9 Aralık 2006
Neredeyse 20 yıl önce, mayıs ayının ortasında denizin ortasında dişlerim soğuktan birbirine vurduğunda, Türkiye’nin değerini daha iyi anlamıştım. İngiltere’deydim, yelkene yeni başlamış bir adam olarak Manş Denizi’ndeki gemi trafiğine yakalanmamak için dev kaba dalgalar arasında atılan tremolalar birazcık içimi ısıtıyordu. Sigma 36’daki altı kişilik öğrenci ekibinin denizi ilk keşfi bu şartlarda gerçekleşti.
Şimdi o İngilizler Türkiye’yi, Türkiye’nin sıcak denizlerini keşfetti ve her yıl binlercesi Gökova’da ve Göcek’te yelken yapıyor. Yeni yayımlanan İngiliz yelken dergilerinin neredeyse tümünde, bir yelken ülkesi olarak Türkiye’den övgüyle söz ediliyor. Yalnızca denizinden, güneşinden, rüzgarından ve tarihinden değil; insanlarından, hoşgörüden, güleryüzden ve iyi hizmetten bahsediliyor. Yani deniz, Türkiye’nin tanıtımında, büyükelçilik rolü üstleniyor.
*
Diğer Avrupa yelken dergilerinde de bu turizm dalında, Türkiye’yi öven röportajlar, yazılar yayımlanıyor.
Türkiye ise kelimenin tam anlamıyla kış uykusunda; yıllardır olduğu gibi... Bu yazıların yayımlandığı dergilerde Türkiye reklamlarına ancak arada bir rastlanıyor. Yunanistan Turizm Ofisi’nin dünya televizyonlarında uzun süre yayınlanan rüzgar, yelken ve deniz temalı reklamlarının etkisinden bihaber folklorik ve oryantal reklamlar, Türkiye’deki turizm yönetiminin hálá hedefe odaklanmış bir iletişim stratejisine sahip olmadığını ortaya koyuyor. Ama buna rağmen Türkiye, Avrupalı yelkencilerin yaz tatili ve emeklilik planlarında büyük yer alıyor çünkü sonuçta mal çok iyi; kendini satıyor.
İşin bir diğer yönü de, Türkiye’ye yelken yapmak için gelen Avrupalıların bindiği teknelerin çok büyük bölümünün yabancı bayrak taşıması. İngiltere’de, Almanya’da veya İsveç’te uzun vadeli kredi ile teknesini alan orta direk, yılda birkaç hafta yararlanma karşılığında, teknesini şirketler aracılığı ile Türkiye’de kiraya veriyor ve kredi taksitlerini o şirketler tekne sahibi adına tıkır tıkır ödüyor. Vade sonunda, borcu biten tekne üzerindeki banka ipoteği kalkıyor. Uzun lafın kısası, Ege Denizi, güneş ve rüzgar üçlüsü, Kuzeyli misafirin emekli olduğunda Türkiye sularında emekli maaşı ile yaşayacağı bir tekne sahibi olmasını sağlıyor. Yani, işin kaymağını, kiralama şirketleri ve Avrupalı orta direk yemiş oluyor.
Bize ise geride onların bıraktıkları çöp torbaları, Gökova ve Göcek büklerindeki yemeklere, marketlerden alışverişe ödedikleri Eurolar kalıyor. O kadar...
*
Bu tabii ki akılsızca bir düzen.
Tekneyi lüks, tekne sahipliğini de cezalandırılması gereken büyük bir ayrıcalık olarak gören zihniyetin, yıllardır değiştirmeye yanaşmadığı bir düzen bu.
Yüksek oranlı verginin, yüksek vergi geliri anlamına gelmediğini, bu vergi mevzuatının yabancı bayraklı Türk tekneleri ile dolu Ege Denizi’ni Türk bayrakları ile "bizleştirmeyi" ve önemli bir gelir kaynağı haline getirmeyi engellediğini anlayamayanların yönettikleri bir düzen...
Bakalım bu bürokrasi Türkleri cezalandırmaya çalışırken daha kaç Avrupa vatandaşını tekne sahibi yapacak, kaç Avrupa şirketini Ege Denizi üzerinden zengin edecek?
Göreceğiz, bekliyoruz.
Malta Şahini’nden iyi haberler var
Maltese Falcon, boyutları ile dünyadaki birkaç tekneyle aynı ligde yer alıyor: Mirabella V 75 metre, Athena ise 90 metre. Tuzla’da yapılan bu teknenin asıl özelliği, devrimci yelken düzeni. Kendi ekseni etrafında dönen direklerin Maltese Falcon’u birkaç düğmeye basılarak yönetilen, kolay ve hızlı bir tekne haline getireceği düşünülmüş. Tasarım masasındaki düşüncelerin gerçeğe dönüştüğünü, tekneyi gezen uluslararası yelken yazarları heyecanlı bir şekilde okurlarına anlatıp duruyor.
Showboats International Dergisi’nin teknenin sahibi Tom Perkins, İtalya’daki Perini Navi şirketinin kurucusu Fabio Perini, tekne tasarımcısı Gerard Dijkstra ve iç tasarımı gerçekleştiren Ken Frievokh ile görüşerek hazırladığı uzun yazıda, teknenin çok güzel fotoğrafları da yayımlandı.
Amerikalı milyarder, mal sahibi Perkins, "Türkiye harikaydı. Tekneyi orada tamamlamaya karar verdik. Söylediklerini harfiyen yapıyorlar. Üstelik işlerini iyi yapmalarını sağlayacak en yeni makinelere sahipler. İşin kalitesi, Almanya ve Hollanda’daki en yüksek kaliteye denk" diyerek Türkiye’nin yat inşa sanayisine inanılmaz bir destek veriyor. Perkins’in, bir ithalat yüzünden yaşadığı sorunlar ve bu güçlüklerin ancak Başbakan’ın devreye girmesi ile çözülmesine rağmen bu sözleri etmesi, Tuzla’da yapılan işin gerçekten olağanüstü olduğunu gösteriyor.
BU AVANTAJI KULLANMALIYIZ
Dergi’nin kapak konusu yaptığı uzun yazıda, Perini Navi Şirketi’nin sahibi Fabio Perini’nin Maltese Falcon yatını klasik yat değil, yeni bir yat sınıfı olarak tanımladığı belirtiliyor. Navi, "Maltese Falcon, şirketim açısından ne anlama geliyor, hálá anlayabilmiş değilim. Benzer projelerle ilgilenenler var. Maltese Falcon tasarımındaki devrim sayesinde birçok kişiyi yeniden yelkene döndürecek. Ben her zaman, ’aptalların bile yapabileceği şeyler en iyisidir’ düşüncesine inandım. Maltese Falcon’un kullanımı o kadar kolay ki. Tom Perkins yarım saatte herkesin bu tekneyi kullanmayı öğreneceğine inanıyor."
