümkün olmasaydı, kişisel evreninizi nasıl şekillendirirdiniz? Bir düşünün ve düşünürken bu yazıyı okumayı da sürdürün

Yaklaşık 3 bin yıldır kendine yeten Polinezya’daki Tikopia, 1200 kişinin yaşadığı bir ada. Adının Utopia’yı neden andırdığını bilmiyorum; araştırdım bulamadım. Adada 300 yıl önce sadece bir kez -o da yiyecek için- savaş çıkmış; bir klan tamamen yok olmuş, bir diğer klan kanolara bindirilip adadan uzaklaştırılmış. Nüfus binlerce yıldır aynı. Nüfusun arttığı dönemlerde yeni doğanlar öldürülür ya da gönüllüler fırtınalı havalarda denize açılıp intihar ederek, nüfusu azaltmaya çalışırlarmış. Adadaki ormanda bulunan bitkilerin tamamının yenebilir olması ve kıyı balıkçılığını mümkün kılan kano kültürü kıtlıkları önlüyor. Tam bir nüfus-besin dengesi kurulmuş durumda.

Geçen yüzyılın başında bu adada bir yıl geçiren Raymond Firth, adada yaşayanların, yeryüzünde daha büyük bir toprak parçası olacağı gerçeğini kabul etmekte zorlandıklarını anlatırken, "Gerçekten denizin sesinin duyulmadığı bir yer var mı" diye sorduklarını söylüyor. Durum hálá aynı. Çünkü ada bir ekonomik artıdeğer yaratamayacak kadar küçük olduğu için insanların da yaşadığı bir doğa parkı niteliği taşıyor.

İşte bu küçücük adayı biraz rahatlatacak Tikopia Projesi, iki yelkenli katamaran yapıp bunları ada halkına armağan etmeyi öngörüyor. Polinezyalıların teknelerini yakından inceleyerek, Batı tasarımı en iyi tekneler kadar, hatta belki de daha fazla "denizci" olduğuna inandığı için 50 yıl önce kendisiyle dalga geçilen Wharram, böylelikle büyük borcunu ödemeyi hedefliyor.

Projeyi, www.tikopia.co.uk/ internet adresinde tanıtan Wharram, orijinal Tikopia kanolarından esinlenerek çizdiği baş-kıç kano şeklindeki tekneleri Polinezya dilinde "Tama Moana/ Deniz Çocuğu" olarak adlandırıyor. Projenin gerçekleşmesi için gereken bütçe yaklaşık 80 bin sterlin.

Öykünün bir diğer ilginç yönü de, İngiliz misyonerlerin 1916 yılında adada yaşayanları Hıristiyanlığı kabule ikna etmeleri ardından, adanın en büyük teknesi olan 9 metrelik kutsal kanonun Avustralya’da bir müzede sergileniyor olması. Projenin gerçekleşmesi halinde ortaya çıkan tekneler, müzedeki kutsal kanonun çizgilerine sahip olacak ve 90 yıl önce İngiltere Kilisesi’nin atadığı Auckland Piskoposu’na armağan edilen kutsal kanonun yerine, daha işlevsel, yeni tekneler gelmiş olacak. Ne var ki, İngiltere Kilisesi’nin projeye destek olmak için verdiği 200 sterlin, bir ilk bağış olarak biraz düşük kalmış.

Bu teknelerin yapılması ile adalar dış dünyadan bağımsız ulaşım imkanlarına sahip olacaklar. Bu da Tikopia’nın güçlenmesi, serpilmesi ve özgürleşmesi anlamına gelecek

James Wharram, yeryüzünde katamaran kullanan herkesin, Polinezya yerlilerine borçlu olduğunu anlatırken, "Katamaran seven herkes bu projeye destek olmalı. Adayı yeniden güçlü kılmak için elimizden geleni yapmalıyız" diyor.

