21 Nisan 2008
DTP Grup Başkanı Ahmet Türk, DTP Genel Başkan Yardımcısı (Eşbaşkan) Emine Ayna ve Grup Başkanvekili Fatma Kurtulan’la yemek yedik. Türk’ün ev sahipliğini yaptığı yemekte, ilk kez bir araya geldiğim bu üç isimle, doğal olarak ağırlıkla Kürt sorunu ve DTP üzerine konuştuk.
Çoğunlukla Türk konuştuğu, Ayna ve Kurtulan da onu tamamlayıcı ifadeler kullandıkları için alıntılarımı sadece Türk’e dayandıracağım.
İlginç açıklamalar dinledim; ama sonuçta yemekten umutla ayrıldığımı söyleyemem.
Neden mi, sorusunun yanıtını özetle aktarmaya çalışacağım.
ÇÖZÜM BİZİMLE DE OLMADI
Türk, Kürt sorununda önemli bir aşamanın, "Kürt kimliğini inkár sürecinin" içeride de, dışarıda da geride kaldığını söyledi.
Bu sonucu, "O zaman kimlikleri savunacak oluşumlar gerekiyordu" diyerek PKK’nın sağladığı izlenimi bırakan Türk, o sürecin toplumda bir ayrışma yarattığını kabul etti.
Anladığım, Türk’ün o dönemki "silahlı mücadeleyi" hálá haklı gördüğü.
"İnkar sürecinin" bu şekilde aşıldığını savunan Türk, "Şimdi yeniden bütünleşme zamanı. O nedenle yeni bir çatı partisini konuşuyoruz" dedi.
Türk’e göre, çözüm ne DTP ile ne de CHP, AKP ve MHP’yle oluyor.
O nedenle yeni oluşum şart ve bu, ağırlıkla sol bir parti olacak.
Ama Türk’ün temel bakışında, sorunu çözümsüzleştiren "silahlı güce" karşı çıkış görmedim; aksine onu haklı kılan değerlendirmelere tanık oldum.
Öncelikle PKK’nın bir terör örgütü olmadığını, halkın içinden gelen, halkın desteğine sahip bir organizasyon olduğunu söylemeye devam etti.
Son Nevruz kutlamalarına katılan 2 milyon kişiyi de tanık gösterdi.
SİLAH BIRAKMAYA KOPENHAG ŞARTI
"Silah bırakılmadıkça sorunu hiçbir iktidar, hiçbir parti çözüm getiremez" değerlendirmesine, "PKK silah bırakır, bırakmak da istiyor. Türkiye’de Kopenhag Kriterleri geçerli olsun, silah bırakılmazsa ilk biz karşı çıkarız" iddiasıyla yanıt veren Türk, ekledi:
"Kürtler silaha tapmıyor ki."
Anlayacağımız, silah bırakmanın şartı var; oysa çatı partisine davet ettiği sol çevrelerin dahi ilk şartı silah bırakmak.
Türk, etnisiteye dayalı politikanın halklara ağır fatura yüklediğini de söyledi; ama faturadaki silahın belirleyici rolünü, bence hálá görmezden geldi.
O nedenle ki kendisinin ifadesiyle "ayrışmada" silahın rolünü kabul etmeden, "yeniden bütünleşme" nasıl mümkün olabilir?
Silaha karşı çıkmadan bir çatı partisi, hem de iddialı sol isimlerle!!!
Üstelik bu parti Türk’ün ifadesiyle, çağdaş ve demokrat olacak, Kürtlere ve Türklere, "Menfaatiniz birlikte yaşamakta" diye seslenecek.
Silah ise hálá ortada duracak!
Bu arada, aralarında bir görüş ayrılığı olmadığını söyleyen Türk ve Ayna, soruna çözüm getirmediği için 22 Temmuz ardından bölgede AKP’ye karşı güç kazandıklarını; bunun yerel seçimlerde görüleceğini de belirttiler.
