Şükrü Küçükşahin

Bir başka nedenle de yürüdüm

21 Mart 2011
CUMARTESİ günü Ankara’da yürüyen gazeteciler arasında ben de vardım.

Ankara’daki önceki yürüyüşe de katılmıştım; aslında hem imza kampanyaları hem de yürüyüşler söz konusu olduğunda çok hevesli değilim.
Yanılmıyorsam etkin katıldığım son imza kampanyası 1996’da, meslektaşımız Metin Göktepe’yi katledenlerin bulunması içindi; 600 gazeteciden topladığımız imzaları, Başbakan Tansu Çiller’e sunanlardan biri de bendim.
“Yollar yürümekle aşınmaz” demiş olan Süleyman Demirel, haksız çıkmasın diye, öğrencilik yıllarımda, epey çaba gösteren gençler arasında yer aldım.
Belki bu nedenle, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi 3. sınıfında başlayan gazetecilik yaşamımda yürüyüşlere hevesim mesleki ölçülerde kaldı.
Gazetecilik dışı tek bir gelir kaynağı bulunmayan biri olarak son iki yürüyüşe esasta, mesleğim üzerindeki baskılara, gazetecilik sınırlarında kaldıklarına inandığım, gördüğüm bazı meslektaşlarımızın kolayca hapse atılmasına, gözaltına alınmasına karşı çıkma amacıyla katıldım.
Buraya kadar karşı çıktığım, devletten gelen baskıydı; ama ötesi var.
GAZETECİLİK KİNLE OLAMAZ Benim bir karşı çıkışım da bazı meslektaşlarımıza, onların yaklaşımına.

Yazının Devamını Oku

CHP’nin sivil toplum açılımı

17 Mart 2011
“PROJELERİNİZ neler” denip durulan CHP, art arda iktidarı savunma konumuna iten, geniş halk kesimlerini ilgilendiren açılımlar yapıp duruyor. “Özgürlükçü demokrasi için sivil toplum” projesi de bunlardan biriydi.

Medyada yeterince yer bulmadı, bunda, Japonya depremi ve İbrahim Tatlıses’e saldırı etkili oldu, ancak CHP de kendi hatasını görmeli.

Muharrem Sarıkaya da dün yazdı, Kemal Kılıçdaroğlu proje için yazarlarla buluşmuşken CHP Genel Merkezi, Başbakan Tayyip Erdoğan’a yollanan ‘Kayseri mektubunu’, TBMM grubu da bedelli askerlik teklifini açıkladı.

Kendinin neden olduğu, bundan daha öte bir iletişim kazası olamaz sanırım.

Medya da daha çarpıcı bu iki konuya daldı, çünkü Erdoğan da yanıt verecekti.

NE İMZA, NE ŞU, NE BU

Bakın işte, bu önemli proje yerine ben de bodoslama mektuba daldım.

Nasıl dalmayayım ki Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nun yolladığı belge için, “Böyle bir belge olmaz. Bir kişi yazı yazmış, bir yerlere bir şeyler kendine göre havale etmiş, ne imza, ne şu, ne bu yok” dedi ya çok, ama çok önemsedim. Çünkü imzasız, isimsiz, tarihsiz ihbar mektupları, bilgisayar çıktıları, e-postalarla bu ülkede insanlar cezaevlerine dahi atılabiliyor.

Bunu da geçtim, 28 Aralık 2008’de, yukarıdaki sözlerin sahibi Erdoğan’ın, Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı Özgün Ökmen’le ilgili altında isim, imza, tarih olmayan, zarfına hayali isim ve adres yazılmış bir mektup üzerine hemen o gün, iki müfettişi harekete geçiren onayı verdiğini, bir haftacık içinde Ökmen’in, kademe ilerleme cezasına çarptırıldığını yazmıştım.

Neyse canım, hem bu ceza Danıştay’dan döndüğü için hem de “Ökmen, CHP’den milletvekili adayı olmuştu, Kayseri Belediyesi ise AKP’de” diyerek bu konuyu geçelim, CHP’nin Sivil Toplum Örgütleri (STÖ) projesine dönelim. 

CHP’nin STÖ’lerle bağının uzun yıllardır koptuğunu yazıp çizen, hatta 2007 seçimi öncesinde ‘Siyaset Meydanı’ programında, bu yöndeki sorularım üzerine Deniz Baykal’ın ‘hışmına’ uğrayan gazetecilerden biriyim.

