21 Şubat 2008
TÜRBAN düzenlemesi üzerinde AKP ve MHP’nin çalışmaya başladığı günlerde eski Başbakan Mesut Yılmaz, bir sohbetimizde şu öneride bulundu: "Keşke Anayasa değişikliğinden önce, bir yol bulunup, konu yeniden Anayasa Mahkemesi’ne taşınabilse, mahkeme konuya yeniden bakabilse."
Son birkaç günde AKP’nin önemli dört ismiyle türban düzenlemesi etrafındaki tartışmalar ve korkuları olanlar üzerinde konuştum.
Bunlardan birine Yılmaz’ın önerisini anımsattım, yanıt ilginçti:
"Yılmaz’ın söylediği çok önemli. Biz de tam olarak bunu yapıyoruz. Zaten yaptığımız değişikliğe bakılırsa Anayasa’da bir şey değiştirmiyoruz. Biz de mahkemenin bir içtihat oluşturmasını sağlamaya çalışıyoruz."
Demek ki konu Yüce Mahkeme önüne gitse, AKP bundan rahatsız olmayacak.
TARTIŞMA ALTI AY SONRA BİTER
Türban üzerindeki tartışmaların altı ay sonra unutulacağını söyleyen diğer bir AKP’li, "Bu konuyu konuşmak istemiyoruz, yaptığımız da doğru. Bakın günde 120 haber çıkıyordu, son günlerde 40’lara düştü" dedi.
"Bunu ciddiye alın, Cumhurbaşkanı’nı seçeriz 3 ay sonra tartışma biter, diyen de bendim. Bitmedi mi?" saptaması sonrası ilave etti:
"İşte başörtüsü sorununu da o zaman daha sağlıklı tartışabiliriz. Bugün birbirimizi kıracak görüntüler oluşturuyoruz, bundan kaçınmalıyız."
Aynı isim, korkuları olanları anladıkları konusundaki samimiyetlerine inanılmasını isterken de şu saptamaları yaptı:
"Sorunu doğru okumalı. Doğru okuma da, ’Biz bu kızları nasıl okuturuz?’ olmalı. Okumayan kız baskılara direnemez ki. İşgücüne de katılamaz. Bakın Türkiye’nin iyi bir yanını göz önüne sereyim: Bizde üniversite mezunu kadınların istihdama katılma oranı yüzde 70’lerin üzerinde. AB ülkelerinde ise yüzde 64. Ama liseye indikçe bu oran bizde geriliyor."
TEMBELLİK ETME ÇYDD GİBİ ÇALIŞ
Bir diğer AKP’liden de "korkanlarla" ilgili önemli bir aktarmam var.
Bu kesimin olaya sakin yaklaşmadığını anlatan bu isim şunları söyledi:
"Bazı şeyleri nasıl yapıyorlar, anlamıyorum. Bir TV kanalını açıyorsunuz; 3-4 başı açık kadın, bir de başı örtülü. Başı örtülü sakin sakin meramını anlatıyor. Öbürleri bağırıp çağırıyor. İzleyen de, 3-4 başı açık, bulmuş başı örtülüyü ezip geçiyor. Bu yanlış görüntü."
Beni şaşırtan bir aktarma da sonuncu AKP’liden:
"Kızları okutmaktan söz edince, ’Ama yurtlar cemaatlerin elinde’ deniliyor. Kabul edelim ki böyle. Peki; ama doğrusu da kızları okutmak, onların olanaklarını geliştirmek değil mi? Bakın Türkan Saylan’ın hiçbir siyasi görüşüne katılmıyorum. Ama Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin kız öğrenciler için yaptırdığı yurtlar çok güzel şeyler. Cemaat yurtlarından yakınanlar tembellik yapmasın, Türkan Saylan gibi, ÇYDD gibi çalışsınlar."
AKP’lilerin tümünün sorunun çözümünü sadece MHP ile gerçekleştirmekten çok memnun kaldıklarını söylemek mümkün değil.
Dört AKP’linin, "Keşke CHP işin içinde olsaydı" dediklerini belirtmeli.
