Soner Yalçın

DP’nin kuruluşunda sosyalistler de vardı!

27 Mayıs 2007
DYP bugün ikinci olağanüstü kongresini toplayarak ANAVATAN’la birleşip resmen Demokrat Parti adını alacak. Peki, bu yeni siyasal oluşumun içinde sosyalistler var mı? Yeni DP, 22 Temmuz seçiminde sosyalistleri aday gösterecek mi? Bu sorular bugün şaşırtıcı gelebilir. Ama dün öyle değildi; Bayar’lı-Menderes’li DP’nin kuruluşunda sosyalistler de vardı! Üstelik bazı sosyalistler, DP listesinden milletvekili adayı bile olmuştu. Kimdi bu ünlü sosyalistler?.. Ve liberal-sosyalist ittifakı kimler, nasıl yok etti?..

TARİH 29 Nisan 1945. Sovyetler Birliği, Berlin’e girdi. Bir gün sonra Adolf Hitler kendini vurarak intihar etti.

O günlerde...

İstanbul Haydarpaşa Garı’ndan kalkan kara tren, Ankara’ya bir konuk getirdi: Solcu Tan Gazetesi sahibi Zekeriya Sertel.

Gazeteci Zekeriya Sertel, Atatürk’ün uzun yıllar Dışişleri Bakanlığı’nı yapmış; İsmet İnönü döneminde pasifize edilmiş Tevfik Rüştü Aras’ın misafiriydi.

Gazeteci Sertel’in, eski Dışişleri Bakanı Aras’ın Bahçelievler’deki iki katlı evine geliş nedeni ahbap ziyareti değildi.

Bir süre önce Tevfik Rüştü Aras, İstanbul’a gelip Tan Gazetesi’ne uğramış ve sohbetleri sırasında geliş amacını açıklamıştı:

"Ankara’da, tek parti ve Milli Şef İnönü’ye karşı, özgürlük ve demokrasiyi savunan yeni bir siyasal hareket ortaya çıkıyor. Senin de bizimle olmanı istiyoruz."

Sertel,
yeni partinin muhtemel kurucu önderleriyle tanışmak için Ankara’ya gelmişti.

SOSYALİST CELAL BAYAR

Ankara Bahçelievler’de Gazeteci Sertel’i, o dönemde CHP milletvekili olan Celal Bayar ve Adnan Menderes de bekliyordu. Evde ayrıca, Ankara Hükümeti’nin ilk İçişleri Bakanı Cami Baykurt da vardı. Aras ve Baykurt iki yakın arkadaştı ve ikisi de sosyalizme sıcak bakıyordu!

O yıllarda Celal Bayar farklı mıydı? 1921 yılında Hákimiyeti Milliye Gazetesi’ne bakın ne demişti:

"Sosyalizme karşı olanlar, ferdiyeti kuvvetli sermayesi zengin memleketler ahalisidir. Tanzimat’tan beri, elverişsiz şartlar altında Avrupa kapitalinin memleketimize imtiyazlı bir şekilde girmesinin ve iktisat kaynaklarımıza hákim bulunmasının esef verici neticeleri göz önündedir."

Henüz Soğuk Savaş dönemi başlamamıştı ve Celal Bayar sosyalizmi öcü görmüyordu.

Ankara’daki gizli toplantının amacı, yeni kurulacak partinin programı ve tüzüğünü tartışmaktı. Çok partili hayata geçilmesi konusunda hemfikirdiler. "Yarım kalan demokrasi devrimini tamamlamak" istiyorlardı.

Toplantıda en çok Menderes konuşuyor; sözlerini ağdalı sözcüklerle süslüyordu. Kendisinden yaşlı olanlar bile bazı sözcükleri anlamıyordu!

Bazen tartışıyorlar, bazen gülüyorlardı. Antidemokratik buldukları bazı yasaların Celal Bayar’ın başbakanlığı döneminde çıkması üzerine, Bayar’ın, "Bu da mı benim dönemimde çıkmış" demesi kahkahalara neden oluyordu.

Dile getirilmiyordu ama ilk toplantıdan itibaren partinin genel başkanlığı için iki kişi yarışıyordu: Celal Bayar ve Tevfik Rüştü Aras. Ve o ilk toplantıda partinin adı da belli oldu:

Cumhuriyet Demokrat Partisi.

’SİZ KOMÜNİST MİSİNİZ?’

Gizli toplantılar Ankara ve İstanbul’da sürerken, CHP’nin, TBMM gündemine getirdiği toprak reformu, parti kurma çalışmalarını gizlice sürdüren liberal-sosyalist ittifakını yaraladı. Tasarıya muhalefet edenlerin başında Adnan Menderes geliyordu.

Bir gün, Menderes Meclis’te toprak kanunu aleyhine yaptığı konuşma metnini, Tan Gazetesi’nde basılması için Sertel’e verdi. Sertel, toprak reformunu destekliyordu. Yazıyı basmadı.

Menderes, Sertel’i Ankara’daki evine akşam yemeğine davet etti. Sertel ile Menderes’i birleştiren sadece siyaset değildi. Dr. Edhem Vassaf, Menderes’in en yakın arkadaşıydı. Dr. Vassaf’ın eşi Belkıs Hanım ise Zekeriya Sertel’in kız kardeşiydi.

Yemekten sonra, Menderes ve Sertel çalışma odasına çekildiler. Menderes, birilerinin duymasını istemeyeceği bir ses tonuyla sordu: "Siz komünist misiniz?"

Sertel
sertçe, bu sorunun yersiz olduğunu söyledi. Belli ilkeler çerçevesinde işbirliği yapacaklarını daha önce konuştuklarını, bunun dışında kişisel siyasi inancına kimsenin karışamayacağını söyledi.

ROOSEVELT RÜZGÁRI

Kurulacak partinin bir yayın organı olmalıydı. Sertel, Tan Gazetesi’nin böyle bir misyonu üstlenemeyeceğini söyledi. Tevfik Rüştü Aras, bir dergi çıkarılmasını önerdi.

O günlerde, Zekeriya Sertel’in gazeteci eşi Sabiha Sertel de bir dergi çıkarmaya çalışıyordu. Bu iki girişimi birleştirmeye karar verdiler.

Derginin ismi, Sabiha Sertel’in Tan Gazetesi’ndeki köşesinin adı olacaktı: "Görüşler."

Dergi ve parti hazırlıkları gizli gizli sürerken, ABD Başkanı Roosevelt’in, "dört hürriyet" bildirgesini açıklaması, Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü, Refik Koraltan’ı harekete geçirdi. Siyasal özgürlüklerin hayata geçirilmesini talep eden ve basında "Dörtlü Takrir" adıyla bilinen teklifi CHP Meclis Grubu’na sundular. Teklif reddedildi.

Ancak parti içi tartışmalar son bulmadı.

Menderes ve Köprülü, "Dörtlü Takrir"in esaslarına ilişkin görüşlerini Tan Gazetesi’nde yayınlayınca, her ikisi de CHP’den atıldı.

Gözler Celal Bayar’daydı.

Bayar, Serteller’in İstanbul Moda’daki iki katlı villasında, Zekeriya Sertel’in yardımıyla milletvekilliğinden çekildiğini açıklayan istifa mektubunu yazıyordu.

Evin bir diğer odasında ise, Sabiha Sertel "Görüşler" Dergisi’nin son çalışmasını bitirmek üzereydi.

DP milletvekili listesinde bir sosyalist

MEHMET ALi AYBAR

TARİH 7 Ocak 1946.

Celal Bayar, Ankara Sümer Sokağı’ndaki Tevfik Rüştü Aras’ın kız kardeşi Fahriye’nin eşi Dr. Cemal Tunca’nın sahibi olduğu iki katlı binada "Demokrat Parti"nin resmen kurulduğunu açıkladı.

Gazetecilerin "Sağda mısınız solda mı?" sorusunu Adnan Menderes yanıtladı:

"Biraz, iki parmak daha solda!"

Bu açıklama DP’nin başına bela oldu. Muhalifleri, "Sovyetler’den para almaktan" tutun da "kurucuların komünist olduklarına" dair yığınla dedikodu çıkardı.

Tartışmalar sürerken TBMM erken seçim tarihini belirledi: 21 Temmuz 1946.

DP kolları sıvadı. Vitrinine şair Faruk Nafiz Çamlıbel ve Fenerbahçe’nin ünlü futbolcusu Zeki Rıza Sporel gibi isimleri koydu.

Listede bir de sosyalist vardı.

Mehmet Ali Aybar o yıllarda İstanbul Hukuk Fakültesi’nde doçentti.

Vatan Gazetesi’nde yazdığı korkusuz makalelerle tanınmıştı.

Hürriyet isteyen bu yazıları yüzünden askerlik yaptığı, İstanbul Maltepe Askeri Birliği’nden, Kayseri Tank Depo Komutanlığı’na gönderilmişti.

Aybar, susmak istemiyor, yazılarına devam etmek istiyordu. Ancak gazetenin sahibi Ahmet Emin Yalman, askerliği bitene kadar yazı istemedi.

Bu arada Kayseri’de, haftada iki gün yayın yapan "Doğru Yol" Gazetesi sahibi Osman Kavuncu -ki ileride DP’den bakan olacaktır- Aybar’a yazarlık teklifi götürdü. Ardından bir başka teklif geldi..

DP il örgütünü kurmak için Kayseri’ye gelen Refik Koraltan, Mehmet Ali Aybar ile askeri karargáhta buluştu. Yazılarını çok beğendiklerini belirterek, DP’ye girmesini teklif etti. Aybar, her görüşten insanın aynı çatı altında olmasının demokrasi için iyi olmayacağını söyleyerek teklifi kabul etmedi.

DP’liler Aybar’ın peşini bırakmadı. Benzer teklifi DP’li Hulusi Köymen de tekrarladı.

Aybar, DP’ye girmeyi kabul etmedi ama DP listesinden bağımsız aday olmaya sıcak baktı.

DP, Mehmet Ali Aybar’ı Bursa üçüncü sıradan aday gösterdi. İlk iki sırada Celal Bayar ve Hulusi Köymen vardı.

Ancak, 21 Temmuz 1946 seçimlerinde Aybar milletvekili seçilemedi.

Liberal-sosyalist ittifakını biçen ’Orak’!

TARİH 28 Kasım 1945.

İstanbul Haydarpaşa Garı’ndan çıkan kara tren, bu kez Ankara’ya Gazeteci Sabiha Sertel’i getirdi.

Sabiha Hanım, Adnan Menderes’in evine davetliydi. Gergindi. Dört ay çalışmış "Görüşler" adlı derginin tüm çalışmalarını bitirmişti.

Başta Halide Edip Adıvar olmak üzere, Behice Boran, Aziz Nesin, Sabahattin Ali, Niyazi Berkes, Pertev Boratav gibi birçok aydından yazı yazacaklarına dair söz almıştı.

Celal Bayar, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü de makale yazacaklarını belirtmişlerdi. Bu nedenle derginin kapağına, Bayar, Köprülü ve Menderes’in de aralarında bulunduğu yazar kadrosunun fotoğrafları, isimleri basılmıştı.

Dergi kapağı Cumhuriyet, Akşam ve Vatan Gazetesi’ne ilan olarak gönderilmişti.

Ancak, Bayar, Menderes ve Köprülü söz verdikleri halde makalelerini göndermemişlerdi. Yapacak bir şey yoktu, ilanlar ve dergi o kapakla çıkacaktı.

Sabiha Sertel bu duyguyla girdi Adnan Menderes’in Kavaklıdere’deki evine. Evde, Menderes, Bayar, Köprülü ve Aras vardı.

Misafir odasının ortasındaki yuvarlak masada parti programına son şeklini veriyorlardı.

Sabiha Hanım’ın sitemine, "Çok özür dileriz ama görüyorsunuz çok çalışıyoruz, gelecek ikinci sayıya mutlaka yazı vereceğiz" diye yanıt verdiler.

Sohbetten sonra, Menderes ve Köprülü, İstanbul’a dönen Sabiha Hanım’ı tren istasyonuna kadar uğurladılar. Sabiha Sertel’i İstanbul’da bir sürpriz bekliyordu.

Görüşler Dergisi 1 Aralık’ta çıkacaktı. Ama dergi 29 Kasım’da bayilere gönderilmişti ve tiraj patlaması yapmıştı. Dergi aynı gün içinde ikinci baskısını yaptı.

Sabiha Hanım, eşi Zekeriya Sertel ile bu mutlu olayı kutlamak için akşam Degüstasyon adlı lokantaya gitti. Ve orada ikinci bir sürprizle karşılaştı. Yazar Sadrettin Celal, "Haberiniz var mı, Görüşler mecmuasının başındaki ’G’ harfini orağa benzetmişler. ’Görüşler Dergisi, orak çekiç başlığı altında çıkmış’ diye rivayetler salıyorlar ortalığa" dedi.

Sertel çifti bu dedikoduya, "Öküzün altında buzağı arıyorlar" deyip güldüler. Derginin logosunu İhap Hulusi hazırlamıştı ve onun orak çekiçle, sosyalizmle hiç ilgisi yoktu. Birileri liberal-sosyalist ittifakı bozmak istiyordu.

O dönemde, Bayar-Menderes gibi liberallerden çok solcular iktidara daha yakın görülüyordu. Çünkü dünyada sol rüzgár esiyordu.

İngiltere’de Churchill seçimi kaybetmiş, İngiliz tarihinde ilk kez İşçi Partisi ezici bir çoğunlukla iktidar olmuştu.

Fransa’yı artık sosyalist bir hükümet yönetiyordu.

İtalya’da komünistler iktidar ortağıydı.

Yugoslavya ve Bulgaristan’da seçimleri komünistler kazanmıştı. Yunanistan’da komünistler iktidara talipti. Arnavutluk ve Macaristan’da krallıklar yıkılmış, komünistler iktidarın güçlü adayıydı.

Türkiye’de ise sosyalistler ile liberaller yeni bir parti kurma hazırlığındaydılar.

Ve birileri bu oyunu bozmak istiyordu.

KARA PROPAGANDA

Serteller, "orak çekiçli"
kara propagandaya gülmüşlerdi ama Ankara’da bu konuyu ciddiye alanlar vardı.