Kılıçdaroğlu’nun, yardımcıları Sencer Ayata, Umut Oran ve Parti Meclisi üyesi Akyan Erdoğan’la birlikte açıkladığı bu proje CHP için bir milattır.

Nüfusu daha az İngiltere’de 870 bin, Fransa’da 800 bin STÖ varken bizde sayı (çoğu da suskunluğa itilmiş) 150 binde kalmışsa demokrasi güçlenemez.

Bu nedenle bir partinin böylesi bir projesi önemsenmeyi, ayrıca hak etmeli.

İL VE İLÇELERE YAYILMIŞ

CHP, STÖ’lerle ilişkide uygulamaya da çoktan geçmiş.

Kılıçdaroğlu, gittiği her ilde mutlaka STÖ’leri ziyaret ettiğini, yöneticileriyle buluştuğunu anlatırken Umut Oran, her il ve ilçede STÖ sorumlusu bir başkan yardımcısı atandığını belirtti, “Bu arkadaşlar üç ayda bir, STÖ’lerinin taleplerini de içeren temaslarını, bize rapor etmek zorunda” bilgisini verdi.

Sencer Ayata ise tüm projelerin, öncesinde ve sonrasında STÖ’lerin bilgisine sunulduğunu, görüş alındığını, öneriler ışığında sonuçlandırıldığını söyledi.

O kahvaltıda, bugüne kadar laiklik hassasiyetini en önde tutmuş bir partinin dini cemaatlere yönelik yeni bakışını da son derece dikkate değer buldum. 

Cemaatlere, “Bir siyasi partinin arka bahçesi olmayın” çağrısı yapan, şartı koşan Kılıçdaroğlu, bunun ötesinde manevi alanda insanların örgütlenmesine karışılamayacağını vurguladı, hatta çok daha ileri gitti.

Toplum özgür kılındığında baskıcı cemaatlerin su yüzüne çıkacağını söyledi, “Yasaklama, özgürleştir; çünkü halkın sağduyusuna güven” mesajı verdi.
Yazının Devamını Oku