Bu olsaydı, CHP ile zorunlu din dersleri, Kuran kursları, imam hatipler, katsayı, Alevi inanışı gibi din eksenli diğer sorunların çözümü konusunda masaya oturmaya hazır olduklarını ifade etmekten de çekinmediler.
Yazının Devamını Oku 18 Şubat 2008
CHP lideri Deniz Baykal, son gelişmelerle ilgili kaygılarını, "Türkiye, 30 yıl sonra bir Avrupa değil Ortadoğu ülkesi olur" diye dillendirdi. "Yenilgi kaçınılmaz" anlamında da yorumlanabilecek bu sözlere karşın, "30 yıl sonra tarih, CHP’yi nasıl yazacak" sorusu akla gelmiyor değil. Kurultay sürecindeki CHP’de bu soruyu, öncelikle tüm CHP üyeleri ve CHP delegeleri kendilerine sormak durumunda.
Kimileri bugünün ana sorunlarından birini CHP’nin veya -CHP’yi sol, sosyal demokrat kabul etmeyenler olsa da- solun durumu olarak görüyor.
Kurultay yaklaştıkça CHP masaya daha fazla yatırılacak; ancak dün biten DİSK Genel Kurulu nedeniyle konuya bugünden bakmak gerekti.
TOBB’DA VAR, DİSK’TE YOK
DİSK’in bu önemli gününde CHP Genel Başkanı yoktu.
Oysa 2004’te Deniz Baykal oradaydı.
İki ay önceki Türk İş Kongresi’ne de katılmayan Baykal, TOBB Kongresi’nde Başbakan Tayyip Erdoğan’la el ele delegelerin önüne çıkmıştı.
Sosyal demokrat bir partinin liderinin TOBB kongresine katılması son derece önemli, TOBB Başkanı ile kurduğu sıcak ilişki de öyle.
Baykal’ın bu iletişiminin doğru ve başarılı olduğunu kabul etmeli.
Ancak, aynı başarının Türk İş’te, DİSK’te, TMMOB’de, KESK’te, Tabip Odalarında, Barolar Birliği’nde, Eczacılar Odası’nda vs. görülmesi gerekmez mi?
Bir sol parti için zorunlu öncelik denebilecek bu ilişki/iletişimin kopukluğu solun güçlü olduğu bu örgütleri de zayıf kılıyor.
Dün Süleyman Çelebi’ye sordum, ayaküstü karşılaşmaları saymazsak Baykal ile en son iki yıl önce görüşmüşler.
Biliyorum, 10 Aralık Hareketi’nin öncülerinden olması nedeniyle CHP’nin Çelebi’ye karşı tutumu, kızgınlığı var; ama aynı DİSK’in 22 Temmuz öncesi CHP’yi destekleme kararı alması gözden uzak tutulacak bir adım değil.
Bu gerekçelerin ötesinde; AKP’li Çalışma Bakanı’nın önüne çıkmaktan çekinmediği DİSK delegesine Baykal’ın hitabı güzel, olumlu ve doğal bir gelişme olurdu.
Bu olsaydı Baykal’ın, kırgınlığını o örgütün lideri ile sınırlı tuttuğunun, delegesini ise kucakladığının kanıtı olabilirdi.
MEYDAN AKP’YE KALIYOR
Herkesin bildiği bir gerçek; sol, sosyal demokrat partilerin en büyük özelliği işçi sendikaları başta olmak üzere yukarıda yazdığım türden örgütlerle iç içe olması; bu kuruluşların toplumun daha geniş kesimlerini çatıları altına almasına destek vermesidir.
CHP’nin bugünkü yönetiminin bunu gerçekleştirdiğini söylemek mümkün değil; aksine örnekleri sıralamak ise kolay.
Böyle olunca, meydan Baykal’ın 30 yıl sonra Türkiye’yi Ortadoğu ülkesi yapmakla itham ettiği AKP’ye kalıyor.
AKP ise bu örgütlerin içine sızmak, mümkünse ele geçirmek için devlet olanakları da dahil her yöntemi uyguluyor, her çabayı gösteriyor.
Türk İş, bu başarının önemli örneklerinden sadece biridir.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül oradaydı; ama Baykal yoktu.