Hem kullanımı kolay, hem performansı yüksek bir tekne Maltese Falcon. 58 metrelik üç direğindeki 2 bin 400 metrekare yelken alanı ile her açıdan seyirde yüksek hızlara ulaşabiliyor.
Böylesine radikal bir tekneyi üretebilen Türkiye’nin, ortaya çıkan rekabet avantajını kullanması gerek. Bunun için ise bu avantajı merkeze alıp yaygınlaştıracak resmi politikaların oluşturulması zorunlu. Ama o yönde henüz hiçbir çalışma yok.
Yazının Devamını Oku 2 Aralık 2006
Dünyanın en önemli yelken yarışı sayılan Amerika Kupası’nı 2003 yılında kazanan ve geri vermemek için büyük mücadele eden Alinghi teknesinin dümencisi Ed Baird, bir konferans vermek için önceki hafta İstanbul’a geldi. 48 yaşındaki Baird, büyük bir ekibin en önemli üyelerinden biri olarak ekip oluşturma ve yönetme deneyimini İstanbul’daki şirket yöneticileri ile paylaştı. Yaklaşık 15 yıldır rekabetçi yelkenin küresel anlamda en başarılı sporcularından biri olan Ed Baird ile Alinghi’yi, yelkeni ve İstanbul’u konuştuk.
Tam sekiz kez dünya şampiyonu olmuş bir yelkenci Ed Baird. Ancak, ilk karşılaşmada, koyu renk takım elbisesi ile sporcudan ziyade bir işadamı, bir yönetici izlenimi veriyor. İstanbul’a ilk gelişi. Güneş yavaş yavaş batıyor; Swissotel’in üst katlarından Ayasofya Müzesi ve Sultanahmet Camii doymuş akşam ışığı ile muhteşem görünüyor. Alinghi’nin ana sponsoru olan İsviçre Bankası UBS’yi temsilen İstanbul’a gelen Ed Baird, tekne, ekip ve sponsorlar arasındaki hassas ilişkilerin yürütülmesinden de sorumlu.
"Bir yelken şehri olarak İstanbul’u nasıl buldunuz" sorusuna "Harika," diyor; "hafta sonunda ne kadar çok tekne vardı yelken basmış!"Gezgin Korsanlar’ın artık neredeyse gelenekselleşen hafta sonu denize açılmalarını, internet üzerinden örgütlenmelerini anlatıyorum. Yelkene ilginin Türkiye’de de arttığını anlattığımda, "Her yerde benzer bir durum var. Doğaya saygılı bir spor yelken; sessiz, temiz, çevreci. Zamanın ruhuna uyuyor. Sanırım o yüzden" diyor.
Baird, Alinghi’de genelde dümenci olarak görev yapıyor. Bazen de taktisyen oluyor; yani, hava ve deniz koşullarına göre tekneye ilişkin kritik kararları veriyor. "Dümenci, tekneyi oluşturan tüm parçaların performansından sorumludur. Unutmayın, bir dümenci tekneyi en çok yavaşlatabilecek kişidir. O nedenle de sürekli önündeki hedefe odaklanmak ve herkesi bu hedefe doğru çalıştırmak zorundadır" diyen Baird, Alinghi’yi çok fonksiyonlu bir elektronik klavyeye, Alinghi ile yarışmayı bir senfoni çalmaya benzetiyor.
TEKNENİN PATRONU BENİM
"Öylesine rekabetçi yarışlar yapıyoruz ki, sürekli ayar ve ince ayar gerekiyor. Her şey iki saniye mükemmel oluyor, sonra bozulabiliyor; yeniden ayarlamak gerekiyor" diye anlatan Baird, "bu seviyede bir yelken yarışı oyun olsa, hangisi olurdu" diye sorduğumda, kısa bir tereddütün ardından "Satranç, ama iki boyutlu değil, çok boyutlu" diyor.
İsviçre’deki biyoteknoloji şirketi Serono International tarafından yaptırılan Alinghi’nin takım üyelerinden biri de, şirketin İcra Kurulu Başkanı ve Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Ernesto Bertarelli. Patron ile aralarındaki ilişkiyi sorduğumda Baird, "Her şeyi konuşuruz. Ama ben dümendeyken, patron benim, o değil. O vinçlerinden sorumlu olur sadece" diyor.
Aslında, Alinghi’nin Amerika Kupası şampiyonu olması, Tahiti’den bir ekibin kayakta bütün büyük slalom yarışlarını kazanması gibi bir şey. Dağlar arasındaki İsviçre, dünyanın en önemli yelken yarışını Alinghi ile kazanmış, belki bir kez daha kazanacak...
Amerika Kupası yarışları dev teknelerin şamandıra yarışı olduğu için izlemesi çok keyifli. "Tekneleri gören geliyor. Önce ne bulacaklarını bilmeden izliyorlar ama sonradan büyük keyif alıyorlar. Sponsorlarımız, Amerika Kupası’nda yer almanın diğer sporlara kıyasla çok daha faydalı olduğunu söylüyor. Bunun nedeni de tek bir yarıştan değil, kesintisiz bir süreçten söz etmemiz" diyor.
Amerika Kupası’nın diğerlerinden farkı, tek bir merkezde yapılmaması. Ev sahiplerinden olan İspanya, bunu Akdeniz’deki limanı Valencia’yı canlandırmak için kabul etmiş. Şehir, bütün önemli yelken etkinliklerine eşlik eden varlıklı turistlerin gelmesi ile kentsel dönüşümde önemli bir aşama kaydetmiş. Sicilya’nın küçük Trapani kasabasında yaşayanlar da yelkenle ilgisizken, Amerika Kupası’nın burada da yapılmaya başlaması sayesinde yarış ile bütünleştmişler.
"İstanbul, Amerika Kupası’na ev sahipliği yapabilir mi" diye sorduğumda, Baird, "Neden olmasın? Her yer deniz, her yer tarih. Bir sürü uygun yer var burada. Valencia ve Yeni Zelanda’daki Auckland bu sayede büyük bir dönüşüm yaşadılar. İstanbul’un denizinde, bu tarihi manzaranın önünde yarışmak çok keyifli olur" dedi. Uzun lafın kısası, Amerika Kupası, değdiği yeri dönüştürebilme gücüne sahip bir sihirli değnek...