Erdoğan’ı şaşırtan yeşil kart gerçeği

14 Mart 2011
VAHAP Munyar bir yazısında yer vermişti; Edirne Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Mustafa Yardımcı, “İşçi yakınları fabrikayı bastı” telefonu alınca şaşırıp olay yerine gittiğinde şok geçirmişti. Çünkü, “Yahu yakınlarınıza iş verdim, ne istiyorsunuz” diye sorduğunda, “Yaktın bizi; onları sigortalı yaptığın için yeşil kartlarımız iptal ediliyor. Bizi çalıştıracaksan sigortalı yapma” yanıtı almıştı.
Yardımcı, son Ekonomik ve Sosyal Konsey’e TOBB temsilcisi olarak katıldı ve Başbakan Tayyip Erdoğan’a olayı anlatma fırsatı buldu, soruna çözüm istedi.
Erdoğan, duyduklarına çok şaşırdığını şu cümlelerle gösterdi:
“Nasıl olay bu, olur mu böyle bir şey? Biz kartlı sayısını 13 milyondan 9 milyona düşürdük. Bundan sonra olmayacak böyle olaylar, bir çaresine bakmalı. Belki çalıştığı sürede yeşil kartı dondurabiliriz.”
MESLEK EDİNMEK DE İSTEMİYORLAR
Uzun yıllardır böylesi örnekler yaşanıyordu, ben de birkaç yıl önce farklı bir örneği yazmıştım; ancak TOBB’un 5 yılda 1 milyon işsize meslek edindirme amacıyla başlattığı “BECERİ 10” projesinde düşündürücü gelişmeler yaşandı.
Bu projede işsizlere, mesleki kurs veriliyor; kursun başladığı günden itibaren staj süresi de dahil kursiyer sigortalı yapılıyor, günde 15 TL de harçlık alıyor.
Yapılan alan araştırmalarında işsizlerin kurslara talepkar olmadığı görülünce ‘neden’ araştırması yapılıyor ve karşıya şu gerekçe çıkıyor:
“Sigortalı olunca Yeşil Kart gidiyor, yakacak ve yiyecek yardımı kesiliyor.”
Sorun üzerinde TOBB ve projeye katkı veren kamu kurumları çalışıyor, Yeşil Kart ile ayni yardımların ayrılması ilk akla gelen seçeneklerden biri.
Tabii iktidara “3Y” (yoksulluk, yasaklar ve yolsuzluk) ile mücadele için geldiğini söyleyen bir partinin hükümet ettiği bir dönemde, hele hele yüzde 20’lik en yoksul kesimin toplam gelirden aldığı payın yüzde 5.6’da kaldığı, en zengin yüzde 20’nin (en yoksula göre 0.4 kat artışla) yüzde 46.7’ye çıktığı bir Türkiye’de çözüm o kadar da kolay değil, cesaret de gerektiriyor. Bu arada diğer 2Y’de nereye geldiğimizi, yasakların korkularla güçlenip güçlenmediğini, yolsuzlukları dile getirenlerin gördüğü muameleyi de herkesin değerlendirmesine sunmakta yarar var.
KALDIRILSIN DİYEN YOK
Çare için harıl harıl çalışanların “Yeşil Kart kaldırılmasın” ilkesi üzerinde anlaştıklarını söylemeli; ancak insanları çalışmaya, iş sahibi olmaya teşvik eden bir yeni yöntem aranıyor.
Burada, ailede bir sigortalı bulunması halinde Yeşil Kart’ın diğer aile fertlerinin ihtiyaçları çerçevesinde sürdürülmesi bir seçenek.
Ailede bir kişinin çalışması halinde sistemi daha da özendirici bir noktaya getirmek de bir başka seçenek.
Aslında burada CHP’nin Aile Sigortası benzeri formüllerin daha önemli olduğu üzerinde duranlar da çok; çünkü böylece ayni yardımlar kaldırılırken Yeşil Kart uygulamasının sürdürülebileceği belirtiliyor.
Bu tartışma seçim öncesi daha da önem kazanıyor; çünkü TÜİK’in şu birkaç verisi dahi çare bulmadaki zorluğu netlikle ortaya koyuyor:
Türkiye’de 12 milyon kişi yoksulluk sınırının altında kalmışken her 100 hanenin 30’u çok ağır olmak üzere 60’ı borçlu, her 100 kişiden 60’ı geliri düştüğü için daha ucuz ürün kullanmaya başlamış.
Yazının Devamını Oku

Başbakan’a Gökçek ricası

10 Mart 2011
DENİZ Baykal merkezli taciz/komplo iddiasını da Odatv operasyonu ile CHP etrafındaki tartışmaları da, 21 Şubat’ta seçim yaklaşırken, “Ergenekon’la CHP bağlantısı kurma arayışlarına kimse şaşırmasın” diye yazmış olmamı da kenara bırakıyorum, sırf Ankaralılar adına Başbakan Tayyip Erdoğan’dan “Lütfen Belediye Başkanımız Melih Gökçek’i milletvekili yapın” ricası için. Çünkü, CHP’li bazı milletvekilleri halkı sokağa davet edince Başbakan çok kızmıştı buna, ama halkı sokağa döken CHP değil, Gökçek oldu.

Gökçek’in bu ‘tehlikeli’ eylemi bir daha olmasın diye acele etmeli.

Ben de o yürüyen Ankaralılar arasında olduğum için anlatayım isterseniz.

KİLİTLENEN GENELKURMAY KAVŞAĞI


Devlet Bakanı Sayın Faruk Özak ile 18.30’da randevum vardı, kar nedeniyle 15 dakikalık mesafe olsa da 17.40’ta bürodan Eskişehir Yolu’na çıktık.

Erdoğan da artık Ankara’yı tanımıştır, bilir; 200 metre ilerideki ODTÜ yonca yaprağından dönüp Başbakanlığa yönelmemiz tam 30 dakika sürdü.

Gökçek’in Ankara’ya kazandırdığı meşhur “Demir Kazık Anıtı” önüne ulaştığımızda saat 18.25 olunca Bakan’dan özür diledim, randevuyu erteledik.

Gökçek’in Ankara’ya kazandırdığı diğer ünlü mekân, “Perili Gökkuşağı Anıtı” altgeçidine girdiğimizde saat 19.00’u geçmişti, santim santim ilerliyorduk.

Saat 19.30 gibi Ankara’nın kalbi, stratejik merkezi Genelkurmay kavşağına girebildik, ama kavşak dört köşesinde trafik polisi olsa da kilitlenmişti.