Bu ’yokluk’ böylesi örgütleri de, CHP’yi de güçlü kılmayacağına göre, Baykal’ın 30 yıl sonrasına yönelik kuşkularını kolaylaştırır mı, zorlaştırır mı?
Yazının Devamını Oku 14 Şubat 2008
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan, "Öfke bir hitabet sanatıdır" diyerek öfkesini itiraf edince, aklıma bizim "Öfkeli" geldi. Arkadaşımız Erdal Sağlam’ın büromuzdaki adı "Öfkeli"dir.
"Öfkeli, dedi ki" derseniz herkes bilir ki Erdal’dan söz ediliyor.
Öfkeli, muhabirken her şeye kızar, sinirlenir, sağa sola saldırırdı.
Ama ne zaman ki yetki sahibi; temsilci, yazar oldu Öfkeli’nin öfkesi gitti, herkesi şaşırtan hoşgörüsü, sakinliği geldi.
Erdoğan ise ne zaman yetki aldı, başbakan oldu o zaman ’öfkeli’ oldu.
Anlayacağınız, öfkeli Erdoğan’la Öfkeli’miz arasında fark büyük.
Karıştıran, Erdal’a haksızlık etmiş olur.
AHLAKSIZLIK BELLİ OLDU
Başbakan daha önce de Batı’dan ahlaksızlığın alındığını söylemişti.
Dün il başkanlarına hitabında bu söylemine açıklık getirir gibiydi.
Ama bir yandan da sanki ahlak zabitliği konusunda örnek verdi.
Erdoğan, gazetelerdeki bazı kadın resimlerini, "çırılçıplak", ilavelerdekileri de "Her şey tamamıyla ortada" diye tanımladı.
Başbakan hangi gazetelerdeki resimlere bakıp bu terimleri kullandığını açıklamadıkça bu terimlerden neyi anladığını öğrenemeyeceğiz.
Ama açıklasa iyi olur; buna uygun resim basılır, Erdoğan da öfkelenmez!
Başbakan, bu resimlerin basılmasına müdahale olmadığını söyleyerek bu ’ahlaksızlıklara(!)’ göz yummak zorunda kaldıklarını ima etti.
Eğer bu sözleri söyleyen bir başbakansa, orada başka türlü baskıya gerek yok, bu söylem yeterince baskı zaten.
Gerçi biz bunu 12 Eylül’de de gördük; o günün diktacıları resimleri kendi bakışlarına göre ’ahlaklı’, ’ahlaksız’ diye tanımladılar.
Sonra da ne kader ki kendileri ’çırılçıplak’ resimler yaptılar.
EŞİT MESAFELİ BAŞBAKAN
Erdoğan’ın, Almanya’da Güvenlik Zirvesi’nde türbanla AB’yi ilişkilendiren bir katılımcıya verdiği şu yanıtın üzerinde pek durulmadı:
"Bir Müslümana dinini yaşamasına, dinini bu kadar iyi yaşıyorsun, bu kadar başarılı yaşıyorsun demeye hakkı yok, özgürlükle bağdaşmaz."
Peki, hele hele laik bir ülkenin başbakanı, sırf türban taktı diye bazı kadınları ’dinin bu kadar iyi, bu kadar başarılı yaşıyor’ diye görürken başı açık kadınlara gerçek özgürlük mesajı vermesi, onlara da eşit mesafede durduğunu söylemesi inandırıcı olabilir mi?
Çünkü, ifadeyi "Başı açıklık dini iyi yaşamamak’ diye okuyan çok çıkar.
Ne ilginç ki, türbanı sonuna kadar savunan başı açık bazı kadınlar, bu söylem karşısında yine sessiz kaldılar.
Bu sözler ortadayken Erdoğan’ın, dün, "Başı açığın da kapalının da güvencesi biziz" demesi başı açık kadınlara güvence oluşturması kuşku yaratır.
Yine dün Başbakan AKP’deki kadın milletvekili sayısını kadına bakışlarının örneği olarak gösterdi ve bu noktada CHP’yi sorguladı.
CHP’yi bu konuda eleştiren yazarların başında geliyorum.
