22 Mart 2008
AKP’yi kapatma davasının demokrasi için sağlıklı bir yol olmadığı ortada.<br><br>Hukukun gerekliliği ve yargının millet adına hareket ettiği gerçeği de. Yani yukarı baksan bıyık, aşağı baksan sakal misali bir durum.
Ne kadar sudan gerekçelere bağlayıp eleştirsek de iddianamede, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın sözlerinden alıntıların önemli kısmının 22 Temmuz sonrası söylemlerinden yapılması oldukça manidar.
Bu anlamda iddianame sahibini "ipe çeksek" dahi bir Başbakan’ın söyleminin ikinci seçim zaferinin ardından bu kadar kanıt bırakması düşündürücü.
Bu, "Değiştik" denmesine rağmen, AKP’nin önemli isimlerinin, geçmişlerinden kalan izlerle dini kriterleri, günlük sohbetlerinin ve insanları değerlendirmenin temel ölçüsü yapmayı sürdürdüklerinin bir işareti.
Size bunun ilginç bir başka örneğini de ben aktarayım.
HAFIZLIĞI VAR AMA
Geçen hafta üç günümü Erzurum’da, Palandöken’de geçirdim.
Her ne kadar Ankara’nın günlük siyasi gelişmelerinden uzak olsak da bulunduğumuz her ortamda siyasi sohbetler eksik olmadı.
Bu sohbetlerin birinde, yakın zamanda yaşanmış, Erzurum’da çok konuşulan bir konunun olduğunu öğrendim.
Mekán Erzurum’un ünlü Tortum Cağ Kebap Lokantası’nın VIP bölümü.
Konuklar Erzurum Milletvekili ve Sağlık Bakanı Recep Akdağ, AKP Genel Başkan Yardımcısı Haluk İpek, TBMM İdare Amiri ve Erzurum Milletvekili Muhyettin Aksak, Vali Celalettin Güven, Büyükşehir Belediye Başkanı, AKP İl Başkanı ve adlarını öğrenemediğim bir-iki isim daha.
Lokanta sahibi Kemal Koç, bu önemli konuklarını ağırlamaktan çok memnun.
Koç, konuklarının yanına gelip onlarla ilgilenme gereği duyuyor.
Hoşbeşten sonra Bakan Akdağ ile Koç arasında şu sohbet geçiyor.
- Kaç yaşındasın Kemal Bey.
- 60.
- Peki, hacca gittin mi?
- Henüz nasip olmadı Sayın Bakanım, gidersem de gizli gideceğim.
- Bu yaşa gelmişsin, hálá hacca gitmemişsen ne işe yaradı?
- Her hacca giden iyi inançlı demek değil Sayın Bakanım; hacca gitmedim, ama bende hafızlık var.
- Valla Kemal Bey, eğer hacca gitmediysen öbürlerinin önemi yok.
HACCA GİZLİ GİDECEĞİM
Hacca gitmese de inançlı bir Müslüman olduğunu bakana anlatamayan Kemal Koç’la dün ben de konuştum, duyduklarımı aktardım, hepsini doğruladı.
Sonra da; "Beş vakit namazımı kılar, Kuran’ımı da okurum. İnançlı insanlar örnek olmalı. O nedenle gizli gideceğimi söyledim" dedi.
Şimdi kimileri, ne var bu sohbette, diyebilir; ama hiç de öyle değil.
Bunun, "kişiyi değerlendirme ölçüsü" gibi algılanması son derece doğal.
Erzurum’da Akdağ’ın tutumuyla ilgili benzer başka yakınmalar da var.
Yakınanlar arasında AKP’liler de yok değil.
Bakanın, siyasi tercihlerini bir tarikata göre yaptığı yaygın söylenti.
"Onun için Erzurumlu olmak da önemli değil" sözü çok duyuluyor.
Akdağ, böyle davranmıyor olabilir; ama tarafsız bir gözlemciyi harekete geçirse, Erzurum’daki imajının bu olduğunu görebilir.
Belki, bakanın bu tür sohbetleri de o yöndeki imajına katkı sağlıyordur.
