Soner Yalçın

Fransa’da düşkünler evinde son bulan sıradışı bir hayat

22 Temmuz 2007
20 Temmuz 1967’de ölen Fikret Mualla dáhi mi, yoksa deli miydi? Yaşamı sıradan bir insana göre hayli farklıydı. Annesi doğacak bebeğini kız beklediği için adını daha doğmadan koydu: "Mualla!" Futbol sevgisi yüzünden topal kaldı. Annesinin ani ölümünden hep kendisini sorumlu tuttu. 25, 34, 50 ve 53 yaşlarında dört kez akıl hastanesine yatırıldı. Dünyanın sanat merkezi Paris’te dokuz sergisi açıldı. Picasso’nun hediye ettiği resmi, bir şişe içkiye sattı. İşte, İstanbul’da başlayıp Nice’te biten Fikret Mualla’nın yaşamından ilginç anekdotlar...

TARİH: 19 Temmuz 1967. Yer: Fransa/Nice, Mane Düşkünler Evi. Yaşamı boyunca -sarhoş değil ve aklı yerindeyse- her sabah yaptığı gibi erkenden kalktı. Odayı üç kişi paylaşıyorlardı. Mecbur kalmadıkça, iki Fransız ile pek konuşmuyordu. Yüzlerce yaşlı hastanın bulunduğu bu eski ve karanlık binada yapayalnızdı Fikret Mualla.

Annesi öldükten sonra hayatı boyunca hep yalnızdı zaten; tek başınalığı kendi tercihiydi kuşkusuz. Annesi Emine Nevser Hanım’ı kaybettiğinde 15 yaşındaydı. Bu ansızın gelen ölümden hep kendini sorumlu tuttu.
/images/100/0x0/55eabc8af018fbb8f89371db
Birinci Dünya Savaşı’nın son yılında tüm Avrupa’yı etkileyen İspanyol nezlesine, evde ilk kendisi yakalanmıştı çünkü. Annesine kendisinin geçirdiğine inandı hayatı boyunca. Annesi yaşamının en güçlü figürüydü...

Daha doğmadan koymuştu annesi adını: Mualla. Kız ismiydi; çünkü annesi bebeği kız bekliyordu. Erkek doğunca çok şaşırdı; ama ismini değiştirmedi; fakat bir ad daha ekledi: Fikret Mualla.

Annesi, kız bebeği gibi büyüttü onu; hep kız elbiseleri giydirdi; saçını uzattı.

Fikret Mualla belki de bu yetiştirilme tarzı nedeniyle, hayatı boyunca hiçbir kadınla birlikte olmadı. Olamadı. Ama eşcinsel de değildi.

Platonik aşkı, uzaktan akrabası soprano Semiha Berksoy’du. Semiha Berksoy’un Názım Hikmet’e olan aşkını hep kıskandı; ama hiç sorun çıkarmadı. Üçü, dostluk ilişkisi yürüttüler yıllarca.

FUTBOL SEVGİSİ TOPAL ETTİ

Düşkünler evinin C Blok 4 Numaralı odasında kalıyordu. Uyandığında odanın ortasında bulunan masaya gitmek istedi. Resim yapmak istiyordu. Sıkıntılarından onu içki ve resim kurtarıyordu. Düşkünler Evi’nde içki yasaktı. Tek çaresi, resimdi...

Yataktan doğruldu; kalkmak istedi. Beceremedi. Sol ayağı uyuşmuş gibiydi...

Fenerbahçe futbol takımının sol açığı Hikmet (Topuzer) dayısıydı; ona hayrandı. Onun gibi futbol oynamak istiyordu.

Ve bir gün futbol aşkı topal kalmasına neden oldu. Mahalle maçında ayağını kırdı. Kaynatabilmek için alçıya aldılar. Yıl 1915’ti; daha henüz 12 yaşında, Saint Joseph’te öğrenciydi.

Ayağı alçıdan topal olarak çıktı.

Artık futbol oynayamıyordu. Seyirciydi. Boş zamanlarında soluğu evlerinin biraz ötesindeki Fenerbahçe’nin maç yaptığı Kuşdili Çayırı’nda alıyordu.

Fenerbahçe aşkı hiç bitmedi. Yıllar sonra Paris’te iken, Aralık 1959’da Fenerbahçe’nin Nice takımıyla maç yapmak üzere Fransa’ya geldiğini öğrenince, hemen káğıdı kalemi eline aldı; Nice takımının oyun taktiğini, önemli oyuncularının neler yapabileceğini ve bunlara karşı nasıl taktik geliştirilmesi gerektiğini yazıp Fenerbahçe’ye gönderdi.

Fenerbahçe Kulübü’nden, "İlginize çok teşekkür ederiz Bayan Mualla" mektubu gelince çocuklar gibi sevindi.

Yazar Orhan Koloğlu’na göre, açtığı sergiler bile onu bu kadar mutlu etmemişti....

KAYBETME KORKUSU

Hastabakıcının bacağına masaj yapmasıyla rahatlayan Fikret Mualla, odanın ortasındaki masaya geçti. Resim yapmaktan vazgeçti. Mektup yazmaya başladı. Kendisini bu düşkünler evinden kurtaracak umut ışığı arıyordu. Günlerdir, tanıdığı herkese mektup yazıyordu. Bu sessiz çığlıkları duyan insan sayısı yok denecek kadar azdı.

Üç gün önce, Fikret Mualla’nın yaşadığı Reillanne Köyü’ndeki kapı komşusu Bayan Vewehl Michel ziyaretine gelmişti.

Dünyalar onun olmuştu; kendisini düşkünler evinden kurtarması için yalvarmıştı ona. Madam Angles’in kendini affetmesi için aracı olmasını istemişti. Dostlarına yazdığı mektuplarda da hep aynı isteği tekrarlıyordu. Kimdi bu Madam Angles?

Madam Fernande Angles ve eşi eski milletvekili Raoul Angles, Fikret Mualla’yı yıllar önce, 1959’da Paris/Quartier Latin’deki bir kahvede tanımış, resimlerini almışlardı.

Angeles çifti, Fikret Mualla’nın resimlerine tutku derecesinde bağlanmışlardı. Zamanla Fikret Mualla koleksiyonu yapmaya başladılar. Gerçi resimleri çok ucuza alıyorlardı ama ressamın başı ne zaman derde girse imdadına yetişiyorlardı.

Paris’te Fikret Mualla için sergi bile açtılar. Daha sağlıklı ortamda yaşayıp resimler yapması için daire kiraladılar.

Ama içki Fikret Mualla’yı hiç bırakmadı. Kazandığı tüm parayı sürekli içkiye yatırıyordu. Parayı elinde bir saatten fazla tutmuyordu!

Hayatının iki vazgeçilmezi vardı; içki ve resim. 1962 Eylül’ünün son gününde sarhoş bir halde Montmartre’de dolaşırken birden sokağın ortasına yığılıp kaldı; sol tarafına felç gelmişti.

Bu olay Paris ile yollarını tamamen ayırdı. Angles çifti, Fikret Mualla’yla bir anlaşma yaptı:

Paris ona iyi gelmiyordu. Alp Dağları’nın güneyinde Akdeniz’e 80 km uzaklıktaki Reillanne Köyü’nde yaşayacaktı.

Fikret Mualla, yaşamının beş yılını geçirdiği, 600 kişilik bu köyde sürekli resim yaptı. Yaptığı resimleri Angles çiftine gönderiyor, karşılığında para alıyordu.

Köylülere göre o, "Van Gogh’un oğlu"ydu!

Yaşamı boyunca kaybetme korkusuyla yaşadı. Annesi ve ardından iki ay sonra babaannesini kaybetmişti. Babası Düyunu Umumiye ikinci müdürü Mehmet Ekrem’in, eve üvey anne getirmesi üzerine, "Babamı da kaybedeceğim" korkusuyla çıldırıp kadını dövmüştü. Kadının kaçması sonucu babası, -oğlu tepki göstermez diye- bu kez akrabadan Behice Hanım’la evlenmiş, ancak Fikret Mualla benzer tepkiyi yine göstermişti.

Yaşamı boyunca hep terk edileceğini düşünerek yaşayacak ve bu nedenle ilişkilerinde hep acımasız olacaktı...

PICASSO’NUN HEDİYESİ

Fikret Mualla,
iki ay önce gelmişti Nice’teki düşkünler evine... Yaz başında Reillanne Köyü’ndeki evinde rahatsızlanmış, Manosque Hastanesi’ne kaldırılmıştı. İyileştikten sonra, kendi başına kalamayacağına karar verilmiş ve düşkünler evine getirilmişti.

Resimlerinin özüydü izlenimcilik. Sokaktaki, barlardaki, kahvelerdeki insanları; manavları, dansözleri, fahişeleri, müzisyenleri, ellerinde balonla yürüyen çocukları izlemiş ve onları tuvallere geçirmişti.

Düşüncelerle meşgulken birden titremeye başladı; sinirlenmişti. Çünkü aklına evde bıraktığı guaj tüpleri gelmişti; hemen eve gitmeliydi yoksa guaj tüpleri kuruyabilirdi...

Guaş tüpleriyle ilk kez Zürih’i terk edip geldiği Berlin’de tanışmıştı. Babası mühendis olsun diye Zürih’e göndermiş, o ressam olmak için Berlin Güzel Sanatlar Enstitüsü’nü tercih etmişti.

Alkolle Almanya’da tanıştı. Alkolik oldu.

Akıl hastanesine de ilk bu şehirde, Berlin’de yatırıldı. Yıl 1928’di.

Sonra Paris’e geçti. Parasızlık canına tak edince Türkiye’ye döndü. Ayvalık ortaokuluna, resim öğretmeni olarak atandı. Gitmedi. Yaşamı kendisine çok benzeyen (delilik-alkol-sefil yaşam-sanatçılık) yazar-şair "Schiller"in kitabını yazdı.

1934’te İstanbul’da ilk kişisel sergisini açtı. Umduğu ilgiyi göremedi. Sinirleri bozuldu.

İki yıl sonra Bakırköy Akıl Hastanesi’ne yatırıldı; oda komşusu Neyzen Tevfik’ti.

1937 sonunda, polisler tarafından elleri bağlanmış halde kendisine kefil olan Salah Cimcoz’un evine götürülüp teslim edildi.

Bu olayı aklından hiç çıkaramadı ve yaşamı boyunca, "Bir gün polislerin gelip akıl hastanesine götüreceği" korkusuyla yaşadı.

Salah Cimcoz’un evinde üç hafta kaldı; çocuklarına resim çalıştırdı. Bu çocuklardan biri ileride Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün eşi olacak Emel Hanım’dı.

1938’de babasının ölümü Fikret Mualla’nın hayatını değiştirdi. Kendisine kalan 5 bin lira mirasla Paris’in yolunu tuttu. Yıl 1939’du.

Ve bir daha Türkiye’ye dönemeyecekti...

Paris’te miras parasını çabuk tüketti. Kimi zaman küçük bir dairede, kimi zaman pis otel odalarında ve kimi zaman kaldırımlardaki banklarda yaşadı.

Karakollar, hastaneler ve tımarhaneler de cabası...

Para kazandığı günler de oldu, sokaktan izmarit toplayıp içtiği zamanlar da.

Her iki durumda da içkiyi ve resmi hiç bırakmadı.

Parasızlık anlarında, geceleri duvardan söktüğü afişlerin arkasına resimler yapıp sattı. Bu resimler genellikle guaj-suluboyaydı.

Yaşamak için resim yapmak zorundaydı. Ayrıca, resim yapmak ona iyi geliyordu; sanrılarından kurtuluyordu.

Picasso’nun, "Fikret Mualla’ya" ithaf ettiği bugün değeri milyon dolarları bulan kadın figürünü bir şişe fiyatına satmakta hiç tereddüt göstermedi. O Picasso ise kendisi de Fikret Mualla’ydı.

O, Picasso’dan çok Toulouse Lautrec (1864-1901) resimlerini beğeniyordu. Bu hayranlık biraz da aynı kaderi paylaşmaktan ileri geliyordu.