30 Kasım’da, Bayar, Menderes ve Köprülü, Görüşler Dergisi’yle bir ilgileri olmadığını, Kemalizm’den başka ideolojiye inanmadıkları açıklamasını yaptılar.

"Orak", liberal-sosyalist ittifakını ortadan biçmişti!

Serteller bu açıklamaya tepki gösterdiler.

Tevfik Rüştü Aras, her iki tarafı tekrar bir araya getirmeye çalışıyordu.

Ama... Bu birlikteliği bozmak için birileri de bir başka çalışma içindeydi.

3 Aralık gecesi İstanbul Üniversitesi öğrenci yurtlarına yarın sabah Tan Gazetesi ve Görüşler Dergisi’ne karşı gösteri yapılması talimatları verilmişti.

ACI BİR GÜN

Tarih 4 Aralık 1945.

Sabah saatlerinde öğrencilerden oluşan büyük kalabalık, Beyazıt Meydanı’nda toplandı. "Kahrolsun Komünistler", "Kahrolsun Serteller" sloganlarını atarak Babıáli’ye doğru yürüyüşe geçtiler.

Cağaloğlu’na vardıklarında sol görüşlü kitaplar satan ABC ve Berrak kitabevlerini darmadağın ettiler.

Sırada Tan Gazetesi ve Görüşler Dergisi vardı.

Ve binlerce kişi ellerinde taşlarla, demir çubuklarla pencereleri, kapıları, masaları, matbaa araçlarını, dizgi makinelerini yerle bir ettiler. Bazı kişiler binayı ateşe vermek istedilerse de başarılı olamadılar.

Kalabalıklar nereyi tahrip edeceklerini sanki biliyorlardı.

Bir sonraki saldırıyı Cami Baykurt’un Fransızca çıkardığı "La Turquie" Gazetesi’ne yaptılar. Orayı da yıktılar.

Sonra sosyalist Esat Adil’in sahibi olduğu Yeni Dünya Gazetesi’ne saldırdılar.

Sonra...

Liberal-sosyalist ittifak bir daha gerçekleşmeyecek şekilde sona erdi. Ve sol, soğuk savaş döneminde benzer provokasyonlarla korkulan bir öcü haline getirildi.
Yazının Devamını Oku

Ankara’da silahların susmadığı gece

20 Mayıs 2007
Onlar, genç subaylar ve Harbiyelilerdi. Kendilerine "Kemalist Subaylar" adını vermişlerdi. İdealisttiler. 27 Mayıs 1960 ihtilalinin "yolundan çıkarıldığını" düşünüyorlardı. 22 Şubat 1962’de ihtilale teşebbüs ettiler. Başaramadılar.

15 ay sonra yine bir ihtilal girişiminde bulundular. Parola, "Harbiyeli Aldanmaz" idi. Parolayı bilmeyen subaylar tek tek gözaltına alınıyordu. Ankara o gece silah seslerinden sabaha kadar uyumadı. O gün Ankara’da ihtilalci bir süvari binbaşı bakın neler yaşadı...

TARİH, 21 Mayıs 1963. Yer, Ankara. Gece yarısı başlayan silah sesleri susmak bilmiyor...

İhtilalci Süvari Birliği ile iktidar yanlısı Muhafız Alayı, Ankara’nın göbeğinde çatışıyor. Hava Kuvvetleri’ne bağlı jetler alçaktan uçuyor, ihtilale destek veren Kara Harp Okulu’na dalışlar yapıyor.

Yollarda terk edilmiş tanklar var Cadde üzerinde ölüler ve yaralılar görülüyor. Gelen ilk rakamlara göre ölü sayısı 8. Ölenlerin arasında albay, binbaşı rütbesinde subaylar var.

Yazının Devamını Oku

Bir kırmızı karanfilin öyküsü

13 Mayıs 2007
1 Mayıs 1977’de ölenler artık sadece bir istatistik mi? Onların birer adı, hayatları ve yaşam hikáyeleri yok mu? 54 yaşındaki Ermeni vatandaşımız Garabet Ahyan’dan 17 yaşındaki Jale Yeşilnil’e, 20 yaşındaki polis memuru Nazmi Arı’dan Rum vatandaşımız 57 yaşındaki Aleksandros Konteas’a kadar ölenlerin tümünün bir öyküsü var kuşkusuz. Tıpkı ilkokul öğretmeni Bayram Çıtak’ın olduğu gibi... TARİH: 30 Nisan 1977. Yer: Ankara Mustafa Kemal Bulvarı. Bir öğretmenler derneği olan TÖB-DER’in organize ettiği onlarca otobüs saat 22.30’ta İstanbul’a hareket etti.

Otobüsler tıklım tıklım doluydu.

Her otobüsten türküler, marşlar duyuluyordu hep bir ağızdan söylenen.

"Bir Mayıs, Bir Mayıs

İşçinin, emekçinin bayramı..."

1 Mayıs Bayramı’nı kutlamak için yola düşen binlerce öğretmenden biriydi Bayram Çıtak...

Bayram Çıtak, 1940 yılında Sivas-Şarkışla Emlek Köyü’nde doğdu. Ailesi çok fakirdi. Savaş yılları yoksulluklarını daha da artırmıştı.

Üç kardeştiler. Anne babasının tek umudu vardı; çocuklarını okutmak, subay ya da öğretmen yapmaktı. Bayram Çıtak, ilkokulu köyünde okudu.

Öğretmen olmak istiyordu: Hasanoğlan Öğretmen Okulu’na yatılı öğrenci oldu. 22 yaşında öğretmen çıktı. İlk görev yeri Sivas-Zara’ya bağlı Karacahisar Köyü’ydü.

Zaman içinde Anadolu’nun birçok yoksul köyünde öğretmenlik yaptı. Köy çocuklarını okutabilmek için her türlü zorluğu göze aldı. Okuldan arta kalan zamanda tarlada, bahçede köylülere yardım ediyordu.

Son görev yeri Ankara Mamak Derbent İlkokulu oldu. Ataması bir hafta önce yapılmıştı. Eşi Selver ve üç oğlu, 13 yaşındaki Mete, 10 yaşındaki Metin ve 5 yaşındaki Mesut’la, Mamak’ta kiraladığı gecekonduda yeni hayatlarına başlamışlardı.

OĞLU BÖBREK HASTASI

Ankara’dan kalkan otobüsler yolu yarılamıştı. Öğretmenlerin çoğu uykuya dalmıştı. Bayram Çıtak, sigaranın birini bitirip diğerini yakıyordu. Canı sıkkındı.

5 yaşındaki oğlu Mesut’u düşünüyordu. Küçük Mesut hastaydı. Böbrek yetmezliği teşhisi konmuştu. Haftada iki üç kez diyaliz makinesine bağlanacaktı. Bu nedenle tayinini Ankara’ya çıkarmıştı.

Hastalık acısı, oğul üzüntüsü ayrı; tek öğretmen maaşıyla bu ekonomik yükün altından nasıl kalkacağını düşünüyordu. Bu düşüncelerle ağırlaşan göz kapakları yavaşça kapandı. Uykuya daldı.

Çok zaman geçmedi, arkadaşlarının söylediği türkülere uyandı. Otobüsler İstanbul’a varmıştı...

MEYDANDA 100 BİN KİŞİ

Saat 07.30.

1 Mayıs Taksim mitingini organize eden DİSK’in buluşma noktalarından biri de Beşiktaş Barbaros Meydanı’ydı.

Bayram Çıtak’ın da aralarında bulunduğu Ankara’dan gelen öğretmenler burada korteje katıldı. Saat 10.00.

Binlerce insan kol kola girip Taksim’e doğru yürüyüşe başladı. Önde DİSK’e mensup işçiler; arkada sırasıyla Türk Tabipler Birliği, TÖB-DER, Çağdaş Hukukçular gibi sivil toplum örgütleri ve en arkada Dev-Genç vardı.

Saat 14.30. Kortej Taksim’e ulaştı.

Meydanda 100 bini aşkın insan bulunuyordu. Ve hálá meydana, her yandan oluk oluk insan akıyordu. İstanbul, tarihi mitinglerinden birine tanıklık ediyordu.

KIRMIZI KAMYONET

Bayram Çıtak
acıkmıştı. Bir simit aldı. Yorulmuştu. Meydandaki Intercontinental (bugünkü adıyla The Marmara) otelinin önüne gitti; yere çömelip simitini yemeye başladı.

Bu sırada DİSK Başkanı Kemal Türkler konuşma yapmak için kürsüye çıktı.

Saat 18.30’tu. Başkan Türkler konuşmasını, meydandaki insanları, eski DİSK Sekreteri İbrahim Güzelce anısına bir dakikalık saygı duruşuna çağırarak bitirdi.

Saat 19.45. Binlerce insan saygı duruşunda bulundu. Ortalıkta hiç ses yoktu. Birden nereden geldiği belli olmayan silahlar ardı ardına patlamaya başladı.

Ateş edenler sanki saygı duruşunu beklemişlerdi. Silah sesini duyan meydandaki binlerce insan panik halinde sağa sola koşmaya başladı.

Öğretmen Bayram Çıtak önce ne yapacağını kestiremedi. Arkadaşlarına bakındı, herkes bir yana koşuşuyordu.

O da otelin hemen yanındaki Kazancı Yokuşu’na doğru koştu. Dar sokağa ilk girenlerden biri oldu. Ama çıkamadı. Kimin getirip koyduğu bilinmeyen bir kırmızı kamyonet bu dar yolu tıkamıştı.

Ölümlerin çoğu, buradaki ezilmeler sonucu oldu. İlkokul öğretmeni Bayram Çıtak burada kaburgaları kırılmış halde bulundu. Ölmüştü...

30 YIL SONRA

DİSK, 1 Mayıs 1977 katliamının 30. yılını Taksim’de anmak istedi. İstanbul Valiliği izin vermedi. DİSK inat etti.

Polis, belli sayıda DİSK görevlisinin Taksim’e çıkıp anıta çiçek koymasına izin verdi. Ancak başka kimseyi Taksim’e sokmamaya kararlıydı.

1 Mayıs İşçi Bayramı’nı kutlamak ve 30 yıl önce ölenleri anmak için Ankara’dan gelen otobüsler, bu nedenle İstanbul’a sokulmadı.

Polis, otobüslerin Ankara’ya geri dönmesini istedi. Gelenler ısrarcıydı. Tartışma sürerken, otobüsten inen bir kişi, kimseye gözükmeden oradan uzaklaştı.

Ne yapıp edip Taksim’e ulaşmak istiyordu. Saatlerce yürüdü. Beşiktaş Dolmabahçe’de, polisin üzerine sıktığı biber gazı bile onu durduramadı.

Sonunda başardı; DİSK kortejine katıldı; Taksim’e ulaştı. Ve elindeki kırmızı karanfili Kazancı Yokuşu’nun bir köşesine bıraktı sessizce.

Sanki babasına kavuşmuş gibiydi. O kişi Mete Çıtak’tı... Öğretmen Bayram Çıtak’ın yaşayan iki oğlundan biri...

Bayram Çıtak’ın, İstanbul’a gelirken otobüste sabaha kadar düşündüğü küçük oğlu Mesut, babasının ölümünden bir yıl sonra böbrek yetmezliğinden vefat etmişti...

1 Mayıs 1977’de kaç kişi öldü?

NE hazin!

1 Mayıs 1977’de kaç kişinin öldüğünü bilmiyoruz. Bu nedenle herkes bir sayı uyduruyor. Genellikle rakamlar 34 ile 42 arasında değişiyor!

Devlete göre sayı 34. Soruşturmayı yürüten altı savcı yardımcısından oluşan kurul bu sayıyı vermektedir. Keza iddianamede de aynı sayı verilmektedir. Devlete göre ölenlerin isimleri şöyle:

Hasan Yıldırım, Niyazi Darı, Kadir Balcı, Nazmi Arı, Hikmet Özkürkçü, Garabet Ahyan, Sibel Açıkalın, Ömer Narman, Ali Sidal, Mehmet Ali Genç, Hüseyin Kırkın, Aleksandros Konteas, Kadriye Duman (Kocamış), Kahraman Alsancak, Hatice Altun, Mehmet Ali Elmas, Kenan Çatak, Ercüment Gürkut, Leyla Altıparmak, Mahmut Atilla Özbelen, Rasim Elmas, Bayram Çıtak, Jale Yeşilnil, Nazan Ünaldı, Hamdi Toka, Hacer İpek Saman, Ramazan Sarı, Diran Nigiz, Bayram Eyi, Ziya Baki, Ahmet Gözükara, Meral Cebren (Özkol), Mültezim Oltulu, hüviyeti meçhul 35 yaşlarında bir erkek.

DİSK’in kayıtlarına göre ise ölü sayısı 36. İlginçtir: DİSK’in Taksim’de öldüğünü açıkladığı Ali Yeşilgül, Mustafa Ertan, Yücel Elbistanlı, Tevfik Beysoy, Bayram Sürücü, Özcan Gürkan ve Hülya Emecan adlı isimlere savcılık iddianamesinde yer verilmemişti.

Keza: Savcılık iddianamesinde olan Ali Sidal, Hatica Altun, Ramazan Sarı, Mürtezim Oltulu ve kimliği meçhul kişi de DİSK listesinde yoktu!

Yani: DİSK listesinden 7 kişi iddianamede, iddianamedeki 5 kişi de DİSK listesinde yoktu. Her iki listedeki isimler toplandığında ölü sayısı 41 oluyor. Bitmedi.

Katliamdan 15 gün sonra çıkan Devrimci Yol Dergisi, ölü sayısını 27 olarak verdi. Verilen 26 isim yukarıda var. Ancak her iki listede, yani iddianamede ve DİSK kayıtlarında olmayan bir isim vardı: Mehmet Ali Kol. O halde ölü sayısı 42 kişiydi.

Peki dönemin gazeteleri ölü sayısını kaç kişi vermişti: Hürriyet: 34, Milliyet: 34, Cumhuriyet: 34, Tercüman: 34, Günaydın: 39, Son Havadis: 38, Hergün: 40, Dünya: 39, Milli Gazete: 40, Politika: 35.

30 yıl sonra TV’lerde ve gazetelerde herkes ayrı bir sayı veriyor. Ve ne yazık ki biz hálá kaç kişinin katledildiğini tam olarak bilemiyoruz!...