Kentin bu bir numaralı kavşağında tam 20 dakika bekledik.

Hangi Avrupa başkentinde böylesi bir kavşak kilitlenir bilmem, ama Gökçek’in “Avrupa başkenti” diye övündüğü Ankara bu mucizeyi gösterdi.

Kavşakta saat 20.00 olmuştu, NTV radyoda Can Dündar’ın bağlandığı muhabir, “Yükseklerde yollar kapandı” dediğini duyduğumda, “Ne yüksekleri kardeşim, ovada çakıldık kaldık” diye sitem ettim.

TATTIM TUZ DEĞİL BUZ VARDI


Neyse, saat tam 20.20’de Kuğulu Park’a yaklaştık, ama ilerlemek imkânsız.

Yanıma aldığım botları giyip indim araçtan, ilk fark ettiğim, başkentin bu ana bulvarının kalın buzla kaplı olmasıydı, o nedenle zorlukla kaldırıma geçtim.

Gökçek, “Yollar tuzlu, tatsan mı acaba” demiş ya bize, yanıt veriyorum:

“Evet binlerce Ankaralı gibi ben de tattım. Tuzun zerresi yoktu, buzdu.”

Üstelik, o kadar çok kullanılmıştı ki kaldırımlar dahi buzlanmıştı.

Cinnah’a çıkmaya başladığımda özel halk otobüsleri dahil yüzlerce araç yolcularını indirmiş bekleşiyordu, yerler yine buzdu.

Yani anlı şanlı Cinnah Caddesi dahi tuzlanmamışsa lafa gerek var mı?

Şunu söylemeliyim, evet kış lastiği takmadan yola çıkan yurdum insanı çoktu ve yaptıklarının büyük saygısızlık olduğu ortada, buna da artık ‘yeter’ demeli.

Ancak, şunu çok açık gördük, ne buzlanma olasılığı yüksek altgeçit iniş ve çıkışlarında, ne de eğimli diğer bölgelerde tek bir ön çalışma yapılmadığı için araçlar buralarda kaldı, trafiği de bu araçlar kilitledi.

Ne araçla ne de yaya, aldığım yol boyunca belediye görevlisi görmedim.

O görevlilerin olması gereken sokaklar vatandaşla doluydu.

Muhafız Alayı karşısındaki evime 21.00’da girdim, ama 10 dakika sonra tipiye dönen karı görünce sokaktaki binlerce Ankaralıya içim yanmaya devam etti.

NOT: Sayın Başbakan’dan bir ricam da mesleğimiz için, istihbarat örgütleriyle bağlantılı gazeteciler hakkında ‘gereğinin yapılmasının’ yolunu açmasıdır.
Yazının Devamını Oku

Tek seçenek gazetecilik

7 Mart 2011
MESLEKTAŞLARIMIZA yönelik son operasyonu protesto için yürüdüğümüz alan 2004’te gündüz gözü ‘AB’ye girdik’ diye havai fişek fırlatılan meydandı.

Aradan yedi yıl geçti, Türkiye basın özgürlüğü sıralamasında 138’inciliğe gerilerken, cezaevine konan gazeteci sayısında rekor kırıldı.

Basın özgürlüğüne ciddi darbeler vurulduğunu 4-5 yıldır dile getiren, benimle görüşen AB yetkilileri de dahil yerli yabancı herkesle paylaşan biri oldum.

O günlerde bana katılmayan bazı arkadaşları bugün infial içinde görmek de mutluluk vermiyor; aksine sadece bazı köşeler, darbe günlerindeki gibi beyaz çıkmaya başlamışsa dahi üzüntünün en büyüğünü yaşamak durumundayız.

YALÇIN KENDİNİ NASIL DA GİZLEDİ

Yazının Devamını Oku

Özal’a gelen Erbakan’ı izleme raporu

3 Mart 2011
NECMETTİN Erbakan’ın ardından çok şey yazıldı çizildi, söylendi; ama dün başka bir nedenle görüştüğüm eski bakanlardan ve Erbakan’la uzun yıllar birlikte yürümüş olan Mehmet Keçeciler’den farklı bir anı dinledim. Keçeciler, 1988 yılında parti içi sorunlar nedeniyle ANAP yönetiminden ayrılmıştı; Refah Partisi MKYK üyesi, hemşerisi Ali Güneri ile birlikte o günlerde bir yakını vefat ettiği için Erbakan’a başsağlığına gitti.