Lautrec, Güney Fransa’da aristokrat bir ailenin çocuğuydu. 14 yaşında çocuk felci olmuş ve vücut gelişimi durmuştu. Topaldı. İçkiye düşkündü. Barlarda kavga çıkarıyordu sık sık. Diğer yandan sürekli gözlemlediği sosyal hayatı resmediyordu.

Figürleri çoğu zaman kadınlar, dansçılar, fahişeler olmuştu.

Kuşkusuz Fikret Mualla, empresyonist (izlenimci) Toulouse Lautrec’in etkisinde kalmıştı; öyle ki Nurullah Berk’e göre tiplerinin elbiseleri bile Lautrec döneminin giysileriydi!

Bu eleştiride, biraz kıskançlık yok değil. Çünkü yıllar önce İstanbul’da genç Fikret Mualla’yı ressamdan saymayıp D Grubu’na almayan da yine Nurullah Berk’ti!

Fikret Mualla’nın sanatı konusunda tartışmalar bugün bile sürmektedir.

1953 ve 1956’da iki kez Paris Sainte Anne Akıl Hastanesi’ne yatırıldı...

İlginçtir aynı dönemde; 1954 ve 1955’te Dina Vierny Galerisi’nde iki sergisi yapıldı.

1957 yılı yaşamının en hareketli dönemi oldu.

Felç geçirdi. Gırtlak ameliyatı oldu.

Aynı yıl Marcel Bernheim Galerisi ve Lous l’Hermine Galerisi, Fikret Mualla sergisi düzenledi...

SON SAATLERİ

Öğleden sonra gizlice düşkünler evinden kaçmış, karşı kahvede bira içmişti. Üstelik bir de sigara almıştı kahve sahibinden. Keyfi yerine gelmişti. Kapalı odalarda oturamıyordu. Özgürlüğe düşkündü. İstanbul burnunda tütüyordu; Moda, Kalamış, Kadıköy... Uçup gitmek istiyordu...

Uzaklaşacak parası olmadığı için, hava kararmaya yakın düşkünler evine tekrar döndü.

Akşam yemeğinden sonra biraz televizyon izledi diğer yaşlılarla birlikte.

"Sous les Ponts de Paris" (Paris köprüleri altında) şarkısını mırıldanarak odasına gitti. Sigara içmek yasaktı; gizlice sakladığı sigarayı çıkarıp içmeye başladı. İki nefes almıştı ki hastabakıcıya yakalandı. Türkçe bir küfür savurdu.

Ardından yatağına uzandı, gözlerini yumdu, uykuya daldı.

Sabah uyanmayınca, oda arkadaşları hastabakıcılara haber verdi.

Hastabakıcılar geldi. Baktılar. Nefes almıyordu.

Fikret Mualla o gece sessizce ölmüştü...

Tarih 20 Temmuz 1967 idi.

Koruyucusu Madam Fernande Angles yolculuk yapıyordu; hastane yetkilileri ona ulaşamadı. Kimsesizler mezarlığına defnedilecekti ki, Reillanne Köyü’nden ziyaretine gelen Madam Viwehl Michel’i telefonla aramayı akıl ettiler.

Cenazesi son beş yılını yaşadığı Reillanne Köyü’ne getirildi. Cenazesinde, köydeki evde yemeklerini yapan Bayan Lauthier, köydeki dostları Michel çifti, onların yardımcıları Maria ve Roger Devink ile düşkünler evi yöneticisi vardı.

Ve.

Yedi yıl sonra...

Fikret Mualla’nın vasiyeti gereği mezarı Türkiye’ye getirilip Karacaahmet Mezarlığı’na defnedildi.

Mezarın Türkiye’ye getirilmesinde bir kişinin büyük çabası oldu; o kişi yıllar önce Fikret Mualla’dan resim dersi alan, dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün eşi Emel Korutürk’tü...
Yazının Devamını Oku

Biz size hiç ırkçılık yapmadık Bayan Merkel

15 Temmuz 2007
Almanya Başbakanı Angela Merkel’in hazırlattığı yeni göç yasası, bu ülkedeki 2.5 milyon Türk’e yönelik etnik ayrımcılık yaptığı için yoğun eleştirilere uğruyor. Türk işçilerinin Almanya’ya ne zaman, neden gittiğini hemen hepimiz biliyoruz. Peki, Almanların bir dilim ekmek için Osmanlı’ya göç ettiğini bilir misiniz? Ya da Osmanlı’nın göç yasasından haberdar mısınız? İşte Alman göçmenlerin Osmanlı serüveni...

ONDOKUZ’uncu yüzyılın başı... Almanya’nın birliğini sağlamasına daha on yıllar vardı. Yani Prusya, Bavyera, Saksonya gibi dükler, krallıklar, beylikler birleşmemişti.

Bu topraklardan ilk göç dalgası 1815’te başladı. Sebebi kuraklığın getirdiği yoksulluktu. Alman yoksulları bu tarihte özellikle iki ülkeye akın ettiler: Amerika ve Rusya.

İkinci göç dalgası 1830’da başladı.

Sebep aynıydı; ekonomik kriz, siyasi bunalımlar, salgın hastalıklar...

Başta Hamburg limanı olmak üzere bölgedeki tüm limanlardan binlerce yoksul, aç, hasta Alman, Amerika ve Rusya’ya göç ediyordu.

Göçmen sayısının fazlalığı üzerine -ki sayı yaklaşık 5 milyondu- Amerikan Kongresi, Almanların gelmemesi için kısıtlayıcı kararlar aldı. O tarihlerde "Almanlar dışarı" sloganı doğdu Amerika’da.

Rusya, parasız pulsuz göçmen istemiyordu! Zaten vize uyguluyordu.

Rusya ve Amerika’nın katı tutumu yüzünden Almanlar yeni yerleşim yerleri aramaya başladılar. Osmanlı toprakları; Balkanlar ve Anadolu çok cazipti Alman için.

Balkanlar’da ilk, Kuzey Dobruca’daki Türk köyü Akpunar’a yerleştiler.

Osmanlı yönetimi, Almanlara karşı hoşgörülüydü. 1848’de Babadağ Kaymakamlığı, yerleşmeleri için Almanlara bölge tahsis etti. Toprakların tapusunu verdi. Kilise açmalarına izin verdi. Almanların kurdukları bu yerleşim yerinin adı "Atmagea" idi. Bunu "Malkoci" ve "Kataloi" gibi Alman yerleşim yerleri takip etti.

Balkanlar’a fazla sayıda Alman gelmedi. Bunun nedeni, bölgedeki milliyet ve din çatışmalarının yoğun olmasıydı.

Göçmen Almanlar, Rumeli’deki var olan devlet düzeninin sürekli olarak korunamayacağını düşünüyorlardı.

Almanlar için yeni hedef Anadolu’ydu...

Alman arkeolog Ludwig Ross "vatandaşlarına" Akdeniz kıyılarına yerleşmelerini öneriyordu.

Almanlar özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra Anadolu’ya gelmeye başladılar.

Alman Türkolog Dr. Robert Anhegger’e (Bedri Rahmi ve Sabahattin Eyüboğlu’nun eniştesidir) göre, 1860’larda İzmir bölgesinde Alsaslı ve Bademli bölgesinde Alman kolonileri kuruldu.

Bazı Alman göçmenler ise Burgaz’a yerleşmişlerdi.

OSMANLI’NIN GÖÇ YASASI

Osmanlı yönetimi, Alman göçmenlerin gelmesinden memnundu. Çünkü Anadolu’daki taşra nüfusu giderek azalmaktaydı. Özellikle 1839’taki veba salgını, binlerce insanın canını almıştı.

Anadolu’nun acil nitelikli işgücüne ihtiyacı vardı. Bakir topraklarının işletilmesi gerekiyordu.

Osmanlı yönetimi çok sayıda göçmenin Anadolu’ya gelmesi için göç yasası çıkardı.

9 Mart 1857’de Journal de Constantinople adlı gazetede, Osmanlı yönetiminin göçmenlerle ilgili çıkardığı yasa yayınlandı.

Habere göre, yasa göçmenlere her türlü kolaylığı sağlıyordu.

İşte Osmanlı’nın göç yasasından bazı başlıklar:

Göçmenler çiftçi ve zanaatçı olacak.

Göçmenler isterlerse Osmanlı uyruğuna geçebilecek.

Tam bir din özgürlüğü olacak.

Devlete ait topraklardan uygun olanlar göçmenlere verilecek.

Rumeli’de 6, Anadolu’da 12 yıl vergi alınmayacak

Rumeli’de 6, Anadolu’da 12 yıl askerlik yükümlülüğü olmayacak.

Devlet tarafından verilen araziler 20 yıl sonra göçmenler tarafından satılabilecek.

Göçmenler sabıkasız olacak.

Başlangıç sermayesi için 1300 Fransız Frangı getirilecek.

Ülke içi taşıma masraflarını Osmanlı yönetimi karşılayacak.

Aynı gazetede, Sadrazam Mustafa Reşid Paşa’nın başta Polonyalı olmak üzere Avrupalı göçmenlere kendi çiftliklerinde yerleşmeleri için çağrı yaptığının haberi vardı. Sadrazam’ın sadece Tesalya bölgesinde 17 çiftliği vardı!

GÖÇMEN ALMANLARA ÖĞÜTLER

Osmanlı Devleti’nin göçmen yasası, Avrupa’nın diğer ülkeleri gibi Almanya’da da hayli yankı buldu.

Bu arada, 12 Nisan 1857’de Allgemeine Augsburger Zeutung gazetesinde, Osmanlı topraklarına göç etmek isteyen Almanlara öğütler veren makale çıktı. Ama makale biraz alaycı bir üslupla yazılmıştı:

Osmanlı’ya göç edecek Alman, gecelik takkesiyle içki şişesini Almanya’da bıraksın. Tütünü de bıraksa iyi olur.

Her türlü taassuptan kaçınsın, ancak hem kendi hem de diğer insanların dini inançlarına saygı göstersin.

Göçecek olanlar aralarındaki anlaşmazlıkları toprağa gömsün.

Komünistler, ateistler Osmanlı’dan uzak dursun; onların öğretilerine kimse kulak asmaz.

Koşullar ne olursa olsun, yerli kadınlarla uygunsuzluğa kalkışmasın.

Ermenilerle asla para ilişkisine girişmesin.

Ölçülü olmayı ve temiz yaşamayı kendine alışkanlık edinsin.

Osmanlı’nın çıkardığı göçmen yasası her ne kadar iyi niyetle çıkarılmışsa da Anadolu’ya gelen Alman sayısı beklendiği gibi çok olmadı.

Ama sayıları az olsa bile gelenler de oldu. Bursa’daki bir iplik fabrikasında çalışan Alman işçiler, Ankara’da hekim olarak çalışan Alman doktorlar gibi...

Anadolu’ya gelen Almanlar’ın en başarılısı, Hıristiyan sosyalizminin öncü savaşçısı olarak bilinen Karl Mez idi.

AMASYA’DA BİR SOSYALİST

Alman Karl Mez, 1840 yılında geldi Amasya’ya. İyi cins ipek sağlamak amacıyla bir işletme kurdu.

Şirketi kısa sürede çok büyüdü. Almanya’dan işçi getirmeye başladı.

Sayıları zamanla o kadar çoğaldı ki, Mez 1858’de Almanya’dan Protestan bir papaz ile bir öğretmeni de Amasya’ya getirdi.

Şirketin müdürü Georg Krug’un evi "misyon evine" dönüştürüldü. Mez aynı zamanda misyonerlik çalışması yapıyordu.

Hıristiyan sosyalist Karl Mez’in amacı, bu küçük Alman kolonisi örnek yaşam tarzıyla yerli halkın takdirini kazanmaktı.

Mez’in öngördüğü "Tanrı’nın buyrukları doğrultusunda uygun davranışta" bulunmayan Alman işçiler geri gönderildi.

Mez’in misyonerliği, şirketi kadar başarılı olamadı. Özellikle Mez ölünce oğulları ve kolonideki diğer ikinci kuşak heyecanını yitirmişti.