KÜRESELLEŞMEYİ BU YARIŞLA İZLEYİN
1851’den beri dört senede bir düzenlenen ve 31 kez yapılan Amerika Kupası yarışlarında bugüne dek Amerika, İngiltere, Yeni Zelanda, Avustralya, İtalya ve İsviçre bayraklı tekneler başarı kazandı. Sürmekte olan 32. yarışa Alinghi’nin ve sayılan ülkelerin dışında Çin Halk Cumhuriyeti, Güney Afrika Cumhuriyeti, İsveç, İspanya ve Fransa’dan da teknelerin katılması, küreselleşmenin Amerika Kupası üzerindeki etkilerini gösteriyor. Özellikle Çin ve Güney Afrika bu yarış sayesinde uluslararası spor arenasında büyük itibar kazandılar. Oysa ilk başta bu iki ülkenin tekneleri ile dalga geçenler dahi olmuştu.
Dünyanın en başarılı yelkencilerini on milyon dolarlık teknelerle buluşturan Amerika Kupası, makine ile insan arasındaki uyumu en iyi ve en uzun süre sağlayanların kazandığı bir deniz arenası.
Yazının Devamını Oku 25 Kasım 2006
Geçenlerde İstanbul’u Batman ile aynı kaderde buluşturan tufanın nedeni denizler. Deniz görmemiş bebelerin, dağların tepesinde boğulmasına yol açan ani sağanak yağış, denizlerdeki sıcaklık değişimlerinin bir sonucu. Sıcaklığı değiştiren bizleriz; insanlar. Yüzmilyonlarca yılda oluşan petrolü, gazı, kömürü 200 yılda yok edecek bir enerji tüketiminin çevirdiği uygarlık çarklarını durdurmadan küresel ısınmayı önlemek isteyenlerin ilk baktığı yer ise denizler.
Yalnızca denizlerin yüzeyi değil ama... Denizlerin dipleri de. Yüzey ısınıyor, dipler yeni yeni araştırılıyor, anlaşılıyor. Küresel ısınma dünyanın en önemli sorunu haline gelmeden önce akademik merkezlerde sessiz sedasız çalışan bilim adamları artık giderek yıldızlaşıyor, yaptıkları çalışmalar önce ciddi, ardından popüler medyaya yansıyor, küresel ısınma ile ilgili romanlar, diziler yapılıyor.
Bilim adamlarının iç uzay dediği denizlerin, insanlığın geleceğini ipotek altına alacak tehlikeleri barındırdığı fikri kuşkusuz yeni değil. Bilinmeyenin korku yaratması doğaldır. Ama iklim değişikliklerinin denizden kaynaklandığının ortaya çıkması, kurgu ile bilimi birbirine yaklaştırıyor.
*
Bu sayfada daha önce Swarm (Sürü) adlı bir kitaptan söz etmiştim. Almanya’da iki yıldır çok satan listelerinden inmeyen Frank Schatzing’in yazdığı Swarm, bildiğimiz çok satan kitap formülünün ötesinde, ağır bilimsel argümanlarla yüklü bir roman. Denizdeki tek hücreli canlıların kolektif olarak hareket ettiklerinde ortak bir aklın ortaya çıkabileceği ve bu aklın, insanlığın binlerce yıldır geliştirdiği her şeyi yok edebileceği varsayımlarına dayanan kitabın sonunda tüm inançlar sorgulanıyor ve insanlık, kendisini yok edebilecek bir ulu deniz gücünün yıkıcı uyarıları ardından kendine çekidüzen vermeye karar veriyordu.
Schatzing’in bu fikri, robotlar konusunda çalışmalar yapan araştırmacıların 1989 yılında ortaya attıkları Sürü Aklı kavramından alıp tek hücreli canlılara uyarladığını anlıyoruz. Sürü Aklı fikrini savunanlara göre, çevre ve birbirleriyle ilişki içindeki basit birimler en karmaşık organizmaların sahip olmadığı bir esneklik içinde hareket edip, yeni koşullara göre değişip, dönüşebiliyor ve güçlerini bu esneklikten alıyor.
Amerikan Uzay ve Havacılık Örgütü NASA’nın Sürü Aklı Teorisi’ni, gezegen araştırmalarında kullandığı biliniyor. Ben, nasıl kullandığını anlamaya çalıştıysam da beceremedim; belki siz anlarsınız.
*
Önceki hafta Digimax’de başlayan 2005 yapımı Surface (Yüzey) dizisini bu nedenle büyük ilgiyle izlemeye başlamıştım. NBC, bu diziyi, ABC’nin başarılı Lost dizisine karşı yapmış.
Digimax’in, "Denizlerde yeni yaşam biçimleri ortaya çıkmaya başlasaydı hayatlarımız nasıl olurdu, hiç düşündünüz mü?" sorusu ile sunduğu dizinin ilk başta Swarm’dan uyarlandığını düşünüp keyiflendim. O kadar çok benzer unsur vardı ki.
Denizdeki büyük bir gücün varlığını araştırırken, bunun, uygarlığın sonunu getirebileceği kaygısı ile duruma el koyan Amerika Birleşik Devletleri’nden, devre dışı bırakılan öfkeli araştırmacılara, denizin içindeki garip ve güçlü bir ışık yayan canlıdan, kıyılara vuran kalamarlara kadar, Swarm romanını çağrıştıran birçok unsuru diziye almışlar almasına ama... Tadı yok.
Kahramanlar sığ, diyaloglar sunta kıvamında ve en önemlisi, kitabın tüm fikirlerine oradan buradan değinilmesine rağmen, tek hücreli canlıların ortaklaşa bir akıl oluşturabilecekleri ve bu aklı yöneten ancak ne olduğu anlaşılamayan affedici bir güçlü ışığın, özellikle tek tanrılı dinlere inancı sarsabileceği kaygısı nedeniyle sanırım, denizde bir dişli canavar yaratmışlar. Magmada (cehennem) yaşayan, nükleer denizaltıları ısıran, balinaları tek lokmada yutan, boyu 60 metre olan bu deniz godzillasının mesajı şu: Güzel uygarlığımızı ancak cehennemden gelen bir canlı tehdit edebilir. Amerika’daki güçlü Hıristiyan uyanışı yansıtan bir mesaj...
Kahramanlarımızın mücadelesi ekranda sürüyor ama ben bu mücadeleyi izlemek istediğimden emin değilim. Bir de, Schatzing’in yerinde olsam, yapımcılar aleyhinde fikir hırsızlığı davası açarım.