Yatsı namazı sonrası yapılan bu ziyarette söz siyasete geldi; o gün Meclis’te temsil edilmeyen bir partinin lideri olarak Erbakan, Keçeciler’e şunu dedi:
“Aziz kardeşim, ANAP’tan ayrılıp bize geleceksin. Yanına da 20 milletvekili alacaksın. Refah Partimiz, Meclis’de temsil edilecek.” 

Keçeciler, “Hocam, şimdi biz buraya size taziyeyle geldik, bunları sonra konuşuruz” dese de Erbakan aynı içerikle sözlerini sürdürdü.

BEN DEĞİL DEVLET

Keçeciler, kırgınlığı nedeniyle Başbakan Turgut Özal’a da bir süre uzak durdu; ancak Özal, bunu fark etti ve kendisini konutuna çağırdı.

Özal da ona kırılmıştı, “Ne o Mehmet, uğramıyorsun. Sana görev, belli aralıklarla gelecek, ne yaptık, ne ettik fikrini söyleyeceksin” dedi.

Sonra da “Bak kulağıma gelen şeyler var” diyerek şöyle devam etti:

“Erbakan Hoca ile görüşmüşsün, partisine geçmeni istemiş, sakın ha.”

Keçeciler şaşırdı, “Bunu nereden öğrendiniz” diye sordu.

“Bana haber geldi” yanıtı alınca da sitem ve kızgınlıkla üsteledi:

“Ya millete şu kadar hizmet etmiş birini niye takip ettiriyorsunuz?”

Özal, bunun üzerine, “Ben takip ettirmiyorum, devlet ediyor. Bana da haber veriliyor. Devletin işleri bunlar” diye açıklama yapmak durumunda kaldı.

Erbakan sadece izlenmedi, hapiste de yattı; ancak bunları hiçbir zaman gündeminin ön sıralarına çekmedi, sanki başına bunlar gelmemiş gibi davrandı, gösterdiği sabırla ardında farklı bir tarz bıraktı.

ERBAKAN’A YAKIN DURANLAR


Tabii ki her liderin, olaylara yaklaşımları farklılık gösterir.

Örneğin öğrencilerinden Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Erbakan tarzına daha yakın dururken, Başbakan Tayyip Erdoğan, sinirleri her an ayaklanabilecek bir siyasi izlenimi vermekten çekinmiyor. 

Tabii ki Erbakan, aynı kudrete ulaşamadı, ama kısa iktidar dönemi ile kıyaslarsak Erdoğan, güç ve iktidarı sonuna kadar kullanmaktan, öfkeyi siyasetin parçası yapmaktan, hesaplaşmaktan çekinmeyen; eylem ve söylemlerinin bazı kesimlerde korkuya neden olan görüntü veriyor veya böyle algılanıyor olmasını pek de umursamayan bir siyasi gibi davranıyor. 

Mevcut liderler arasında, çizgileri çok farklı olsa da özellikle kinden uzak durma ve sabırda Erbakan’a en fazla yaklaşan isim Kemal Kılıçdaroğlu.

Önüne çıkan fırsatlarda gaza basmaktansa sabrı yeğliyor, önünde çatışanlar arkadaşları dahi olsa taraflar sakinleşene dek sinirleri alınmış gibi bekliyor; en fazla, “Ben kimlerle tartıştım, (Melih Gökçek iması) hiç sinirlenmedim. Siz nasıl böyle çatışıyorsunuz şaşıyorum, üzülüyorum” demekle yetiniyor.

Tarzları liderlerle özdeşleşiyor, ama kimi halkta hemen kabul görüyor (bakınız Erdoğan), kimi son güne dek bekliyor (bakınız Erbakan).

Kılıçdaroğlu mu; önünde hiç zamanı yok, sadece 110 günü var.