Silahın gölgesinde bunu ne kadar başaracaklarını birlikte göreceğiz.
Yazının Devamını Oku 17 Nisan 2008
ABDULLAH Gül sonrası Köşk’te birçok uygulamanın değişeceğini biliyorduk.<br><br>İlk uygulama 31 milyon YTL’lik restorasyon ve tefriş çalışmaları oldu. Köşk’te şimdi de dışarıdan hizmet alma dönemi başlatılıyor.
Personel yemeği, Ankara’nın tanınmış bir firmasına ihale edildi.
Köşk yetkilileri, yemeğin Köşk’te yapılmasıyla dışarıdan temini arasında bir maliyet farkı oluşmadığını; aksine iş yükünün azaldığını söylediler.
Dışarıdan hizmet alımı bundan sonra da sürebilir gibi; çünkü Köşk, personel maaşlarının yatırıldığı bankanın promosyon ödemesini, çalışana dağıtmak yerine, bu işlerde kullanmayı planlıyor.
Yemek uygulamasında bu yola başvuruluyor; başka hizmetlere de, örneğin lojmanlardaki Digiturk aboneliği gibi sıra gelebilir.
KAYSERİLİ’DEN SİVASLI’YA MESAJ
Gül, Kayserililiğini çok ayrıcalıklı bir yerde tutmaya özen gösteriyor.
Eşi Hayrünnisa Hanım da farklı değil.
Köşk’e çıkış da bunu hiç değiştirmedi; yemek mönüleri ilk gösterge oldu.
Ancak, Cumhurbaşkanlığı’nın ardından farklı tutum bekleyenler giderek artıyor.
On gün kadar önce Sivas’ın yerel önderleri, Gül’ü ziyaret etti.
O hafta sonu Kayseri-Sivas maçı vardı ve bu iki takım arasındaki maçlar, geçmişteki bazı acı olaylarla da anımsanıyor.
Heyet, "Dostluk kazansın" dileğiyle Gül’e forma ve atkı hediye etti.
Gül’ün formayı giymesini kimse beklemiyordu; ama maç öncesi güzel bir mesaj olur diye en azından atkıyı Cumhurbaşkanı’nın boynuna takmasını umuyorlardı.
Gül’ün bu jesti yapmaması bir burukluk yarattı.
Sonuçta da Gül’ün bu tutumu, Kayseri aşkı kadar, son günlerin flaş ismi, eski siyasi arkadaşı Sivaslı Abdüllatif Şener’e mesaj verme diye de okundu.
Kayseri duyarlılığı konusunda bir örnek de Hayrünnisa Hanım’dan.
İki hafta önce, Cumhurbaşkanı olarak Gül’ün, Kıbrıs’tan sonra ilk yurtdışı gezisini yaptığı Strasbourg’daydım.
O gezide düzenlenen kokteylde, Hayrünnisa Hanım’ın etrafını saran kadınlara yönelttiği ilk sorulardan biri, "Aranızda Kayserili var mı?" olmuş.
Ne var bunda demeyin, First Lady’den böyle bir soru hiç beklenmiyormuş.
ZOR KARAR
Köşk’ü bugünlerde ise Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın, kızının hafta sonu yapılacak düğünü için gönderdiği davetiyenin sıkıntısı sarmış durumda.
Gül’ün de adının olduğu AKP’yi kapatma davasını görecek olan mahkemenin başkanının davetine icabet edilsin mi, edilmesin mi?
Doğrusu bu soruyu bugünlerde devletin tepesindeki çok kişi tartışıyor.
Muhalefet için de durum farklı değil.
Oysa Haşim Kılıç, dava nedeniyle davet listesini aile dostlarıyla sınırlı tutsaydı böylesi bir sıkıntı oluşmayacaktı.
Başkan Kılıç’a bu yönde yapılan eleştiri çok.
Zaten AKP milletvekilleriyle kebapçı açılışına katılıp birlikte kurdele kesmesi de yadırganmadı değil.