Denizle bir şekilde ilgili olan sizler izleyin isterseniz; bakalım ne düşüneceksiniz.
Yazının Devamını Oku 18 Kasım 2006
Son James Bond filmi Casino Royal’in kahramanlarından biri 16.7 metrelik bir yat. İngiltere’de üretilen el yapımı Spirit 54 filmde 4-5 dakika rol alıyor ve Bond’un olmazsa olmaz aşk sahnelerine ev sahipliği yapıyor.
İngiliz Spirit yat markasından daha önce bu sayfada söz etmiştik. Bu teknelerin özelliği, kuzu kılığındaki kurt olmalarıydı. Yani klasik görünüyor, eski zaman teknolojisine sahip oldukları izlenimi veriyor ama aslında sualtı profillerinin modernliği ile birçok yeni tekneden çok daha hızlı gidebiliyorlar. Anlaşılan Spirit yatlarının bu özelliği James Bond’un son filmi Casino Royal’in yapımcılarına da çekici gelmiş ve o nedenle de Spirit 54, Casino Royal’de önemli bir rol üstlenmiş.
Suları Akdeniz’e kıyasla çok daha mavi olduğu için Karayib Denizi’ndeki Nassau’da yapılan ilk çekime gemiyle gönderilen Spirit 54’ün güvertesinde Bond ve sevgilisi biraz konuşuyorlar ve sonra kamaraya geçiyorlar. Akdeniz’deymiş gibi yapıyorlar kısacası.
Sonra tekne yeniden gemiye bindirilip Hırvatistan üzerinden İtalya’nın Venedik Şehri’ne gönderiliyor. Venedik’teki Büyük Kanal’a 350 yıldır giren ilk yelkenli tekne olan Spirit, burada da yatak odası işlevini sürdürüyor, tabii bu kez tarihi binaların oluşturduğu fon önünde.
Bir sahnede de Bond, Spirit’in burnunda oturup Sony Vaio dizüstü bilgisayar ile, tabii ki gizli bir şeyler yazdıktan sonra bilgisayarı kanala fırlatıyor. Bu sahne için her biri 4 bin 500 YTL’ye satılan beş adet Vaio kullanılmış. Film belki de Vaio’nun patlayan pilleri yüzünden başı epeyce ağrıyan Sony’ye yarar; zaten sponsorluklar da bu amaçla yapılmıyor mu?
İŞLERİ ÜÇE KATLANDI
Spirit’i üreten Spirit Yachts, tekneleri ağırlıklı olarak ahşap ve epoksiden üretiyor. Diğer aksam, en kaliteli uluslararası markalardan seçiliyor. Klasik İngiliz el işçiliği, Spirit Yachts şirketinin yıllık cirosunu 11 milyon dolara, çalışan sayısını üç yıl öncesine kıyasla üç katına çıkartmış durumda.
İlk aşamada 14.1, 16.7, 17.2 ve 21.9 metrelik teknelerle üretime başlayan Spirit Yachts bugün 30.6 ve 39.6 metrelik devlerin ısmarlama üretimine geçmiş durumda.
Oluşan uzmanlığın ve ince işin kalitesinin yabancılar tarafından denetlenmesi halinde Türkiye’de de tekrar edilebilecek bu başarı, doğru bir iş planının üç yıl gibi kısa bir sürede bir şirketi nereden nereye taşıyacağını da çok net bir şekilde gösteriyor.
Öfkeli reis ağrıyan dişten çok can yakar
Sancak, iskele, sancak kontra, iskele alabanda, orsa alabanda, iskota, mandar, pruva, sancak kıç omuzluk, iskele baş omuzluk, usturmaça, koltuk halatı, tremola, kavança, vinç... Böyle, sürer gider.
Tekneye ilk kez bineni, duyulmadık, bilinmedik, söylenmedik terimler karşılar. Bu terimler sinir krizinin eşiğindeki bir tekne reisi tarafından, ağızdan çıkan köpükler eşliğinde haykırıldığında, teknede olmak ya da olmamak konusunda verilecek önemli bir kararın eşiğindesinizdir artık.
Bir de palamarları atıp kıyıdan uzaklaşıldıktan iki dakika sonra canavarlaşan yakın dostlar vardır. Canavarlaşma süreci ve sonuçları, kişinin tekne ile ilgili değil ama o kişi ile gelecekteki ilişkileri konusunda kararlar almasını sağlar.
Bunları yazmamın nedeni, iki arkadaşımın, geçen hafta öğrendiğim ilk tekne deneyimleri.
*
Yelkene ilgi gerçekten artıyor. Bundan birkaç sene önceye kıyasla çok daha fazla kişiden, tekneye ilk kez bindiklerini, yelken yapmanın harika olduğunu, özel terimlerin zor olduğunu ama bayıldıklarını duyuyorum. Duyduğum birkaç şey daha var; yelkeni bilmeyen konuklarına bağırıp çağıran tekne reisleri. Ya da teknede mücadele etmek zorunda kaldıkları, aniden canavarlaşan dostlar; tanırsınız, ismini vermeyelim derler bazen.
İşini ne kadar iyi bildiğini sert bir kararlılık gösterisi ile sergilemek isteyen tekne reisi, ağrıyan bir akıl dişinden çok daha fazla can yakar. Üstelik akıl dişine tabanca sıkamazsınız, ama tekne reisine bunu defalarca yapmak istersiniz.
Şen şakrak bindiğiniz tekneyi azabın bin türlüsünün çekildiği bir cehenneme dönüştüren en yakın dostunuza, "Sen böyle değildin, yoksa böyleydin de bilmiyor muyduk? Sana ne yaptılar" diye soramazsınız dahi; çünkü çoktan miğferi takmış, öz koruma konumuna geçmişsinizdir.
Hele bu iki insan tipi bir aradaysa; o masum yelkenli tekne, asude denizin üzerinde ateşler saçarak dolaşan bir savaş gemisine döner.
*
Öfkeli reis sendromuna dünyanın her yerinde rastlanıyor. Bir hastalık diyebiliriz buna ama birçok hastalığın tersine, bunun ilacı yok.
Sakin, müláyim bir adam dümenin arkasına geçtiğinde öfkenin karesini değil küpünü yaşayıp, yaşatabiliyor. Hele hele tekneye ilk kez binen birileri var ise, "Ayakkabıları hemen çıkartın" ile başlayan bir talimat sağanağı, bu yazının ilk cümlesinde ancak çok küçük bir bölümünü aktardığım terim fırtınası ile birleşir ve tekneye binen acemi çaylakları, kıyıdan fazla uzaklaşmadan, gerekirse elbiselerle denize atlayarak, tekneyi terk etmeye dahi itebilir.