Kaç kişinin öldüğünü bilmediğimiz gibi, 1 Mayıs 1977 provokasyonunun neden yapıldığını da pek tartışmıyoruz...

30 yıllık derin sır

TARİH: 5 Nisan 1977

Yer: TBMM.

Meclis, 5 Haziran 1977 tarihinde erken seçim yapılması kararını aldı. Seçime katılacak tüm partiler yollara düştü. İktidar olmasına kesin gözüyle bakılan CHP’nin mitingleri nedense hep olaylı geçiyordu.

CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’i taşıyan otobüs, her gidilen yerde saldırılara uğruyordu. 26 Nisan’da Niksar’daki CHP mitingine ateş açıldı. On kişi yaralandı.

27 Nisan’da Gümüşhane Şiran’da CHP konvoyuna ateş açıldı. Seçim otobüsünün camları kırıldı. 28 Nisan’da Erzincan’daki CHP mitingine ateş açıldı. Yedi kişi yaralandı. Bu arada DİSK, seçimlerde CHP’yi destekleme kararı aldı.

1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’nda toplanan binlerce insanın üzerine uzun namlulu silahlarla ateş açıldı. Savcılık iddianamesine göre 5’i kurşunla olmak üzere 34 kişi öldü.

"Birileri" erken seçimin yapılmasını istemiyordu. CHP’nin tek başına iktidar olması "bazı çevreleri" rahatsız ediyordu.

21 Mayıs’ta Malatya’da CHP mitingi sırasında bomba patladı. Paniği, kürsüden ayrılmayıp halkı sakinleştiren Ecevit önledi.

27 Mayıs’ta Mardin’de sağ-sol çatışmasında 4 kişi öldü.

29 Mayıs’ta İstanbul Yeşilköy Havalimanı ve Sirkeci Garı’nda valiz içine bırakılan saatli bombalar ardı ardına patladı. 5 kişi öldü, 41 kişi yaralandı.

Aynı gün Ecevit’e İzmir Çiğli Havaalanı’nda suikast teşebbüsünde bulunuldu. Mehmet İsvan ayağından yaralandı. Ecevit, silahların gölgesinde seçim çalışması yapıyordu. Bütün bu olayların bir de psikolojik harbi vardı:

31 Mayıs 1977 tarihli Tercüman Gazetesi’nde "Almanya’da kurulduğu" bildirilen "Türkiye Sosyalist Devrim Konseyi" (TÜSDEK) imzalı bir bildirinin haberi yayımlandı. Bildiri, "Grevler 1977 seçim öncesi 39 BS 4 KK, 63 BKL eylemleri ile istenilen düzeye ulaşamazsa, süratle TH-4, DD-6, MEK-4 ve DİSK 19, 23, 27 eylemleri uygulamaya alınacaktır" gibi, şifreli izlenimler veren 11 maddeden oluşuyordu.

Bu arada terör, kan almayı sürdürüyordu. 1977 yılının ilk üç ayında terörden ölen insan sayısı 59 iken, seçim kararının alındığı nisandan haziran ayı başına kadar 133 kişi ölmüştü!

Bitmedi. CHP’nin 3 Haziran’da Taksim’de yapacağı mitingden önce, Başbakan Süleyman Demirel, Ecevit’i uyardı: "Taksim’e gitme, sana suikast yapılacak!"

1 Haziran’da, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde sürpriz bir emeklilik gerçekleşti. Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Namık Kemal Ersun, ağustos şûrası beklenilmeden emekliye sevk edildi!..

İstanbul Göztepe Yeşil Çeşme Sokak’taki bir ev, nisan ayı boyunca hareketli gecelere tanıklık etmişti. Ev sahibi, ordu kökenli eski bir emniyet müdürü olan Rafet Kaplangı idi. Kaplangı ile Orgeneral Ersun uzun yıllar silah arkadaşlığı yapmışlar; ordu içindeki cunta Silahlı Kuvvetler Birliği’nde birlikte çalışmışlar; iki kez darbe teşebbüsünde bulunan Kurmay Albay Talat Aydemir’i desteklemişlerdi.

1977 yılında ise Ecevit’in tek başına iktidar olmasının, Türkiye için iyi olmayacağını düşünüyorlardı! Genelkurmay, cuntacı ekibi tasfiye etti. Ecevit, haziranda Taksim’e çıktı, büyük katılımlı, coşkulu bir miting yaptı. İki gün sonra seçimler gerçekleşti.

CHP tek başına iktidar olmaya yetecek kadar milletvekili çıkaramadı. Cuntacılar seçimi engelleyememişlerdi, ama "merkezdeki oyları korkutarak" CHP’nin gerekli oyu almasına engel olmuşlardı!..

Ve Türkiye üç yıl sonra büyük bir tsunamiyle, "emir komuta zinciri dahilinde" yapılan bir askeri darbeyle karşılaşacaktı: 12 Eylül 1980.

Bu arada TÜSDEK ve bildirisine ne oldu derseniz? Öyle bir örgüt, öyle bir bildiri hiçbir zaman olmamıştı... Bugün de örneklerini gördüğümüz gibi hepsi koca bir yalandı.
Yazının Devamını Oku

Düello serbest bırakılsın

6 Mayıs 2007
Başbakan Erdoğan’ın, Meclis Grubu kürsüsünde, Anayasa Mahkemesi kararını "demokrasiye sıkılmış kurşun" olarak değerlendirmesi, siyasi tansiyonu artırdı. Tartışmaların odağında iki isim var: Recep Tayyip Erdoğan ve Deniz Baykal. Peki, her iki liderin TBMM bahçesinde birbirine kurşun sıkarak düello yaptığını düşünebiliyor musunuz? Şaka bir yana; Bursa milletvekili Dr. Emin Erkul Bey, 30 Aralık 1920’de Meclis Başkanlığı’na "düello serbest bırakılsın" teklifinde bulundu. İşte milletvekili Dr. Emin Bey’in düellonun yasallaşmasını istemesinin ilginç hikáyesi...

TARİH: 30 Aralık 1920. Yer: Ankara. Birinci Büyük Millet Meclisi. Bursa Milletvekili Emin Erkul Bey, kısaca "frengi kanunu" adıyla bilinen yasa tasarısı hakkında konuşma yapıyordu.

Ankara, o yıllar sadece düşmana karşı mücadele vermiyor, Anadolu, tifüs, kolera, tifo gibi hastalıklarla kırılıyordu. Frengi hastalığı çok yaygındı. O zor günlerde, salgın hastalıkların önüne geçebilmek de Meclis’in gündemindeki konulardandı.

Ama birinci Meclis’teki bazı bağnaz din adamları zorluk çıkarıyordu.

"Hastalık mikrop yüzünden değil, Allah’ın takdiri!" diyorlardı. Yasa teklifinin Adliye, Şer’iye ve Sıhhiye Encümenleri’nden seçilen dokuz kişilik komisyonda görüşülmesini önlemeye çalışıyorlardı.

Başaramadılar. Yasa teklifi Meclis Genel Kurulu’na geldi. Bursa Milletvekili Dr. Emin Bey, yasanın neden acilen çıkarılması gerektiğini anlatmaya başladı: "Kadınların muayene edilmemesi büyük sıkıntılara yol açıyor..."

Bu sözler üzerine bazı hocalar, sıra kapaklarına vurarak bağırmaya başladılar:

"Müslüman kadınlar muayene edilemez!.."

MİLLETVEKİLİNE DAYAK

Meclis’teki tartışmalar sonucunda uzlaştırıcı bir yol bulundu. Yasa teklifi şöyle değiştirildi:

"Kat’i lüzum hasıl olmadıkça, bakire kızlar muayeneden muaf tutulur."

Değişiklikten sonra, Dr. Emin Bey konuşmasını kaldığı yerden sürdürdü. Ama yobaz din adamları, yine bildiklerini tekrarladılar:

"Kadınların muayene edilmesi bölümü tamamen çıkarılsın."

Dr. Emin Bey, "Köhnemiş beyinler istiyor diye, halkımızın ölmesine, bir insan olarak ve bir hekim olarak seyirci kalamam" deyince ortalık karıştı.

Kastamonu Milletvekili Hoca Tevfik, Ankara Milletvekili Şeyh Şemseddin, Yozgat Milletvekili Hasan, Konya Milletvekili Hoca Fehmi ve Ankara Milletvekili Hacı Mustafa kürsüye yürüdüler.

Dr. Emin Bey’i yaka paça aşağı indirip dövmeye başladılar. Dr. Emin Bey, tek başına hocalara karşı gırtlak gırtlağa mücadele ediyordu.

Bu arada genel kuruldaki sesleri duyan Kılıç Ali ve arkadaşları, araya girip kızgın hocaları durdurdular.

Genel kurula ara verildi. Dr. Emin Bey’in yüzü kanlar içindeydi. Arkadaşlarının yardımıyla elini yüzünü yıkadı. Sinirden titriyordu. Konuşmuyordu kimseyle. Bir arkadaşından istediği káğıda bir şeyler yazmaya başladı.

MECLİS’TE DEMOKRASİ

Aslında bu son olay, aylardır süren gerginliğin sonucuydu. İstanbul işgal edilmiş, Fransızlar Akdeniz’e, İtalyanlar Ege’ye çıkmış, Yunan Ordusu Eskişehir’e dayanmış, Çerkez Edhem isyan bayrağı açmış, Aznavur ayaklanmıştı.

Anadolu dört düvele karşı kurtuluş savaşı veriyor; Mustafa Kemal ve arkadaşları her cephede düşmana karşı stratejiler geliştiriyor, Mehmetçik düşmanla göğüs göğüse çarpışırken, birinci Meclis’teki yobaz din hocaları neyle uğraşıyordu:

İçki yasaklansın!..

Kahvelerde káğıt, tavla, domino oynanmasın!..

Kadınlar muayene edilmesin!..

Hani duymuşsunuz, okumuşsunuzdur; bazı çevreler, "Birinci Meclis’te demokrasi vardı; Mustafa Kemal susturdu" diyorlar, yazıyorlar. İşte demokrasiden anladıkları buydu!

Kadınlar muayene edilmesin. İçki yasaklansın. Tavla oynanmasın.

Bitmedi...

Bir de Mustafa Kemal cephede iken, milletvekilliğini düşürme gayreti vardı! Yasa teklifi hazırladılar:

"Milletvekili olabilmek için beş yıl aynı yerde ikamet etmek zorunludur."

Mustafa Kemal ve arkadaşları, yaşamları boyunca cepheden cepheye koşmuşlardı; bırakın beş yılı, iki yıl bile aynı yerde oturmamışlardı.

Oysa getirilen yasa teklifine bakınız!

Milletvekili olmak için beş yıl aynı yerde oturmak şart! Amaç başkaydı!..

Ne diyorlar; "Birinci Meclis’te demokrasi vardı." O çevrelerin demokrasi anlayışı, "inancı" düşünceye hákim kılmaktı! Neyse... Dönelim dayak yiyen Dr. Emin Erkul Bey’e...

İÇKİ YASAĞI ONAYLANDI

Dr. Emin Bey’e, yobaz din adamlarının tepkilerinin bir başka nedeni daha vardı. Şöyle ki:

Meclis 17 Mayıs 1920 tarihinden 14 Eylül 1920’ye kadar içki yasağı meselesini tartışmıştı! Tartışmanın merkezinde yine Dr. Emin Erkul Bey vardı.

"İçki yasağını" bir tıp adamı olarak eleştiriyordu: "Afyon tıpta kullanılıyor, nasıl yasaklanabilir?"

Bilim kimin umurundaydı. İçki yasağı oylandı; 71-71 çıktı sonuç.

Oturum Başkanı Konya Milletvekili (Müftü) Vehbi Efendi’nin oyu başkan olduğu için iki oy sayıldı. İçki yasağı 71 oya karşılık 72 oyla yasallaştı!

Aynı tarihte Fransız uçakları, direnen Anteplilerin üzerine, Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi’den aldıkları "teslim olun" fetvasını atıyordu!

Ancak İstanbul’daki Şeyhülislam’a, Meclis’teki bazı yobaz din adamlarına rağmen, Anadolu’da düşmana karşı canıyla dişiyle direnen kahraman din adamlarımızın sayısı da çoktu.

DÜELLOYA İZİN VERİLSİN

Dr. Emin Bey bağnaz din hocalarına; din hocaları da Emin Bey’e bilenmişti. Sonunda gerginlik "frengi yasası" görüşmelerinde kavgaya kadar vardırılmıştı. Ama Dr. Emin Bey, dayak meselesini unutmaya niyetli değildi.

İşte, arkadaşından aldığı o beyaz káğıda bir şeyler yazıp Meclis Başkanlığı’na verdi. Dr. Emin Bey, "düello yasallaşsın" istiyordu! Doktor kendini dövenleri tek tek düelloya davet etmekte kararlıydı.

Öte yandan, "düello yasasıyla" milletvekillerinin hep birlikte bir diğer milletvekiline saldırmasının da önüne geçileceğini düşünüyordu.

Fakat olmadı. Meclis Layiha Encümeni şu kararı verdi:

"Düello ádetinin lüzum ve ihdas ve kabulüne dair Bursa mebusu Operatör Emin Bey’in riyaset makamından havale edilen kanun teklifi Encümenimizce mütalaa olundu. Şeraiti garay-i Ahmediye ve an’anat-ı kadime-i İslamiyeye aykırı ve şimdiye kadar sabık Meclis-i Mebusan’ca da kabul edilmeyerek, red olunan bir ádetin, milletin, yegáne harisi din ve şeriat telakki ettiği bu Meclis-i Ali’ce ibdaı bittabi rehin-i cevaz olamayacağından hikmet ve şeriata muvafık olmayan mezkûr teklif Encümenimizce reddedilmiştir."

Evet, Çetin Altan’ın deyişiyle, bizde düello geleneği yoktu; pusu geleneği vardı!..

Amerika’da anayasaya sıkılan kurşun/images/100/0x0/55eb1fdff018fbb8f8acc2d7

Anayasa Mahkemesi kararı "demokrasiye sıkılan bir kurşun" mudur bilinmez, ama bütün insanlığa armağan 1787 tarihli Anayasa Beyannamesi’ni yazan Amerikalı devlet adamı Alexander Hamilton, yanda temsili resimde görülen düelloda, ABD Başkan Yardımcısı Aaron Burr tarafından öldürüldü.