Çünkü Akdağ, bir bakan; dini değerlendirmeler yapan uzman değil.
Yazının Devamını Oku 17 Mart 2008
GÜNDEMİ AKP’nin kapatılması davası şoku doldurmuşken, biz Erzurum’da kış sporları ile ilgiliydik. Hafta sonu Kayak Federasyonu’nca düzenlenen Palandöken Uluslararası Kayak Yarışması yapıldı; 12 ülkenin sporcuları yarıştı. Oteller sporcu ve kaymaya gelmiş Rus müşterilerle dolu; ama Erzurum sokaklarında yarışmaya dair tek işaret yok gibiydi.
Bu ilgisizlik, Kış Olimpiyatları’ndan sonraki en büyük organizasyon olan 2011 Dünya Üniversite Kış Sporları Olimpiyatları’na emek verenleri derin derin düşündürüyor.
DAHA KOORDİNATÖR YOK
Erzurum’un bu olimpiyatlara ev sahipliğini kazanmasının ardından bir yıldan fazla süre geçti.
Şehirde bu amaçla, buz pateni, atlama kuleleri gibi tesisler de dahil sadece kamunun yapacağı yatırım toplamı 250 milyon Euro’yu geçecek.
Otelleri ve kayak pistleri ile Palandöken ikiye katlanacak.
Atatürk Üniversitesi içinde 2 bin 500 sporcunun kalacağı bir sporcu köyü inşa edilecek.
Bu tesisler olimpiyat sonrası Erzurum’un hizmetinde kalacak.
Sonradan kullanım konusuna da en az inşa kadar önem veren Spordan Sorumlu Bakan Murat Başesgioğlu, "Bunun için çalışmalar yapıyoruz" dedi.
Özellikle spor adamları ise sonrasını değil olimpiyat öncesini düşünüyorlar; bir yılın somut proje üretilmeden geçildiğine inanıyorlar ve de henüz bir koordinatörün atanmamış olmasını büyük eksiklik olarak görüyorlar.
Görüştüğüm Başesgioğlu bu kaygılara hak vermekle beraber, "Atama yazısını, hafta içinde İçişleri Bakanlığı’na yolladım. Oradan da çok çabuk çıkacağını düşünüyorum. Bir vali yardımcımız görevi üstlenecek" sözleriyle müjdesini verdi.
DİRSEK ATMAKTAN VAZGEÇMELİ
Koordinatör işi çok önemseniyor; çünkü bu atama yapılmadığı sürece herkes diğerine dirsek atmaya devam edecek gibi.
Başesgioğlu, yatırım için bu yıl 40 milyon YTL’lik ödenek ayrıldığını, bunu önemli bir rakam olduğunu da söyledi.
İşin ikinci etap ve 5 kule ile ilgili projelerin ABD’li ve Slovenyalı şirketlere verildiğini aktaran Başesgioğlu, konuya ilgisinin sürekli kalacağı sözü verdi.
Ancak, işin asıl sahipleri Erzurumlular olmalı.
Yapılacak tesisler, Allah’ın her yıl verdiği neredeyse 7 ay Erzurum’dan eksik olmayan karı altın madeni gibi kıymetli yapacak nitelikte.
Ülkedeki dağların azlığı kış sporlarına çok yatkın Rusları Erzurum’a çekerken; kar azlığının Avrupa’da birçok kayak merkezinin kapanmasına yol açması da şehri cazibe merkezi yapacak.
Bu nedenle spor adamları, Erzurum-Sarıkamış-Ağrı Dağı üçgeninin kış sporları merkezine dönüştürülmesini bölge için çok yaşamsal buluyor.
Ama bunun ön şartını, Erzurumlunun birbirine dirsek atmak yerine, kol kola girip 2011’e hazırlanması olarak görüyorlar.
Yazının Devamını Oku 13 Mart 2008
ESKİ danışmanı Hüseyin Kocabıyık, Tansu Çiller’in, Başbakan olduğu dönemde İtalya eski Başbakanı Prodi’yi, kravatından tutup boğmaya kalkıştığını yazdı. Bu olay teyit edilemedi; ama 28 Şubat dizisi üzerinde çalışırken, Çiller odaklı, şiddet içerikli sözlerin geçtiği başka bir olayı teyit ettirdim.