Öfkeli reis sendromunun hedefi olan arkadaşım, "Dört kişiydik, çok iyiydi, öğrenmek istiyoruz ama hepsi böyle değil herhalde" diyerek, ne kadar inançlı bir yelkenci adayı olduğunu gösterdi. Doğrusu gözlerim yaşardı.
Bilirsiniz; en iyi cinayet denizde işlenir. Tanık yoktur, sanık yoktur ve en önemlisi kurbanı ortadan kolaylıkla kaldırabilirsiniz. Teknede canavarlaşan dostunuzu ortadan kaldırmak istemiyorsanız, yapılabilecek en iyi şey, onu bir koya bırakmak ve iyice serinledikten sonra, yolu bulup, İstanbul’a döneceğini ummaktır. Büyük olasılıkla bir daha karşılaşmak istemezsiniz ama Gökova’da kaybolmasına da gönlünüz elvermez.
Avukat arkadaşım sonuna kadar canavarla teknede yaşamayı seçmiş, üstelik hálá denize çıkmaya kararlı.
Buna da denizin gücü diyoruz işte!
Yazının Devamını Oku 11 Kasım 2006
Geçen yaz sonunda yalnızca internet üzerinden haberleşilerek yapılan Gezgin Korsan etkinliği Cumhuriyet Bayramı nedeniyle tekrarlandı, katılım yüksek oldu. Yelkene bu yıl destek vermeye başlayan Kahve Dünyası’nın yarışlarına ilgi de yüksekti. Yani artık İstanbul denizleri hafta sonlarında yaz-kış demeden yelken açıyor.
Geçen ağustos ayında internet haberleşme gruplarındaki yazışmaların doğurduğu Gezgin Korsan, denize keyif için çıkanların markası olma yolunda hızla ilerliyor. Yarışı değil, denizi ve denizde olmayı önemseyenleri bir araya getiren ve kim tarafından düzenlendiği hálá belli olmayan Gezgin Korsan’ın ikinci etkinliği 29 Ekim’e denk getirildi.
Tüm Türkiye denizlerine amatör teknelerin çıkmasını ve Cumhuriyet’i bu şekilde kutlamayı öneren Gezgin Korsan’ın ikinci etkinliğine de İstanbul’dan 30’un üzerinde tekne katıldı. İstanbul dışında da, bazıları Gezgin Korsan flaması altında, bazıları bağımsız organizasyonlarla çok sayıda tekne Cumhuriyet’i denizde kutladı.
Gezgin Korsan, bugün de tekneleri denizde çağırdı. Kınalıada’nın arkasında buluşacak tekne sahipleri ve ekiplerinin, kış aylarındaki etkinlikleri planlayacakları anlaşılıyor. Hedef, yelkenleri kışın da basmak; bu amaçla, kış aylarında en çok denize çıkana ödüller verilmesi planlanıyor.
Yelkene güçlü destek vererek öne çıkartan Kahve Dünyası, Suadiye Yat Kulübü ile birlikte düzenlediği yarışla, kasımın ilk hafta sonunda İstanbul’u şenlendirdi. 31 teknenin katıldığı yarışta, zor hava şartlarına rağmen sporcuların birbirleriyle kıyasıya mücadelesi izlenmeye değerdi. Ödül töreni gecesinde Türkiye Yelken Federasyonu Başkanı Nazlı İmre, Ataköy Marina Yelken Kulübü Başkanı Sedat Altunay, Ataköy Marina Yelken Kulübü II. Başkanı Teoman Arsay, Suadiye Yat Kulübü Başkanı Tankut Ağan ve Suadiye Yat Kulübü Komodoru Selma Uca, ödül veren isimler arasındaydı.
Bu etkinliklerle İstanbul bir deniz ve yelken şehri kimliğini giderek hızlı bir şekilde yeniliyor. Gizli kimlikle markalaşan Gezgin Korsan’a ve yelkene kurumsal destek veren Kahve Dünyası’na bu nedenle teşekkürler.
KAHVE DÜNYASI KUPASI SONUÇLARI
IRC 1: Oğuzhan Too, Sedat Gülçağlayan
IRC 2: Atılgan, Hüseyin Erişen
IRC 3: Korsan Taxi, Aykan Semizer
IRC 4: Zig Zag, Sinan Sümer
IRC 5: Rapsodi 1, Haluk Buzluk
DESTEK: Kahve Dünyası, Birol Altınkılıç
Yazının Devamını Oku 4 Kasım 2006
Osman Atasoy’u biliyorsunuzdur mutlaka. Küçücük teknesi Uzaklar ile eşi Zuhal Atasoy ve yolda doğan kızı Deniz ile çıktığı dünya turunu 1997 yılında tamamladığında Türkiye’de coşkuyla karşılanmış; teknesi ülkenin yelken anıtlarından biri olmuştu. Binlerce deniz milini ardında bırakıp dünyayı dolaşan Uzaklar, Beşiktaş’taki Deniz Müzesi’ne armağan edilmiş, denize aşık olmanın eşiğindeki yüzlerce kişiye buradan ilham vermişti. Belli ki, Uzaklar’ın Türkiye Deniz Kuvvetleri’nin bir savaş gemisinin eşliğinde İstanbul’a geldiği günlerden sonra köprünün altından çok su akmış ve Uzaklar, Deniz Müzesi’nden atılmış.
Amatör denizciliği güçlü olan ülkelerin donanmaları da güçlü olur. Donanmaların önemli işlevlerinden biri de, vatandaşlarına denizi sevdirmektir. Gemiler o yüzden ziyarete açılır, liman turları düzenlenir ve o nedenle, "Üzerinde bayrak dolaşmayan deniz senin değildir" denir. Deniz Müzeleri de tabii ki bu amaca hizmet eder.
Beşiktaş’taki Deniz Müzesi’nin sergilediği en önemli parçalardan biri Uzaklar’dı. Uzaklar, diğer müze parçalarının tersine, işlevini tamamlamış ve tarihi bize yansıtan bir parça değil, insanlara denizi sevdiren, genç bir ailenin küçücük bir tekne ile yedi deniz aşabileceğini gösteren ve bu nedenle büyük umut veren, tüm tekneler gibi capcanlı bir nesneydi. Müzenin tek sivil parçasıydı.