Ancak Erdoğan, "Grubumuzun yüzde 10’u kadın" derken, CHP’de de kadın vekil oranın tam o kadar olduğunu biliyor muydu?
Üstelik; CHP yüzde 10’u az miktar aşarken, AKP altında kalıyor.
Yani ne AKP’de ne de CHP’de kadın temsili savunulacak düzeyde değil.
Yazının Devamını Oku 11 Şubat 2008
TÜRBANA üniversiteye giriş serbestisi getiren AKP, şimdi bazı kaygıları ortadan kaldıracak adımlara hazırlanıyor gibi. Malum akademisyenler AKP’ye bir anayasa taslağı sundu.
AKP, bu taslak üzerinde çalışmalarını yürüttü ve bir sonuca vardı.
Ancak AKP’nin önerisi diyeceğimiz bu taslak henüz açıklanmadı.
Akademisyenler, "Din ve Vicdan Hürriyeti" başlığı altındaki 24’üncü madde için alternatifli değişiklik önermişti.
İşte bu metin üzerindeki çalışma bakın nasıl bir sonuç yarattı.
YENİ EĞİTİM YILINA YETİŞECEK
Kurmaylar, mevcut 24’üncü maddenin aynen korunmasına karar verdi.
Karar Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından da onaylandı.
Çünkü, maddenin şu fıkrası kendilerine göre en uygun düzenlemeydi:
"Din ve ahlak eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine bağlıdır."
Onlara göre, maddenin ilk bölümü mevcut zorunlu din ve ahlak kültürü derslerinin, din kültürü formatıyla devamına olanak veriyor.
Böylece AİHM’nin, "Zorunlu din dersi olmaz" kararı da karşılanabiliyor.
Ama AKP’ye, "24 aynen kalsın" dedirten asıl bölüm fıkranın son cümlesi.
Kurmaylar, bu cümleden yola çıkarak seçmeli din dersi konabileceğine, bunun için yeni anayasayı beklemeye de gerek olmadığı sonucunu vardı.
Sanıyorum, çözüme Başbakan da onay verdi, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’e de 2008-2009 eğitim yılına yetişecek şekilde "Bakanlık da hazırlık yapsın" denildi.
İHL MEZUNUNA ŞARTLISEÇENEK
Önemli bir AKP’linin, "Sanılandan daha kısa sürede bunu hayata geçirebiliriz" dediği düzenlemeyle ilgili şöyle bir ayrıntı da öğrendim:
Hem AB normlarına daha uygun olacağı hem de mahalle baskısı iddialarını ortada kaldıracağı inancıyla velinin, "Çocuğuma din dersi verilsin istemiyorum" yerine, "...verilsin" diye dilekçe vermesi gerekecek.
Bu dilekçeyi vermeyen velinin çocuğu din derslerinden muaf olacak.
AB ülkelerinde din dersi için en az 5 öğrencinin başvurusu gerekirken AKP, tek başvuruyu dahi yeterli bulmaktan yana.
Çünkü, Türkiye’de bazı dinlerin inananları sınırlı sayıda.
İlgili inancın din adamlarınca, gerektiğinde o dinin ibadethanesinde uygulamalı olarak verilebilecek dersler Aleviler için de ayrı olacak.
Dersler için düşünülen gün ise okulların kapalı olduğu cumartesi.
Süresi ise iki veya üç saat olabilecek.
Bir önemli karar da imam hatip lisesi (İHL) mezunlarıyla ilgili.
Seçmeli din dersinin İHL’lere talebi sınırlayacağını düşünen AKP kurmayları, buna dayanarak İHL mezunlarına üniversite için bir seçenek getiriyor.
İHL mezunları ancak, belli bir süre, (şimdilik 3 yıl, deniyor) imam veya hatip olarak çalıştıktan sonra üniversiteye gidebilecek.
Çalışma süresinin kazandıracağı puana göre ilahiyat fakülteleri için de pozitif bilim dallarındaki fakülteler için de şans açık olacak.
İmam veya hatip olamadıkları halde, İHL’lerdeki sayısı erkekleri de geçmiş olan kızlar ne olacak peki?
Onların da mezuniyetin ardından vaiz veya Kuran kursu hocası olması şart.