1804 yılında Boston’da yapılan düelloda yaşamını kaybeden Hamilton, ABD tarihinin simge isimlerinden biridir. ABD 10 doları üzerinde onun resmi vardır. Bugün hálá ABD tarihinin en önemli 100 kişisi arasında 5. sıradadır.

ABD ekonomik sistemini kuran kişi olarak bilinir. Amerika’nın ilk büyük bankası Bank Of New York’u kurmuştur.

ABD Merkez Bankası’nı kuran da odur. ABD anayasasındaki, başkanlık sistemi ve kuvvetler ayrılığı ilkesinin fikir babasıdır. Ülkenin idari sistemini eyaletler üzerine inşa etme düşüncesi de ona aittir.

Maliye Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı koltuklarında oturmuştur.

Bir gece yemek masasında yanında oturduğu ABD Başkan Yardımcısı Albay Aaron Burr’a karşı küçük düşürücü imalarda bulunduğu için düelloya davet edilmiş ve düello sonucunda 53 yaşında hayata veda etmişti.

Düellonun kuralları

1) Asiller ve özgür insanlar yapabilir.

2) Kılıç ya da tabancayla olur.

3) Bir hakem önünde yapılır.

4) Her tarafın ikişer tanığı vardır.

5) Ölen suçludur.

’Türkçü’ Rıza ile ’Kürtçü’ Şerif Paşa’nın düellosu

Türk siyasi tarihinin sıra dışı ismi Rıza Nur’un, eşi İffet Hanım’la Fransa Nice’te evlendiği gün çektirdiği fotoğraf. Aynı yıl 1913’te "Türkçü" Rıza Nur, bir dönem yakını olan "Kürtçü" Babanzade Şerif Paşa ile az kalsın Paris’te düello yapacaktı. Yok öyle hemen meselenin ideolojik olduğunu sanmayın.

Hikáyeye göre, Şerif Paşa, İttihatçılardan kaçan Rıza Nur’u Paris’e davet etti, ancak onu ne karşılamaya geldi ne de verdiği randevulara sadık kaldı.

Bu duruma çok içerleyen Rıza Nur, o günlerde kaleme aldığı "Cemiyet-i Hafiye" kitabında Şerif Paşa aleyhinde birkaç cümle yazdı.

Kitabı okuyan Şerif Paşa, "Rıza Nur Paris’te benden para istedi, vermediğim için yalan yazıyor" diye konuşunca, Rıza Nur bu kez Şerif Paşa’ya ağır bir mektup yazdı. Aradan birkaç gün geçti. Cevabi olarak gelen mektup Rıza Nur’u şaşırttı.

Çünkü, Şerif Paşa adına bir Fransız milletvekili mektubu kaleme almıştı. Fransız milletvekili, Şerif Paşa’nın düello şahidi olduğunu belirtiyor ve Şerif Paşa’nın Rıza Nur’u düelloya davet ettiğini bildiriyordu! Mektupta yer ve saat de belirtilmişti.

Yaşamı boyunca hep "tez canlı" olan Rıza Nur, düelloyu kabul hemen etti. Ancak şahit bulmak için üç gün izin istedi.

Bu arada olayı duyan Paris’teki diğer İttihat ve Terakki muhalifleri araya girdi: "Yapmayın etmeyin, siz ikiniz de İttihatçılara karşı muhalefet yürüten grubun başta gelen isimlerisiniz, İttihatçıları sevindirmeyin" benzeri sözler sarf ettiler.

İş tatlıya bağlandı.

Ama Rıza Nur, Şerif Paşa’yı hiç affetmedi. Kitaplarında Paşa’nın özel hayatına ilişkin, "oğlanlarla yatıyor", "servetini oğlanlara yedirdi" gibi yazılar kaleme aldı.

Nazilerle düello yapan Türkler

YIL, 1938.

Yer, Stuttgard Üniversitesi kantini. Almanya’da öğrenim gören öğrencilerden biri de Sadrazam Müşir Ahmed İzzed Paşa’nın oğlu Süheyl Furgaç’tı.

Furgaç üniversitenin kantininde yemek yiyordu. Birden Nazi Öğrenci Birliği üyesi Hans Bellem’in sertçe, "Bu masadan hemen kalkın, burası örgütümüze ayrılmıştır" sözüyle irkildi.

Sakince, "yemeği bitince kalkacağını" söyledi. Nazi Bellem, masanın üzerine bu kez sertçe SS bayrağını koydu ve Furgaç’ın hemen masayı terk etmesini istedi.

Furgaç bayrağı kaldırıp yere atınca ortalık karıştı. Olay öğrenci derneğine taşındı. Nazilerin kontrolündeki dernek, Furgaç ile Bellem’in düello yapmasına karar verdi. Hitler’in yardımcısı Rudalph Hess’ten izin alındı:

Düello kılıçla yapılacaktı. Ayrıca "sprungmensur" denilen teknik serbestti.

Yani: Eskiden Almanya’da düellonun, hiçbir surette yerden kıpırdamadan bilek hareketleriyle yapılmasına izin veriliyordu. Hitler rejimi bunu kaldırmıştı. Vücutla hamle yapılmasına izin vardı artık.

Süheyl Furgaç, bırakın hangi teknikle düello yapacağını, kılıç tutmayı bile bilmiyordu. Sanmıştı ki, düello tabancayla yapılacak. Diğer yandan, Bellem okulun en iyi eskrim sporcusuydu!

Türk öğrenci Furgaç yine de düellodan çekilmedi, üç aylık süre istedi. Almanya ve Fransa’daki en iyi kılıç ustalarından ders aldı.

Üç ay sonra, üniversitenin spor salonunda çoğunluğunu Nazilerin oluşturduğu seyircilerin karşısına kılıç kullanmasını bilen biri olarak çıktı. Düello yarım saat sürdü. Türk öğrenci Süheyl Furgaç, Nazi Bellem’i perişan etti.

Bellem, o gün kantinde yaptığı kabalığından dolayı Furgaç’tan özür diledi. Hitler döneminde Almanya’daki Türk öğrencilerinden biri de Kazım Dirik Paşa’nın oğlu Orhan Dirik’ti. Düelloya ilk Berlin Üniversitesi’nde tanık olmuştu.

Nazi sempatizanı bir Alman öğrenci, Türk öğrenci Enver Adakan’ı düelloya davet etmişti. Sonuçta, Enver Adakan da eskrim kursu almış ve rakibini yenmişti.

O yıllar üniversitelerde düello yapmak için yapay sebepler aranmasının bir nedeni de kız öğrencilerdi! Kızlar düello yapan erkekleri, hele hele yanaklarında kılıç yarası olan üniversite öğrencilerini çok beğeniyorlardı!

Bu nedenle bazı üniversiteli gençlerin berberlere gidip yüzlerini jiletle kestirdikleri de gözden kaçmıyordu! Yani düellonun bir de böyle tatlı bir yönü vardı.
Yazının Devamını Oku

Osmanlı’nın Anıtkabir’i Abide-i Hürriyet’ti

29 Nisan 2007
Çağdaşlığın, demokrasinin ve laikliğin sembolü Ankara-Anıtkabir, son günlerde başta 14 Nisan mitingi olmak üzere binlerce insanın ziyaretine tanıklık ediyor. 29 Nisan mitingine ev sahipliği yapan İstanbul-Abide-i Hürriyet Anıtı, Osmanlı’da özgürlüğün-aydınlığın simgesiydi. Meşrutiyete karşı yapılan saldırıları protesto etmek için binlerce insan, Abide-i Hürriyet’e giderdi. İşte Osmanlı ilericiliğinin sembolü Abide-i Hürriyet Anıtı’nın hikáyesi.

TARİH, 13 Nisan (Rumi 31 Mart) 1909. Yer, İstanbul Ayasofya’daki Meclis-i Mebusan binası önü.

İstanbul bir gerici isyana daha tanıklık ediyordu.

Derviş Vahdeti ve İttihad-ı Muhammedi örgütünün yönlendirdiği binlerce insan, ellerinde silahlar, sopalar ve yeşil /images/100/0x0/55ea588af018fbb8f879ef56bayraklarla, Meclis-i Mebusan önünde susmaksızın bağırıyorlardı.

"Gávur meclis istemiyoruz!"

Niye "gávur meclis"ti?

Çünkü:

23 Ağustos 1909’da İstanbul’da çıkan ve 2500 evin yanmasına neden olan büyük yangını, Allah, Meşrutiyet ilanı üzerine Osmanlı’yı cezalandırmak için çıkarmıştı!

Bu "gávur meclis"i kapatılmadan bu tür afetlerden kurtuluş yoktu!

Üstelik:

1876 Anayasası’nın 35. maddesi, meclisi feshetme yetkisini padişaha tanımıştı. Hükümetteki İttihat ve Terakki Cemiyeti, bu maddeyi Anayasa’dan çıkarmak istiyordu. Protestocular bu Anayasa değişikliğini, masum Müslüman halka şöyle anlatıyordu:

"35. madde ne demek; 30 Ramazan 5 de beş vakit namaz demek. İttihatçılar dinsiz oldukları için ramazanı ve namazı kaldırmak istiyor!"

"Gávurluk istemeyiz, şeriat isteriz" diye bağırıyorlardı. Din, bir kez daha siyasete alet ediliyordu. Tarih boyunca din istismarcıları tarafından kullanılanlar, o gün de, meclisin önünde Adliye Nazırı Nazım Paşa ve Lazikiye Mebusu Emir Arslan Bey’i linç ederek öldürdü.

Bahriye Nazırı Rıza Paşa ise öldü sanılarak bırakıldı.

SUBAYLAR LİNÇ EDİLİYOR

Sadece milletvekillerine düşman değillerdi. Askerlere de kin duyuyorlardı. Gávurluğu Osmanlı’ya askerlerin getirdiğini düşünüyorlardı. Medrese öğrencilerinin askere çağrılmasını; 23 Ocak 1909’da irticacı 60 Harp Okulu öğrencisinin okuldan atılmasını protesto ediyorlardı.

Onları en çok kızdıran ise orduda Harp Okulu mezunu olmayan alaylı subayların emekli edilmek istenmesiydi.

"Mektepli zabit istemeyiz" diye bağırıyorlardı.

Ve...

İsyancılar yolda karşılaştıkları subaylara soruyorlardı:

"Alaylı mısın, mektepli misin?"

Mektepli olanları öldürüyorlardı.

Binbaşı Ali Kabuli, Yüzbaşı Nail, Yüzbaşı Selahaddin, Yüzbaşı Sparati, Mülazım Muhiddin, Mülazım Selim ilk öldürülenler arasındaydı.

Katil sürüsü, Yüzbaşı Selahaddin’in yanındaki küçük kardeşi Nureddin’e bile acımamışlar, onu da katletmişlerdi.

Binbaşı Ali Kabuli’nin kesilen başı, bir sopaya geçirilmiş sokaklarda dolaştırılıyordu.

"TÜRKÇEYE HAYIR!"

Gerici isyana ilk tepki Harp Okulu öğrencilerinden geldi. Silah kuşanıp sokağa çıkmak istiyorlardı. Komutanları güç bela durdurdu.

Komutanların gözü kulağı Yıldız Sarayı’ndan gelecek haberdeydi. Sultan II. Abdülhamid’in tepkisini bekliyorlardı.

Aynı şekilde, alaylı subayların çoğunluğunu oluşturduğu İstanbul’daki 1. Ordu da, Yıldız Sarayı’ndan gelecek emri bekliyordu. Hangi safta yer alacaklarını bilemiyorlardı!

Yıldız Sarayı ise suskundu. Sultan II. Abdülhamid renk vermiyordu. Gerici isyancıların sayısı her saat artıyordu.

Talepleri de çoğalıyordu:

Okullarda derslerin Türkçe yapılmasına karşıydılar. Yeni okul istemiyorlardı; medreseler yeterliydi. Kızlar okula gitmeyecekti, şeriata aykırıydı. Yazışmalar Türkçe yapılmayacaktı. Yoksa...

Yoksa din elden giderdi!..

Gerici isyancılar, İstanbul sokaklarını esir almışlardı. Akıllarına gelen her talebi bağırıyorlardı. Yıldız Sarayı hálá suskundu. Ama hareketli olan bir yer vardı; Selanik.

HÜRRİYET ŞEHİTLERİ

"Temmuz Devrimi"
II. Meşrutiyet’in filizlendiği Selanik’teki 3. Ordu Komutanlığı, İstanbul’a müdahale kararı aldı, silah kuşanıp yola çıktı..

"Hareket Ordusu" adı verilen bu kuvvet içinde kimler yoktu ki:

Yüzbaşı Mustafa Kemal, Hareket Ordusu’nun kurmay başkanıydı. Meşrutiyet ilanı için dağa çıkan subaylar, Resneli Niyazi’ler, Eyüp Sabri’ler, bu kez Meşrutiyet’i korumak için yola düşmüşlerdi. Hareket Ordusu’na Celal (Bayar) gibi gönüllü siviller de katılmıştı. Bu askeri kuvvetin neredeyse yarısı sivillerden oluşuyordu.

Edirne’deki 2. Ordu da Hareket Ordusu’na katılma kararı aldı. Bu ordunun genç subaylarından biri de Yüzbaşı İsmet (İnönü) idi.

24 Nisan’da İstanbul’da büyük çatışmalar yaşandı. İki gün sonra gerici ayaklanma bastırıldı. 3’ü subay 71 asker şehit olmuştu.

26 Nisan’da İstanbul’da büyük bir cenaze töreni yapıldı. Şehitler toprağa verildi. Ancak tören yeterli görülmedi. Hürriyet şehitleri için bir anıtın yapılmasına karar verildi. Anıt için yarışma düzenlendi.

Kiryadiki Efendi, Vedat (Tek), Kemaleddin Bey, Alexandre Vallury gibi devrin önde gelen mimarları, yarışmaya proje gönderdi. Yarışmayı Mimar Muzaffer Bey (1881-1920) kazandı.

İki yıl sonra:

23 Temmuz 1911.

"Temmuz Devrimi"nin üçüncü yılında "Abide-i Hürriyet Anıtı", büyük bir halk katılımıyla açıldı. 31 Mart şehitlerinin isimleri tek tek anıta işlenmişti

Mezar odasına giren kapının üzerinde ise, "Makber-i Şuhedá-i Hürriyet" yazılı bir kitabe bulunmaktaydı. Anıt artık Osmanlı’daki özgürlük hareketlerinin sembolüydü.