ÇIRILÇIPLAK OKYANUS GEÇİŞİNİN KİTABINI YAZDI

James Wharram, Polinezyalıların kadim deniz kültürleri sayesinde Batı dünyasının tekne formu ve açık deniz seyri konusunda çok şey öğreneceğine gençken inandı. Herkes onunla alay ediyordu ama onun hiç umurunda değildi. Gizli ya da açık bir ırkçılık ve Batı’nın her alanda üstünlüğünü öne çıkartan tavırla mücadele içine girdi. Bu mücadeledeki kararlılığını da, kendi yaptığı küçücük bir katamaran ile Atlas Okyanusu’na açılma cesareti göstererek sergiledi. Ve sonunda herkes sustu. Bu özgürlükçü ilk yolculukta onun yanında olan Ruth Wharram ve Hanneke Boon hálá onunla birlikte; biri eşi, diğeri iş ortağı.

Bu inanılmaz yolculuklarını, "İki Kız, İki Katamaran" adlı kitabında anlatan Wharram, bu yolculuğa 1953 yılında çıkarken, 15 yıl sonrasının özgürlükçü dünyanın habercisi olduğunu kuşkusuz bilmiyordu. O günün tutucu İngiltere’sinde biri Alman, diğeri Hollandalı iki kız ile yola çıkan, yazdığı kitapta seyahati çırılçıplak yaptıklarını anlatan ve bunun fotoğraflarını yayımlamaktan çekinmeyen bu adam, genellikle İngilizlere yapıştırılan sıra dışı tanımını kararlılık ve inatçılıkla birleştirmiş bir deniz öncüsü.

TÜRKİYE’DE DE VAR

Wharram, 50 yıldır denizde yaşamasını sağlayan bir iş kurma becerisini de sergiledi. Web sitesindeki ifade ile, "50 yıl içinde sattığı planlar, dünya denizlerinde gururla dolaşan 5 bin tekneye dönüştü." Çünkü Wharram, kendi teknesini kendisi yapmak isteyenlere okyanus aşılabilecek, üretimi kolay, her boyda katamaran planını uygun fiyata sunuyor.

Wharram’ın planlarından birinin Bodrum’da uygulandığını biliyorum. Fenerbahçe’deki Setur Marina’da da bir Wharram teknesi gördüm. Yani, Türkiye’de de birileri denize ulaşmanın kolay yolu olarak Wharram tasarımlarını, ne mutlu ki, keşfetmiş bile. Katamaranların avantajı salmasız, çift gövdeye sahip olmaları. Bu sayede sert havada yatmıyor ve nispeten rahat seyre imkan veriyor. Bu da, sürekli teknede yaşayanlar için büyük kolaylık demek. Dezavantajı ne derseniz; marina ücreti ve çift direkli olmaları halinde arma maliyetleri.

SİTESİNİ GÖRÜN

Wharram.com adresinde James Wharram ve tasarladığı tekneler ile ilgili ayrıntılı bilgiye ulaşmak mümkün. Bu sitede kısa bir gezinti, planı satın alınabilecek teknelerin küçücük bir katamaran kanodan, 20 metrelik dev bir okyanus aşan katamarana kadar pek çok seçenek bulunduğunu gösteriyor. Burası, ticari, yani tekne planı satan bir site olmanın ötesinde, Wharram’ın denize bakışını anlatan ve yelkenle ilgili herkesin okuması gereken yazılara da yer verilen bir bilgi platformu aynı zamanda.

James Wharram, kendi tasarladığı ve Hanneke Boon ile yaptığı 20 metrelik teknesi Spirit of Gaia ile dünyayı bir kez daha gezdi. Şimdi zamanını kara ve deniz arasında bölerek yaşıyor.

Eylül ayında Yunanistan’ın Korfu Adası’nda teknesi Spirit of Gaia ile buluşacak. Wharram’ın, "Deniz İnsanı" diye nitelediği şehirlilerdensiniz, belki ilgilenirsiniz...
Yazının Devamını Oku