Yazının Devamını Oku 7 Şubat 2008
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan, türbanla üniversiteye giriş yolunu açan düzenlemenin laikliği güçlendireceğini söyledi. Bunda ne kadar inandırıcı olabildi bilemem; ama düzenleme, Anayasa değişikliği yerine YÖK üzerinden yapılsaydı daha az gerginlik yaratır ve daha geniş mutabakat sağlayabilirdi; çünkü Türkiye bu noktaya gelmişti.
Zaten, öğrenciler içe sinmeyen yöntemler kullansa da, bir ölçüde rayına girmiş olan soruna YÖK ve üniversiteler üzerinden çözüm bulunabilirdi.
Bu yöntem hiç denenmeden laiklikle çelişebilecek bir yola sapılıyor.
Liberallik iddiasındaki çoğu aydın da örneğin, moda ve ucuzluğu nedeniyle yeğlenen parkayı, totaliter anlayışın forması diye nitelerken, türbana, "özgürlük ve modernizm sembolü" sıfatı yükleyerek düzenlemeye destek veriyor.
YA DİĞERLERİ
Önce Erdoğan’ın sözlerine bakarak şunu sormak gerekiyor:
"Ortada AİHM kararı da varken, din derslerini zorunlu olmaktan çıkarmak mı yoksa türbanı üniversiteye sokmak mı laikliği daha çok güçlendirirdi veya en azından, iki düzenlemeyi birlikte yapmak daha samimi olmaz mıydı?"
Bu olsa olsa, "Önce benim özgürlüğüm" demek olur.
O nedenle ki AKP’liler, kangrene döndüğünü savundukları türbana apar topar çözüm getirirken, zorunlu din dersi gibi imam hatiplerin sayısının fazlalığını ve burada binlerce kız öğrencinin okuyor olmasını, Alevilerin durumunu, azınlıkların sorunlarını, hatta hatta laik devletin her kamu binasında mescit/cami bulunmasını es geçiyorlar. Türbanı "özgürlük ve insan hakkı" diye savunanlarda da aynı sorun var.
Türban takanların, "dinimizin şartı" demelerini bir kenara koysak dahi bu kesimlerin, başı açık olmayı hálá "günah" kavramı içinde gördükleri, en fazla, "günah işleme özgürlüğü de var" dedikleri ortada.
Oysa, "başı açık da olacak, kapalı da" demek ayrı, iki hali de özgürlük ve insan hakkı kavramı içinde görmek ayrıdır. Böyle görmemeleri acaba "günaha gireriz" kaygısından mı?
Belki de bu nedenle, bir ülkede türbanla ilgili hoşa gitmeyen karar alındığında meydanlara çıkan, yazılar yazanlar, Basra’da "tesettüre uymadılar" diye 50’ye yakın kadının katledilmesine; İran’da, "perçemi görünüyor, çizme giyiyor" gerekçesiyle her gün 500 kadının sokaktan toplanıp karakollara götürülmesine ses çıkarmazlar?
SAÇIUZUNUNHAKKI
İlginçtir; açık oturumlarda da, kişisel sohbetlerde de türban taraftarlarının geliştirdiği yeni bir söylem var.
"Başı açıklara baskı yapılıyor" denip örnek verildiğinde hemen, "Canım halkımız zaten müdahalecidir" yanıtı veriliyor; ne güzel bir savunma!
Yine bu nedenle mi acaba, "özgürlük" diye bildiri yayınlayan bazı prof’ların okullarında "Reis" lakaplı "ahlak zabıtalarının"(!), "Saçın uzun" diye erkek, "Kıyafetin dekolte" diye kız öğrencilere şiddet uygulamasına hiç ses çıkarmadılar, tek satır yazı yazmadılar?
Yoksa, böylesi olayların yaşandığının, bu gerekçeyle bazı öğrencilerin eğitimlerini bıraktığının farkında mı değiller?
Başbakan, "Adaleti tüm vatandaşlara sağlamadıkça huzur olmaz" dedi ya, özgürlük de böyle; "Sadece benim özgürlüğüm" demekle olmaz.
Çifte standart ise ne gerçek dindara, ne de gerçek liberale yakışır.