Hürriyet ne zaman tehlikeye düşse, Osmanlı aydınları, subaylar ve Harp Okulu öğrencileri, tepkilerini Abide-i Hürriyet Anıtı’na çıkarak gösterdi.

ABİde-İ

Hürrİyet

AnItI’na kİm DüŞman?


Hürriyet Tepesi’nin mezbelelik haline gelmesi üzerine, TV’ler program yaptı; gazeteler yazdı; yetkililer nihayet harekete geçti. Geçti de ne oldu:

07.07.2005’te anıtın rölövesi çıkarıldı.

26.05.2005’te Koruma Kurulu’na gönderildi. Ve hálá orada tozlu raflarda bekletiliyor.

İhmalkárlık olduğunu mu sanıyorsunuz? O kadar saf olmayın!

ÖNERİ:

Askerler anıtı "sivil yönetimin" elinden kurtarmazsa "Hürriyet Tepesi" yok olacaktır.

Gasp edilen fidanlık bölümü hemen "Aydınlanma Müzesi" haline getirilmelidir. Harbiye Askeri Müzesi’ndeki Mahmud Şevket Paşa suikastındaki otomobil, tabancalar, kanlı gömlekler, ilk Kanuni Esasi kitabı gibi döneme ilişkin tüm tarihi eşyalar bu müzede toplanmalıdır.

Tarihimizi yok ediyorlar, görmüyor musunuz?

"Hürriyet Tepesi"nde yatanların büyük çoğunluğu şehittir. Askerler şehitlerine sahip çıkmalıdır.

Hürrİyet-İ Ebedİye’de mezarI bulunanlar

Abide-i Hürriyet Anıtı bahçesine zamanla tarihimizin önemli isimleri de defnedildi. Ve anıt zamanla "Hürriyet-i Ebediye Tepesi" adını aldı. İşte "sonsuz hürriyet tepesi"nde mezarı bulunan tarihi şahsiyetler:

Sadrazam Mahmud Şevket Paşa ve iki koruması

Tarih, 11 Haziran 1913. Yer, İstanbul.

Sadrazam Mahmud Şevket Paşa, Babıáli’ye gitmek için Beyazıt’taki Harbiye Nezareti’nden çıkıp otomobiline bindi.

Otomobil, Beyazıt Meydanı’na geldi. Çarşıkapı’ya sapacağı sırada, karşıdan ellerinde tabut taşıyan bir cenaze alayıyla karşılaştı. Cenaze alayına yol vermek için durdu.

Ve tam o sırada tabutu yere atanlar, ellerindeki silahlarla otomobile ateş açtılar.

Sadrazam Mahmud Şevket Paşa, koruması Kazım Ağa ve Bahriye Yaveri İbrahim şehit oldular.

Suikastı, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni iktidardan indirmek isteyen bir grup yapmıştı.

Sadrazam Mahmud Şevket Paşa, İstanbul’daki gerici ayaklanmayı bastıran Hareket Ordusu’nun komutanlığını yapmıştı.

Mahmud Şevket Paşa, iki korumasıyla birlikte, Abide-i Hürriyet Anıtı’nın 20 metre soluna yapılan bir anıta defnedildi.

Sadrazam Midhat Paşa

Tarih, 8 Mayıs 1884. Yer, Taif.

Osmanlı’nın ilk anayasasının ve I. Meşrutiyet’in mimarı reformist Sadrazam Midhat Paşa, Sultan II. Abdülhamid’in kurdurduğu uyduruk bir mahkeme tarafından, Sultan Abdülaziz’i öldürttüğü gerekçesiyle verilen idam kararı gereği cezaevinde boğularak öldürüldü.

II. Abdülhamid, Midhat Paşa’nın öldüğünden emin olmak için başını kestirip Yıldız Sarayı’na getirtti. Zavallı Midhat Paşa’nın gövdesi, Taif’e gömüldü.

Midhat Paşa’nın kemikleri, 24 Haziran 1951’de Türkiye’ye getirildi. Tabutu, idam cezası aldığı mahkemenin bulunduğu Çadır Köşkü’nde katafalka konuldu.

İki gün sonra Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın da katıldığı bir törenle Abide-i Hürriyet Anıtı’nın tam karşısına defnedildi.

Midhat Paşa’nın mezarı üzerine, anayasa kitapçığı şeklinde büyük bir anıt yapıldı.

Harbiye Nazırı Enver Paşa

Tarih, 4 Ağustos 1922. Yer, Belçivan. Birinci Dünya Savaşı sonrası yurtdışına çıkan İttihatçılardan biri de Enver Paşa’ydı.

Avrupa’da birkaç ülkede kaldıktan sonra son durağı Rusya oldu. Bolşeviklerle anlaşamadı.

4 Ağustos 1922’de Belçivan yakınlarında Kızılordu’yla çarpışırken, mitralyözlerin üzerine elinde kılıç atıyla yürüdü. Aslında yaptığının intihar olduğunu o da biliyordu.

Yıllar sonra ölüm yıldönümünde 4 Ağustos 1996 tarihinde naaşı Tacikistan/Çeğen Köyü’ndeki mezarından alınıp İstanbul’a getirildi. Devlet töreniyle Talat Paşa’nın mezarının yanına defnedildi.

Sadrazam Talat Paşa

Tarih, 15 Mart 1921. Yer, Berlin.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya’ya gitmek zorunda kalan İttihatçı lider Talat Paşa, tütün almak için sabah saatlerinde evinden çıktı.

Hardenberg Caddesi’nde 100 metre yürümüştü ki, İran’dan gelen 24 yaşındaki Ermeni terörist Sogomon Tayleryan tarafından vurularak öldürüldü. Üzerinden "Mehmed Sai" adına düzenlenmiş sahte kimlik çıktı. Talat Paşa’nın cenazesi uzun yıllar Türkiye’ye getirilemedi.

Yıllarca bir kilise mezarlığında sahipsiz kaldı.

Adolf Hitler, Türk-Alman ilişkilerini kuvvetlendirmek için özel bir jest yapıp Talat Paşa’nın naaşını 25 Şubat 1943 tarihinde Türkiye’ye gönderdi. Talat Paşa’nın cenazesi askeri törenle, Abide-i Hürriyet Anıtı’nın sağ yanındaki 50 metre uzaklığa defnedildi.

Sivil komitacı Midhat Şükrü

İttihatçıların ilk gizli toplantıları Selanik Yalılar’da Mülkiye mezunu Midhat Bey’in evinde yapıldı. Yıllarca İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin genel sekreterliğini yaptı.

Osmanlı Meclisi Mebusan’da üç dönem milletvekili olarak bulundu. İngilizler tarafından Malta’ya sürüldü.

TBMM’de 1935-50 yılları arasında Burdur ve Sivas milletvekilli olarak görev yaptı. Midhat Şükrü Bleda, 1956 yılında vefat edince, İttihatçı arkadaşlarının yanına Abide-i Hürriyet’e defnedildi.

Silahşor Mülazım Atıf

Tarih, 7 Temmuz 1908. Yer, Manastır.

Meşrutiyet’in ilanı için dağa çıkan mektepli subayları cezalandırmak için Manastır’a gelen Müşir Şemsi Paşa, Yıldız Sarayı’na geldiğini haber vermek için postaneden telgraf çekmiş çıkıyordu.

Müşir ve yanındaki yaverleri (ki biri Fevzi Çakmak Paşa’dır) ne olduğunu anlamadan, bir genç, Şemsi Paşa’ya kurşun yağdırdı.

Ve kargaşadan yararlanıp kayıplara karıştı.

Bu kişi Teğmen Atıf (Kamçıl) idi.

Atıf Kamçıl, Cumhuriyet’ten sonra 6. ve 7. dönem Çanakkale milletvekili olarak TBMM’de bulundu.

Vefat edince, İttihat ve Terakki’nin kurucularından biri olarak cenazesi Abide-i Hürriyet’e getirildi. Anıtın 50 metre arkasındaki ağaçlıklı bölüme defnedildi.

Dağa çıkan subay Eyüp Sabri

Tarih, 3 Temmuz 1908. Yer, Ohri.

300 kişilik Ohri Milli Taburu’nun başında bulunan Binbaşı Eyüp Sabri, Meşrutiyet’i ilan için dağa çıktı.

Meşrutiyet ilan edilince Enver ve Resneli Niyazi gibi kahraman oldu.

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önde gelen isimlerinden biriydi.

Eyüp Sabri Akgöl, Kurtuluş Savaşı’na katıldı. Birinci Meclis’te Eskişehir milletvekili olarak bulundu.

1953 yılında vefat edince Abide-i Hürriyet Anıtı’nın arkasındaki Atıf Kamçıl’ın mezarının yanına defnedildi.
Yazının Devamını Oku

Misyonerler 200 yıldır Anadolu’da

22 Nisan 2007
"Tanrı’nın İşçileri" olarak tanımlanan misyonerler, Osmanlı’ya 1815 yılında ayak bastı. İlk saldırıya Bitlis’te uğradılar. İki misyoner George C.Knapp ve Dr. George C.Raynolds ağır yaralandı. Saldırganlardan Musa Ağa ve adamlarının gerekçesi şuydu: "Bizi tahrik ettiler... " Misyonerlerin dünyada en başarısız oldukları bölge Anadolu oldu; "din ihracı" yapamadılar ama Müslümanları patatesle, dikiş makinesi ve gaz lambasıyla ilk onlar tanıştırdı. Misyonerler, ilk kayıplarını ise Anadolu’ya geldikten yaklaşık 200 yıl sonra geçen hafta Malatya’da verdiler. İşte misyonerlerin Anadolu’da ateşle dansının kısa bir hikáyesi...

YIL 1863. Yer Bitlis. Kürt Hoyti Aşireti lideri Musa Ağa ve adamları, Heresan mahallesinin çıkışındaki ağaçların arkasına saklanmışlar, gözlerini yola dikmiş, misyonerleri bekliyorlar.

Ellerinde sopa var. Hepsi öfkeli. Öfkeleri Amerikalı misyonerlere...

Kimdi bu Amerikalılar?

Amerikalı misyonerler, merkezi Boston’da olan ve 1810 yılında kurulan "American Board of Commissioners for Foreing Missions" (kısaca ABCFM ya da BOARD) diye bilinen misyoner teşkilatının üyeleriydi.

Bu kuruluş Kalvenci geleneği temsil eden Protestan mezhebine inanan misyoner örgüttü. Anadolu’yla tanışmalarının tarihi eskiydi. Anadolu’ya ilk gelen misyonerler Pliny Fisk ve Levi Parsons adlı iki Amerikalıydı.

Tarih 15 Ocak 1820. Yer İzmir’di. Osmanlı Devleti’ne gelen ilk misyoner ise İngiliz "Church of Missionary Society" adlı kuruluşa bağlı çalışan bir papazdı. Yıl 1815’ti. Yer, Kahire’ydi. Bu öncü misyonerleri, zamanla diğerleri takip etti.

MİSYONERLİĞİN ALTIN DÖNEMİ

Doğu’da misyonerlik faaliyetlerinin başlama tarihi 1850’li yıllardı. İki önemli şube Sivas ve Harput’ta kuruldu. Sonra diğer bölgelere yayıldılar. Misyonerlerin amacı neydi? Misyonerlerin Anadolu’ya akın etmesinin sebebi, Hz. İsa’nın havarilerine söylediği şu buyruğunda gizliydi:

"Gidiniz! Gerçeği (İncil’i) onlara anlatınız."

Soruyla devam edelim:

Niye özellikle 19. yüzyıldan sonra Anadolu’ya akın etmeye başladılar? Sorunun yanıtını vermeden önce, misyonerlik tarihi beş döneme ayrılır, ona bakalım:

1) Havariler Dönemi (33-100)

2) Kilise Kurucuları Dönemi (100-800)

3) Ortaçağ Dönemi (800-1500)

4) Reformasyon Dönemi (1500-1650)

5) Reformasyon Sonrası Dönem (1650-1800)

Modern misyonerler dönemi 1793 yılında Misyoner William Carey’in Hindistan’a gitmesiyle başladı.

Soruya dönersek, evet 19. yüzyıl ile 20. yüzyıl, misyonerliğin altın çağıdır. Çünkü bundan önceki dönemler Avrupa’da din/mezhep savaşlarıyla geçmiştir. Ancak 17. ve 18. yüzyıl aydınlanma/din reformlarıyla barış sağlanabilmişti. Yani artık, Hz. İsa’nın buyruğunu yerine getirecek zemin sağlanabilmişti.

İşin dinsel yönü kadar siyasi yönünün de olduğunun altını çizmemiz gerekiyor. "Altın çağ"ın bir diğer nedeni de kapitalizmin emperyalizme dönüştürdüğü bir dönem olmasıydı. Anadolu’da sadece Amerikalı misyonerler yoktu.

Her ülkeye mensup misyonerler vardı. Protestanlar, Katolikler, Ortodoksların ayrı ayrı misyonerleri Anadolu’daydı. Osmanlı’da misyonerlik faaliyetini yürütenler daha çok Protestanlardı. Katolik kilisesi ve Rus Ortodoks kilisesinin de faaliyetleri vardı ama bunlar sınırlıydı. Anadolu’da bunların kendi aralarında birbirleriyle hiç geçinemediklerini de eklemeliyiz.

Bitlis’teki gergin bekleyişi unutmayalım. Musa Ağa ve adamları, dövmek için Amerikalı misyonerleri bekliyorlardı. Böylece başlarındaki "büyük beladan" kurtulacaklardı!

Bu "bela" neydi ki?

Misyoner George C.Knapp, 1856 yılında Anadolu’ya gelmişti. O tarihte misyoner sayısı 24 kişiydi. Bütün misyonerler gibi, Amerikalı yoksul bir ailenin çocuğuydu. İyi eğitimliydi. Misyonerlerin 21 merkezinden biri olan, Bitlis İstasyonu’nun sorumlusuydu. Misyoner katliamının yapıldığı Malatya, o yıllar Bitlis’e bağlı uç-istasyondu.