Koloni dışarıdan evlenmeler, Almanya’ya geri dönmelerle zamanla çok küçüldü.

Amasya’daki papazın ölümüyle buradaki Protestanların dini işleri İstanbul Alman Protestan cemaatinin papazınca yürütüldü.

Amasya’daki Alman kolonisi, Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar varlığını sürdürdü. Savaş sonrasında müttefiklerin talimatıyla mihver devletlerin yurttaşları olan herkesin Türkiye’den ayrılması istenmesi üzerine Amasya’daki koloninin varlığı son buldu.

Dün, Osmanlı Alman göçmenlere kapılarını sonuna kadar açarken; bugün Almanya’nın geçmişi hafızalardan silen yeni göç yasası tarihe karşı vicdansızlık değil midir?..

ALMANYA’DAN BİLİM GÖÇÜ

Almanya’daki bu yeni göç yasası, Alman vatandaşı Alman ile Alman vatandaşı Türk’ün eşit olmadığını, olamayacağını gözler önüne seriyor! Almanya’nın bu "etnik ayrımcılığı" Alman Cumhurbaşkanı’ndan veto yer mi bilinmez.

Bilinen, ırkçı Adolf Hitler’in iktidara geldiğinde, Alman vatandaşlarını ari olup olmamasına bakarak korkunç bir elemeye tabi tutmasıydı.

Türkiye o yıllarda, solcu, Yahudi, liberal kim olursa olsun, Hitler rejiminin gazabına uğrayan Alman vatandaşlarına kapısını açan bir ülke oldu.

Türkiye’ye kaçanlardan (ve daha sonra 1948 ve 1951’de Berlin Belediye Başkanlığı’na seçilen) Ernst Reuter, kimlik konusunda şöyle diyordu:

"Kimlik belgeleri kim olduğumuzu bilmemiz için değil, -çünkü kim olduğumuzu biliyoruz- bize yasallık veren bir kimliğe sahip olmamız için vardır."

Türkiye’de bir etnik grup Almanlar

Bugün Anadolu’da Osmanlı döneminden kalan Almanlar var mı? Alman Tübingen Üniversitesi’nden Peter Alford Andrews’in 1989 yılında çıkardığı "Türkiye’de Etnik Gruplar" adlı çalışmasında Türkiye’deki 47 etnik gruptan biri olarak Almanların da adı veriliyor. İşte "Etnik Gruplar" çalışmasındaki Almanlar bölümü...

Genel Adları: Alman(lar)

Kendi Adlandırmaları: Deutsche

Sayıları: 1965’te Kars’ta anadili Alman olanların sayısı 21 kişi.

1972 yılında Ardahan’da anadili Alman olan 25 kişi Almanya’ya işçi olarak gitmiştir.

Dağılımı: Kars ilinde Zavat, Arpaçay, Karacaören ve Ardahan’ın yanı sıra Kars’ın içinde dağınık gruplar halinde yaşarlar.

Dil: Almanca

Din: a) Hıristiyanlık, Protestanlık

b) Müslümanlık, evlilik yoluyla

Grup Kimliği: Yeterli bilgi yoktur, fakat öncelikle dile ve dine, ikincil olarak da topluluğun geleneksel bir geçim kaynağı olarak mandıracılıkta uzmanlaşmasına dayanır. Dağınık bir yerleşim gösteren bu aileler, ildeki en iyi peynir üreticileri olarak isim yapmışlardır. Fakat kadınlar arasında halı dokumacılığının yaygın olması, maddi kültürde bir asimilasyon belirtisi olarak kabul edilmiştir. Aynı dönemde, kızların özellikle Hıristiyan topluluklarda uygun eş bulamadıklarında, yerel Müslüman halktan kişilerle evlenmelerine izin verildiği saptanmıştır. Karacaören’de Molakanlar ve Estonlar gibi Hıristiyan toplulukların bulunması nedeniyle evliliklerde bu gruplar tercih edilmektedir.

Tarihsel Bilgi: Alman ve İsviçreli 100 aile 1876-77 yıllarında Ruslar tarafından Kars’a yerleştirilmiştir. Her iki grup da mandıracılıkla uğraşmaya başlamıştır. Yöresel adlandırmaları olan "Nemis" Rusça’daki "nemets" Alman kelimesinden gelmektedir.

İsviçreli grubun son durumuna dair herhangi bir bilgi yoktur.
Yazının Devamını Oku

Sınırötesi operasyon meselesini ’okuma kodları’

8 Temmuz 2007
Sınırötesi operasyon, iç politika malzemesine dönüştürüldü! Tartışmalar, seçimi bile geride bırakıp gündemin ilk maddesi oldu. İçi doldurulmayan tehditler ve tepkisel söylemlerle kamuoyunda beklenti artırıldı. Peki, Türk Silahlı Kuvvetleri bir kez daha Kuzey Irak’a büyük çaplı bir askeri harekát yapacak mı? İşte pek tartışılmayan sorular ve yanıtları... Bugüne kadar kaç sınırötesi operasyon yapıldı?

- Belli başlı sınırötesi operasyon sayısı 24’tür.

İlk sınırötesi operasyon ne zaman yapıldı?

- Ankara ile Bağdat arasında Sınır Güvenliği ve İşbirliği Anlaşması imzalanırken 25 Mayıs 1983’te yapıldı. 6500 Mehmetçik, sınırdan 5 km içeriye girdi.

Sınırötesi operasyonlar sadece karadan mı yapıldı?

- 12 Ağustos 1986’da, PKK Çukurca Karakolu’na yaptığı saldırıda 14 Mehmetçiği şehit edince, Türk Hava Kuvvetleri ilk kez havadan operasyon başlattı.
/images/100/0x0/55eb60ebf018fbb8f8bd446c
Bu sınırötesi operasyonlardan sonra Mehmetçik tekrar Türkiye’ye mi döndü?

- Ekim 1991 operasyonunda, ilk kez yerel Kürt gruplarının da desteği alındı. Ve bu nedenle de Erbil, Selahaddin, Dohuk ve Zaho’ya istihbarat ağırlıklı Türk güvenlik güçleri yerleştirildi. Bugün hálá, Amediye, Dohuk, Zaho, Haftanin dörtgeni arasında çok sayıda Mehmetçik görev yapmaktadır.

Sınırın her iki yanında tampon bölge oluşturulması bugüne kadar neden gerçekleştirilmedi?

- 1995’te tampon bölge kurulması hedeflendi. Temmuz ayında büyük bir operasyon yapıldı. Bugüne kadar PKK’ya en büyük darbe bu operasyonla vuruldu; 500 PKK’lının öldürüldüğü açıklandı. Bu tarihlerde aynı zamanda Türkiye’ye destek veren Barzanici KDP ile PKK arasında silahlı çatışmalar çıktı. PKK karşısında zorda kalan peşmergeleri Türkiye kurtardı ve diriltti.

REHAVET ZAFİYETİ

En kapsamlı sınırötesi operasyon ne zaman yapıldı?

- 1997 Mayıs ayındaki Balyoz Operasyonu’yla; hava desteği altında operasyona 35 bin Mehmetçik katıldı. Yaz ayı boyunca K.Irak’ta kalındı. Ekim ayında geri dönülürken bin Mehmetçik sınır boyunda konuşlandırıldı.
/images/100/0x0/55eb60ebf018fbb8f8bd446e
Sonraki yıllarda bölgeye kapsamlı bir operasyon neden yapılmadı?

- 1999’dan sonra bölgeye dönük operasyon yapılmamıştır. Üstelik o yıllarda Irak’ta ciddi bir yönetim boşluğu vardı. Uluslararası dengeler Türkiye lehine idi. Operasyon yapılmamasının nedeni, Abdullah Öcalan’ın yakalanması sonucu doğan "terör bitti" rehavetiydi.

Bugün Kuzey Irak’ta kaç PKK’lı terörist barınmaktadır?

- Kuzey Irak, PKK için hep kurtarıcı bölge oldu. Ne zaman Mehmetçik’ten büyük bir darbe yese, orada toparlanma fırsatı buldu. Bugün Kuzey Irak’taki PKK’lı sayısı 3 bin 500 ile 5 bin arasında değişmektedir. PKK’nın, silah ve ideolojik eğitim verilen 20’den fazla büyük kampı olduğu bilinmektedir. Bu kampların yerleri sürekli değişmektedir.

Bu kamplarda hep Türkiye’den gidenler mi var?

- Türkiye’den giden terörist sayısı hep az olmuştur ve son dönemlerde sayı daha da azalmıştır. Bu gidenlerin çoğunluğunu da eğitimsiz ve işsiz çocuklar ile kızlar oluşturmaktadır. PKK kamplarında İran, Suriye, Irak ve Avrupa’dan gelenler çoğunluktadır. İranlılar, PEJAK adı altında İran’a dönük eylemler yapmaktadır. Son dönemlerde PKK üst kadrolarında Suriyelilerin hákimiyeti vardır.

HEDEF KANDİL DAĞI MI?

Bu kampların önemlilerinin Kandil Dağı’nda olduğu ve bu nedenle Mehmetçiğin hedefinin Kandil Dağı olduğu iddia ediliyor...

- Kandil Dağı sürekli hedeftedir. Ancak coğrafi şartlar, operasyonları hep zorunlu olarak sınırlı bırakmıştır. Kandil Dağı, Türkiye-Irak-İran sınırlarının kesişim bölgesindedir. Yani dağ, Türkiye’nin hemen yanıbaşında değildir. Karayoluyla gidildiğinde mesafe 100 km; terör kamplarına ise uzaklık en az 150 km’dir. Hava desteği Malatya ve Diyarbakır’dan verileceği için (bugüne kadar sınıra yakın askeri havaalanı yapılmadığı da ayrı bir tartışma konusudur) operasyon bölgesine havadan uzaklık 450 km’dir. Dağın tamamen kuşatılması için 235 km’den 317 km’ye kadar sarılması gerekmektedir! Dağın zirve noktası 3 bin 500 metredir. PKK kamplarının bulunduğu yerlere ulaşım çok zordur. Şartlar "pusu atılmaya" uygundur.

Benzer durum ABD’yi, Afganistan’ın Tora Bora Dağları’nda El Kaide’ye karşı zorlamıyor mu?

- Evet. Bu tür coğrafi şartlar teröristler için korunaklı barınaklar oluşturuyor. Kandil Dağı’nda da benzer durum var. Dağ, üç bölgenin kesişim noktasında olduğu için, Türkiye saldırdığında teröristler yaptıkları korunaklı tünellerden İran ya da Irak’a kaçabilmekteler. Bu nedenle Kandil Dağı’na yapılacak operasyon için İran’ın desteğinin alınması şarttır.

Bütün kamplar Kandil Dağı’nda mı?

- Hayır, terör örgütünün Kuzey Irak’ta Süleymaniye, Amediye, Zaho, Hakurk ve Behdinan’da da askeri kampları var. PKK’nın sadece Kuzey Irak’ta varlık gösterdiğini düşünmek hata olur; Kerkük, Bağdat gibi yerlerde de büroları vardır.

SADDAM’IN MAYINLARI

Silah gücü konusunda bu kampların durumu nedir?

- ABD’nin işgaliyle Saddam’ın Kuzey Irak’taki silah depoları yerel güçlerin eline geçti. PKK bu nedenle, bırakın yarı otomatik silahları, çok sayıda füze, uçaksavar gibi silahlara da kavuştu. Son dönemlerde Türkiye’de patlayan mayınlar da Saddam depolarından çalınan mayınlardır. Bu nedenle yapılacak sınırötesi operasyon, sadece teröristleri imhaya yönelik değildir; teröristlerin silah depoları da birinci öncelikli saldırı noktaları arasındadır.

Irak ve ABD, Kandil Dağı’ndaki kampları görmüyorlar diyelim, Kuzey Irak kamplarındaki eli silahlı PKK’lılardan da mı habersizler?