Bu olayı aktarmadan önce Genelkurmay eski Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun bana yaptığı açıklamalarla ilgili iki yanıta yer vereceğim.
İlki eski Başbakan Mesut Yılmaz’a ait ve kısacık:
"Eski bir genelkurmay başkanı bugün, hálá eski bir başbakanı rahat ettirmemekle övünüyorsa orada konuşacak fazla bir şey yok. Bana göre bu tutum demokratik de değil sağlıklı da değil."
ANAP eski Grup Başkanvekili Beyhan Aslan’ın açıklaması ise şu:
"Parti olarak liseli kızlara türban serbestisi getirecek bir yasa teklifi vermedik. DSP hariç çeşitli partilerden milletvekillerimizce bir teklif verildi. Ama o da sadece Kuran kursları ve imam hatip öğrencilerini kapsıyordu. Hükümet de bu teklifi desteklemedi."
DEMİREL’İ TEHDİT EDİNCE
Şimdi 28 Şubat’ın sert rüzgárlarının en sert estiği, Erbakan’ın başbakanlıktan çekildiği günlerde yaşanan Çiller olayına dönelim.
Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olarak Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den randevu isteyen Tansu Çiller, gündemdeki konuları konuştuktan sonra günlük siyasi gelişmelere girdi.
Erbakan’ın ardından görevin kendisine verilmesi gerektiğini söyledi.
Demirel, konuya bakacağını söyledi.
Çiller, bu sözlerden kuşkulanınca üsteledi:
"Arkamızda yeterince milletvekili desteği var. Görevi bana vereceğinizi deklere edin; tartışma bitsin."
Demirel, yine, sırası geldiğinde kararını vereceğini söyledi.
Çiller, bu kez, görevi aldığının akşamı kabine listesini onaya getireceğini aktardı.
Demirel, sinirlenmeye başlarken, Çiller üstüne gitmeyi sürdürdü.
Üç lider olarak, (Erbakan, kendisi ve BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu) anlaştıklarını belirtti.
Demirel, kendisine akıl verilmesine gerek olmadığını ifade etti.
Çiller, Demirel’in kendisine görev vermeyeceğini anlamaya başlamıştı.
Yine üsteledi, son bir koz kullandı.
Görevin kendisine verilmemesi durumunda, Demirel’in cumhurbaşkanlığı sürecini tartışmaya açtıracaklarını ifade eden cümleler ağzından çıktı.
ERKEK OLSAYDIN
Demirel, bunu tehdit olarak algıladı; yanıt da çok sert geldi:
"Bak Tansu Hanım, eğer erkek olsaydın, seni şu camdan dışarı atardım."
Çiller şok geçirdi, şaşkınlığı sürerken Demirel noktayı koydu:
"Şimdi çık dışarı."
Anımsayanlar olacaktır, bu olayı o günlerde Hürriyet’te yazdım; ama Köşk’ten ve Başbakanlık’tan hemen "Böyle bir olay yok" açıklaması geldi.
Bizim meslek böyle bir şey işte; bazen haberinizin doğrulanması için 10 yıl beklemeniz gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 10 Mart 2008
28 Şubat dizisinde Mesut Yılmaz’ın, Org. Hilmi Özkök için, "Keşke bizim dönemimizin genelkurmay başkanı olsaydı" dediğine dikkat çeken bir kaynağım, Özkök’ün atanma süreci ile ilgilenmemi tavsiye etti. Süreci Fikret Bila, "Ankara’da Irak Savaşları" adlı kitabında anlatmış olmasına rağmen araştırma kararı verdim.
Özkök’ün selefi Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu’nu arayıp not bıraktım; kendisiyle konuşamasam da Bila’nın yazdıklarına ilave ilginç ayrıntılara ulaştım.
Bu ayrıntılar, DSP bölündüğünden DSP-MHP-ANAP hükümetinin azınlığa düştüğü 2002 Ağustos’unda atandığı için AKP’nin ilk döneminde görev yapan Özkök’ün bazı kesimlerin neden hedefi olduğunu da ortaya koyar nitelikte.