Ki, Kılıç’ın yüz ifadesi de sanki, "Ne arıyorum burada" der gibiydi.
Gördüğünüz gibi dava, sadece AKP’ye değil, herkese göre ayrı sıkıntı oldu.
Yazının Devamını Oku 14 Nisan 2008
FRANSA’DA okuyan öğrencilerimiz geçen hafta Strazburg’da, 400 gencin katıldığı "Türk Öğrenci Kongresi" düzenledi. Ömer Gülel ile Hakkı Ünal başta olmak üzere 15 arkadaşın bu başarılı organizasyonunda öğrenciler, Türk ve Fransız akademisyen, işadamı, gazeteci ve siyasetçileri dinleme; onlara soru yöneltme olanağı buldular.
Doğal olarak AB-Türkiye ilişkileri konuşmaların ana teması oldu.
Türkiye’nin geleceği bu gençlerin çoğunun, AB’nin en güçlü ikinci ülkesinde eğitim görseler de tam üyelikte "mutlu son" beklemediklerini gördük.
Gençler arasında, "Bizi niye alsınlar ki" diye soranlar çok; ama, "Türkiye, girmek isteyen değil de zorla alınmak istenen ülke" şeklindeki algılama daha yaygın, diyebiliriz.
TEK VE İLK
Konuşmacıların bu anlayışı değiştirmeye çalışmasına rağmen, öğrencilerin işadamı Hamdi Akın’ın sorusuna verdiği yanıta baktığımızda yüzde 80’inin Türkiye’ye dönmekten yana olduğunu gördük.
Sanırım geri kalan yüzde 20 de Fransa’daki gurbetçilerin çocuklarıydı.
Konuşmacılara göre, bu ruh haline karşı "Başarıya odaklanma" panzehirini kullanmak en akılcı yoldu; organizasyon sahiplerinin mesajı da aynıydı.
Çünkü, arkadaşlarının karşısına çıkardıkları Rouen Teknik Üniversitesi Rektörü Prof. Cafer Özkul, tam anlamı ile bir başarı öyküsüydü.
Malatya’nın Kocaözü Köyü’nden çıkan Özkul, devlet parasız yatılı okuduktan sonra Etibank’tan kazandığı bursla 37 yıl önce Fransa’ya gitti.
Orada kalıp 2005 yılında da Ordinaryüs Profesörlüğe yükselen Özkul, geçen yıl 26 bin öğrencisi olan üniversiteye, üç aday arasından 132 oyun 80’ini alarak ve de ilk tur oylama sonucunda rektör seçildi.
Yurtdışında ilk ve tek Türk rektör olan Prof. Özkul, Türk öğrencilerin karşısında, tam uyum halinde, "iki dilli, iki kültürlü" olmanın avantaja dönüştürülebileceğinin kanıtı gibi durdu.
DİN ETKEN DEĞİL
"Şimdi ülken için neler yapabilirsin" sorusuna muhatap olduğunda Hamdi Akın’ın, "Biz öğrenci yollayalım, eğitip geri göndersin yeter" demekten kendini alamadığı Özkul, AB konusuna da Türk öğrenciler gibi bakmadı.
Dışarıdan baktığında Türkiye’nin en önemli sorununu, "donanımlı nüfusa sahip olmamak" diye özetleyen Özkul, şöyle devam etti:
"AB’ye girme sorunumuz yok aslında. Sorun nüfusun kalitesi."
Özkul’a, Başbakan Erdoğan’ın, üç çocuk önerisini anımsatmaya gerek yoktu.
Çünkü Hoca, Türkiye’nin genç nüfusu nedeniyle AB’ye alınacağı tezine katılmadı, "Yine söylüyorum; önemli olan nüfusun donanımıdır. Türkiye bunu yapabilir; yaptığımızda da görürüz ki Müslüman olmamız da üyelik için hiç engel değil" diye ısrar etti.