- Bu kamplardan haberdar olmamaları imkánsız. Ayrıca Genelkurmay raporlarında PKK kampları hakkında ayrıntılı raporlar vardır. Örneğin; Levje Köyü’nde 30 evleri vardır, köy Abdurrahman Erdalan adındaki PKK’lı teröristin kontrolü altındadır. PKK kontrolündeki köy okullarında çocuklara Öcalan’ın fotoğrafları altında eğitim verilmektedir. PKK’lılar bölgede peşmerge kıyafetiyle dolaşmaktadır. Hastanesi, hatta barajı bile vardır.

Yani PKK’lıların nerede ne yaptıkları, ne yiyip içtikleri, ne giydikleri bile takip edilir ve bunlar Irak yönetimine ve ABD’ye ayrıntılarıyla verilir. Ancak bir sonuç alınamamaktır.

ABD’nin, PKK’lılara yardım ettiği iddiası yıllardır söyleniyor. Diğer yandan bizzat Abdullah Öcalan’ın yakalanmasında ABD’nin büyük rolü yok mu?

- Hatta bizzat yakalayanın CIA ve MOSSAD olduğu söyleniyor. Ancak Öcalan’ı neden yakaladığı sorusu hálá bir muammadır. Şöyle ki: ABD ve İsrail’in, Öcalan’ı, Suriye’nin kontrolünde olması; Barzani ve Talabani’yle çatışması; BOP’a muhalif olması nedeniyle "paketleyip" Türkiye’ye verdiği söyleniyor.

PKK-KDP İLİŞKİSİ

Yani amaç "başsız kalan" PKK’lıların bölgede peşmergelere katılması mıdır?

- İddia bu. Bugün Barzani güçlerinin bölgede, Öcalan’ın "Kemalist ve Türkiye yanlısı olduğu" propagandası yaptığı da bir başka iddia.

PKK’lılar peşmergelere katılıyor mu?

- Normal hayata geçmek isteyen PKK’lıların peşmergelere katıldığı bir gerçek. Bunlara oturma izni veriliyor; aylık maaş bağlanıyor. Fakat, PKK-KDP rekabeti bitmemiştir; Türkiye’de de sürmektedir. Öcalan, yakalanmasında büyük payının olduğunu düşündüğü Barzani yanlılarını tasfiye etmektedir. Bu olgular apaçık ortada iken Türkiye’nin kendi Kürtlerinden bile yararlanamaması da bir tartışma konusudur.

PKK’lıların zamanla Barzani-KDP içinde eriyip yok olması lehimize değil midir?

- Bu fikre sıcak bakan Türk yetkililer var. Hatta bunlara göre, ticari ve siyasi istikrara kavuşan, zenginleşen Kuzey Irak, terörün yok olmasına neden olacaktır.

BARZANİ’NİN AMACI

Yani bu nedenle Habur sınır kapısı açılmıştır; Türk işadamlarının bölgeye gitmesine izin verilmiştir denebilir mi?

- Doğrudur. Kuzey Irak’ın iktisadi anlamda yaşaması Türkiye’ye bağlıdır. Elektriğini bile Türkiye vermektedir. Suyu yoktur; altyapısı bozuktur. Yani, Türkiye tavır koysa Barzani iktisadi anlamda boğulur!

O halde, Barzani Türkiye’yi tehdit eder gibi neden sürekli demeçler vermektedir?

- Barzani’nin amacı, bölgede bir ulus devlet kurmaktır. Ulus devlet kurmanın yolu, yapay bir düşman yaratmaktan geçer. Barzani bu taktikle konuşmaktadır. Hatta, uluslararası platformlarda Mehmetçiğin yapacağı sınırötesi operasyonun hedefinde PKK’nın değil, kendisinin olduğu yalanını bile ifade etmekten çekinmemektedir.

"Fakir ve istikrarsız Kuzey Irak yerine, zengin Kuzey Irak terör belasından bizi kurtarabilir" görüşüne karşı çıkanların tezleri nedir?

- Zenginleşme sadece Barzani aşiretiyle sınırlıdır. Bölgede halkın zenginleşmesi diye bir durum yoktur. Zengin Barzani, sadece kendi diktatörlüğünün gücünü artırabilir. Ve biliniyor ki diktatörler korkudan ve terörden beslenir! Ayrıca düne kadar, bölgenin istikrara kavuşmasıyla, PKK’lıların bölgede barınamayacağını hesap eden Türkiye, Barzani ve Talabani’ye sürekli destek verdi. Ancak umduğunu bulamadı. Son tahlilde "sopa" mı "havuç" mu konusunda Türkiye’nin kafası karışıktır.

"Havuç"u siyasal iktidar, "sopa"yı askerler mi temsil ediyor?

- Mehmetçik bugüne kadar hiçbir ülkenin ordusunda görülmeyen bir mücadele ile destan yazmıştır. Dünyada gerilla güçlerine karşı başarı kazanmış düzenli bir ordu yoktur. Ve ne yazık ki Türkiye’de gelmiş geçmiş tüm hükümetler, terör sorununu sadece "sopa" ile çözme kolaycılığına kaçmışlar ve bu sorunu askerlerin sırtına yüklemişlerdir. Üstelik bir de büyük hata yapılarak, terörle mücadele ile teröristle mücadele aynı kefede değerlendirilmiştir.

Teröre karşı siviller ne yapabilir ki?

- İki örnek: Bir, bugünlerde İngiltere ve Rusya, Irak’ta 24 saat Arapça yayın yapacak bir kanal kurmak için hazırlıklar yapmaktadır. Türkiye, bölgede kamuoyu oluşturmak için neden Kürtçe, Arapça bir yayın yapmamaktadır? İki, Batı, Kürt meselesine hep tek taraflı ve duygusal bakmaktadır; halbuki yapılacak yayınlarla bölgenin uyuşturucu-silah kaçakçılığının merkezi olduğu da anlatılabilir. Örnekleri çoğaltabiliriz.

NAKŞİBENDİ KARDEŞLİĞİ

Yani Türkiye, diplomasi anlamında yetersiz mi kalmıştır?

- Maalesef, Türkiye diplomasi anlamında atacağı adımları atamamaktadır. Yıllarca terör belasından yılgınlığa uğramış ülkelere bile derdini anlatamamaktadır. Üstelik, altyapısı hazırlanmadan, kanıtlarını ortaya çıkarmadan başta AB olmak üzere bazı ülkeleri suçlaması, tehdit etmesi, karşı cephesinin güçlenmesine neden olmaktadır.

Benzer hataları yaparken, elindeki fırsatlardan da yararlanamamaktadır. Örneğin, Amerikan askerleri, Afganistan’da Müslüman Türk askeri sayesinde rahattır. Mehmetçik dünyanın birçok yerindeki savaş bölgelerinde konuşlandırılmıştır. El Kaide, Türkiye’yi bugün doğrudan hedef almamaktadır; buna rağmen Türkiye -hedef olmayı göze alarak- ABD ve İsrail başta olmak üzere, hedefteki ülkelere El Kaide konusunda çok yardımcı olmaktadır. Ancak bu çabalarının karşılığını almakta da başarısızdır.

Düşünebiliyor musunuz; başkanı Türk olduğu halde Türkiye, İslam Konferansı’nı bile harekete geçirmemiştir!

Keza, Barzani, Nakşibendi tarikatının Halidiye koluna mensuptur; Türkiye’deki benzer tarikatlardan bile yararlanılmamıştır. Ancak tam tersi Barzani, Türkiye’deki tarikatları manipüle etmektedir!

IRAK’TA NE KADAR ETKİLİYİZ

Sivil yönetimlerin bu pasif hali, askerlerin onları bu soruna sokmamalarından ileri geliyor olabilir mi?

- Soruyu daraltarak, sınırötesi operasyon bağlamında açıklayalım: Dış siyaseti, sivil siyasal hükümetler belirlemez mi? Evet. O halde son günlerdeki ve bugüne kadarki koordinasyonsuzluğun ve hedefsizliğin sorumlusu kimlerdir? Sivil hükümetlerdir. Askerler de bilir ki, terörü önlemenin tek ayağı yoktur. Asker bugüne kadar üzerine düşeni fazlasıyla yapmıştır. Sivil hükümetler, siyasi, iktisadi ve kültürel alanlarda atılacak adımları atmakta gecikmişlerdir.

Örneğin...

Bugün, Türkiye’nin Bağdat Büyükelçiliği Irak’ta ne kadar etkili bir politika yürütebilmiştir? Irak’ta ve daha özelde Irak’ın Kürt siyasetinde en etkisiz büyükelçilik, maalesef Türk büyükelçiliğidir. Diplomatların kaçı Kürtçe ve Arapça bilmektedir? Neden Kuzey Irak’ta konsolosluklar açılmamaktadır? Musul konsolosluğu bile ancak altı ay önce açılabilmiştir. Türkmenlerin yoğun yaşadığı Kerkük’te, neden Türk konsolosluğu yoktur? Etkin çalışan enformasyon büroları, neden faaliyete geçirilmemiştir? Üstelik bunlar yetmezmiş gibi, devletin üst kadrolarının kendi içinde kavga varmış görüntüsü oluşturmalarının anlamı nedir?

Olumsuz, moral bozucu bir tablo ortaya çıkıyor...

- Türkiye artık "Türk’ün Türk’e propaganda yaptığı bir ülke" havasından çıkarılmalıdır. Terörle mücadele uzun solukludur, kısa dönemde başarılı olmak zordur. Hele hele, yapılacak bir sınırötesi operasyonla, terörün bitirileceği gibi bir havanın kamuoyunda oluşturulması son derece tehlikelidir.

Türkiye’nin Kuzey Irak değil, Kürt sorunu vardır. Türkiye, terör belasından ancak ve ancak sivillerin ve askerlerin iyi bir koordinasyonu ve uzun dönemli siyasi, iktisadi ve kültürel stratejileri hayata geçirmesiyle kurtulur.
Yazının Devamını Oku

Bizi affedebilecek misin Carina

1 Temmuz 2007
Hollandalı Carina Thuijs’ın yanmış cesedi, Türkiye’den doğduğu kasaba Doetinchem’e götürüldü ve orada defnedildi. Annesi, toprağa verilmesine rağmen biricik kızının öldüğüne inanmadı. "Kızım söylediği tarihte mutlaka gelecek" diyordu herkese. Carina’nın dönüş bileti tarihinde havaalanına gitti. Uçak havaalanına indi. Ama Carina yoktu. Anne Thuijs, kızının öldüğünü o an anladı ve olduğu yere yığılıp kaldı. 22 yaşındaki Carina Thuijs’ın Sivas Madımak Oteli’ndeki son saatleri...

TARİH: 2 Temmuz 1993. Yer: Sivas/Madımak Oteli. Saat 13.30. Madımak Oteli’nin lobisi kalabalık. Lobidekiler, yarım saat sonra Pir Sultan Abdal Şenlikleri kapsamında Kültür Merkezi’nde başlayacak Arif Sağ’ın konserine gitmek için son hazırlıklarını yapıyor.

Carina Thuijs, aynı odada kaldığı Yasemin ve Asuman Sivri kardeşleri bekliyor. Bu arada lobidekileri izliyor.
/images/100/0x0/55eb2463f018fbb8f8adfb05
Arif Sağ, sazının akordunu yapıyor.

Bir köşede Türk edebiyatının "ulu çınarı" 65 yaşındaki Yazar Asım Bezirci, iki büyük halk ozanı Muhlis Akarsu ve Nesimi Çimen ile muhabbet ediyor.

Bir başka grupta ise şairler bulunuyor: Metin Altıok, Dr. Behçet Aysan, Uğur Kaynar. Ekibin espri kaynağı, karikatürist Asaf Koçak da orada.

Semah ekibi bir köşede hocaları Kamber Çakır ile sohbet edip gülüyorlar. Carina, tek tük bildiği Türkçe sözcüklerle bu neşeli grubu anlamaya çalışıyor.

Herkesin kendisine gülümseyerek bakması çok hoşuna gidiyor. Hollanda’daki çekingenliği üzerinden atmasına, insanlarla rahat diyalog kurmasına kendisi de şaşırıyor.

Oda arkadaşları Yasemin ve Asuman’ın merdivenlerden inişini görüyor; el sallıyor onlara.