ARKA KAPI DİPLOMASİSİ
2002 Temmuz’unda Başbakan Ecevit, Genelkurmay Başkanı Org. Kıvrıkoğlu ile Başbakan Yardımcısı Şükrü Sina Gürel’i Başbakanlık Konutu’na çağırdı.
Dışarıdan bakıldığında gündem AB’nin olası Irak müdahalesiydi. Ama bu hiç konuşulmadı; Ecevit, bölgedeki olası gelişmeleri dikkate alarak YAŞ’ta komuta kademesinin değişmesini istemediğini belirtti, Kıvrıkoğlu’na, "Görev sürenizi uzatalım" önerisi yaptı.
Kıvrıkoğlu, "kendisini onurlandıran bu taktiri" kabul etti.
Diyalogu şaşkın izleyen Gürel, oraya çağrılma nedenini ancak Ecevit, "Konuyla ilgili koordinasyonu siz yapın" dediğinde anladı.
Gürel, ilk ziyaretini Cumhurbaşkanı Sezer’e yaptı. Süreci gizli götürmek için de Köşk’e, 5 Numaralı arka kapıdan girdi.
O ilk buluşmada, Sezer, "Sistemle oynamak sakıncalı olmaz mı, hükümetin durumu nedeniyle, yasa çıkarmada zorluk yok mu?" sorularını yöneltti. Sezer’in çekinceleri üzerine Gürel, bu kez gizlice Genelkurmay’a gitti.
Başbakanlık Konutu’ndaki buluşmada, Gürel "Uzatma kararının öncesi var sanki" diye düşünmüştü; Kıvrıkoğlu’nun istekli tutumu karşısında o gün bu düşüncesi daha da güçlendi.
Bu tutum Gürel’i, bir kez daha aynı kapıdan Köşk’e taşıdı. Sonuç yine değişmeyince Genelkurmay’a ikinci gizli ziyaretini yaptı.
Bu sırada gizli görüşmeler Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndan beri Kıvrıkoğlu ile tartışmalı olan Mesut Yılmaz’ın kulağına gitti.
Yılmaz, hemen Ecevit’e, "Koalisyondan ayrılırız" mesajını iletti.
ÖZKÖK’ÜN GELİŞİ, BAŞER’İN GİDİŞİ
Durum zorlaşınca çare olarak, Köşk’te dörtlü zirvede aranması benimsendi.
Sezer, bu yüzleşmede de isteksiz davranınca Ecevit ve Gürel sessiz kaldı.
Kıvrıkoğlu ise ilginç bir çıkış yaptı; gençliğinden beri tanıdığı Özkök, "İlişkileri ve tutumu nedeniyle" gericilik ve irtica ile mücadele edemezdi. Ancak sözleri karşısındaki üçlüde beklenen etkiyi yaratmadı; aksine onların kafasında, "Madem gençliğinden beri tanıyordun; o zaman niye Kara Kuvvetleri Komutanı yaptın" kuşkusuna neden oldu.
Bu toplantı sonrası Gürel, bir tur daha yapsa da sonuç alamayınca Özkök’ün atanması kesinleşti.
Özkök’ün yerine de Kara Kuvvetleri’ne Org. Edip Başer geliyordu.
Kıvrıkoğlu’na bildirme görevi de Gürel’e düştü. Sonucu kabul eden Kıvrıkoğlu’nun yeni bir önerisi vardı: "Yeni Kara Kuvvetleri Komutanı da Org. Edip Başer olmasın."
Gürel’in ilettiği öneriyi, Ecevit ve Sezer, "O atamada Genelkurmay Başkanı’nın tercihi kabul edilebilir" görünce soruna nokta kondu.
Böylece Özkök’ün ataması Başer’in emekliliği ile sağlanabildi.
Yazının Devamını Oku 6 Mart 2008
28 Şubat’ın dizisini yaptım; ama baş tanığın suskunluğu dikkatimi çekti. Bu tanığı, dönemin Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı’yı, 28 Şubat için konuşturmak üzere ilk girişimi pazartesi günü yaptım.