Yazının Devamını Oku 4 Şubat 2008
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın, "Batı’nın ilmini, sanatını almadık, maalesef değerlerimize ters düşen ahlaksızlıklarını aldık. Biz Batı’nın ilmini, sanatını almak için bir yarışa girmeliyiz" dediği gün Viyana’daydım. Hani, geride kahvemizi bırakıp kapısından döndüğümüz, bugün ise kahvenin diyarı haline geldiği için geleneksel Kahve Balosu’na ev sahipliği yapan ve bu yıl onur konuğu olarak Türkiye’yi seçen Viyana.
Bir hafta boyunca Avusturya ve İtalya’da yüzlerce kilometre yol yaptım.
Bu gezim boyunca Erdoğan’ın sözleri çerçevesinde gözlemlerde bulunup Başbakan’ın ne demek istediğini çözmeye çalıştım.
VAFKA BAĞIŞ ALAN BELEDİYE YOK
Doğaldır ki Viyana’nın ve diğer tüm yerleşim yerlerinin düzenli, planlı, temiz oluşu konusuna değinmeye bile gerek yok.
Çünkü, o Batı’da belediyesine kurdurduğu vakfa aldığı "bağış!" karşılığı vatandaşa, gecekondusuna istediği kadar kat çıkıp plansız, yolsuz, parksız şehirler yaratmasına onay veren yerel yöneticiler olmamış.
Kırmızı ışıktan geçerek sürücünün de yayanın da hakkına saygısızlık eden görmediğim gibi yanlışlık yapana küfreden, hakarette bulunan da yok.
Genel tuvaletlerin bir tekinin kapı arkasında ahlaksız yazı, resim de görmedim.
Viyana’dan çıkışta, kaza nedeniyle 10 kilometreyi bir saatte kat ettik.
Ama bu süre boyunca emniyet şeridine giren tek maganda sürücü çıkmadığından, ambulans ve kurtarma araçlarının süratli geçişini hayranlıkla izledim.
Bir sürücünün, diğerinin hakkına saygısızlık etme ahlaksızlığı da olmadı.
Hafta sonu kayak merkezlerine büyük akın oluyor, aracına binen dağlara çıkıyor; ama buralarda da binlerce sürücüden bir teki bile diğerinin önünü kapatmıyor, yolunu kesmiyor, yandan gelip kuyruğa kaynak olmuyor.
Sordum; orada tarihi mekánlar üzerine bina yapılmasını teşvik eden başbakanlar da; onlarca insanın öldüğü ruhsatsız işyerindeki patlama için, "Ben sorumlu değilim" diyen belediye başkanları da hiç görülmemiş.
Batı’nın bu tür ahlaksızlıklarını(!) almadığımıza göre Başbakan’ın ima ettiği nedir bilemem; ama ima edilen kadınların başlarını açması ise türban girişimini de bu yoldan dönüşün ilk adımı olarak mı görmeli?
Fakat bundan da öte, artık şu, "Batı bizden ahlaksız" iddiasından vazgeçmek gerekmiyor mu, hele bunu yapan AB’ye girmek isteyen bir başbakansa.
GÜLER SABANCI YAPSA
Erdoğan, "Batı’nın sanatını almak için yarışa girmeyi" de önerdi.
Perşembe günü Viyana’da, Avusturya cumhurbaşkanı ile başbakanının katıldığı geleneksel 52’inci Operbal vals gösterisi vardı.
TV’den izledim; Avusturya 2008 Avrupa kupasına ev sahipliği yapacağından gösteriye muhteşem bir "futbol balesi" eklenmişti.
Gösterinin yapıldığı Şehir Operası binası başlı başına bir şaheser.
Muhteşem geceyi dünyanın dört bir yanından gelen ünlüler izledi.
Kameraların localardan görüntüledikleri isimlerden biri de Güler Sabancı’ydı.
Her halinden salondan ne kadar etkilendiği görülüyordu.
Velev ki Güler Hanım böyle bir salon inşa ettirdi ve güzel de bir sanat gösterisi hazırlandı, acaba Başbakan da smokin giyip oraya gider mi?