ÜNİVERSİTE ÖĞRENCİSİ İDİ

Carina,
Türkiye’ye 11 gün önce 21 Haziran’da gelmişti.

Leiden Üniversitesi Kültürel Antropoloji Bölümü son sınıf öğrencisiydi. Bitirme tezini, sınıf arkadaşı Maryze Schoneveld ile birlikte hazırlayacaklardı. Tezlerinin konusu: Türk kadınlarının aralarındaki ilişkilerin nasıl yapılandığı; nelerle uğraştıkları ve aile içindeki rolleriydi.

Maryze, Hollanda’da yaşayan Türk kadınlarını; Carina ise Türkiye’deki kadınları araştıracak, sonra karşılaştırma yapacaklardı. Bu konuda kendilerine yardım edecek kişi ise aynı şehirde, Doetinchem’de yaşayan bir Türk, Rahmi Sivri idi.

Rahmi Sivri, Carina’yı Ankara Dikmen’de yaşayan akrabaları Sivri Ailesi’nin yanına gönderdi. Oteldeki Yasemin ve Asuman, bu ailenin kızlarıydı.

Yasemin Sivri, 18 yaşındaydı ve Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde okuyordu.

Asuman Sivri ise 16 yaşındaydı; lise ikinci sınıfta öğrenciydi. İkisi de Pir Sultan Abdal Derneği’nde görevliydi. Yasemin, derneğin kütüphane sorumlusu, Asuman ise semah ekibindendi.

Carina, bir ay konuk olacağı Sivri Ailesi’ni çok sevmişti. Bu arada, Ankara Üniversitesi TÖMER Dil Merkezi’nde bir ay sürecek Türkçe kursuna başlamıştı. Ardından Çorum’un Mollahasan Köyü’nde çalışmalar yapacaktı.

Bir yandan dil kursuna giden Carina, arta kalan zamanlarında Yasemin ve Asuman Sivri ile birlikte Pir Sultan Abdal Derneği’ne gidiyordu. Sivas’taki şenliğe gitmeyi çok istiyordu.

Yasemin ve Asuman, "Sivas’ta su bulamazsın, aç kalırsın, yatacak, kalacak yer bulamazsın" diyorlardı.

Carina, "Siz ne yerseniz ben de onu yerim, siz nerede kalırsanız ben de orada kalırım" diyordu sürekli.

30 Haziran günü otobüs Ankara’dan hareket ettiğinde, yolcular arasında en mutlu kişilerden biriydi Carina...

SAAT 14.00

Carina’
nın el salladığını gören Yasemin ve Asuman ona doğru yürüyor. Asuman telaşlı; Carina’ya "Telefon geldi mi" diye soruyor. Hayır. Halbuki ağabeyi Yalçın Sivri saat tam 14.00’te arayacağını söylemişti. Yoksa haber tatsız mıydı; ondan mı aramıyordu? Yasemin kardeşini sakinleştiriyor: "Arar merak etme."

O sırada lobiye Aziz Nesin geliyor.

Herkes hazır; konsere gidilmek üzere otelin kapısına yöneliyorlar.

Dışarıdan slogan sesleri gelmeye başlıyor: "Müslüman Türkiye"... "Kahrolsun Laikler"...

Ne oluyordu?

Öğreniyorlar:

Cuma namazından çıkan 500 kişilik grup, taşlar ve sopalarla konserin yapılacağı Kültür Merkezi’ne saldırmaya başlamıştı.

Konseri izlemek için gelenler karşılık verince, çatışma çıkmış; polis grupları zor dağıtmıştı. Ancak, konsere gelenler dağıtılırken, saldırganların hedefinde Madımak Oteli vardı.

Oteldekiler dışarı çıkmıyor. Ortalığın sakinleşmesini bekliyor.

Konserin iptal edilmesi canlarını sıkıyor. Basın bildirisi hazırlayarak yasaklamayı kınamak istiyorlar. O sırada polis, otelin önünü kuşatmaya alıyor. Azgın kalabalık otelin önüne kadar geliyor.

SAAT 15.30

Carina ilk kez tedirgin oluyor. Çünkü sürekli gülen insanların yüzü ilk kez asılmaya başlıyor. Salonda gerginlik var.

Sorduğunda, "Türkiye’de olur böyle şeyler, aldırma" diyor arkadaşları. "Birazdan biter."

Biteceğe pek benzemiyor. Saldırganlar otele girmeye çalışıyor. Yönetmen Erdal Ayrancı, Ozan Hasret Gültekin, Şehir Planlamacısı Muammer Çiçek, üniversite öğrencileri Serkan Doğan, Murat Gündüz, Ahmet Özyurt otelin giriş kapısına masa ve sandalyelerden barikat kurmaya başlıyor.

"Yaşlılar, çocuklar yukarıya çıksın!" deniliyor.

Carina, Yasemin ve Asuman’la birlikte odasına çıkıyor. O sırada otele ilk taş atılıyor. Arkasından yüzlercesi mermi gibi yağıyor. Odadan kaçıyorlar. Otelin tüm camları birkaç saniye içinde kırılıyor. Carina herkes gibi koridorda taşların durmasını bekliyor, sessizce.

SAAT 16.30

400 yıl önce Pir Sultan’ı taşlayanlar, o gün dirilmişti sanki...

Kalabalığa katılımlar artıyor. Bağırıyorlar: "Kanımız aksa da zafer İslam’ın..."

Arif Sağ sürekli telefonla Ankara’yı arıyor; yetkilileri haberdar ediyor. Yanıt hep aynı: Korkmayın, askerler geliyor!

Bir avuç polis, kalabalığı otele sokmamak için var gücüyle çabalıyor.

Otelde bulunanlar çaresiz.

Barikatların arkasında bekleyenler, saldırırlarsa ne yapacaklarını konuşuyor. Herkesin elinde fırça sapı, süpürge sapı, sandalye ayağı var. Kimsenin aklından yangın geçmiyor...

SAAT 17.30

Carina,
ekipteki kızlarla birlikte koridorda oturmayı sürdürüyor.

16 yaşındaki lise öğrencisi Özlem ve 17 yaşındaki üniversite öğrencisi Nurcan Şahin kardeşlerle sohbet ediyor.

Aynı anda Özlem, çantasından çıkardığı rengárenk iplerle üniversite öğrencisi 19 yaşındaki arkadaşı Handan Metin’in saçını örmeye başlıyor.

12 yaşındaki Koray Kaya, başını ablası 17 yaşındaki Menekşe Kaya’nın dizine koymuş, hiç sesini çıkarmadan yatıyor. O sırada yanlarına karikatürist Asaf Koçak geliyor; mızıka çalıyor.

SAAT 18.30

Kalabalık yedi saattir otelinde önünde. Gitmiyorlar. Bir anlık öfke olamaz bu. Kime, neden bu kin?

Kültür Merkezi önündeki Ozanlar Anıtı yıkılarak otel önüne getiriliyor; parçalara ayrılıp otele fırlatılıyor.

Mustafa Kemal’in "Cumhuriyeti biz burada kurduk" dediği kongre binasının önündeki büstü tahrip ediliyor.

SAAT 19.30

Kalabalık, içeridekilerin kellesini istiyor! Eşit olmayan bir savaş bu. Otelin lobisindeki telefon susmuyor. Olayların çıktığını öğrenen bazı aileler çocuklarını merak ediyor, çırpınıyor yavruları için.

Yalçın Sivri, saatlerdir aradığı otelin telefonunu nihayet düşürebiliyor. Kız kardeşi Asuman’la konuşmak istediğini söylüyor. Asuman’ın telefona gelmesi zor. "Biz aradığınızı söyleriz" diyor oteldekiler. Ağabey Yalçın, "Söyleyin kardeşime karnesini aldım; takdir almış" diyor.

Asuman’ın bütün gün beklediği haber nihayet gelmişti işte; sınıfını takdirle geçmişti.

Sevinçli haberi aldı mı, bilinmiyor.

Çünkü...

Saat tam 19.50’de otelin elektrikleri kesiliyor...

Sonra... Duman kokusu...

Ardından... Kavurucu bir sıcaklık...

Ve alevler...

Gençlerin, çocukların çığlıkları yeri göğü inletiyor. Karanlığın içinde herkes bir yana savruluyor.

Carina, terasa ulaşmak isteyen semah grubunun arasında. Ulaşamıyorlar.

Carina ile birlikte o koridorda oturan semah grubunun gencecik kızları; Yasemin, Asuman, Belkıs, Handan, Gülsüm, Gülender, Huriye, İnci, Menekşe, Nurcan, Özlem, Sehergül, Serpil, Yeşim... Hiçbiri kurtulamıyor.

Eminim; Carina ve o dünyalar güzeli kızlarımız, ozanlarımız, yazarlarımız, aydınlarımız bizi çoktan affettiler.

Peki, biz kendimizi affedebilecek miyiz?

Okuma yazmayı unutan yazar!

Madımak Oteli’nin 109 ve 110 numaralı odaların pencerelerinden karşı binaya geçiş vardı. Buradan kaçan 31 kişi kurtuldu. Kendini eşiyle birlikte otelin boşluğuna atan Yazar Lütfiye Aydın’ın trajik hikáyesi bugün hálá sürüyor...

ALEVLER giderek yükseliyor.

Herkes çığlık çığlığa can derdinde.

Lütfiye Aydın yangından kurtulmak için, eşi Avukat Cafer Can Aydın’la birlikte kendini otelin apartman boşluğuna bırakıyor.

Dumandan göz gözü görmüyor. Bağırıyorlar. Bağırıyorlar.

Güçleri bitiyor. Dumandan zehirlenip bayılıyorlar...

İtfaiye araçları otele ulaşmak istiyor. Göstericiler, araçların tekerleklerinin önüne yatarak engellemek istiyor.

Polis havaya ateş açıyor.

Yangın söndürme çalışmaları nihayet başlayabiliyor.

İtfaiye yangını söndürürken, otel boşluğunun üzerindeki camlar patlıyor; kızgın camlar, yerde baygın yatan Lütfiye Aydın’ın üzerine yağmur gibi yağıyor...

Gece 01.00. Yangın tamamen söndürülüyor.

Otelden 35 ölü çıkarılıyor.

Duvar dibinde olduğu için camların pek değmediği Cafer Can Aydın kendine gelir gibi oluyor. Güçlükle dışarı çıkıyor. Bir polis onu görüyor, şaşırıyor, "Başka yaşayanlar var mı" diyor.

Eşi Lütfiye Aydın’ın adını söylüyor, bayılıyor.

Otel hálá tütüyor.

Ve otelden en son Lütfiye Aydın çıkarılıyor...

LÜTFİYE AYDIN MORGDA

Polis, Lütfiye Aydın’ın öldüğünü düşünüyor. Bir kamyonetin arkasına koyup hastane morguna kaldırıyor.

Cafer Can eşinin öldüğüne inanamıyor. Sabaha karşı morga gidiyor güç bela.

Doktordan rica ediyor; son kez bakması için. Doktor "Sivri bir şey var mı" diye soruyor. Kalemini veriyor. Kalem Lütfiye Aydın’ın ayağına batırılıyor. Tepki veriyor; yaşıyor...

Aradan birkaç saniye geçiyor, Lütfiye Aydın sayıklıyor: "Ce... ce"

Eşi tamamlıyor: "Ceren... Ceren..."

Ceren kızlarının adı.

Cafer Can hem kızının adını "Ceren, Ceren" diye tekrarlıyor, hem de haykıra haykıra ağlıyor.

Lütfiye Aydın kurtulmuştu. Ama bu kurtuluş hiç de kolay olmayacaktı...

GATA YANIK MERKEZİ

Lütfiye Aydın’
ın vücudu ağır derecede yanıktı.

Önce Sivas’ta tedavi görüyor; daha sonra Ankara’da GATA Yanık Merkezi’nde.

Olaydan üç gün sonra 5 Temmuz günü gözünü GATA Yanık Merkezi’nde açıyor.

Ne güzel tesadüf; 5 Temmuz kızları Ceren’in doğum günüydü; 17’yi dolduruyordu.