Ama paşa telefonda sessizliğini korudu, "Ben emekli olduktan sonra konuşmama kararı aldım" demekle yetindi.
Dün şansımı bir kez daha denedim. Mesut Yılmaz’ın, Hürriyet’te yayınlanan 28 Şubat analizinin, paşanın fikrinin değişmesine yol açtığını gördüm.
Çünkü, Karadayı, 28 Şubat’la ilgili ilk tarihi değerlendirmelerini yaptı, sorularla bir ölçüde de olsa, ayrıntılara girdi.
OYBİRLİĞİ İLE KABUL EDİLDİ
- Paşam, Mesut Yılmaz’ın analizini okudunuz...
- Evet, kaleme aldığı konuda tamamen mutabıkım. Çok iyi ifade etmiş; doğrusu bu. Tebrik ederim.
- Yazısında, "28 Şubat postmodern darbe değildi" diyor...
- Tabii ki. Ortada MGK kararları var. MGK kararlarını bütün askerler ve siyasiler oybirliğiyle kabul etmiştir. Bunun çarpıtmanın bir álemi yoktur. Şimdi o sonuçları değişik yerlere çekmek suretiyle sulandırmak isteyenler oldu. Darbe değildi. Darbe olsaydı iktidar değişir, asker başa geçerdi; böyle bir şey olmadı.
İNANDIĞIMI SÖYLEDİM
- Her şey MGK’da konuşuldu, tartışıldı demek istiyorsunuz...
- MGK’da fikirlerimizi açıkça söyledik. Böyle yapmak zorundaydık. Çünkü, aksi en büyük kötülüktür, kendi kişiliğinin kaybolmasıdır. İnandığım bir şeyi karşı tarafa söylemezsem kişiliğime olan saygım kaybolur. Ne olursa olsun; zarar göreceksem bile bunu söylemeliyim. Bugün bu zihniyete ihtiyaç var.
Silahlı Kuvvetler’in gücü budur. Bizler komutanların karşısına mutlaka alternatif fikirle çıkarız. Kararı sonunda komutan alır. Komutanın karargáhı var. Bu karargáhın görevi, ona yön vermektir. Yoksa, karargáha niye ihtiyacım olsun? Okullarda, akademide öğrendiğimiz budur. Yalnız liderin kafasından geçeni bulmaya çalışmak bu ülkeye kötülüktür.
KİŞİ DE LAİK OLUR
- TSK’nın hedefi neydi?
- TSK’nın görevi cumhuriyetin temel niteliklerini, laik yapısını, dışa ve içe karşı korumaktır. TSK her zaman kendisini siyasetin dışında görür. Bu onun temel prensibidir. Bugün bir irtica tehlikesi vardır, ciddidir. Silahlı Kuvvetler, irticaya karşı mücadelede de kendisini sorumlu görmektedir.
- Yılmaz’ın bir de laiklik değerlendirmesi var.
- Evet, çok önemli, çok doğru. Yılmaz’ın, "Kişi laik olmaz görüşü yanlıştır; nasıl demokrat olunursa laik de olunur" tahliline katılıyorum. Evet, laik insan da olur, devlet de. Laik olan insan, dinsiz demek değildir. Bugün laikçilik, dincilik gibi bir ayrım yapılması çok çirkin; insan üzülüyor. Her şeyin doğrusunu bulmak gerek.
UYKUSUZ GECELER
- 28 Şubat dizisinde başka ayrıntılar da vardı, örneğin Yılmaz’ı bir ziyaretinizde Başbakanlık’taki koku değişimini fark etmişsiniz...
- O döneme ait bazı detayları hatırlamıyorum. Aradan 10 yıl geçmiş. Hatta geçen gün genel sekreterim de bir şey söyledi, ben hatırlamadım. Çok sıkıntılı günlerdi. O detaylar doğrudur; ama hatırlamıyorum. Bütün bunlar arasında gece gündüz çalıştık, uykusuz geçirdiğimiz geceler çok olmuştur.