RESTORASYON KURBANI MI?
Osman Atasoy ile hafta içinde buluştuğumda çok üzgündü. İlk kez tanıştık. Heyecanlı, içinden geldiği gibi konuşan bir adam... Üzüntüsüne neredeyse elle dokunabiliyordum. "Uzaklar, demirlediği en emin limandadır" denmiş, tekne Deniz Müzesi’ne kabul edilirken. Bu sözlerin sahibi, dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya. Ancak bu sözlerin üzerinden altı-yedi yıl geçtikten sonra, yaklaşık 18 ay önce, müzeden bir binbaşı arayıp, teknenizi alın, demiş.
Atasoy, "Nedenini anlayamadım. Gittim konuştum. Ankara’nın kararı olduğunu söylediler. Müze yeniden yapılacakmış, Küçücük tekneye yer mi bulamıyorlar yani? Müteahhitlere verilen yapım şartnamesinde, projenin, gerekirse Uzaklar’ın bahçeden çıkartılacağı varsayılarak hazırlanabileceğinin belirtildiğini öğrendim. Kararın nedeni anladığım kadarıyla bu."
Karşılıklı temaslara rağmen, Deniz Kuvvetleri kararını değiştirmemiş. Atasoy, son olarak bugünkü Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Yener Karahasanoğlu’na bir mektup yazmış ve, "Tekne sizin. Atarsınız, satarsınız, karar sizin. Ama doğrusu orada kalmasıdır" demiş. Cevap, Kurmay Başkanlığı’ndan gelmiş: Karar kesin. Değişik seçenekler önerilmiş: Tuzla’daki İTÜ Kampusu, Tuzla’daki Deniz Harp Okulu, Gölcük Donanma Komutanlığı...
ASKER SÖZÜ VERMİŞLERDİ
Atasoy, bu önerileri reddetmiş: "Bu teknenin insanlar tarafından görülmesi lazım. O küçücük boyu ile neler yapabildiğinin anlaşılması için gerekli. Deniz Müzesi’nin ziyaretçi defterine Uzaklar ile ilgili çok hoş şeyler yazmıştı ziyaretçiler. Tekne almak için karısını Uzaklar’a getirip, ’Bak bizimki bundan büyük olacak’ diyerek ikna edenler mi istersiniz; ’Tekneyi senin yüzünden aldık, teşekkürler’ diyenler mi? Bir de, ’Sana kandık, tekne aldık. Şimdi atsan atılmaz, satsan satılmaz’ diyenler de var."
Dünya turundan ilk döndüğü günlerde Hasköy’deki Rahmi Koç Müzesi’nin tekneyi sergileme önerisini reddeden Atasoy, bunun gerekçesini şöyle açıklıyor: "Orası, o zamanlar denize uzaktı. Deniz Müzesi, Barbaros’un toprağında, bir yanı Boğaz diğer yanı Marmara’ya bakan bir alan.
Uzaklar, canlı bir varlık. Denize yakın olması lazımdı. Aile kararımızdı Deniz Müzesi’ne vermek. Uzaklar’ın sergilenmesi ile ilgili şartımız olup olmadığını sorduklarında, hep orada kalmasını ve iyi bakılmasını istemiştik yalnızca; asker sözü demişlerdi."
YENİ EVİ, KOÇ MÜZESİ
İngiltere’de, İngiliz donanması açısından büyük önem taşıyan Greenwich’te sergilenen yelkenli gemi Cutty Sark ve yine orada yaklaşık 35 yıl kaldıktan sonra 2005’te yeniden denize kavuşan Gipsy Moth IV yelkenlisi, bu ülkenin ticari ve amatör denizciliğinin simgeleri. Bu iki tekneye gösterilen özen, Uzaklar’ın başına geleni daha da üzücü kılıyor.
Uzaklar şimdi Ümraniye’de Rahmi Koç Müzesi’ne ait bir sundurmada, yeniden sergilenmeden önce elden geçiriliyor. Deniz Müzesi’nden atıldıktan sonra sergileneceği yer orası çünkü. Ziyaretçi sayısı giderek artan bu müzenin Uzaklar’a çok iyi ev sahipliği yapacağı kesin ama yine de Atasoy Ailesi’ni ve Uzaklar’ı bu şekilde incitmemek en doğrusu olurdu.
Yazının Devamını Oku 28 Ekim 2006
Türkiye Yelken Federasyonu Başkanlığı’na, 12 Ekim’de yeni bir isim geldi. Daha önce de Federasyon Başkanlığı yapan, Milli Olimpiyat Komitesi üyesi Nazlı İmre, Ankara’da yapılan seçimi büyük farkla kazandı. Seçim sonucunun belli olması ile İstanbul dükalığı kırıldı, Anadolu’daki yelken kulüpleri ağırlıklı olarak Nazlı İmre’ye oy verip, seçimi kazanmasını sağladı. "Modern, katılımcı, paylaşımcı ve şeffaf bir federasyon" hedefi ile delegelerin karşısına çıkan İmre ile bayram öncesinde görüştük.
Türkiye’de yelken kritik bir eşikte... Son dönemde yükselen milli gelir ve düşen faizler, tekne satışlarını artırırken, ülkenin etrafının denizlerle çevrili olduğunu sonunda keşfeden vatandaşların yelkene yöneldiğini gösteren işaretler yelken eğitimi talebi, özel yelken kursları ve benzeri gibi- bir yaşam tarzı olarak yelkenin sonunda gündemimize girdiğini gösteriyor.
12 Ekim’deki Türkiye Yelken Federasyonu seçimi işte bu nedenlerle büyük önem taşıyordu. Doğru bir ekibin doğru program ile göreve gelmesi, kritik bir eşikte olan yelkenin, dünyada bir üst lige çıkıp çıkmayacağı konusunda çok etkili olacaktı.
SPORCULAR DA, KEYİFÇİLER DE FEDERASYON ÇATISI ALTINDA
Nazlı İmre ile Ataköy Marina’da görüşürken kuşkusuz halinden memnundu. Devamlılığın altını vurgularken, "Önceki federasyonun programını gözden geçireceğiz. Ve o programın bizim katkılarımızla uygulanmasını sağlayacağız" dedi.