O gün, 35 gün sürecek zorlu tedavi sürecine başlıyor doktorlar. Ölü derileri tek tek soyuluyor. Yatağı bir küvet oluyor.

Konuşmakta zorlanıyor. En yakınlarını dahi tanıyamıyor.

Cumhuriyet Pazar Bulmacası çözme alışkanlığı vardı. Hastanedeyken sürekli "Bana bulmacamı getirin" diyor. Nedense bir türlü getirilmiyor bulmaca. Sonunda bir gün getiriyorlar. Dünyalar onun oluyor. Kalemi eline alıyor ve öylece kalakalıyor. O da ne; harfler birbirine giriyor. Zorluyor zorluyor olmuyor. Okuyamıyor.

Gazeteyi neden getirmediklerini anlıyor...

ODADAN ÇIKMIYOR

Aylar sonra hastaneden taburcu oluyor.

Evine gelir gelmez, odasının perdelerini kapattırıyor. Günlerce çıkmadan o karanlık odada tek başına yaşıyor.

Eşi ve kızının büyük çabasıyla, günlerce verdikleri mücadele sonunda hayata dönüyor.

Edebiyat öğretmeni, Yazar Lütfiye Aydın, okuma yazmayı yeniden öğreniyor.

Zamanla, odasından, evinden çıkmaya başlıyor. Sokakta, haline bakıp soranlara, "Trafik kazası geçirdim" diyor. Yalan söylemiyor aslında; çünkü öyle biliyor. Ne Sivas’ı, ne Madımak Oteli’ni, ne de yangını hatırlıyor.

Bir gün odasından katıla katıla ağlama sesi geliyor.

Anımsıyor, tüm olup biteni...

Hemen bir daktilo istiyor; yazmak istiyor. Yazarsa belki arkadaşlarını, gencecik çocukları geri getireceğini düşünüyor. Oturup yazmaya başlıyor. Sekiz saat sürüyor yazması; yarım sayfa ancak yazabiliyor.

Pes etmiyor. Yazmayı bırakmıyor.

Lütfiye Aydın, bugün zor yazıyor ve güçlükle konuşuyor

Onun için Madımak yangını hálá sürüyor.

Ya sizin için...
Yazının Devamını Oku

Kokain tutkusunun yok ettiği ünlü karı koca

24 Haziran 2007
Son dönemlerde, televizyon ünlüleri "kokain álemi"nde yakalanıyor. Türklerin kokainle tanışması ne zaman, nasıl oldu? Osmanlı döneminde burundan çekilen bir tür uyuşturucu olan enfiye, serbestti. Esrar içilen kahvehaneler vardı. Ama kokain bilinmezdi. Kokaini Türklere, Bolşevik Devrimi’nden kaçan Beyaz Rusların alıştırdığı iddia ediliyor. İşte Beyaz Rus bir dansözün kokainle tanıştırdığı dönemin ünlü sanatçısı Ferdi Tayfur ve kendisi gibi sanatçı olan eşi Melek Kobra’nın hazin hikáyesi.

YIL 1933.

Gülriz Sururi üç yaşındaydı. Ve annesi Suzan’a ilişkin unutamadığı bir kare resim vardı hayatında:/images/100/0x0/55ea2073f018fbb8f86cdd91

"Kadıköy’de, iskeleyle Moda arasında dar sokaklardan birinde küçük bir ev hatırlıyorum. İlk anılarım olacak bunlar. Evde annem, sarı uzun saçları çözülmüş yatakta. Ben koynundayım. Karşısında, divanda Melek Teyzem. Annemin evde gördüğüm tek arkadaşı o. Annem ile Melek Teyzem, ayaklarını havaya kaldırıp çıplak bacaklarını seyrediyorlar. Ayaklarına bakıyor, kıkır kıkır gülüyorlar. Annem beni bir öpücüklere boğuyor, bir Melek Teyzemin kucağına top gibi atıyor. Ben de gülüyorum. Çok seviyorum annemi, beni öpen Melek Teyze’yi..."

İstanbulluların, Yıldız Sineması’nın kapısında kuyruklar oluşturduğu Ayşe Opereti’nde, "Ayşe"yi Gülriz Sururi’nin annesi Suzan; "Neşe"yi ise Melek Teyzesi oynuyordu. Suzan ve Melek iki arkadaş değil kardeştiler sanki.

Ancak...

Bu mutluluk kısa sürdü.

Primadonna Suzan Lütfullah, o yıl safrakesesinin patlaması sonucu hayata veda etti. Daha 23’üne yeni basmıştı.

Elinden tutup tiyatroyla, dansla ve eşi Lütfullah (Sururi) ile tanıştırdığı yakın arkadaşının ölümü, Melek’i derinden etkiledi. Günlerce kendine gelemedi. Çareyi babası, devrin ünlü bestekárı Muhlis Sabahattin’de (Ezgi) buldu.

SİNEMA İLE GELEN AŞK

Muhlis Sabahattin Ezgi, o yıllarda sadece operetlere değil, Muhsin Ertuğrul’un yönettiği filmlere de müzik yapmaya başlamıştı. Melek’i, Muhsin Ertuğrul’un yönettiği ve Názım Hikmet’in senaryosunu yazdığı "Söz Bir Allah Bir" filminin kadrosuna aldırdı.

Melek, oyunculuğu ve güzelliğiyle dikkat çekti hemen. Sinemaya parıltı getirmişti. Zaten daha önceki yıllar güzellik yarışmalarına katılmıştı. Dereceye girememişti ama kuzeni Keriman Halis bırakın Türkiye’yi, dünya güzeli seçilmişti.

İlk filminde başarılı olan Melek’e aynı yıl yine sinema oyunculuğu teklifi geldi. Yönetmen ve senarist aynıydı; Muhlis Ertuğrul ve Názım Hikmet. Filmin adı "Milyon Avcıları" idi.

Ve bu film, Melek’in hayatını değiştirdi. Filmin kadrosunda bulunan ve Valentino’ya benzeyen Ferdi Tayfur’a áşık oldu.

FERDİ TAYFUR

Ferdi Tayfur, 1904 yılında Çanakkale’de doğdu. Babası Boğazlar Komutanı Miralay Hüseyin Tayfur; annesi ise aslen Alman olup Müslümanlığı kabul etmiş Aliye Hanım’dı. Miralay Hüseyin Tayfur, Osmanlı Ordusu’na top almak için gittiği Almanya’daki bir baloda tanışmıştı Aliye Hanım ile...

Üç çocukları oldu: Hayri, Ferdi ve Adalet (Cimcoz).

Ferdi Tayfur, Askeri Rüşdiye öğrencisi iken 1916 yılında annesinin memleketine gitti. 1924 yılına kadar Berlin’de kaldı. Parasızlık nedeniyle mühendislik öğrenimi yarıda bırakıp Türkiye’ye döndü. Şark Demiryolları’nda memur olarak işe başladı. Maceracı bir ruhu vardı. Sürekli iş değiştirdi. Varna’da bir gemide tayfalık yaptı. Sofya’da dolandırıldı! İstanbul’da sinema artisti oldu. Ve film çekimi sırasında karşılaştığı Melek’e vuruldu.

EVLENİYORLAR

Aynı yıl evlendiler.

Çok mutluydular. Birbirlerinden hiç kopmuyorlardı. Ferdi Tayfur, eşinden ayrılmamak için kayınpederi Muhlis Sabahattin’in yazdığı bir oyunla, oyuncu olarak turneye bile çıktı. İstanbul davetlerinin vazgeçilmiş iki siması oldular. Gösterişli bir hayatları vardı. Kız kardeşi Adalet Cimcoz da onlardan bir yıl önce dönemin ünlü avukatı Mehmet Ali Cimcoz ile evlenmişti. İki çift çok eğleniyorlardı.

Ama... Bazen...

Ferdi Tayfur çok enerjik oluyordu. Uyumuyordu. Yemek yemiyordu. İçki içiyor ama sarhoş olmuyordu.

Bir süre sonra aynı durumlar Melek’te de görülmeye başladı.

Mesele anlaşıldı:

Ferdi Tayfur evlenmeden önce Beyaz Rus bir dansöz kadın sayesinde kokainle tanışmıştı. Ve zamanla eşi Melek’i de bu yalancı dünyaya çekmişti.

Karı koca kokainmandılar!

NÁZIM HİKMET YASASI

İlginçtir, bugün film ve dizi sektöründe parasını peşin alanlar sadece dublaj sanatçılarıdır. Bir gün merak ettim, sordum: "Neden dublaj sanatçıları paralarını peşin alıyorlar?"

Öğrendim:

1930’lu yıllarda, yabancı filmleri, Mahmut Moral yönetimindeki Darülbedayi/İstanbul Şehir Tiyatrosu sanatçıları seslendiriyordu.

Zamanla sanatçıların konuşmaları doğal gelmemeye başladı. Dublaj yönetimi, o dönemde İpekçiler’in İpek Filmi ile yakın ilişkide olan Názım Hikmet’e görev verdi. Tük dublaj sanatının rönesansını başlatan Názım Hikmet’in bir şartı vardır: Dublaj yapanlar paralarını peşin alacak!

"Názım Hikmet Yasası" bugün hálá geçerlidir!

Názım Hikmet çeşitli meslekten kişileri dublaj sanatçısı yaptı.

Bunlardan ikisi de Ferdi Tayfur ve eşi Melek’ti. Evde hep dublajdan söz ediyorlardı. İlginç ses tonu ve kendine özgü vurgularıyla Ferdi Tayfur kısa sürede "dublaj kralı" oldu.

Melek’in ilk dublaj yaptığı film, "Doktor Moro’nun Adası"ydı.

İkinci filmi, "King Kong"du. "Fay Fray"i seslendirecekti. Hastalandı. Ferdi Tayfur, Toprak Mahsulleri Ofisi’nde mütercim olarak çalışan kız kardeşi Adalet Cimcoz’u önerdi.

Ve bu rastlantı, Türk sinemasının en usta dublaj sanatçılarından birinin doğmasına neden oldu.

BİR NEFES 25 KURUŞ

Melek ve Ferdi Tayfur çok çalışıyorlardı. Işıksız loş odalarda, sabah dokuzda başlayıp akşam saatlerine kadar süren dublaj onları çok yoruyordu. Canlılığı ve neşeyi sadece kokainde buluyorlardı. Kokainin dozajı her geçen gün artıyordu. Bazen iş yapamaz hale geliyorlardı.

Aldatıcı ve alçaltıcı bir hayata koşar adım gidiyorlardı.

Adalet Cimcoz, bu işe el koydu. Ama ne yaparsa yapsın ikisini de kurtaramadı. Öyle ki, bazen kendisine gelsin diye ağabeyini arkadaşlarıyla Tophane’ye gönderiyordu. Buradaki izbe yerlerde, bakır kaplara konmuş kokainin bir nefesi 25 kuruştu!

Sadece köhnemiş yerlerde değil, Beyoğlu’nun Petrograd Pastanesi’nin üst katının küçük iki odasında kokain álemleri yapılıyordu.

Kokain İstanbul’a yayılıyordu...

VE ÖLÜM

Kokaine para yetmiyordu.

Áşık çiftin arasına uyuşturucu parası girdi.

Ve bir de bu hayatın getirdiği yasak ilişkiler...

Melek’in Şekerci Hacı Bekir’le yakınlığı Ferdi Tayfur’u çıldırttı. Her gün kavga ediyorlardı. Boşandılar.

Ayrı evlerde, ayrı odalarda uyuşturucu kullanmaya devam ettiler.

Yetenekleri körelmekteydi...

Sinema teklifleri de seyrekleşmişti.

Melek, babasının Ozan Opereti’nde görev aldı. Sonra, Darülbedayi kadrosuna alındı. 20 Mart 1937’de sahnede, "Kral Lear"ın kızı "Regan" rolünü oynarken ağzından kan geldi. Veremdi.

Uyuşturucu vücudunu yok etmişti; 6 Aralık 1939’ta hayata gözlerini kapattı.