Yazının Devamını Oku 3 Mart 2008
DÖNEMİN Başbakanı Mesut Yılmaz’la 28 Şubat’ın öncesinde ve sonrasında yaşadıklarını konuşurken, iki konudaki görüşlerini de merak ettim. Birincisi kamuoyunda, "aklama-paklama" diye ağır eleştiriler alan, kendisi ve DYP Lideri Tansu Çiller’le ilgili soruşturma önergeleriydi. Özellikle, Çiller’in 500 milyarlık bir örtülü ödenek harcamasıyla ilgili önerge 28 Şubat öncesi büyük umut bağlanan Anayol’un sonunu getirmişti. Önergenin sahibi de bu sonucu iyi öngörmüş olan RP’ydi.
İkincisi de 2000 yılında Süleyman Demirel’in görev süresinin uzamasını da sağlayacak olan "Cumhurbaşkanı 5’er yıllık sürelerle iki kez seçilebilir" şeklindeki Anayasa değişikliğinin ANAP oyları ile reddedilmesiydi.
GRUP GEREĞİNİ YAPAR
Yılmaz, birinci konudaki eleştirileri haklı buluyor; ama bakın nasıl:
"Haklılık şurada: Evet, Tansu Hanım’la ilgili oylamalarda gruba ağırlığımı koysaydım, birkaç sivri çıkış yapan arkadaşlarımın dışındakilere oy verdirtebilir, sonuç alabilirdik. Ama o zaman da kendimizle ters düşecektik. Koltuğunu korumak için bunu yaptı, diyeceklerdi. Sonuçta yara almaktan öte bir şey olmayacaktı. Ben o gün grubun, hükümetin devamı yönünde oy vereceğini düşündüm. Burada yanılmışım. Sonuçta, grubumuzun büyük kısmının Tansu Hanım aleyhinde oy vermesi güven bunalımını doğurdu."
Bu noktada, o dönem ANAP grubunda İstanbul Milletvekili Halit Dumankaya başta olmak üzere bazı milletvekillerinin Çiller aleyhine çok sert, Yılmaz’ın tabiri ile bile "tahrikkár" sayılacak konuşmalar yaptıklarını anımsıyorum.
Yılmaz da kürsüye çıkarak, "Çamurun üstünde oturmayız" dedi.
Bugün Yılmaz, o sözünü, "Tansiyonu düşürmek için yaptım" diye açıklasa da ortağının ayaklanmasına neden olduğu açık bir gerçek.
Sonuçta bu çıkışlar Anayol’un ömrünü üç aya indiren gelişmeler oldu.
DEMİREL ÖZÜR DİLEMEYİNCE
Yılmaz, Demirel’in görev süresi konusuna ise, "O dönem grubun yapısını en iyi bilen gazetecilerden birisiniz" diye girerek beni tanık gösterme gereği de duydu.
"Bu konuda bana yapılan eleştiri ise haksız" diyen Yılmaz, nedenlerini açıklarken şöyle konuştu: "Yüce Divan kararları aldılar. Bunlar arasında bazıları grubun en saygın isimleriyle ilgiliydi. Mesela, bugün bile hangi koşullarda yaşadığı ortada olan Sefa Giray gibi dürüstlük timsali bir arkadaşımızı oraya yolladılar. İki sene Yüce Divan’da yargılandı; çok acı çekti. Grubun önemli bir kısmı bu nedenle infial içindeydi. Demirel’in kendilerinden özür dilemesini istiyorlardı. Demirel, bunu yapmadı, aksine, talebi dillendiren Ekrem Pakdemirli’yi mahkemeye verdi, tazminata mahkûm ettirdi. Bugün de eminim; o koşullarda ne yaparsam yapsaydım o insanlara farklı oy verdirtemezdim."
"Sonucu bir tek Demirel değiştirebilirdi" derken de şu gerekçeye sığındı:
"Özür konusunu ben de Sayın Demirel’den talep ettim. Hadi Cumhurbaşkanı için özür dilemek ağır gelebilirdi; ama bu arkadaşlarımızın gönlünü alabilecek bir jest imkánı vardı. Sayın Demirel hiçbir şey yapmadı."
Yılmaz, sözlerini, "Rahmetli Ecevit’in dahi bu gerçeği görmeden, grubumuzu eleştirmiş olması da ayrı bir üzüntümdür" diye tamamladı.