"Ailece bir yaşam tarzı olarak benimsenebilecek tek olimpik spor yelken. Rekabete girmeden kendi teknelerinde yelken yapan aileler var ve yelkende sportif başarıya sahip ülkelerde bu ailelerin çocukları sporcu altyapısını oluşturur. Türkiye’de ise garip bir ayrım yapılıyor; gezici-sporcu diye. Bu konuda ne yapacaksınız?" diye sorduğumda, "Yelkeni spor için yapan da, eğlenmek için yapan da, bir yaşam tarzı olarak seçen de artık federasyonun kapsama alanı içinde. Hedefimiz tüm yelkenciler adına hareket edecek bir sivil toplum kuruluşu olmak" dedi.
İmre’nin sözünü ettiği türden bir sivil toplum kuruluşu, İngiltere’de "Kraliyet Yat Derneği" olarak faaliyet gösteriyor; hem federasyon işlevi görüyor hem de onbinlerce deniz tutkunu adına hareket ediyor. Yani işleyen bir modelin örnek alınabileceği izlenimi ediniyorum.
TASLAĞA SİNİRLENDİ ADAY OLDU
Hedeflere ulaşmak için neler gerektiğini sorduğumda, İmre, özerk yelken federasyonunun yapısının değişeceğini, profesyonelleşmeye gidileceğini belirterek, eskiye damgasını vuran "sen - ben - bizim oğlan" diye adlandırabileceğimiz arkaik yapının kırılacağının işaretlerini veriyor. Oluşacak kurulların faal, işi bilen ve iş yapacak kişiler tarafından yönlendirileceğini anlatan İmre, bu noktada profesyonelleşmenin önemini özellikle vurguluyor.
Nazlı İmre’nin seçime çok az süre kala başkan adaylığını açıklamasına yol açan gelişme, önceki federasyon tarafından hazırlanan Ana Statü Taslağı’nın yarattığı büyük tepkiydi. Özerk federasyonun ilk özerk adımının tepeden inmeci bir yönetim olacağı anlaşıldığında, özellikle İstanbul dışındaki yelken kulüpleri kazan kaldırdı, internet üzerindeki tartışma gruplarından Yelkenciler Lokali’nde zaman zaman hakaretleşmeye varan ağır tartışmalar yaşandı.
İmre’ye, tartışmalı Ana Statü konusundaki planlarını sorduğumda, "Değişecek tabii ki. Altı ay içinde Ana Statü’yü özerk federasyona yakışır bir hale getireceğiz. Paylaşımcı, şeffaf, tüm yelkencilerin, belki de su üzerine amatör olarak çıkan herkesin temsilcisi olabilecek bir federasyon oluşturma yönünde ne gerekiyorsa, Ana Statü’de onlar yer alacak" dedi.
ANADOLU KULÜPLERİ ARKASINDAYDI
Önümüzdeki altı ayın birçok açıdan kritik olduğu anlaşılıyor. Hedeflere ulaşmak için gerekli yol haritası altı ay içinde belirlenecek, ondan sonraki altı ayda ise çizilen planın ayrıntıları üzerinde çalışılacak.
2007 programının kesinleştirilmesi, kulüplerle yapılacak çalışmalar ardından yelkende bulunulan noktanın kesinleştirilmesi, yönetmeliklerin hazırlanması ve profesyonel kurulların oluşturulması, Nazlı İmre federasyonunun altı ay içinde ivedilikle gerçekleştirecekleri arasında yer alıyor.
Bu seçimin en ilginç yönlerinden biri de, devrilen Azat Baykal yönetimini ağırlıklı olarak Kalamış Koyu etrafındaki kulüplerin desteklemesi, Nazlı İmre’yi ise ağırlıklı olarak Anadolu kulüplerinin yönetimde görmek istemesiydi. Anadolu kulüplerinin bu tavrında, tartışmalı Ana Statü’nün diğer kulüplere danışılmadan İstanbul’da hazırlanması ve bu konudaki uyarıların, Nazlı İmre adaylığını açıklayıncaya kadar hiç dikkate alınmaması çok etkili oldu.
Son yıllarda sessiz sedasız işlerine bakıp, genç ve uluslararası anlamda başarılı sporcular yetiştiren Anadolu kulüpleri, böylelikle federasyon yönetiminde hak ettikleri ağırlığı da kazanmış oldular.
BU SEÇİMİN İLKLERİ
Özerklikten sonra seçime giden bir federasyon ilk kez kaybediyor. Bu durum, yelken camiasının emir-komuta zinciri içinde hareket etmediğini, düşünerek hareket ettiğini gösterdi.
Federasyon başkanının görev süresi kısıtlandı. Nazlı İmre, görev süresinin iki dönem ile sınırlı olacağını Genel Kurul’a onaylatarak ömür boyu başkanlık -önceki federasyonun niyeti buydu- olasılığını ortadan kaldırdı.
Federasyon Yönetim Kurulu’nda yüzde 20 kadın sayısına ulaşıldı. Türkiye Yelken Federasyonu’nun 15 kişilik Yönetim Kurulu’ndaki üç kişi kadın.
Potansiyel gerginliğe rağmen çatışma çıkmadı. İlk kez bir seçimde iktidar ile muhalefetin benzer önerileri değiştirilip oylandı.
Yazının Devamını Oku 21 Ekim 2006
Dünyada ilk kez yapılan kadınlar yarışı ve artık gelenekselleşmiş olan ahşap teknelerin katıldığı yarış ile Bodrum’da yelken sezonu büyük ölçüde sona erdi. Peş peşe tamamlanan bu iki yarışa gösterilen ilginin büyüklüğü ve özellikle Uluslararası Kadınlar Yelken Kupası’nın daha ilk yılında gerçekten uluslararası bir nitelik kazanması, Bodrum’un Avrupa’nın önemli yelken merkezlerinden biri olduğunu bir kez daha vurguladı.
Turgutreis Bodrum Yat Kulübü Başkanı Meltem Özer, geçtiğimiz ilkbaharda, dünyanın ilk kadınlar kupasını düzenleyeceklerini anlattığında gerçekten çok heyecanlanmıştım.
Hürriyet’in medya sponsoru olduğu yarışın planlamasına katılmasam da, gelişmeleri yakından izledim ve sonuçta yelkene gönül vermiş, farklı ülke kadınları Bodrum’da 9-13 Ekim’de buluştular. Anladığım kadarıyla da çok keyifli günler geçirdiler. Yabancı ekipler ülkelerine geri dönerlerken, önümüzdeki yıl yeniden gelme sözü verdiler. Kimileri de imkansızı isteyip, bu yarışın yılda iki kere düzenlenmesini önerdi.