O da farkında ki yüzünü, toplumun en geniş kesimi olan yoksullara çeviriyor.
Yazının Devamını Oku

Kadına şiddet her tonda, her yerde

28 Şubat 2011
MİLLİ Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu’ya, MHP Balıkesir Milletvekili Ahmet Duran Bulut’un “Koparırım senin o dilini” demesi hak ettiği tepkiyi bulmadı. Bulut, Çubukçu’dan özür dilemiş olsa da kadına yönelik şiddet, baskı, ayrım farklı tonlarda hayatın her alanında ‘sakat bir kültür’ olarak varlığını sürdüğünden, böylesi eylem ve söylemler en sert tepkiyle karşılanmalı.
O zaman belki bu tür olayların sayısı azalabilir; ancak kadın vekillerden dahi beklenmesi gereken yüksek sesin çıkmaması dikkate değer bir durum.
CHP’li, MHP’li, BDP’li kadın vekiller ayrı veya ortak bir tavır geliştirseydi ne güzel olurdu; ama öncelik AKP’li vekillerden en gür sesin çıkmasıydı.
Artık özrün ötesine geçilmeli; ancak bu seferki özürde, MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin etkisi hissedildiğinden sevindirici bir yan bulabiliriz.
SADECE KADIN TEPKİSİ YETMEZ
Liderler bu konudaki özeni en yüksek düzeyde tutarsa, o sakat kültürün alt edilmesi daha kolaylaşır, her liderden ayrımsız tavır beklemek de hakkımız.
Örneğin keşke Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın, TBMM Başkanvekili Güldal Mumcu’nun odasını basması karşısında bu tavrı bulabilseydik.
O gün de en azından kadın milletvekillerinin ortak bir tavır beklenebilirdi; ama artık ‘o tavır’ önce erkeklerden gelmeli, çünkü asıl küçük düşen onlar.
Bu vesileyle Arınç’ın o gün, “Basmak isteseydim tek başıma mı basardım” demesinin üzerinde hiç durulmamasını da hep yadırgadığımı belirteyim. 
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, İzmir Milletvekili Canan Arıtman’ın Arap kadınını küçük gören sözleri üzerine, CHP’li kadınların tümünü aynı tornadan çıkmış diye nitelemesi de son dönemin başka bir sorunlu söylemi oldu.
Bir yandan kadının siyasetteki oranını yükseltmekten söz edip, diğer yandan şiddet içerikli eylem ve söylemlere başvurma, hatta onları topluca suçlama, dışlamak eğilimleri tabi ki sadece siyasetle sınırlı değil.
Baksanıza, 13 yaşıdaki kız çocuğu ile cinsel ilişkiye giren onlarca erkeği, “Canım çocuk da itiraz etmemiş” diye temize çıkaran kararlar alınabiliyor.
ERKEK DOĞURANA KADAR BEKLE! 
Hiç sağa sola dönmeyelim; bu kararlar erkek gözüyle alınıyor ve kadın, her alanında hak ettiği yere çıkarılmadığı sürece de böyle kararlar çıkacak. 
Azıcık izan sahibiyseniz, işte gelin de son yargı seçimine bu gözle bakmayın.
Hani daha yeni anayasaya, kadına pozitif ayrımcılık diye bir hüküm kondu.
Ama ne ayrımcılık(!); yargıda birinci sınıf hakim ve savcı arasında kadın oranı yüzde 20’nin üzerinde olduğu halde, yüksek yargıya seçilen 211 üye arasına sadece 6 kadın sokuldu; kendilerinden özür dilerim ama, maalesef ikisinin seçiminin arkasında eş föktörü olduğu algısı ister istemez yaratıldı.
Çok gerekçe üretiliyor da hele hele, “Kadın doğumda mazeret izni kullanıyor. O da siciline işlendiğinden, erkekten geri kalıyor” anlayışı doğruysa vay kadının haline; çünkü erkekler doğurana kadar bekleyecek demektir!
Bunun ötesi hikaye; çünkü halen kadın üye oranı Danıştay’da yüzde 50’ye, Yargıtay’da ise yüzde 40’e yakınsa her şey apaçık ortada, yani kaynak var. 
NECMETTİN ERBAKAN’a kim nasıl bakarsa baksın o, Türk siyasetinin en önemli simalarından, liderlerinden biri olarak hayata geçti. Tüm yaşamını siyasette vermiş biri olarak Erbakan geride önemli bir siyasi miras bıraktı; siyasete renk kattı, kadrolar kazandırdı. Kendisine Allah’tan rahmet, yakınlarına, sevenlerine başsağlığı diliyorum.
Yazının Devamını Oku