Yazının Devamını Oku 28 Şubat 2008
ÇETELERLE mücadelede hız kesilmiyor. <br><br>Bunda Başbakan Tayyip Erdoğan’ın katkısının büyük olduğu açık. Özellikle Ergenekon çetesi üzerinde yoğunlaşan hükümete yakın medyada ise, "Çetelerle mücadele bayrağını biz yükseltiyoruz" havası hákim.
Bu havanın gerçek olduğunu varsayarsak şu soruyu sormamız gerekiyor:
"Hadi size göre ’diğerleri’ Ergenekon’u görmüyor (ki yanlış); peki ama, tekelinize aldığınız bu mücadelede, kamudaki çeteler niye hiç yok?"
Enerji Bakanlığı’nda her gün yeni bir çete çıkıyor, belediyeler de cabası.
Bazı bakanlıklarda ise genel müdürlerin adları rüşvete karışıyor.
Açık konuşalım, işin içinde küçücük bir asker bağlantısı varsa öne çıkarılacak; ama AKP bürokratları ile ilgili olanlar görülmeyecek!
Oysa Ergenekon da, Mavi Hat da, Beyaz Enerji de, diğerleri de aynı.
Samimi olanın, hangisinde sonuna kadar gitmeye en küçük itirazı olabilir?
BAKAN OPERASYON DURDURUYOR
Okurlarımız iyi biliyor; birçok çete operasyonunu köşeme konuk ettim.
Bugün Mavi Hat operasyonunda ilk kez veya ikinci kez tutuklanan sanıkların çoğu ile ilgili önemli iddiaları burada gündeme getirdim.
Tutuklu bürokratların bazılarının göreve gelir gelmez yaptıkları usulsüzlükleri delilleri ile gündeme getirmeme karşın, görevleri korundu.
Onları görevde tutan Enerji Bakanı Hilmi Güler’in bugün en önemli savunması, "Kaliteli bürokrat bulamıyorum ki" oluyor.
Altı yıllık bakan için bu ne kadar gerçekçi bir gerekçe takdire bağlı; ancak Mavi Hat operasyonunda, ki iyi niyeti konusunda bir kuşku ileri sürme hakkımız yok, Bakan’ın tutumunda açıklamaya muhtaç noktalar var.
18 Eylül 2007 günü soruşturmayı yürüten savcı bakana gidiyor.
Duyduğum, aslında operasyonu öğrenen Güler savcıya gitmek istiyor; savcı, bunun yanlış olacağını düşünerek kendisi bakanlığa geliyor.
Savcı bakana, önemli bürokratlarının da işin içinde olduğunu söylüyor.
Bakan Güler, operasyonun bir süre durdurulmasını istiyor.
Şimdi bunu istemeye hakkı var mı yok mu tartışmalı bir konu.
Ama sonrasında vahim görülebilecek gelişmeler oluyor.
BAŞBAKAN DEVREYE GİRİYOR
Bakan, adı geçen bürokratlarla görüşüp açığa alıyor.
Aynı günlerde operasyon haberleri bakanlık koridorlarında uçuşuyor.
Bazı bürokratlar kaçıyor, bazıları kaderine razı oluyor.
Bu arada ilginç bir gelişme daha yaşanıyor; sanıkların telefon konuşmalarının içeriği değişmeye başlıyor.
İşte o an operasyonu yürütenler paniğe kaplıyor.
Benim öğrendiğim, çare, konu hemen Başbakan’a iletilerek bulunuyor.
Erdoğan da duruma el koyuyor; 15 Ekim 2007’de Bakanlığa yazı yolluyor; BOTAŞ başta olmak üzere bakanlıkta rüşvet alma, çete oluşturma, usulsüz işlere karışma gibi suçların işlendiği iddialarını iletip soruşturma açılmasını istiyor.
Bunun üzerine savcılık hemen yeniden harekete geçiyor.
Çete ayıranlara Başbakan’ın, bir toplantıda, "Enerji işleri iyi gidiyor" diyen Güler’i, "Orası iyi de, bakanlıktan hiç iyi haberler gelmiyor" sözleriyle tatlı sert eleştirdiği bilgisine sahip olduğumu da ileteyim.