Ben ne yazık ki Bodrum’da onlara katılamadım; anlatanların ve okuduklarımın yalancısıyım. Meltem Özer, ilk başta kiralık tekne bulmakta zorlandıklarını, bunun nedeninin yarışın yapılacağı konusundaki yaygın güvensizlik olduğunu ama iş kesinleştikten sonra tekne sorununun fazlasıyla çözüldüğünü anlattı. Sonuçta, Türkiye dışından İsrail, Hollanda ve Rusya’dan ekipler Bodrum açıklarında dört gün boyunca yarıştı. Ve en önemlisi, eğlenerek yarıştı.
Turgutreis Belediyesi’nin Bodrum’un gölgesinden kurtulmaya karar verdiğini ise, bu projeye sağladığı destek ortaya koydu. Belediye, yarışın düzenlenmesinde etkin bir rol oynayarak, yerel yönetimlerin asli görevleri arasında yönettikleri bölgelerin güzelliklerini uluslararası platforma taşımanın da bulunduğunu örnekleyerek gösterdi.
Kadınlar yarışı düzenlemenin temel amacı kadınların denize gösterdiği ilgiyi artırmaktı. Yarış ardından tüm katılımcılara teşekkür eden Meltem Özer, "Sizlerin, sponsorumuzun ve tüm destekçilerimizin sayenizde, kız kardeşlerimizi denize çekme ve cesaretlendirme konusunda amacımıza ulaşmayı başardık" dedi. Önümüzdeki yıl, yalnız Bodrum’dan 10 ekibin katılmasını bekleyen Özer, bu yıl 17 olan katılımın önümüzdeki sene daha da artacağından emin görünüyor.
Uluslararası Kadınlar Yelken Kupası’nın bu yılki şampiyonu kendilerini "Women of Kahve Dünyası" diye adlandıran Kahve Dünyası ekibinin oldu. Bu yaz başından itibaren yelkene destek veren Kahve Dünyası şirketi tarafından oluşturulan ve Mihri Ereş, Selma Uca, Gül Aybers, Aylin Suntay, Sema Suntay, Eda Tozer ve Ece Ermeç’den oluşan ekip, rüzgarsızlık nedeniyle yapılamayan ikinci gün yarışı hariç, tüm yarışları birinci bitirerek, şampiyonluğu hakkıyla kazandı. Deneyimli bir ekip olan Women of Kahve Dünyası’nın başarısında, Türkiye’nin en iyi yelkencileri arasında gösterilen Mihri Ereş’in payı çoktu.
Yarışa yelken bilgi ve beceri düzeyleri birbirinden farklı ekipler katıldı; yani çok iyi bilenler de vardı, az bilenler de. Buna rağmen yarışlarda karşılıklı hoşgörü düzeyi yüksekti.
YANGIN KEYİF KAÇIRDI
Bodrum’daki bir diğer yarış ise bu yıl 18. kez yapılan Bodrum Kupası’ydı. 14-18 Ekim tarihlerindeki yarışa yüzün üzerinde tekne katıldı. İlk gece, Milta Bodrum Marina’da kalan tekneler yarışı, Turgutreis’teki D-Marin’de noktaladılar. Birbirinden çok farklı ahşap teknelerin katıldığı yarışın genel klasman galibi, İlios teknesiydi, Bodrum Kupası’nı kazanan ise Randa teknesi oldu ve kupayı üçüncü kez kazandığı için Regatta bayrağını ömür boyu saklamayı hak etti.
Yarışın ikinci gününde, Nilüfer, Çökertme-İngiliz Limanı etabı ardından yatların oluşturduğu Sevgi Çemberi’nin ortasında, deniz üzerine kurulan platformda konser verirken çıkan bir orman yangını gecenin erken bitmesine yol açtı. Yangının konseri izlemek için açıkta demirleyen bir tekneden atılan işaret fişeğinin ormana düşmesi sonucu çıkması, fişek kullanımı konusundaki gevşekliği ortaya koydu. Nilüfer, yangının kısa sürede söndürülememesi üzerine konseri tamamlamadan ayrıldı.
Bu iki yarış ile Bodrum’da yaz sezonu kapandı. Her iki yarışa da uluslararası katılımın yüksek olması, bir yelken merkezi olarak Bodrum’un artan önemini bir kez daha göstermiş oldu.
Magandalar denize açıldı!
Yalancı çoban hikayesini bilirsiniz. Kurt, kurt deyip kandıran, kurt gerçekten geldiğinde de yutulan çobanın hikayesini... İşaret fişeğini gerekli gereksiz kullanmak denizci kültürün yaygın olduğu yerlerde hem yasaktır hem de denizci adabına uymadığı için ayıptır. Yasak olmasının nedeni basit: İşaret fişeği, bir teknede tehlike olduğunu bildirmek için kullanılır. Gerekli gereksiz fişek atılan yerde gökyüzünün aydınlanması yalancı çoban muamelesi görür. O nedenle İngiltere’de zamanı geçmiş işaret fişekleri bile atılmaz; deniz kuvvetleri tarafından belirlenmiş merkezlere imhaları için teslim edilir.
Ama görüyoruz ki, Türk yelkenciliğinin merkezi olan Gökova’da orman yangını çıkmasına yol açan işaret fişeğini atmakta en küçük bir sakınca görmeyenler var. Kutlama amacıyla havaya ateş eden ve emniyet şeridinden giderek üç-beş otomobilin önüne geçmekten büyük zevk alan magandaların mutasyona uğrayarak denizlere de açıldığını öğrenmiş olduk bu vesileyle... Ki, bu son derece can sıkıcı.
ULUSLARARASI KADINLAR KUPASI SONUÇLARI
IRC 1
Şah Mat - Mihri Ereş - Türkiye
Odienne - Sabine Dedeoğlu - Türkiye
Cognac - Sonja Slijper - Hollanda
IRC 2
Elan One - Sharon Spinat - İsrail
Auriga - Victoria Veselova - Rusya
Meki - İdil Yaşar, Türkiye
Kız kardeşler neler dediler?
Eser İnce: Unutamayacağım anılarla dolu bir hafta geçirdim. İlk yarışım olmasına rağmen deneyimli skipper Sabine Dedeoğlu’nun ekibinde yarışıp ikinci olmak son derece keyifliydi. Tüm ekip arkadaşlarımı sevgiyle kucaklıyorum.
Selma Uca: Teknede çok duyulanlardan birinin de "ver coşkuyu" olduğunu hatırladık bugün. Ne anlamda mı? Genoayı oluğa vermek anlamında! Bu yarış haftasının nasıl keyifli geçtiğini siz düşünün artık.
Yazının Devamını Oku