"Lorel-Hardy"yi tek başına özgün sesiyle seslendiren Ferdi Tayfur, zamanla eroine de bulaştı. Onun da ömrü uzun olmadı. Uyuşturucu tedavisi gördüğü Bakırköy’de, 21 Mart 1958’de yaşama veda etti.

Bakırköy’de uyuşturucudan ölen tek sanatçı Ferdi Tayfur değildi...

’NEREDEN SEVDİM O ZALİM KADINI’

Eroin bağımlılığı, Afife Jale-Selahattin Pınar evliliğini nasıl yok etti? Ünlü bestekár Selahattin Pınar’ın, büyük aşk yaşadığı eşi, sahnelere çıkan ilk Türk sanatçı Afife Jale için bestelediği bu şarkının trajik hikáyesi.

İKİSİ de 1902 İstanbul doğumluydu.

İkisi de ailelerinin karşı çıkmasına rağmen, evlerini terk edip; yaşam biçimi, kurtuluş alanı olarak gördükleri sanatı seçtiler.

Afife, İstanbul Kız Sanayi Mektebi’nde okuyordu. Osmanlı’da Türk ve Müslüman kadınların sahneye çıkması yasaktı. O, yine de 1918 yılında "Jale" adıyla Darülbedayi’ye başvurdu. Kabul edildi. Ailesi bunu duyunca sert tepki gösterdi. Babası kızına "Fahişe mi olacaksın" diye bağırınca evi terk etti.

Afife Jale, Darülbedayi’de stajyer oyuncu kadrosuna alındı.

Yeniden doğmuştu; anne-babası, kulis ve sahneydi.

1919’da Hüseyin Suat’ın "Yamalar" adlı oyununda, "Emel" rolünü oynayacak Eliza Binemeciyan’ın Paris’e gitmesiyle şans ona güldü.

Böylelikle Afife Jale, Kadıköy’deki Apollon Sineması’nda sahneye çıkan ilk Müslüman Türk kadını oldu.

Ancak bir Türk kızının sahneye çıkması ortalığı ayağa kaldırdı. Afife Jale hep direndi. Ama Darülbedayi yöneticileri onu tiyatronun kadrosundan çıkarmak zorunda kaldılar.

UYUŞTURUCUYA BAŞLIYOR

Tiyatrosuz kalması Afife Jale’yi sarstı. Kaçışı haplarda ve uyuşturucuda aramaya başladı.

Hap, esrar, zamanla yerini eroine bıraktı.

Bu arada sahneye çıkmak için elinden gelen çabayı gösterdi.

Adını değiştirdi. Çeşitli kumpanyalar ile Anadolu’ya gitti. Karşısına zorluklar çıkarıldı. Kurtuluşu hep uyuşturucuda aradı.

1923’ten sonra Türk kadınları Atatürk’ün emriyle sahneye çıkmaya başladı.

Afife Jale mutluydu. Artık kötü günlerin geride kaldığını düşünüyordu.

Ama o uyuşturucuyu bırakmak istiyor; bu kez uyuşturucu onu bırakmıyordu! Sağlığı bozuldu. Sahnede ayakta duramıyordu. Tiyatroya veda etmek zorunda kaldı.

İşte o zor günlerinde Kuşdili Çayırı’nda, Hafız Burhan’ın konserinde sanatçıya tamburuyla eşlik eden Selahattin Pınar’la karşılaştı.

ÇALGICI DEĞİL SANATKÁR

Selahattin,
babası Denizli Milletvekili Sadık Bey’in iyi bir öğrenim görmesi için gönderdiği İtalyan Ticaret Okulu’nu yarıda bırakmıştı.

12 yaşında ut, 17 yaşında tambur çalmayı öğrenmişti.

Babasının sürekli "Benim oğlum çalgıcı olacak" şeklindeki "aşağılamalarına" dayanamayıp bir gün, "Hayır sanatkár olacak" deyince evde kavga çıkmış ve babasının üzerine yürümesi sonucu evi terk etmişti.

Yeni evi; daha sonra "Üsküdar Musiki Cemiyeti" adını alacak olan "Darü’l-Feyz-i Mûsıki"ydi. Anne-babası musikiydi. Musiki üstatlarından dersler aldı. Bestekár oldu. Ünlü sanatçıların kadrolarında yer almaya başladı.

İLK GÖRÜŞTE AŞK

Afife Jale, "Türk müziğinin aristokratı" Selahattin Pınar’
ın naifliğinden, kibarlığından, temiz giyiminden, güzel ve esprili konuşmasından etkilendi. Duyguları karşılıksız değildi.

Evlendiler.

Fatih Camii’nin karşısındaki bir apartman dairesine yerleştiler.

27 yaşındaydılar ama çocuk gibiydiler. Evde saklambaç oynuyorlardı. Ut, tambur tınısı, şarkılar, şiirler evlerinden hiç eksik olmuyordu.

Fakat, mutluluk kısa sürdü.

Çünkü... Afife Jale bazen odasına kapanıyor, saatlerce çıkmıyordu.

Selahattin Pınar, bir gün kapının anahtar deliğinden içeriye baktı.

Afife Jale koluna eroin şırınga ediyordu!

Uyuşturucu bulmak için bir eczacıyla da ilişki kurmuştu!

Selahattin Pınar karısına áşıktı. Her tutkulu insan gibi kendini aldattı. Afife Jale’yi kurtarmak isterken uyuşturucu bataklığına saplandı.

Afife Jale, eşinin daha kötü bir hale gelmemesi için ona yalvardı: "Ne olur boşa beni, terk et beni."

Selahattin Pınar hiç yanaşmadı ayrılığa. Afife Jale hep zorladı.

Ve 1935’te boşandılar.

Selahattin Pınar aşkını hiç unutamadı. Karşılıksız aşkı ve ayrılık acısını anlatan unutulmaz bestelerini bu dönemde yaptı: "Nereden sevdim o zalim kadını"; "anladım sevmeyeceksin beni sen nazlı çiçek"; "huysuz ve tatlı kadın"...

VE ÖLÜM

Korkusuz kadın Afife Jale, sokaklarda beş parasız intihar etmek ister gibi yaşadı.

Darülbedayi’deki dostlarının yardımıyla, Bakırköy Akıl Hastanesi’ne yatırıldı. 1941 yılının 24 Temmuz günü öldü.

Cenazesinde dört kişi vardı; onlar da tabutu taşımak için gelmişlerdi.

Zamanla mezar yeri bile kayboldu.

Ama o silinmedi. Efsane oldu. Artık biliniyor ki; o, Türk kadınının sahneye çıkması için kendi hayatını feda etmişti.

Selahattin Pınar, Afife Jale’nin ölümüyle yıkıldı. Daha da içine kapandı. Ardı ardına besteler yaptı. "Gecenin matemini aşkıma örtüp sarayım"...

6 Şubat 1960’ta Todori’nin Meyhanesi’nde ölene kadar Afife Jale’yi unutamadı.
Yazının Devamını Oku

Bir yetim çocuğun hikáyesi

17 Haziran 2007
Bugün Babalar Günü. Bugün, beş yaşında babasını kaybetmiş yetim bir gazetecinin; foto muhabirliğinden medya patronluğuna uzanan hikáyesini yazacağım. İşte Ufuk Güldemir’in pek kimseyle paylaşmadığı biyografisi... TARİH: 10 Eylül 1956. Yer: Elazığ Devlet Hastanesi. Dilşat-Muhlis Güldemir çiftinin bebeği dünyaya geldi. Adını "Ufuk" koydular.

Bir yıl önce...

Elazığ’ın iki bıçkın delikanlısı Muhlis Güldemir ve Zeki Küçükberber motosikletlerini bir ağacın gölgesine dayamış sohbet ediyorlardı. Sohbet konusu bir aşk hikáyesiydi.

Ağabeyiyle birlikte Malatya’dan Elazığ’a göçüp manifatura dükkánı açan Muhlis, mağazaya işlediği nakışları getiren Dilşat Okaygün’e áşık olmuştu.

Gelecekte Jaguar otomobillerinin Türkiye temsilcisi olacak Zeki Küçükberber, Elazığ’ın önde gelen eşrafından İzoğlu Aşireti reisi Aziz Ağa’yı yakından tanıyordu.

25 yaşındaki Muhlis, iki nedenle Dilşat’la evlenmesine izin verilmeyeceğini düşünüyordu:

Bir, Dilşat’ın ailesi zengindi.

İki, Okaygün ailesi Alevi’ydi!

Engellere rağmen evlilik gerçekleşti. Çünkü Dilşat da, motosikletle günde on kez evlerinin önünden geçen Muhlis’e vurulmuştu.

BABASINI KAYBEDİYOR

Yıl 1959.

Muhlis Güldemir’e artık Elazığ’daki "Gül Manifatura" yetmiyordu. Ankara’ya taşınmaya karar verdi. Oğlu ve eşinin yanında, iyi dikiş diken baldızı Rabia da onlarla gelecekti.

Ankara’da Ulus Toygar Çarşısı’nda ilk mağazalarını açtılar: "Gül Manifatura."

Cebeci Semti’nde Tellikaya Sokak’ta oturuyorlardı. O yıl, Güldemir Ailesi’nin ikinci çocuğu dünyaya geldi. Adını, ağabeyiyle kafiyeli olsun diye "Şafak" koydular.

10 Ekim 1961.

Muhlis Güldemir, İstanbul’a kumaş almaya gelmişti. İşlerini çabucak bitirdi.

Jet Otobüs firmasından güçlükle bir bilet bulabildi. Kumaşları otobüsün bagajına verdi. Muhlis Güldemir, otobüsün en arkasına oturdu. Şoför, radyodan partilerin seçim konuşmalarını dinliyordu.

Muhlis Güldemir, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi Genel Başkanı Osman Bölükbaşı’nın sözlerini daha iyi duymak için otobüsün ön tarafına gitti.

Şanssızlık: Tam o sırada otobüs kaza yaptı; Muhlis Güldemir’in ayağı kırıldı. Hemen Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’ne kaldırıldı, ayağına çivi çakıldı.

15 gün sonra...

Rahatsızlandı, hastaneye gitti. Çivinin takılması esnasında bir hata yapıldığı ortaya çıktı. Tekrar ameliyata alındı. Kan verildi...

Ama... Verilen kanın grubu hatalıydı... /images/100/0x0/55eb199bf018fbb8f8ab0a3e

Muhlis Güldemir, 31 yaşında ölüme gitti.

Ufuk Güldemir, 5 yaşında yetim kaldı.

ENİŞTESİ AVCIYDI

Dilşat Güldemir,
iki oğlu ve ablasıyla büyük bir şehrin ortasında sahipsiz kalakalmıştı.

Ne yapacaktı? Elazığ’a dönmesi istendi. Reddetti. Çünkü çocuklarını iyi okullarda okutmak istiyordu. Mağazanın başına geçti.

Çevresinin beklentilerinin aksine işleri büyüttü. Ayrıca ablası Rabia Okaygün’e gelinlik dikimevi mağazası açtı.

Dilşat Hanım, çocuklarını kaliteli okullarda okutmak istiyordu. Bu nedenle oğlu Ufuk’u evlerinin bulunduğu Cebeci Semti’ndeki okullara değil, o tarihlerde en kaliteli eğitimi veren Sıhhiye/Necatibey Caddesi’ndeki Sarar İlkokulu’na yazdırdı.

Bu arada Ufuk ve Şafak, artık her yaz halasının yaşadığı Malatya’ya tatile gönderiliyordu.

Ufuk, Malatya’yı seviyordu. Çünkü eniştesi Bayram Kayalar onu ava götürüyordu. Avcılık merakı bu Malatya tatilleriyle başladı.

Tabii, ilkokul günlerinde, bir sopanın ucuna bağladığı iğneyle sinek avlamasını saymazsak...

KOLEJ GÜNLERİ

Yıl 1967.

Ufuk Güldemir ilkokulu bitirdi.

İki kız kardeş Dilşat ve Rabia, Ufuk’u yatılı bir okula vermeye karar verdi. İstekleri, Robert Kolej idi.

Dilşat Hanım oğlunu yanına alıp özel otomobiliyle İstanbul’un yolunu tuttu.