Yazının Devamını Oku 31 Ocak 2008
BAYINDIRLIK ve İskan Bakanı Faruk Özak, seçim çevresiyle en içli dışlı siyasetçilerin başında geliyor. Trabzonspor’un eski başkanı ve oyuncusu olması nedeniyle, şehre karşı sorumluluğu daha da artan Özak, şu sıralar en çok şikayeti kulübü nedeniyle alıyor.
Trabzonspor’un 40 yıl önce, üniversiteli ilk oyuncusu olan Özak, gelinen noktayı büyük üzüntüyle karşılıyor ve hiç çekinmeden yönetimi eleştiriyor.
"Mevcut kriz durumu doğru yönetilmedi" diyen Bakan, şöyle devam ediyor:
"Yönetici başarısızsa gitmeli, yenisi gelmeli ve bu zamanında olmalı. Acil yapılması gereken kongreyi 8 Şubat sonrasına bırakıyorsan, bu, ’yeni yönetim transfer yapmasın’ demektir. Olur mu böyle bir anlayış?"
ŞALVARLI KADINLARIMIZ ORADAYDI
Trabzonspor’un "Dört Büyük" kavramını, İstanbul kulüplerinin büyük seyirci ve kaynak avantajlarına rağmen mucize eseri yerleştirdiğini anımsatan Özak, "Yeni yönetimin önü açılsın" çağrısı yaptı.
Trabzonspor’un kaynak, ihtiyaç ve hedefler doğru saptanmadan yönetildiği uyarısında bulunan Özak, üzüntüsünü dile getirirken şu örnekleri verdi:
"Trabzon, sporda başka bir kenttir. Bunun bilinci ile hareket edilmeli. Daha 1914’te İdman Yurdu kurulmuş. İki sene sonra Atatürk’e telgraf çekilmiş, başkanlık önerilmiş. O da bunu kabul etmiş. Bu tek örnektir. 1924’te Trabzon’a geldiğinde de Trabzon Lisesi defterine, ’Bedeni idman, fikri idmanla müvazi (paralel) gitmeli’ diye yazmış."
"Trabzon’da 1911’de çim hokeyi var, tenis var."
"1958’de kulüpte klasikler, kütüphane, tiyatro vardı, saz kolu vardı. Münazaralar yapılırdı. Karnesi iyi olmayan idmana alınmazdı. Kadınlarımız, şalvarları ile stada gelir maçları izlerdi."
Böylesi spor geleneği olan Trabzon’un, tam bir sanatçılar kenti olduğunu da söyleyen Özak, "Saysam bitmez. Metrekareye vurun, en çok sanatçı bizden çıkar. Burası Osmanlı’nın şairleri, edipleri vali yaptığı ildir" dedi.
DEDELERİMİZ KAÇARKEN
Özak, Rusların zamanında "Gidin burayı bir inceleyin" diyerek, 15 bin kitabın editörünü Trabzon’a gönderdiğini de gururla anlattı.
Ardından da, "İşte bu Trabzon’dan ’Adam vurulan yer Trabzon’ noktasına gelinmesine çok üzülüyoruz. Trabzon, birkaç marjinalin imajını zedeleyeceği bir il değil. Bunu anlatacağız" dedi.
Dünya Fair Play Ödülü sahibi Hilal Coşkuner’in Trabzonlu olmasını da mutlulukla anımsatan Özak, 21 Şubat’ta Ankara’da "muhteşem" bir şenlik düzenleyerek, "İşte Trabzon bu" diyeceklerini anlattı.
Özak, şenlikle ilgili çok ilginç bir bilgi de verdi.
Rusların, şehri işgal ederken, dedelerinin Trabzon’dan kaçışını filme aldığını öğrendiklerini söyleyen Özak, "Moskova’da filmi bulduruyoruz" dedi.
Yetiştirebilirlerse şenlikte filmi de göstereceklerini aktaran Özak, Trabzonlu sanatçılarla ilgili bir kitabın da bitmekte olduğunu açıkladı.
Trabzon’la ilgili çalışmalar Özak’ın mesaisinin önemli bölümünü alıyor.
