Paylaş
Ankara’daki önceki yürüyüşe de katılmıştım; aslında hem imza kampanyaları hem de yürüyüşler söz konusu olduğunda çok hevesli değilim.
Yanılmıyorsam etkin katıldığım son imza kampanyası 1996’da, meslektaşımız Metin Göktepe’yi katledenlerin bulunması içindi; 600 gazeteciden topladığımız imzaları, Başbakan Tansu Çiller’e sunanlardan biri de bendim.
“Yollar yürümekle aşınmaz” demiş olan Süleyman Demirel, haksız çıkmasın diye, öğrencilik yıllarımda, epey çaba gösteren gençler arasında yer aldım.
Belki bu nedenle, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi 3. sınıfında başlayan gazetecilik yaşamımda yürüyüşlere hevesim mesleki ölçülerde kaldı.
Gazetecilik dışı tek bir gelir kaynağı bulunmayan biri olarak son iki yürüyüşe esasta, mesleğim üzerindeki baskılara, gazetecilik sınırlarında kaldıklarına inandığım, gördüğüm bazı meslektaşlarımızın kolayca hapse atılmasına, gözaltına alınmasına karşı çıkma amacıyla katıldım.
Buraya kadar karşı çıktığım, devletten gelen baskıydı; ama ötesi var.
GAZETECİLİK KİNLE OLAMAZ
Benim bir karşı çıkışım da bazı meslektaşlarımıza, onların yaklaşımına.
Her gün gazetecilik dersi ve etiği vermeye kalkışan bu arkadaşların bugünlerde yazdıklarını, çizdiklerini gerçekten anlayamıyorum.
Telefonu, “Gözlerinden öperim” diye kapatmayı terör örgütü üyeliğine kanıt gösteren; geyik muhabbeti yapmak için buluşan meslektaşlarını “çete” kurmakla suçlayan; dört duvar arasına hapsedilmeyi keyifli bir etkinlik gibi göstermeye çalışan; “O kadar yetmez, daha çok gazeteci içeri atılmalı” diye çığlık atarcasına McCarthyizm örneği verenleri nasıl anlayabiliriz ki?
Misyon gazeteciliğini, siyasi gelişmelerde rol almayı öne çıkaran, bunu adlandırmaktan da çekinmeyen, amaca ulaşmada acımasızlık ve kin dolu görüntü vermekten kaçınmayan bir gazetecilik anlayışı da var artık.
Muhafazakar değerlerden, ahlaktan söz edenlerin, kendi saflarındaki arkadaşlarının, kadın meslektaşlarına karşı cinsel anlamda erkekliklerini kullanmasına sessiz kalan; ama karşı tarafta gördükleri gazetecilerin en küçük kusurunu linç gerekçesi yapanları görmek insanı mutsuz ediyor.
İdeolojik tutarlıktan dahi uzak, tamamen parti tutmaya dönüştürülen gazeteciliği gücün emrine sunan, her dönem gücün yanında yer almayı normal mesleki değer gibi göstermeye çabalayanlar akılı hiçe sayıyorlar.
EN AĞIR YARGILAMA VİCDANDIR
Uzun yıllar belediye, polis-adliye, TBMM, başbakanlık, cumhurbaşkanlığı muhabirliği, son 8 yıldır da köşe yazarlığı yapan bir gazeteci olarak bugün “sahada” yaşananları geçmişle kıyaslıyorum, “Şanslıymışız” diyorum.
Cumartesi günkü o kısa yürüyüşümüz boyunca da siyasi muhabirlik yapan bazı arkadaşlarımı dinledim.
Sordukları bazı sorular ardından yaşadıkları sıkıntıları dile getirdiler.
Hadi siyasileri, “Her siyasi bazı soruları sevmez” gerekçesiyle es geçsek dahi muhabirin özgür soru hakkına biz gazeteciler nasıl bakmalıyız?
Belki bize gazetecilik dersi vermeye çalışan arkadaşlar bu tür olaylardan habersizdir. Ancak nasıl ki 28 Şubat gazeteciliğinden söz ediliyor, yerden yere vuruluyorsa kimse merak etmesin; gün gelecek, bugün yaptıklarımız da yarın önümüze düşecek, mahkemenin hiç kaldığı “vicdani yargılamadan” geçecek.
Çünkü, bugünkü bazı uygulamalar 28 Şubat’ı dahi geride bırakır nitelikte.
Paylaş