Özkul, Türkiye’nin adaylığına karşı çıkan etkili Fransız siyasetçilerle sık sık görüştüğünü, her defasında, "Türkiye’ye kapıyı kapatmayın. Gelişme ancak kapı aralık kaldığı sürece olacaktır" dediğini anlattı.
Aynı tavsiyeyi her görüştüğü Türk’e de yaptığını söyleyen Özkul, "Bu kapının açıklığı önümüzdeki umut olacaktır. Kapı açık kalırsa umut da gelir bizimle kucaklaşır" inancında.
Yazının Devamını Oku 10 Nisan 2008
TÜRKİYE Kültür Yılı nedeniyle Moskova’da, Enka’nın inşa ettiği Müzik Evi’nde Fazıl Say’ın, Názım Oratoryosu’nu dinledik. Başta Say olmak üzere, tiyatrocular üstadı Genco Erkal’a, o güzel seslerin sahipleri Zuhal Olcay’la Güvenç Dağüstün’e ve diğer tüm sanatçılara Türkiye adına teşekkür etmek gerekiyor.
Bu güzel eserin sınır aşmasını sağladığı için Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ile bakanlığını da unutmamalı.
Benim gibi Nazım şiirleri ile büyümüş olanların Oratoryo’dan etkilenmesi son derece doğaldı; ama Erkal’ın okuduğu şiirlerin sadece ekrandan Rusça akmasına rağmen esere Rusların gösterdiği hayranlığın, tahminlerin çok üzerine çıktığı görüldü.
Názım, günümüzde Rusya ile Türkiye arasında zaten kültür köprüsü olmuştu ve Günay da hakkı, "Rusya-Türkiye arasındaki kültür etkinliğine Názım’la başlamasak sanırım yalnız korkaklık değil haksızlık da yapmış olurduk" diye teslim etti.
Ama Oratoryo gösterdi ki Say, köprüyü epey genişletiyor.
KIZLAR ONU ÇOK SEVİYOR
Oratoryo’yu dinlemeye gitmeden önce bakan düzeyinde görülen Rusya Kültür Ajansı Başkanı Vlademir Şivorsky’nin, Günay onuruna verdiği yemeğe katıldım.
Şivorsky, Türkiye’ye çok yakın; "Merak etmeyin Putin değişse de ben burada olacağım" diyerek yeni projeleri hayata geçirmek istediğini söyledi.
İlginçtir, kültürel ilişkilerde edebiyatın önemine değindikten sonra, "Ama Tarkan çok önemli" diyerek iki kez Tarkan’ın Rusya konserlerine atıf yaptı.
Cümlenin devamından anladım ki bu önem sadece Türkiye için değil, Rusya ve bizzat kendisi içinmiş de:
"Tarkan her yıl geliyor; ama gençler yine onu istiyor. Hele kızlarımız onu çok istiyor, çünkü çok seviyorlar. Bu yıl da gelmeli. Erkek arkadaşlarının oylarını da onlar belirliyor ve unutmayın onların tümü seçmen."
Hani şaka yaptığını sanırsınız; ama oldukça ciddiydi.
AYDIN VE YAZAR DİYALOĞU
Şivorsky, Türkiye ile ilişkilerin neden tam istedikleri düzeyde olmadığı konusunda bir araştırma yaptıklarında kültürel temasın azlığının ortaya çıktığını anlattı.
Bunu aşmak için sadece Tarkan’ın yeterli olmayacağını bildiğinden yeni projeler de geliştirmiş.
Türk yazarlarına ilgili olduklarını, Orhan Pamuk’un Nobel almadan önce eserlerinin Rusça’ya çevrildiğini anlatan Şivorsky ile Günay hemen yayıncıları buluşturmaya karar verdiler.
Kültürel ağırlıklı bir yemek oldu; ama Günay işin turizm boyutunu da hiç ihmal etmedi.
"Sizi çok seviyoruz ve iyi hizmet vermeye çalışıyoruz, bize gelmeye devam edin. 2.5 milyonu 10 milyona çıkaralım" dedi ve muhatabını Antalya’ya davet etti.