Ama Özak, bundan hiç yakınmadı; aksine Trabzon’un doğru imajını ortaya çıkaracak her çalışmanın hem omuzlarındaki yük ve sorumluluğu hafifleteceğini hem de kendisini mutlu kılacağını söyledi.
Yazının Devamını Oku 28 Ocak 2008
NEVVAL Sevindi ile birlikte ziyaretime gelen DP Genel Başkanı Süleyman Soylu’yu, bu ilk karşılaşmamda heyecanlı; ama üstlendiği işin ne kadar zor olduğunun bilincinde gördüm. Görüşme boyunca sık sık "düzgün", "dürüst", "demokrat" sözcüklerini kullanan Soylu, bu 3D’yi politik anlayışının temel taşları olarak görüyor. Bu sözcükleri, liderlik koltuğuna daha önce oturanların da kullandığını, ilk başarıdan sonra ise bir çırpıda unuttuğunu anımsattım.
Son örneği de "AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan" diye verdim.
Erdoğan, 2002 seçimini kazandıktan sonra AKP tüzüğünün demokratik birçok maddesini değiştirip, genel başkanın yetkilerini artırmıştı.
Soylu, 3D’yi böyle görmememizi isterken onların, diğer partilerle DP’nin farkını ortaya koyan temel yaklaşımlar olacağını söyledi.
CHP SOLA, AKP SAĞA
Soylu, 2D’nin (düzgün ve dürüst) özellikle AKP’ye karşı izleyecekleri politikada yol gösterici olacağını belirtirken, "Çünkü, AKP iktidarında bu 2D’nin görünmediği o kadar çok icraat, o kadar çok iş var ki sormayın" dedi.
AKP’yi, Türkiye’nin yüzleşmesi gereken pek çok sorununu çözmek yerine, bunları gündemde tutarak oy avcılığı yapmakla suçlayan Soylu, Erdoğan ve AKP’yi gerginlik yaratmada örneksiz buluyor.
DP’nin çiçeği burnunda genel başkanı, bu çerçevede topu ortada bırakmayacaklarını, AKP’nin daraltacağı alanları genişletmeyi hedefleyeceklerini anlattı. Siyasete yeni bir anlayış getirme iddiasıyla yola çıktıklarını ısrarla vurgulayan Soylu, şöyle bir iddia içinde:
"AKP’yi biraz daha sağa iteleyeceğiz. CHP’yi ise sola. Çünkü, ortadaki geniş kesimin gerçek temsilcisi biziz."
Bu iddiayı hiç gerçekçi bulmayan çok kişi çıkar; ama Soylu, AKP ve CHP’nin eski siyaset anlayışları gereği sonunda patinaj yapacağı inancında.
BEYAZ YÜRÜYÜŞ
Üçüncü D’ye (demokrat) ise farklı bir görev yüklüyor Soylu.
Bu D’nin öncelikle parti içinde görüleceğini söyleyen Soylu, genel başkan dahil herkesin ön seçime gireceği sözünü verdi.
Projeleri ve yaptıkları ile kendisini tabana anlatanların, halka hitapta da başarılı olacağını ifade eden Soylu, "Bu arkadaşlarımın yolunu açmak temel görevimiz olacaktır. Bunu zaman içinde herkes görecek" dedi.
Soylu’ya bakacak olursak DP tabanı genel başkanlarını görmekten yorulacak.
Türkiye’de ayak basmadık yer bırakmama iddiasındaki Soylu, bunu "Beyaz Yürüyüşümüz" diye tanımladı.
Genel başkanlık yarışında yaptığı gezilerin dahi kendisi için çok öğretici olduğunu söyleyen Soylu, iki de örnek verdi.
Keçiborlu’da bir DP’li, "Kepeneği adamına giydireceğiz" derken, Mersin’de bir diğeri meramını, "Teşkilatları ayakkabı eskisi gibi kullanmayın" diye dillendirmiş.
"Partimizin para sorunu yok" diyen Soylu’ya göre bir ilkleri daha var.
Harcamalar şeffaf olacak ve bağımsız denetim kurumlarınca denetlenecek. Bütün bunlara rağmen iddialı sözlerle zor bir yola çıkıldığı ortada.
Yazının Devamını Oku