TOFAŞ ne iş yapar Türk Telekom ne

24 Şubat 2011
LİBYA’da yaşananların aslında iç politikada sonuç yaratacak türden olduğunu gören iktidar, iyi manevrayla durumu hasarsız atlatmaya çalışıyor. Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in muhalefet liderlerini bilgilendirmesi; hükümetin Libya konusundaki sessizliğini Türk vatandaşlarının can güvenliği sorununa bağlaması bu yönde atılmış doğru, ikna edici adımlardı.
Sonradan yumuşatılmak istenen, “O ödül iade edilmeyecek” açıklaması, “Başbakan’a Libya ile ilgili soru yok” talimatları, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun kriz merkezinde görüntü vermesinin gerekçeleri de iç politika.
O nedenle bugün, “Mısır’da da Türk vatandaşları vardı, onların can güvenliği sorunu neden düşünülmedi” diye sormanın anlamı yok; çünkü Kaddafi ile Mübarek arasında ciddi bir fark olduğu iması yapılıyor.
Ancak işte tam da bu noktada; o ödül verilirken, hani her konuda kılı kırk yaran Başbakan Tayyip Erdoğan’ın çevresi, “Bu adamın adı Kaddafi; ondan insan hakları ödülü alınmaz” uyarısında bulundu mu diye merak ediliyor. 
Tabii, bu merakın da anlamı kalmadı; ama artık ne yapılırsa yapılsın, Libya’da  yaşananlar karşısında o ödül, Erdoğan için kötü bir anı olarak hafızalara girdi.
TOFAŞ VE TELEKOM NE İŞ YAPAR
Libya’yı bu kadarla geçelim; çünkü Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün ile yaptığım ‘bir Türkiye gerçeği’ sohbeti var ki bana çarpıcı geldi.
Selefi Zafer Çağlayan, Türkiye’nin bilinmeyen sanayi envanterinin çıkarmak için bir çalışma başlatmış, çalışma bitmeden görevi Ergün devralmıştı.
Ergün, “Girişimci Bilgi Sistemi” adıyla yenilenerek sürdürdükleri çalışmayla, verilerin birbiriyle konuşur hale getirildiğini belirtti.
Yıl sonunda bitecek envanterle ihracat, vergi, sosyal güvenlik, kapasite ve elektrik kullanımı gibi tüm verilerin görülür hale geleceğini söyleyen Ergün, “Oysa Türkiye’de nerede, ne kadar sanayi kapasitesi var, bu dahi belli değil” dedi ve ardından şöyle bir soru yöneltti:
“Sizce Türk Telekom veya TOFAŞ ne firmaları, hangi sektördeler?”
İlkinin iletişim, ikincisinin otomotiv üretim firması olduklarını söyledim.
Ergün, “Bizdeki kayıtlara göre bilemedin” dedi; çünkü eldeki kodlara göre, Telekom bir inşaat şirketi; TOFAŞ ise araba alım satımı yapan bir ticarethane.
İşte bu kodlama sistemi, sektörel analizler yapılmasını engelleyen bir tablo.
BU FABRİKAYI YAPMA KARDEŞİM
Ergün, çalışma bittiğinde kodlama hatalarının düzeltilmesinin yanı sıra, ‘Şu alanda yatırım doğru olur mu?’ sorusunun da karşılanacağını vurguladı.
Böylece, “Şuraya un fabrikası kurmak istiyorum” diyen sanayiciye, “Oraya yapma kardeşim; ya olanı satın al, ya da şurada ihtiyaç var, oraya yap” önerisi götürebileceklerini de aktaran Ergün, şöyle devam etti:
“Bilgisayar yazılımı sonucu, sektörlerin ihracat yapabilme, yatırım kapasitesi; gelişim potansiyeli ortaya çıkacak. Biz de yerel yönetimlerle işbirliği içinde yatırım ihtiyacı olan sektör ve bölgeleri ilan edebileceğiz.”
Bakan Ergün, işadamlarına şöyle bir uyarı yapma gereksinimi de duydu: 
“Haber vereyim, kayıt dışılık başta olmak üzere işadamları bazı noktalarda hazırlıklı olsun. Çapraz denetim yapılacak. ‘Hasılatım, kullandığım elektrik, istihdamım şu kadar’ diyebilirler. Ama biz de ‘Bu kadar elektrik kullanıyorsan istihdam şu olmalı, kaçak var’ diyebileceğiz.”
Yazının Devamını Oku