Şivorsky ise karşı daveti Sibirya ile yaptı; ama insaflıydı, "Merak etmeyin yazın gideriz, başka bir güzel oluyor" demeyi ihmal etmedi.
Yazının Devamını Oku 3 Nisan 2008
YÖK Başkanı’nın maaşındaki artışla ilgili pazartesi günkü yazım üzerine Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, uzun ve ayrıntılı bir açıklama yolladı. Çelik’in, Ankara Temsilcimiz Enis Berberoğlu’na gönderdiği açıklama, haber ve yazımdaki temel hata olan "En yüksek devlet memuru aylık gelirinin yüzde 200 oranından" maaşın üç değil iki katını anlamak gerektiğini netleştiriyor.
Bu çerçevede, zam oranındaki farklı rakam konusunda gazetemden, okurlarımızdan, Bakan Çelik’ten, ilgili bürokratlardan çok özür diliyorum.
MAAŞIN HESABI
Açıklamada, kararname taslağının Maliye Bakanlığı’na gönderilerek görüş istenmesinin mali mevzuata ilişkin olduğu belirtiliyor.
Bu konuda zaten aykırı bir görüş ifade etmedim.
Maaş hesabı teknik ayrıntı ile süren açıklamada özetle; 4.572,21 YTL olan brüt maaşın iki katının 9.144,42 YTL olduğu, bundan 2.145,99 YTL vergi kesileceğinden net maaşın 6.609,49 YTL olacağı aktarılıyor.
Açıklama, yazımdaki, "1993’teki artış yüzde 65, bu kez yüzde 200. Fark yüzde 135. Bu nasıl oluyor da yüzde 34’e tekabül ediyor?" sorusuna yanıtla devam ediyor.
"1993’te YÖK Başkanı’nın maaşı, birinci derecenin son kademesindeki profesörlerden rektörlüğe atananlara ödenen brüt ücretin yüzde 65 daha fazlası olarak belirlendiği" anımsatılarak bu kez en yüksek devlet memuru maaşının esas alındığından artışın, brütte yüzde 34, vergi sonrasında ise yüzde 26 olduğu yazılıyor.
YALAN VE VEHİM BİZDE YOK
Açıklamanın sonu bölümünde ise benden haberin, "yalan, yanlış, eksik bilgilere ve vehimlere dayalı olduğunun kabulü" istenmekte.
Yanlışlığı ve eksik bilgiyi kabul ederim.
Ama yalan ve vehim sözcüklerini kökten reddederim.
Bu belgeler kimin eline geçse önemli haberdir.
Çünkü, hükümete yakınlığı atandığı günden beri gündemde olan, hükümetin hoşuna giden açıklamaları nedeniyle Maliye Bakanı’nın, "Sıkıysa öyle konuşmasın" dediği YÖK Başkanı’na yasaların elverdiği en yüksek zam yapılıyor.
Öğretim üyeleri dahil bütün memurlara yüzde 4 zammı yeterli gören hükümetin, YÖK Başkanı’na 34 daha vermesini, "Ben niye hak etmiyorum" diye sorgulayacak milyonlarca memur çıkar.
"YÖK Başkanı değişmeseydi bu yapılır mıydı?" sorusu da ayrı.
Ama üzüldüğüm bir nokta da şu oldu:
YÖK Başkanı konuyu, eski ve yeni eşiyle yaşadığı tartışmayı kamuoyuna açıklayacak noktaya; bu yetmezmiş gibi bir eğitimci olmasına karşın, onları nasıl etkileyeceğini düşünmeksizin, çocuklarının okul taksitlerini ödeme sorununa getirdi.
O nedenle keşke haberin rakamı da doğru çıksaydı, tam da Başbakan’ın istediği gibi üç güzel evlada sahip YÖK Başkanı, eğitim gideri sıkıntısından kurtulsaydı.