Yazının Devamını Oku 25 Şubat 2008
TÜRBAN düzenlemesiyle ilgili süreçte Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Başbakan Tayyip Erdoğan’ın tutumları siyasi tarihe geçecek örnekte. Gül, önce, imzasını sivil toplum örgütlerinin (STÖ) girişimi ile masumlaştırmaya çalışıyor; kendisi öneri getireceğine muhalefet partilerine, "Beni de kurtaracak bir formülünüz var mı?" sorgusu yaptırıyor.
Sonra da daha dört günü varken, başkomutanı olduğu ordunun büyük bir sınava girdiği günün avantajından yararlanarak imzayı basıyor.
STÖ’lerin işe devam etmesinin niye durdurulduğu belirsiz(!) kalıyor.
Sonuçta askerin içine sindiremediği herkesçe malum bir düzenleme, başkomutanları tarafından, böylesi bir günde ülkeye hediye ediliyor.
İmzanın MGK sonrası gelmesi de ayrı bir konu. Çünkü, bu görüntünün, "askere rağmen" veya "askerin onayını alarak" imzaladı gibi spekülasyonlar yaratması mümkün ki, ikisi de yanlış.
Ayrıca, zaten asker bu işin dışında kalmamış mıydı?
MHP’NİN İPİ CHP’YE
İşin Gül cephesi böyle; ama biraz araştırdığımda gördüm ki konunun Erdoğan cephesi de siyasi etik açısından hoş olmayan birçok örnek içeriyor.
Çözüm için liderleri dolaştığını düşündüğümüz TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, meğer Başbakan’ndan CHP lideri Baykal’a ilginç sözlerini aktarıyormuş.
İlk öneri, "Anayasa Mahkemesi’ne gitme, 17. maddeyi sen düzenle" oluyor.
Erdoğan, anamuhalefete en temel hakkını kullanma diye mesaj gönderiyor!
Baykal dayanamıyor, Hisarcıklıoğlu’na soruyor:
"Başbakan yaptığı işin anayasaya aykırılığını görüyor ki böyle yapıyor. MHP ile protokol yapmadı mı? Anlaşmaları bozmakta olduklarını, maddeyi bana yazdıracaklarını ortağı MHP’ye iletmiş mi? O ortağını, attığı iple kuyuya indiren Başbakan aynı ipi bana mı uzatıyor?"
Hisarcıklıoğlu, söyleyecek söz bulamıyor, yüzünde bir tebessüm beliriyor.
Baykal ise, "İnanılır gibi değil; benimle kavga ediyor, verip veriştiriyor, sonra Anayasa Mahkemesi’ne gitme mesajı gönderiyor" diye devam edip ekliyor:
"Peki, gitmeyeyim; her şeyi de bir kenara bırakayım; ama MHP’ye yaptığını bana niye yapmasın ki, nasıl güvenirim kendisine?"
KURULTAY SIKINTI OLURSA
Bunu da sessiz karşılayan Hisarcıklıoğlu, Başbakan’ın çok kullandığı "edep", "adap" sorgulamasına neden olacak yeni bir bomba patlatıyor:
"Sayın Başbakan, partinizin kurultayı yaklaşıyor. Kurultay öncesi bir sıkıntınız olursa diye, ’evet’ demeniz halinde maddenin Kurultay sonrası yürürlüğe konabileceğini söylüyor, söz veriyor."
Baykal bu kez tam bir şaşkınlık yaşıyor.
Kendisine, "Genel başkanı olduğu CHP’yi sattı" denmesin diye Başbakan yol da göstermiş oluyor. Baykal’dan bu konudaki görüşünü değiştirmesini beklemek nasıl bir siyasi öngörü bilinmez; ama Erdoğan’ın teklifleri CHP’de hiç şık karşılanmıyor. Sonuçta da Baykal, çarşamba ve cuma günü olmak üzere iki kez görüştüğü Hisarcıklıoğlu’na "Hayır" diyerek pazarlığı bitiriyor.
Yazının Devamını Oku