BİTLİS’TE BEŞ AMERİKAN OKULU

George C.Knapp,
1860’tan itibaren Bitlis’te inşaat çalışmalarını başlatmıştı. İnşaatlardan biri okul yapımıydı. Aynı yıl inşaatı bitirdiler. Bitlis’e Kız Mektebi açtılar. Okulun müdiresi Matmazel Mishery idi. Okulun 50 öğrencisi, dört öğretmeni vardı; üçü Osmanlı biri Amerikalı.

İki yıl sonra aynı mahalleye erkek okulu açtılar. Bu okulun da 64 öğrencisi, dördü Osmanlı biri Amerikalı beş öğretmeni vardı. Okulları yetimhane binası takip etti. Bitlis, Amerikalı misyonerlerin "egemenliğindeydi!"

Keza Siirt Fransızlarındı; sadece onların okulları vardı! Bir misyoner kuruluşunun olduğu yerde diğeri bulunmuyordu. Amerikalı misyonerler, niye Bitlis’te olduklarını soranlara hep aynı yanıtı veriyorlardı:

Yoksullara eğitim ve sağlık hizmetleri götürmek için. Musa Ağa ve adamları bu okullara mı kızmışlardı? Hem evet hem hayır. Çünkü elimizde bilgi yok. Bilinen şu:

Misyonerler geldikleri Anadolu halkının kültürüne yabancıydılar. Geldikleri topraklarda medrese dışında öğrenim kurumu yoktu. Onlar okul açtılar. Açtıkları okullardan bazıları kızlar içindi. Amerikalı misyonerler, Bitlis bölgesindeki okul sayısını zamanla beşe çıkardılar.

’UZAYLI’ MİSYONERLER!

Bunlar arasında Rahipler Mektebi ve Sanayi Mektebi de vardı. Müslümanlar bu "gávur" okullara çocuklarını göndermiyorlardı; ama başlı başına okul düşüncesi bile tepki alıyordu. Sadece okul açılması değildi tepkilere neden olan. Yaptıkları binaların tarzı bile sevilmiyordu!

Kadın misyonerlerin giysileri, şapka takmaları ve ata binmeleri hayretle karşılanıyordu.

Misyonerlerin kendi ülke bayraklarını binalarına asmaları, yerel halk tarafından hoş görülmüyordu. Misyonerlerin yerel insanlarla diyaloglarında, geleneksel davranış kalıplarına uymamaları da sorun çıkarıyordu. Bölgenin feodal hiyerarşik ilişkilerini umursamıyorlardı; herkese eşit davranıyorlardı.

Halk merak içinde ama uzaktan misyonerleri izliyordu. Aile olarak hep birlikte, üstelik masada yemek yiyorlardı. Masalarında Anadolu’da olmayan yiyecekler vardı; patates gibi. Geceleri gaz ocağı yakıyorlardı. Bu aydınlanma cihazıyla da ilk kez tanışıyorlardı.

Misyonerlerin müzik aletleri de farklıydı. Piyano, akordeon çalıyorlardı. Ellerinde dürbün, fotoğraf makinesi vardı. Ellerinde kısa zamanda yazdıkları ve bugün hálá kullanılan Türkçe-İngiliz sözlük kitabı "Redhouse" vardı.

Ve çok çalışkandılar.

Misyonerler, Anadolu halkına "uzaylı" gibi görünüyordu. Hatta öyle ki, Harput’un ileri gelen üç müftüsü, ziyaret ettikleri misyoner Henry Riggs’e depremin ne zaman olacağını sormuşlardı! Ve klasik insan davranışıdır; insan anlamadığına düşman olur!.. Musa Ağa ve adamları, misyonerlere düşman olmuştu.

’TAHRİK ETTİLER’

Musa Ağa
ve eli sopalı adamlarını çok bekletmeyelim... BOARD’nın Bitlis bölgesi sorumlusu George C.Knapp ve misyoner arkadaşı Dr. George C.Raynolds okuldan çıkıp atlarıyla Musa Ağa ve adamlarının olduğu yere doğru yürümeye başladılar.

Misyoner Knapp, tanıdığı şehrin ileri gelenlerinden Musa Ağa’yı görünce, elini kaldırıp selam verdi: "Hello!" Sonrası malum...

Musa Ağa ve diğer saldırganlar, kendilerine saygısızlık yapıldığı için misyonerleri dövdüklerini söylediler. Tahrik edilmişlerdi! Sonra da eklediler: "Onlar zaten İngiliz ajanı!"

Dünden bugüne Anadolu’daki "gerekçelerin" hep aynı olması rastlantı mı? Devlet, Musa Ağa ve adamlarına pek bir şey yapmadı. Zaten devlette, misyonerlere derin bir güvensizlik vardı. Devlet katında misyoner, yabancı güçlerin ajanıydı.

19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında, başta Ermeni sorunu olmak üzere devlet, Anadolu’daki her olayın günah keçisi olarak misyonerleri görmeyi tercih etti! Bu toprakların yazgısıydı bu kolaycılık anlayışı:

Olayların sebebi olarak iç çelişkiler yerine, yabancı etkileri temel sorun olarak görmek!

Ermeni ayaklanmalarında bazı misyonerlerin rolü yok mudur; vardır elbet!

Ama tek sebep bu mudur? Malatya’daki katliamın bir tek sebebi olabilir mi?

Rahibeye ağlayan Türkler

MİSYONERLER Anadolu’da anlaşılmamıştır; hep şüpheyle karşılanmıştır; yer yer dayak da yemiştir, gibi genel düz bir yorumun çıkarılmasını istemem. Bir başka örnek olay anlatmalıyım:

Misyonerler 1850’li yıllardan beri Sivas’ta görev yapıyorlardı. Ama yaşanılan bir olay, misyonerler ile yerel halk arasında büyük bir dostluk kurdu.

Yıl 1891. Yer Sivas. Orta Anadolu’nun bu büyük şehrinin insanları kolera salgınıyla kırılıyor. Nüfusu 40 bin kişi. Salgın, bin beş yüz insanın hayatını kaybetmesine neden oldu. Beş bin kişi de hasta.

Salgına karşı en büyük mücadeleyi Cizvit misyonerleri yürüttü. Çünkü:

Misyonerler, Hz. İsa’nın Tanrısal gücünün bir kısmını hastaları iyileştirmekte kullandığına inandıkları için tıbbi yardımları başlıca faaliyetleri arasına almışlardı.

Bu nedenle?

Kolera tedavi konusunda uzman misyoner Peder Rougier ve Saint Joseph rahibeleri aylarca Sivas’ta çalıştılar. Sonunda kolerayı yendiler.

Bu arada bu salgın hastalık Tokat ve Kayseri misyonerleri arasında da birer can aldı.

Çalışmaları nedeniyle başrahibe Marie Therese’ye, Fransız hükümeti tarafından şeref madalyası verildi. Rahibe Marie Therese, yıllarca Sivas’ta sağlık hizmetleri çalışmaları yaptı.

Vefat ettiğinde binlerce Müslüman Sivaslı, rahibenin cenazesine katıldı. Gözyaşı döktü...

ANALiZ

Ya futbolcu ya imam!

MESELE ne misyonerlik, ne İncil, ne de yabancı düşmanlığı aslında. Görünür gerekçe o sadece. Kimse popstar yarışmalarına binlerce gencin katılmak için neden başvurduğunu tartışmıyor. Kimse futbol maçlarındaki bıçaklama olaylarını konuşmuyor. Kimse yoksulluğun, işsizliğin, lümpenliğin nedenlerini analiz etmiyor. Kimse gelir dağılımı adaletsizliğinin nelere yol açacağını değerlendirmiyor. Kimse 30 yıldır süren iç savaşın nelere yol açtığını söylemiyor.

Bakın. Bu cinayetler sonuç değil, başlangıçtır. Káğıt üzerinde milli geliri 5 bin dolar diye göstererek sorunları çözemeyiz; kendimizi kandırıyoruz. Sorunu polis-adliye önlemleriyle de engelleyemeyiz. Cezaevlerindeki ranzalarda ikişer, üçer kişinin yattığını biliyor musunuz?

Ne "teşhis" koyabiliyoruz, ne de "tedavi" yöntemini tartışıyoruz. Oyalanıyoruz. Çözümü cezada arıyoruz; bilmiyoruz ki, ne kadar çok ceza verirseniz o kadar çok suç üretilir. Ya da:

Sorunu hep görünürde, elle tuttuklarımızda arıyoruz. Polis beceriksiz... Diziler yönlendiriyor... Milliyetçilik dalgası... Bir de her taşın altında aradığımız yabancı devletler şüphesi var elbet!

Nedenleri, sorumlulukları başkalarının üzerine atarak sorunlarımızdan kurtulacağımızı sanıyoruz. Şark aklı budur işte! Yine öyle yapacağız. Bulacağız görevini yapmayan bir iki emniyet görevlisi! Rahatlayacağız.

Ya da yine "derine" dalıp, "derin ilişkiler" peşinde koşacağız. Aydınlatalım derken bulandıracağız. Unutmayın, en çok zarar verenler, en yararlı olmak isteyenlerdir!

Bir de, her siyasal grubun diğerini suçlamasını izleyeceğiz. Aslında, tüm bu olanların nedenini, 10 yaşındaki bir yoksul çocuk, "Büyüyünce ne olacaksın" diye soran TV muhabirine söylemişti: Ya futbolcu, ya imam!

Burada söylenen, ne bildiğimiz futbolcu, ne de imamdır. Burada söylenen şudur:

Ya zengin olurum, ünlenirim ya da din düşmanlarıyla savaşırım! Malatya vahşetini, ünlü olamamış bu çocuklar gerçekleştirmiştir. İyi hayat sunamadığımız çocuklarımızın sayısı her geçen gün maalesef artmaktadır. Mesele iktisadidir, kültüreldir.

Siyaset bunlardan çok sonra gelir.

Ve anlatmalıyız çocuklarımıza, insanın doğruluğuna kesinlikle inandığı şeyler, asla doğru olmayan şeylerdir!...
Yazının Devamını Oku

Osmanlı ’rektörleri’nin ilk toplantısının sonuç bildirisi

15 Nisan 2007
İŞGALE HAYIR!YÖK Rektörler Komitesi’nin, cumhurbaşkanı seçiminin hukuksal dayanaklarını açıklaması, kamuoyunda yeni bir tartışmaya yol açtı. Tartışma sürüyor... Peki Osmanlı döneminde "rektörler" siyasal bir tavır almak için, ilk kez ne zaman bir araya geldi; toplan-tıda neler konuşulup tartışıldı ve karar bildirisinde ne vardı?..

TARİH 18 Mayıs 1919. Saat 11.15. Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane (Haydarpaşa Tıbbiyesi) amfisini dolduranlar, heyecanlarını dizginleyemiyor. Kalabalık salona sığamamıştı; üniversitenin bahçesinde de binlerce öğrenci vardı. Salonun ön sırasında oturan, çeşitli okullardan temsilci öğretim üyeleri, öğrencileri sakin olmaya çağırdı. Ama kimse sakinleşecek gibi gözükmüyordu./images/100/0x0/55eaf073f018fbb8f8a06e08

İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalini öğrenen öğrenciler, zaten iki gündür derslere girmiyor, gösteriler yapıyordu.Hepsi bir an önce ateşten gömlek giymek istiyordu.

"Ev sahibi" Tıp Fakültesi Meclisi Müderrisi Reisi Akil Muhtar Bey, ortamı sakinleştirmek için kürsüye çıktı. "Üniversiteler bu yurdun ruhudur, bilincidir..." Duygulandı. Sözlerini bitiremedi. Toplantı öncesi her okul, her fakülte adına bir temsilcinin konuşması kararlaştırılmıştı.

Hukuk Fakültesi adına Muhiddin Adil Bey kürsüye çıktı: "Felaket zamanları, insanları dayanışmaya, birliğe sevk eder. Bu zamanda bütün insanımızdan istifade etmek lazımdır. Bunu Darülfünun (üniversite) yapacaktır. Memleketin bilinci, mütefekkiri Darülfünun’dur. Darülfünun’u olan bir memleket ki bağımsızdır ve bağımsız olmayan bir memlekette Darülfünun yoktur."

Muhiddin Adil Bey
alkışlarla, sloganlarla kürsüden indi. Darülfünun’da felsefe dersleri veren "Feylesof" Rıza Tevfik’in gençleri sabırlı olmaya çağırıp, "Adi nümayişlere meydan verilmemelidir" sözleri salonu karıştırdı. Salondakilerin, "Seni çok dinledik, artık yeter" diye bağırması üzerine, Rıza Tevfik sözlerini geri almaya çalışsa da protestolarla kürsüden indi.

Dr. Esat, Dr. Süleyman Numan, Dr. Besim Ömer, Dr. Fevzi beylerden sonra kürsüye son olarak Yusuf Rıza Bey geldi:

"Burada birçok arkadaşımız, ’Kanımızı son damlasına kadar akıtacağız, canımızı feda edeceğiz’, gibi sözler söyledi. O halde, şimdi iş görmekten başka çare yoktur."

MİTİNG İÇİN TATİL EDİLDİ

Öğretim üyelerinden sonra kürsüye fakültelerini temsilen üniversite öğrencileri geldi. Hepsi heyecanlıydı. Hepsi vatan için ölmeye hazırdı. Toplantı, hazırlanan bildirinin açıklanmasıyla sona erdi:

"Kan dökerek kahramanlıkla ölmeyi işgale tercih ediyoruz."

Toplantıya katılanlar, ne pahasına olursa olsun işgale karşı durulacağının tüm dünyaya duyurulmasına karar verdi.

Bunun ilk yolu, miting yapmaktı.

"Rektörler", mitinge katılımın çok sayıda olması için Darülfünun’u tatil etme karar aldı. Mitingleri, tıp fakültesi öğrencilerinden oluşan komite organize edecekti. Gösterileri neden tıbbiyeliler organize ediyordu? Çünkü deneyim sahibiydiler. Şöyle ki:

Tıbhane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire adlı tıp okulları, 14 Mart 1827 yılında açıldı. Tıbbiyeliler, bu kuruluş tarihini, direnişin simgesi haline getirmek için, 14 Mart 1919 günü "Tıp Bayram" adı altında direnişe başladılar. Neye direnmişlerdi?