Hükümetin elinden gelen şimdilik bu kadar, umarım yasalar değiştirilir, gerisi de gelir. Darısı diğer memurların başına.
Yazının Devamını Oku 31 Mart 2008
YÖK Başkanı Prof. Yusuf Ziya Özcan’ın göreve geldikten sonra Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’la yaptığı görüşmede maaş zammını da konuştuğunu bana ilettiklerinde buna olasılık vermedim. Yine de kaynağım, "Peşini bırakma. Bak bakalım bir zam kararnamesi çıkacak mı?" diye uyardı.
O günden beri bu işi takip ettim; kararname taslağı Başbakanlığa gidene kadar sabırla bekledim.
Kararname taslağının yazılmasını YÖK Personel Dairesi’nden isteyen Özcan, oran konusunda Unakıtan’la en yüksek devlet memuruna ödenen aylığın yüzde 200’ü olması konusunda anlaştıklarını da söyledi.
Özcan, yardımcılarına, "Maaşlarınıza zam geliyor" müjdesi vermeyi de ihmal etmedi.
ZAM MÜJDESİ ÖZCAN’DAN
YÖK Başkanı’na, en yüksek devlet memuruna ödenen aylık (ek gösterge dahil), taban aylığı, yan ödemeler ile özel hizmet, makam ve temsil tazminatları toplamının brüt tutarının yüzde 200’ü oranında zam öngören kararname taslağı YÖK’ten Milli Eğitim Bakanlığı’na gönderildi.
Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, haberimizin ardından, "Yasaya göre artış oranı, en yüksek devlet memuru maaşının iki katını aşamaz" dedi.
İyi de Sayın Çelik, bunu biliyorduysanız o zaman YÖK’ten gelen taslağı neden aynen Maliye Bakanlığı’na gönderdiniz?
21/2/2008 tarihli ve B.08.0.YÖG.0.16.01. 4596 sayılı üst yazınızla gönderdiğiniz taslak, Maliye’den neden aynen onaylandı?
Bilgi için Devlet Personel Dairesi’ne de gönderdiğiniz bu taslağı, mevzuata uygun diye Başbakanlığa yollamadınız mı?
BELGEM SAHTE Mİ
Hemen burada soruyorum; eğer bu elimdeki kararname sahteyse herkesten, gazetemden, okurlarımdan özür dilemeye hazırım.
Ama yok öyle değilse, "İki katını geçemez" diyen Hüseyin Çelik’in buna yapacağı bir açıklama var mı?
Üst yazısında ne var doğrusu çok da ilgilenmedim; çünkü biliyorum ki Bakanlar Kurulu üyelerinin imzalayacağı evrak üst yazı değil, kararname taslağının kendisi.
Şunu da biliyorum; haber bizim gazetede manşet olunca bazı gazeteler taşra baskılarından konuya vakıf oldu.
Eğitim muhabirleri hemen harekete geçip gecenin yarısı bürokratları aradılar.
Acaba, yüzde 200 oranı o zaman mı fark edildi de bu nedenle mi Çelik, doğrudan maaş rakamı verdi?
Çünkü, Çelik bilmeli ki, bürokratların maaş atışları, öyle, "6.600 YTL" diye yazılarak yapılmaz; artış oranı katsayıya, ek ödemelere, vs. bağlanır.
O nedenle bakan 6.600’ü neye göre çıkardı bilmek isterim.
Kararname, "Yüzde 200" dediğine göre net artış oranı 1993’teki düzenlemeye göre yüzde 135 daha fazla.
Yüzde 135 nasıl oluyor da yüzde 30 artış gibi sunuluyor?
Hani bilen bir maliyeci de bunu açıklasa çok sevineceğim.
Yoksa, "iki katını" yüzde 200 diye anlayan bir YÖK Başkanımız ve bu hatayı fark etmeyen bürokratlar silsilemiz var deyip, Allah hepimizi korusun diye dua mı edeceğiz?
Çünkü, orana bakarak, Başbakanlık Müsteşarı’nın maaşının yüzde 200’ünün yaklaşık 15 bin YTL tutacağını belirtmek kadar doğal ne olabilir ki?
Yazının Devamını Oku 27 Mart 2008
KÜÇÜK bir rahatsızlık nedeniyle iki gün MESA Hastanesi’nde konuk edildim. Başhekim Dr. Necati Çanakçı ile doktorlarım Ayhan Kuzu, Mustafa Arsan, Semra Doğan; Hemşireler Direktörü Fatoş Gürbüz, bölüm hemşiresi Hüsne Gümüş ile hastanenin iletişim sorumlusu Sidar İvegen çok güzel bir ev sahipliği yaptılar.
Hemşireliğin ne kadar kutsal bir görev olduğunu bir kez daha anımsatan, yüzünde gülümsemesi hiç eksilmeyen Semra Çimendağ’ı ayrıca anmalıyım.
Rastlantının böylesi denecek şekilde odamı, köşe komşum Fatih Çekirge’ye bırakarak, kendisini Semra Hemşire’ye emanet ederek hastaneden ayrıldım.
YÜZBAŞI
MEHMET HİLMİ
Hastanede kitap karıştırmak için de zaman oluyor.
Benim Osmanlı’nın son dönemi ile Cumhuriyet’in kuruluş yılları arasındaki tarihe karşı özel bir merakım var.
Bu ilgimde alt düzey subayların, sıradan insanların anılarını okumayı özellikle yeğlerim.
Onlarda hiçbir tarih kitabında bulamadığım olayları öğrenirim.
Hastanede, "Cepheden Cepheye Bir Ömür -Yüzbaşı Mehmet Hilmi (Sanlıtop)" kitabını okudum.
Kitabı yeğeni Gazanfer Sanlıtop kaleme almış.
Yüzbaşı Mehmet Hilmi Çanakkale Savaşı’nda Dardanos Tabyası’nı korumakla görevlendirilmiş.
Burası, son olarak 18 Mart töreninde Başbakan Erdoğan’ın iman gücüne atıfla, "Bu da laikliğe aykırı değildir" diye yeniden andığı Seyit Onbaşı’nın görev yaptığı tabya.
İKİNCİ GÜN
BAŞARISIZ
Özel bir araştırma yapmadım; ama hep merak ederdim; acaba Seyit Onbaşı’nın o fotoğrafı nasıl çekildi; o an o fotoğrafçı orada ne arıyordu?
Belki bilenler çoktur; ama bilmeyenlerin ilgisini çeker diye Yüzbaşı Mehmet Hilmi’nin anlatımı ile o meşhur fotoğrafın öyküsü şöyle:
"Batarya çok şiddetli bir atış halindeydi. Mermi taşıyan arabalar yetersiz kalıyordu. İşte tam bu sırada Havranlı kahraman er Seyid, savaşın heyecanı ile öyle bir manevi güce ulaşmıştı ki normal zamanda yerinden kıpırdatması bile mümkün olmayan 276 kg ağırlığındaki mermileri, rahatlıkla kaldırıp sırtında taşıyarak toplara kadar çıkarmayı başarmıştı.
Ertesi gün bataryada yaşananlar da hayli ilginçti. Askere ve millete moral kazandırmak amacıyla fotoğraf çektirmek için gelen ekip, garip bir durumla karşılaşmıştı. Koca Seyid, kamera karşısında poz verirken aynı başarıyı göstermemişti. Çünkü bir gün önce ona insanüstü gücü veren şey savaş sırasında ulaştığı yüksek moral ve motivasyondu. O anda ise heyecanı yatışmış, normal bir insan olmuştu. Tahtadan bir maket yaparak sırtına yerleştirdiler ve fotoğrafını çekerek o güzel sahneyi kalıcı hale getirdiler."