İşgal kuvvetleri askeri karargáh için Mekteb-i Tıbbiye’yi seçmişti. Doğal olarak okulu da kapatmak istiyordu. Tıbbiyeliler 14 Mart’ta yaptıkları protesto eylemleriyle, öğrenim haklarını geri aldılar.

Bugün ne yazık ki sadece tıp bildirileriyle geçiştirilen "Tıbbiyeliler Bayramı", işte ilk kez böyle bir direnişle kutlandı.

Tıbbiyeliler sadece bu eylemleriyle değil, Çanakkale Savaşı’ndaki direnişleriyle de sembol olmuştu. Daha bıyıkları yeni terleyen tıbbiyeliler, Çanakkale’de ön cephede savaştılar.

Ve 18 Mayıs 1915 gecesi...

Tıp fakültesinin birinci sınıf öğrencilerinin hepsi şehit oldu. Bu nedenle:

1921 yılında tıbbiye mezun veremedi.

Tıbbiyeliler direnişte öncüydü...

Osmanlı’da kitleleri "propaganda aracı" olarak kullanan ilk siyasal örgüt, İttihat ve Terakki Cemiyeti oldu.

Boykot-miting yapmayı; isyanları bastırmakla görevli oldukları Balkanlar’daki ayrılıkçı örgütlerden ve zoraki sürgün yaşadıkları Fransa’ndan öğrenmişlerdi. İttihatçıların sivil hareketlerinin "belkemiğini" tıbbiyeliler oluşturuyordu. Örgüt zaten bu okulda doğmamış mıydı? Deneyim sahibi tıbbiyeliler, kısa sürede ardı ardına miting düzenlemeyi başardılar.

KADINLAR KÜRSÜDE

İlk miting, 20 Mayıs 1919’da Üsküdar Doğancılar’da oldu. 80 bin kişi toplandı. Şair Talat Bey, Ferruh Niyazi Bey, Muzaffer Bey, Necdet Hamdi Bey’le birlikte kürsüye çıkanlar arasında Sabahat Hanım, Naciye Hanım ve Zeliha Hanım da vardı. "Ortalıkta dolaşmaları" hep bir sorun olarak görülen kadınlar artık kürsüdeydi ve büyük kalabalıkları coşturuyorlardı:

"Biz kadınlar, yaşamak için ölmeye yemin ettik."

İkinci miting 22 Mayıs 1919’da Kadıköy’de yapıldı. Burada kürsüye çıkanlar Münevver Saime, Halide Edip, Hayriye Melek hanımlar ve Dr. Fahrettin Hayri Bey idi. Üniversite öğrencisi Münevver Saime, mitinge katılanların ortak duygusunu şu sözlerle ifade ediyordu:

"Ağlamakla kazanılacak hak; hıçkırıklarımızı dinleyecek kalp yoktur."

Miting sonrası Münevver Saime gözaltına alınmak istendi. Münevver Saime kaçıp Anadolu’ya gitti. O artık "Asker Saime" idi. Kurtuluş Savaşı’nda İzmit’te kalçasından yaralandı. İstiklal madalyasıyla onurlandırıldı.

Tekrar İstanbul’a dönersek:

Gözaltına alınıp Bekirağa Bölüğü’ne tıkılmak kimsenin umurunda değildi. Türk, ateşle imtihan veriyordu. İstanbul’da en büyük gösteri 23 Mayıs 1919’da, Sultanahmet Meydanı’nda düzenlendi. Gösteriye 200 bin kişi katıldı.

İşgalci İngiliz kuvvetleri, gösteri alanının üzerinden uçaklar uçurarak halkı korkutmak istedi. Bilmiyorlardı; artık korku duvarı çoktan aşılmıştı. Herkes şerefiyle ölmeye yemin etmişti.

Mitingde Şair Mehmet Emin, Halide Edip, Dr. Süleyman Sırrı, Dr. Fahrettin Hayri konuşma yaptı. Halide Edip meydanda toplanmış binlerce insana sesini duyurmak için bağırıyordu:

"Gece en karanlık ve ebedi göründüğü zaman, gün ışığa en yakındır. Her gecenin bir sabahı vardır."

SÜRGÜN KARARI

Ve Halide Edip için de gözaltına alınma kararı çıktı. O da Anadolu’ya kaçtı. Mustafa Kemal’in verdiği rütbeyle, o da artık "Halide Onbaşı"ydı.

Mitinglerin ulusal bilinci canlandırdığını gören işgal kuvvetleri, Damat Ferit Hükümeti’ne baskı yaparak, 25 Mayıs 1919’da bütün gösterileri yasaklattı. Üç gün sonra, 67 devlet adamı, aydın, asker evlerinden yaka paça alınarak Malta’ya sürgün edildi.

Sürgüne gönderilenlerin arasında, tıp fakültesinde o gün konuşma yapan öğretim üyesi Dr. Süleyman Numan Bey de vardı.

Ancak eylemler bitmedi. Bir millet uyanıyordu. İstanbul’da dükkánlar beş gün süreyle kepenklerini kapattı. İstanbullular, 30 Mayıs 1919 Cuma günü, Sultanahmet Camii’nde toplandı.

Öğretim üyeleri İsmail Hakkı, Hamdullah Suphi ve (Türkiye’nin ilk üniversite mezunu kızı onurunu taşıyacak) 23 yaşındaki öğrenci Şüküfe Nihal konuşma yaptı. Yapılan konuşmalar, bir acı gerçeğe dikkat çekiyordu:

"Belaların sebebi, saldırılar karşısında isyan edilmemesidir."

Konuşmalar sürerken, herkesi direnişe çağıran bildiriler dağıtıldı. Bildiri dağıtanlardan biri de, tüm gösterilere katılan hukuk fakültesi öğrencisi Sıddık Sami (Onar) idi.

İhtilalin rektörü: Sıddık Sami Onar/images/100/0x0/55eaf073f018fbb8f8a06e0a

27 Mayıs 1960 sabahı, İstanbul Üniversitesi’nin beş öğretim üyesinin kapısı çalındı. Gelen askerler, öğretim üyelerinden ne istiyordu? Uzmanlık alanları hukuk olan profesörler neden Ankara’ya götürüldü? Tüm bu olanların YÖK Başkanı Prof. Erdoğan Teziç’le ne ilgisi vardı?

TARİH: 27 Mayıs 1960. Saat: 07.00. Yer: İstanbul. İstanbul Üniversitesi Rektörü Ordinaryüs Profesör Sıddık Sami Onar’ın evinin kapı zili çaldı. 62 yaşındaki Ord. Prof. Onar, yataktan güçlükle kalktı. Hastaydı.

Bir ay önce üniversitede, Demokrat Parti’yi protesto eden öğrenciler ile polisler arasında çıkan çatışmayı sona erdirmek için, polislerin yanına gidip üniversiteyi terk etmelerini istemiş, bunun üzerine, polis şefleri Bumin Yamanoğlu ve Zeki Şahin tarafından dövülmüş, yerlerde sürüklenmişti. O, seçimle rektör olmuş Türkiye’nin ilk öğretim görevlisiydi. Aldığı darbelerin üzerinden bir ay geçmesine rağmen hálá güçlükle yürüyordu. Kapıyı açınca şaşırdı. Kapıda bir subay ve yanında üç asker vardı.

Binbaşı Şefik Soyuyüce, "Günaydın" dedi. Ülke yönetimine el koyduklarını açıkladı. Ord. Prof. Onar, "Biliyorum" dedi. Gece 01.00’den itibaren İstanbul sokaklarında dolaşan askeri ciplerin, sokağa çıkma yasağı ilan edildiği anonslarını duyduğunda anlamıştı.

Ord. Prof. Onar çok acil Ankara’ya çağrılıyordu. "İzninizle giyineyim" dedi. Aynı saatlerde İstanbul’da, İstanbul Üniversitesi’nin dört öğretim görevlisinin daha benzer nedenle kapılarının zilleri çaldı. Ord. Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Prof. Ragıp Sarıca, Prof. Naci Şensoy ve Prof. Hüseyin Nail Kubalı.

Prof. Kubalı, askerleri karşısında görünce biraz çekinmişti. Çünkü, DP’ye muhalifliğiyle tanınıyordu. Başbakan Adnan Menderes ile polemiklere girmiş, bu nedenle dekanlıktan alınmış, üniversitede ders vermeme cezası almış, DP’nin kurduğu Tahkikat Komisyonu’nca sorgulanmıştı. Başına yine benzer bir olayın geldiğini düşündü. Yanılmıştı...

ANKARA’YA GÖTÜRÜLÜYORLAR

Neden Ankara’dan çağrılıyorlardı? Yüzbaşı Numan Esin, öğretim üyelerini merakta bırakmadı:

"Bize bir anayasa taslağı hazırlayacaksınız!"

Öğretim üyeleri Ankara’ya gitmek üzere beklerken, aynı üniversiteden hukukçu arkadaşları Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya ve Doç. Dr. İsmet Giritli de ekibe gönüllü olarak katıldı.

İlk toplantılarını ayaküstü yaptılar. Başkanları Sıddık Sami Onar bir káğıda çeşitli notlar aldı. Ankara’ya giderken uçakta, askeri hareketin lideri Cemal Gürsel’e ne diyeceklerini ve nasıl bir anayasa hazırlayacaklarını konuştular.

Araya girip bir not yazmalıyım:

Bu topraklarda anayasa hep "kurtarıcı" olarak görüldü. Yeni Osmanlılar; Ziya Paşa’lar, Namık Kemal’ler, Şinasi’lerin tek bir istekleri vardı:

"Padişah, Kanuni Esasi’yi bir ilan etse, her şey düzelir!" Jöntürklerden sonra İttihatçıların da aynı umudu vardı:

"Kanuni Esasi bir ilan edilsin, Osmanlı tüm sıkıntılardan kurtulur."

27 Mayıs 1960 askeri müdahalesini yapanlar da aynı düşüncedeydi:

"Tüm sorunların nedeni anayasa, yeni bir anayasa lazımdır." 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbesini yapanlar ne diyordu:

"Bu anayasa bizim ülkemize bol geliyor; darlaştırmak gerekiyor!"

Anayasa, Türkiye gündeminden hiç düşmedi:

"Avrupa Birliği’ne girmemiz için Anayasa’yı değiştirmemiz gerekiyor!" Bugün Cumhurbaşkanlığı tartışmasında bile baş konu; Anayasa...

Ama...

Bu ülkede sadece Mustafa Kemal kurtuluşu ve yeni bir ülke yaratmayı anayasada aramadı!.. Biliyordu ki, anayasa yeni bir hayat kuramaz; hayatın kendi dinamikleri anayasayı düzenler!

Yani: Anayasa yukarıdan gerçekleşemez; anayasa çekişe çekişe kopartılarak elde edilir!

Not bitti.

Yazıya devam...

JAKOBEN HOCALAR

Öğretim üyelerini taşıyan uçak Ankara’ya ulaştı.

Burada kendilerine Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Prof. İlhan Arsel, Prof. Bahri Savcı ve Prof. Muammer Aksoy katıldı. Hareketin lideri Cemal Gürsel, müdahalenin yapıldığı o ilk sıcak günde öğretim üyelerini kabul etti. Çünkü müdahalenin anayasaya "ihtiyacı" vardı. Ord. Prof. Sıddık Sami Onar, heyet adına konuştu:

"Bugün içinde bulunduğunuz durumu adi ve siyasi bir hükümet darbesi saymak doğru değildir."

Askerler derin bir soluk aldı. Bu arada, öğretim üyeleri konuştukça askerler şaşırdı. Çünkü öğretim üyeleri, askerlerden daha jakobendi!.. Heyet, yeni bir anayasa taslağı hazırlamakla resmen görevlendirildi.

Ve Türkiye’nin en özgürlükçü anayasası böyle bir olağanüstü günde doğdu. Tüm bu çalışmalar sırasında hocalarına yardım eden İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi asistanı kimdi dersiniz; YÖK Başkanı Prof. Erdoğan Teziç...

Prof. Teziç’in uzmanlık alanı nedir: Anayasa hukuku!..

Şimdi en başa dönüp yazıyı bir daha okuyunuz!..
Yazının Devamını Oku

Bir gazetenin çarpıcı hikáyesi

8 Nisan 2007
İsim babası İstanbullu bir Rum’du; Papadopulos. İkinci sahibi Kayserili bir Ermeni’ydi; Mihran Nakkaşyan. Bir dönem sahibi iki Türk gazeteciydi: İlhami Safa-Cemalettin Saraçoğlu. İş dünyasından bir patron ilk kez "Sabah" sayesinde Babıáli’ye girdi: Safa Kılıçlıoğlu. İşte, TMSF’nin ikinci kez el koyduğu Sabah Gazetesi’nin 132 yıllık inişli çıkışlı öyküsü.

YIL: 1875. "Sabah" adında gazete çıkaran ilk kişi İstanbullu Rum Papadopulos idi. Yunananistan’ın eski Başbakanı Georgios Papadopulos ya da Rum lider Tassos Papadopulos ile bir akrabalığı var mı; bilinmiyor. Bilinen, bugünkü adıyla Çiçek Pasajı, dünkü adıyla Hristaki Pasajı’nda mücellithanesinin olduğudur. Yani ciltçiydi.

"Sabah"ın başyazarı, 23 yaşında "Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat" adlı Batı tarzında ilk Türkçe romanı yazarak ünlenen Şemsettin Sami idi. Şemsettin Sami (aynı zamanda, Galatasaray Kulübü’nün kurucu Ali Sami Yen’in /images/100/0x0/55ea3f5cf018fbb8f873cda1babasıdır), patronu Rum Papadopulos’la pek anlaşamadı, gazeteden ayrıldı.

Gerek Şemsettin Sami’nin gazeteden ayrılması, gerekse sansürle başının sık sık belaya girmesi yüzünden Papadopulos, 1882 yılında gazeteyi Mihran Efendi’ye sattı.

PADİŞAH’A DUA YAZAN YAZARLAR

Mihran Efendi, 1850 Kayseri doğumluydu. Ermeni’ydi. Küçük yaşta babasını kaybetmişti. Kardeşleriyle geçinemeyince eşeğine atlayıp İstanbul’un yolunu tutmuştu.