Yazının Devamını Oku 24 Mart 2008
UZUN süre AKP’nin önde gelen Milli Görüş kökenli isimlerinden biriydi. <br><br>Bir süredir pek sesi çıkmıyordu; ortak bir arkadaşımızla buluştuğu için önceki günü, "Merhaba" demek amacıyla aradı. Kısa sohbetimizde doğal olarak konu Ergenekon gözaltılarına geldi. Gözaltı biçiminden çok rahatsızdı, çarpıcı bir benzetme yaptı:
"Üzüntü verici bir tablo. Biri de parti genel başkanı. Elim vicdanımda. Benim genel başkanım bu şekilde gözaltını alınsa neler yaparım."
Umut verici bir bakıştı; demek AKP’de çifte standardı olmayanlar da var.
Ama, acaba geri plana çekilmesi de bundan mı, diye sormadan edemiyorsun.
NEREDE VİCDANLILAR
Hani her fırsatta vicdanlarını dinleyip ortaya çıkan sivri sözlü, dindarlıkları ile övünen AKP’liler ise bu kez sessiz kaldı.
Oysa, rakipleri çifte standart uygulasa dahi, dindarlık iddiasındaki biri, hele bir de iktidarı temsil ediyorsa, buna hiç yapmamalı.
Ancak, tablo öyle değil; Hz. Ömer’in adaletini iyi bildiğini sandığımız bu isimler, onun kemiklerini sızlatan söylem ve eylemlerde bulunuyor.
Bir de onlara yetişmek için son sürat gidenler var. Bunlar her dönem ortalıkta dolaşır ve ilk fırsatta öne çıkarlar.
Hangi parti iktidardaysa rotayı oraya çevirirler; o partiden milletvekili olmak için her yolu denerler.
İktidar partisinin DSP ya da CHP, MHP ya da AKP olması önemli değildir.
Kimse alınmasın; ama biz kırk kişiyiz, birbirimizi biliriz.
SAVCIYA SERZENİŞİM VAR
Şimdi gelin AKP’yi kapatma davası ile Ergenekon soruşturmasına bakalım.
AKP destekçisi medya ile diğer medyanın iki olayın savcısına yönelik tutumlarını değerlendirmek için, uçtakiler hariç, koyalım gazeteleri yan yana.
Ergenekon savcısının adı neredeyse hiç anılmıyor, fotoğrafları hiç basılmıyor, hakaret yok; sadece gözaltı biçimi eleştiriliyor.
Kapatma davası savcısına yapılanların ise bini bir para.
Ergenekon savcısına benimse bir küçük serzenişim var.
Gazetecilikte atlatma haber kadar keyif veren başka bir şey yoktur.
O nedenle keşke savcı, bazı köşe yazarlarına, gözaltıları önceden bilen yazılarının keyfini hiç değilse 24 saat yaşamaları için izin verseydi.
Ama, şükür ki onların atlatma keyfi hálá devam ediyor; daha kimlerin gözaltına alınacağını bilerek bizi çatlatmayı sürdürüyorlar!
Ne garip ki aynı kişiler, İlhan Selçuk’un kapatma davasını önceden bildiğini, davanın açılması için baskı yaptığını da savunuyorlar.
Merak ediyorum, acaba İlhan Selçuk, savcıya gidip kanıt da sundu mu?
İktidarla bağlantılı bazı özel kesim ve birimlerin gücünden eminim.
Eğer böyleyse somut kanıtları, yakında Youtube’da yayınlanır.
Bu vesile ile aklıma geldi.
Sık sık kapatma davasının arkasında askerler var mı, yok mu sorusuna muhatap oluyorum; her seferinde de şu yanıtı veriyorum:
"Eğer varsa, kanıtlarını mutlaka Youtube’da görürsünüz."
Artık Genelkurmay önünde sarı zarf verme devri sona erdi de.
Yalnız, Youtube’u kullanan AKP dostları, düşman görünerek, tersten AKP’ye çalışan bazılarının seslerini niye kıstı anlayamadım.
Akıllılarsa bunu Üniversitelerarası Kurul Başkanı’na da yapmazlar.
Yazının Devamını Oku