Çalışma yaşamına hamallıkla başladı. Sanayi okuluna girip dizgicilik (mürettiplik) öğrendi. Gazetelerde çalışmaya başladı. Para biriktirip küçük bir matbaa aldı. Tanıştığı ciltçi Papadopulos’un teklifiyle Sabah’a idare müdürü oldu.

Sonra "Sabah"ı satın aldı.

Ünlü tarihçi Kevork Pamukciyan, Mihran Efendi’nin yeğeniydi. Onun yazdığına göre Mihran Efendi, Sultan II. Abdülhamid ile çok samimiydi; karşılıklı oturup sohbet ediyorlardı.

"Sabah" yazarları köşelerinde sürekli II. Abdülhamid’e dualar yazıyordu! Hal böyle olunca "Sabah"ın Yıldız Sarayı’ndan tahsisat alması kaçınılmaz oldu! Mihran Efendi satış-pazarlama işlerini iyi kavramıştı.

"Sabah"ı diğer gazetelerin dörtte bir fiyatına sattı. Mizanpajını yeniledi. 1891’de gazetenin satışı 12 bini buldu. "Sabah"ı Asmalımescit 5 numaradaki üç katlı binaya taşıdı. Dönemin ünlü yazarlarını bünyesine aldı. Bunlardan biri de savaş muhabirliği yapan yazar Ahmet Rasim’di.

SAHİPLERİNE UĞUR GETİRMİYOR!

24 Temmuz 1908. II. Meşrutiyet’in ilanı...

Mihran Efendi, rakibi "İkdam" Gazetesi sahibi Ahmet Cevdet ile anlaştı; o gece gazete provalarını görmek isteyen sansür memurları kovuldu; gazeteler sansürsüz çıktı.

İşte bu olay, bugün hálá kutlanan 24 Temmuz Gazeteciler Bayramı’nın doğmasına neden oldu! Yeni dönem başlamıştı ve Mihran Efendi hemen uyum sağladı. İttihatçı oldu!

Üstelik, Mahmud Şevket Paşa’nın Harbiye Nazırlığı döneminde armatörlüğe soyundu. "Konya" adlı şilep aldı. Çok geçmedi bir vapur daha aldı; adını "Sabah" koydu! Üçüncünün adı "Kayseri"ydi!

Mihran Efendi, Birinci Dünya Savaşı bitince, İttihatçıların baş düşmanı, "Peyam" Gazetesi’nin sahibi Ali Kemal’e yaklaştı. Mihran Efendi’nin teklifiyle "Sabah" ve "Peyam" birleştirildi. Yeni gazetenin adı "Peyam-ı Sabah" oldu.

Ali Kemal, ulusal mücadelenin karşısındaydı. Mustafa Kemal ve arkadaşları hakkında çok sert, tahrik edici yazılar kaleme alıyordu. Türk ordusu İzmir’e girince, Mihran Efendi, Ali Kemal’le hemen yolunu ayırdı Gazete tekrar "Sabah" adıyla çıkmaya başladı.

Ali Kemal linç edilerek öldürülünce, Mihran Efendi de korkup 7 Kasım 1922’de "Sabah"ı kapattı ve tüm mallarını satıp Fransa-Nice’e kaçtı. "Nakkaşoğlu" soyadını aldı ve 1944’te Nice’te öldü.

’YENİ SABAH’ UYANDIRILIYOR

"Sabah"
1938 yılına kadar sessizliğini korudu.

İki gazeteci; İlhami Safa ve Cemalettin Saraçoğlu gazeteyi "Yeni Sabah" adıyla yeniden çıkardı. İlhami Safa, Darüşşafaka Müdürü şair İsmail Safa’nın oğluydu. Kardeşi, ünlü yazar Peyami Safa’ydı.

İlhami Safa, 1918’te öğretmenlikten ayrılmış, basın dünyasına girmişti. "Yirminci Asır", "Kültür Haftası", "Yeni Hayat" gibi gazeteler-dergileri yayınladı. Cumhuriyet Gazetesi’nde yazı işleri müdürlüğü yaptı. "Yeni Sabah"ı kurmak istediği dönemde eşi, onu ve 2 yaşındaki oğlunu terk edip moda öğrenmek için Fransa’ya kaçtı. Yılmadı. "Yeni Sabah"ı çıkardı.

Diğer ortak Cemalettin Saraçoğlu, 1893 İstanbul doğumluydu. Gümrük Müdürü Ali Rıza Efendi’nin oğluydu. Saint Joseph mezunuydu. Basına 1918’de çevirmen olarak girdi, Tasvir-i Efkár, İkdam, Tercüman, İleri, Anadolu gibi birçok gazetenin her kademesinde çalıştı.

Çanakkale Savaşı, Menemen Olayı gibi birçok konuda kitap yazdı. 1939’da İlhami Safa hisselerini ortağına devrederek gazeteden ayrıldı. Tek patron artık Cemalettin Saraçoğlu idi. Başyazıları da o yazıyordu. Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Murat Sertoğlu’ydu. Refii Cevat Ulunay, Sabri Esat Siyavuşgil, Şükrü Baban gibi ünlü yazarları vardı. Bu dönem Eylül 1948’e kadar sürdü.

"Hürriyet" Gazetesi’nin yayın hayatına başlaması, "Yeni Sabah"a tiraj kaybettirdi.

Ayrıca Saraçoğlu yorulmuştu. Basından bıkmıştı. Hobisi Karagöz kuklası toplamaktı. Hobisiyle ilgilenmek, balık tutmak ve kitap yazmak istiyordu. "Yeni Sabah"ı iplik tüccarı Safa Kılıçlıoğlu’na sattı. Babıáli’ye ilk kez bir işadamı giriyordu...

Safa Kılıçlıoğlu, 1910 İstanbul doğumluydu. Ailesi Şamlıydı. Babası Abdülnafi Efendi, II. Abdülhamid’in mütercimiydi.

Küçük yaşta ticarete atılmıştı. İlkokul mezunu bile olup olmadığı hep tartışma konusu oldu. Tekstille meşguldü. Sultanahmet’te mağazası, Bomonti’de fabrikası vardı. İstediğini yapan bir kişiliğe sahipti; dönemin ünlü oyuncusu Galip Arcan’ın güzel eşi Bedia Hanım’a áşık oldu. Evlendiler.

Politikayla da ilgileniyordu; aktifti; Millet Partisi İstanbul İl Yönetim Kurulu Üyesi’ydi. Parti toplantılarında "Basın neden hiç bizden bahsetmiyor" diye kızarak "Yeni Sabah"ı almıştı. İlginçtir, gazete patronu olunca Demokrat Parti’yi savunmaya başladı.

İKİNCİ BÜYÜK GAZETE OLDU

Safa Kılıçlıoğlu
sert mizaçlı biriydi. Ataktı. "Yeni Sabah"ı Türkiye’nin ikinci büyük gazetesi yaptı. Teleks ve telefonu ilk kullanan gazeteydi "Yeni Sabah". Bazı haberlerde de öncüydü: Moskova’ya giden ilk Türk basın organı oldu.

1961 yılında basın çalışanlarına, kıdem hakkı, ölüm tazminatı, haftada iki gün tatil izni gibi haklar getiren 212 sayılı yasayı protesto etmek için, basın patronlarını harekete geçirip yayın organlarının üç gün kapatılmasına öncülük etti. Ancak yasayı kaldırtamadı.

Üç yıl sonra, 30 Haziran 1964’te gazetenin kapısına kilit vurdu. Yayın dünyasından kopmadı; Hakkı Devrim ile birlikte haftalık Meydan Dergisi’ni ve Meydan Larousse’u çıkardı.

Aradan 21 yıl geçti... Safa Kılıçlıoğlu, Nişantaşı’ndaki evinde hasta yatıyordu. Telefonu çaldı.

Arayan kişi Dinç Bilgin’di.

"Yeni Sabah" Gazetesi’nin isim hakkını satın almak istiyordu.

Babıáli’nin son monşeri: Dinç Bilgin

TARİH 13 Eylül 1892.

Selanik Duyun-u Umumiye İdaresi’nde çalışan Abdurrahman Nafiz Efendi, oğlu Fazlı Necip’in günlerdir süren ısrarı üzerine, Selanik Valisi Mustafa Zihni Paşa’ya gitti.

Fazlı Necip 18 yaşındaydı ve "Asır" adlı bir gazete çıkarmak istiyordu. Ama istibdat döneminde bir yayın organına sahip olmak pek kolay değildi. Valilik ile Dahiliye Nazırlığı arasında yazışma tam 32 ay sürdü.

"Asır" 19 Ağustos 1895’te ilk sayısını çıkardı. Selanik’te Hamidiye Matbaası’nda basılacaktı. Pazartesi ve perşembe, haftada iki gün yayınlanacaktı.

Gazetede iki kişi çalışıyordu; Fazlı Necip ve Ahmet Atıf adında serbest çalışan bir muhabir. Fazlı Necip tecrübeliydi; daha önce Gonca-i Edeb Dergisi’nde makaleleri çıkmıştı.

Bu derginin sahibi Osman Tevfik Efendi, gazeteci Ahmet Emin Yalman’ın babasıydı. Fazlı Necip gazeteciliği öğrendiği bu ailenin damadı da oldu. Osman Tevfik’in kardeşi Abdurrahman Nafiz’in kızı Rebia ile evlendi. İki çocukları oldu: Mustafa Necip (Bir) ve Meliha (Til).

SOKOLLU’NUN TORUNU

Meliha,
gazeteci Enis Tahsin Til’in eşi olacaktı. Ailede herkes gazeteci olmak zorundaydı sanki; Fazlı Necip’in kardeşi Nazım da ileri yıllarda Milliyet’te çalışacaktı.

Fazlı Necip, "Temmuz Devrimi"nden sonra gazetenin adını "Yeni Asır" olarak değiştirdi. Bu arada İstanbul’daki Matbuat-ı Dahiliye Müdürlüğü’ne atandı. Gazeteyi halasının oğlu Abdurrahman Arif’e bıraktı.

Abdurrahman Arif (Bilgin), Dinç Bilgin’in dedesiydi.

"Yeni Asır" artık günlük yayınlanıyordu.

Gazete, Balkan Savaşları, Selanik’in düşmesi ve Birinci Dünya Savaşı gibi birçok tarihsel olaya tanıklık etti.

Abdurrahman Arif 1918’de vefat etti.

Gazeteyi 24 yaşındaki oğlu Şevket Bilgin devraldı. 1924 yılında, Türk-Yunan mübadelesi sonucu aile İzmir’e yerleşti.

"Yeni Asır" artık İzmir’de çıkmaya başladı. Gazete, 1930 yılına ekonomik sıkıntılarla girdi. Kriz ortak alınarak atlatıldı.

Ortak, Sadrazam Sokollu Mehmed Paşa sülalesinden Abdi Sokullu’ydu. Ticari ortaklık aynı yıl bir evlilikle güçlendirildi: Şevket Bilgin, ortağı Abdi Sokullu’nun kız kardeşinin kızı Nebile ile evlendi.

ENİŞTESİNİ KOVDU

1932’de kızları Şenol, 1940’ta oğulları Dinç doğdu. Şenol, 1956 yılında gazeteci Cemil Devrim ile evlendi.

Demokrat Parti’nin döneminde "Yeni Asır" çok büyüdü. Gazete, DP’yi destekliyordu. Zaten Şevket Bilgin’in küçük kardeşi Behzat Bilgin, üç dönem DP milletvekili olarak TBMM’de yer aldı.

27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi döneminde gazete zor günler geçirdi. İngiltere’de okuyan Dinç Bilgin, Türkiye’ye döndü. Gazetenin muhasebe bölümünde çalışmaya başladı.

1964 yılında İngilizce öğretmeni Güler Hanım’la evlendi. Kendisi gibi gazeteci olacak oğlu Önay bir yıl sonra dünyaya geldi.

Dinç Bilgin çalışma hayatında çok hırslıydı. Hedefine ulaşmak için merhametsiz olabiliyordu. Gazetenin genel yayın yönetmenliğini yapan eniştesi Cemil Devrim’i kovmakta hiç tereddüt etmedi.

Bu arada gazetenin idari işlerine bakan, büyük ortak Abdi Sokullu, İzmir’de Levanten Marcelle Bell’e áşık oldu. Karısını, çocuklarını terk etti.

Bu ilişkiyi kimse onaylamadı. Abdi Sokullu tabancayla intihar etti. Bir yıl sonra Madam Bell de hap içerek canına kıydı.

HEDEF İSTANBUL

"Yeni Asır"da tek söz sahibi artık Dinç Bilgin’di. Önce gazetenin dağıtımına el attı.

Rastlantı; Yeni Sabah Gazetesi kapatılınca baskı makinelerini almak istedi. Parası yetmedi. Ancak hurufatını (dizgi harflerini) alabildi. Yeni hurufatı kullanırken Yeni Sabah’ın mizanpajını kopya etti.

"Yeni Asır" aynen kapanan Yeni Sabah’a benzedi! Dinç Bilgin gazetesini sürekli büyüttü. Artık İzmir yetmiyordu. İstanbul’da ulusal bir gazete çıkarmak istiyordu.

1982 yılında Kemal Uzan’la ortaklık yapmayı denedi. Gazetenin imtiyaz sahibinin kim olacağı konusunda anlaşamadılar, ayrıldılar. Dinç Bilgin ulusal gazete çıkarmaya kararlıydı. Selahattin Beyazıt’la anlaştı. Bankalardan kredi aldı.

Genel Yayın Yönetmeni olarak Rahmi Turan ile el sıkıştı. Tek eksik, gazetenin adıydı. "Büyük Gazete", "Turan", "Selam" gibi hangi adı düşünseler isim hakkı başkasının üzerineydi.

Sonunda Dinç Bilgin "Yeni Sabah" adını almaya karar verdi.

Telefonun başına gitti, Safa Kılıçlıoğlu’nun ev numarasını çevirmeye başladı...

22 Nisan 1985. "Sabah" bayilerde...

Türk basınında yeni bir dönem başlıyordu:

Haberin doğru olmasının değil, ilginç olmasının önem kazandığı bir dönemdi bu.

Sonra...

Sonra Medya Plaza...

Sonra Etibank...

Sonra TMSF...

Sonra Kartal Cezaevi...

Sonra Turgay Ciner...

Sonra TMSF...

Sonra...
Yazının Devamını Oku