Robert Kolej sınavında Ufuk başarısız oldu.

Dilşat Hanım kararlıydı. Diğer özel okulların sınavlarına soktu.

Sonuç aynıydı. Umutsuzca Ankara’ya dönerlerken, TED Kayseri Koleji’nin açıldığını öğrendiler.

Ufuk Güldemir bu kez tam sınava girecekken, annesi onu bir kenara çekti ve sert ses tonuyla şöyle dedi: Ne yaparsan yap, bu okulda okuyacaksın.

Dilşat Hanım, oğlunun diğer tüm sınavlarda boş káğıt verdiğini öğrenmişti! Çünkü Ufuk annesinden, teyzesinden ve canı kardeşi Şafak’tan ayrılmak istemiyordu. Ağlayarak sınava girdi.

Bu kez sınav káğıdını doldurdu. Kazandı.

11 yaşındaydı ikinci büyük ayrılığı yaşadığında...

TİP ÜYESİYDİ

Ufuk Güldemir
kolejde Türkiye İşçi Partisi sempatizanıydı

Ankara Üniversitesi Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okuduğu dönemde TİP’e üye oldu. Üniversitelerde öğrenci olayları çıkmaya başlamıştı. Dilşat Hanım, oğlunun olaylara karışmasını istemiyordu.

Yenigün ve Günaydın gibi gazetelerde çalışmış yeğeni Başkurt Okaygün’e telefon açtı: "Ufuk’u siyasetten uzaklaştırmak için ne gerekiyorsa yap."

Ufuk Güldemir o yıllarda fotoğraf çekmeye merak sarmıştı.

Başkurt Okaygün, "Hür Anadolu’da Başkent" adlı gazetede çalışan arkadaşı foto muhabiri Sungar Taylaner’e telefon etti.

Ve Ufuk Güldemir foto muhabiri olarak mesleğe ilk adımı attı.

Daha henüz 18 yaşındaydı...

Foto muhabirliğinden medya patronluğuna

1970’li yılların başında Ankara’da foto muhabirlerinin elinde Zenith marka fotoğraf makinesi vardı. Ufuk Güldemir ise annesinin hediye ettiği, dönemin en gelişmiş fotoğraf makinesi Nikon’a sahipti.

Haber şefleri, Nikon fotoğraf makinesi yüzünden her habere onu yolluyorlardı. Sadece "Başkent"e değil, yine Mustafa Özkan’ın sahibi olduğu "Son Havadis"e de haber yapıyordu. İyi İngilizce konuştuğu için kısa sürede, polis-adliye muhabirliğinden diplomasi muhabirliğine terfi etti.

Avcılık merakı, diplomasi muhabirliğinde çok işine yaradı. ABD Ankara Büyükelçisi William Macomber de ava meraklıydı. Birlikte Konya/Cihanbey’e kaz avına gidiyorlardı. Avcılık nedeniyle başlayan Amerikalı diplomatlarla ilişkiler yıllar içinde, Ronald L. Spiers ve Strausz Hupe ile sürüp gitti.

Başkent ve Son Havadis artık ona yetmiyordu. Dünya Gazetesi’ne transfer oldu. Yeni görevi parlamento muhabirliğiydi. Bu arada, bekárlığa ve çoğu sabah, farklı evlerden işe gitmeye son vermek istiyordu.

Annesi Yargıtay’da savcı, babası Ticaret Bakanlığı’nda müsteşar yardımcısı olan Cumhur Etkin ile 1978 yılında evlendi.

1979 yılında Türk Haberler Ajansı Ankara Temsilcisi oldu. 23 yaşında "makam sahibi" olmuştu ama hayatından pek memnun değildi. Ajans haberciliğine pek ısınamadı. Bu nedenle Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Hasan Cemal’in teklifine "hayır" diyemedi.

"63 TIR Dosyası" olarak bilinen silah kaçakçılığı haberiyle Bülent Dikmener Haber Ödülü’nü kazandı.

Uğur Mumcu ile birlikte Ankara’da ilk bilgisayar kullanan gazeteci oldu.

TEXAS-MALATYA

21 Haziran 1982’de kızı Su dünyaya geldi. Aynı dönemde Türk siyasetinde yeni bir lider doğdu: Turgut Özal.

Ufuk Güldemir, Özal’
dan çok etkilendi. Hasan Cemal, genel yayın yönetmeni olunca İstanbul’a taşındı.

1985 yılında ilk kitabı "Kanat Operasyonu"nu yazdı. Kitap, Yunanistan’ın NATO askeri kanadına dönüşüne olanak sağlayan Türk vetosunun kaldırılış öyküsünü anlatıyordu.

Bunu ikinci kitap takip etti: "Çevik Kuvvetin Gölgesinde Türkiye." Bu kitabında Amerikalıların gözünden, "Kürt Sorunu" ve "İrtica Tehlikesi"ni yazdı.

Meslekte rakibi olarak görmekten gurur duyduğu yakın arkadaşı Sedat Ergin’in Cumhuriyet’ten ayrılıp Hürriyet’in Washington Temsilcisi olması onun da önünü açtı.

Hasan Cemal "Varsın orada tepişsinler" diye Ufuk Güldemir’i Cumhuriyet Gazetesi’nin Washington Temsilcisi yaptı. 1987’nin son günlerinde eşi Cumhur ve kızı Su ile birlikte bu kez Washington’a gittiler.

Amerika’da bulunduğu beş yıl boyunca yeni bir kitaba çalıştı. "Texas-Malatya" adlı kitabında Turgut Özal-Amerika ilişkilerini mercek altına aldı. "Beyaz Türkler" kavramını ilk kez bu kitabında kullandı.

1992 yılında Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hasan Cemal ve bazı arkadaşları istifa edince, o da Washington Temsilciliği’nden ayrıldı. Evini satıp Türkiye’ye döndü.

ÖZEL TV’LER

Türkiye’de özel televizyonlar dönemini Star TV başlatmıştı. Önce, Özcan Ertuna’nın isteğiyle Star Haber Müdürü oldu.

Sonra, Mehmet Ali Birand’ın arabuluculuğuyla Show Haber Genel Yayın Müdürü oldu.

Star’da olduğu gibi Show’da da, enerjisiyle herkesi kendine hayran bırakıyordu. İşe en erken gelen oydu; en geç giden de!

Haberde zekáyı seviyordu. Ayrıntı arıyordu. Bilgiye saygılıydı. Vasata tahammülü yoktu. Cesurdu. "Yıldız haberci" yaratmayı seviyordu. 1993’te yazılı basına döndü.

Mehmet Barlas’ın önerisiyle Milliyet Gazetesi’nin genel yayın müdürü oldu. Gururluydu; "Abdi İpekçi’nin koltuğunda oturuyorum, bu az bir şey değil" diyordu.

Televizyonda yaptıklarını gazetede de yapmak istedi; yerleşmiş kalıpları kırmak istiyordu.

İlginçtir, televizyonda yaptığında kimse bir şey dememişti, oysa yazılı basında durum farklıydı. Her yaptığı tepki gördü.

Özel televizyona döndü. 1996’da Cem Uzan ile el sıkıştığında, bu kez Star Haber’in genel yayın müdürüydü. Üç yıl görev yaptı. Ve yaşamının en yıpratıcı dönemi de bu yıllar oldu. Star’da "görülmesi yasaklı" Sakıp Sabancı’yı ekrana çıkarınca ipler koptu.

Aynı dönemde bir ayrılık daha yaşadı: Eşi Cumhur’la boşandılar.

TEKRAR YAZILI BASIN

Dinç Bilgin,
Sabah Gazetesi’nin eski dinamizmini kaybettiğini düşünüyordu. Gazeteyi ilk çıkaran kuşak yorulmuş, yıpranmıştı. Sabah Gazetesi’ni eski günlerine döndürecek dinamik birini buldu: Ufuk Güldemir.

Dinç Bilgin’den başka, kimseye karşı sorumlu olmak istemiyordu. Diğer yanda Sabah’ı kuran kadronun yıllar içinde kökleşmiş arkadaşlık ilişkileri vardı. Ufuk Güldemir’le "doku uyuşmadı".

Medyada dedikodu kazanları kaynamaya başladı: "Ufuk Güldemir artık medyada yer alamaz!"

Gazeteciler bu dedikoduları yaparken Ufuk Güldemir üç arkadaşıyla birlikte, kardeşi Şafak’ın sahibi olduğu Güneşli’deki Matbaacılar Sitesi 199 numarada toplantılar yapıyordu.

Artık patron olmak istiyordu. Oldu da: Habertürk Com, Habertürk TV, Yarın Gazetesi, Habertürk Radyo, Yaban TV...

Ufuk Güldemir de hayal kurardı, farklı projeler geliştirirdi. Ama onun bir farkı vardı: O hayallerini hayata geçiren, yani "yapan adam"dı.

SON ŞÖVALYE

2000’li yıllarda Ufuk Güldemir hayatını yeniden kurmaya başladı: 2005 yılında Gazeteci Gaya Sarrafgil ile evlendi. Sigarayı, içkiyi bıraktı. Artık gece hayatı yoktu. Her gün spor yapıyordu.

Ve 2006 yılının bir mayıs günü...

Kansere karşı bir yıl mücadele verdi.

Bu zor günlerde aksilik hiç peşini bırakmadı. Annesi Dilşat Hanım Alzheimer olmuştu. Rabia teyzesini, Teoman dayısını kaybetti. Hiç yılmadı.

Amerika’daki doktorlar şaşırıyordu. Dağlarda av peşinde koşuşturduğuna inanamıyorlardı. Hatta geçtiğimiz mayıs ayında kendisini Amerika’ya çağırdılar; "Siz pankreas kanseri olamazsınız" diye.

Umutlanmıştı. Acaba teşhiste hata mı yapılmıştı? Amerika’ya kuş gibi uçtu.

Ama... Hayır... Teşhis doğruydu.

8 Haziran gecesi, evin alt katında onun için oluşturulmuş yatağından, "Burada yatmak istemiyorum" diye kalkıp kimseye haber vermeden merdivenleri çıkarak üst kata, kendi yatağına gitti.

Saat 01.10’da hayata gözlerini yumdu.

Frank Sinatra’nın "My Way" şarkısında söylediği gibi, o kendi yolunu kendi çizdi.

Şövalye ruhluydu.

Ancak...

Düello yaptığı rakibi çok güçlüydü; çünkü kendisiydi.
Yazının Devamını Oku

Yeter! Söz Milletindir!

10 Haziran 2007
Milletvekili listeleri açıklandı. Şimdi sırada, günlerdir büyük bir gizlilik içinde çalışan ajansların, anlaştıkları partiler için buldukları slogan ve afişlerin kamuoyuna gösterilmesi var. Bakalım bu seçimin en beğenilen afişi hangisi olacak? Peki, bundan önceki seçimlerin unutulmaz afişleri hangileriydi? Bu afişler nasıl doğmuştu? Ve yaratıcıları kimlerdi?.. TARİH 10 Haziran 1946. TBMM 21 Temmuz’da erken seçim yapma kararı aldı. Demokrat Parti bir hafta sonra seçime katılma kararı aldı.

Kenan Akmanlar, Adnan Menderes’in halasının oğluydu.

O günlerde, eşi Lütfiye Hanım ile (-ki o da Prof. Emre Kongar’ın halasıdır) Ankara Meşrutiyet Caddesi’ndeki daire komşuları Selçuk Milar’a misafirliğe gittiler.

Selçuk Milar bekárdı ve daha henüz Mazhar Alanson’un ablası Aynur ile evlenmemişti. Misafirliğin nedeni, mimar Selçuk Milar’ı "başgöz etmek" değildi.

Kenan Akmanlar, aynı zamanda grafik sanatçısı olan Selçuk Milar’a bir teklifte bulundu. Demokrat Parti Genel Merkezi’nde propaganda ve afiş hazırlama komisyonu kurulacaktı; orada yer alabilir miydi?

Selçuk Milar kabul etti ve ertesi akşam komisyon toplantısına katıldı. 15 kişilik komisyonda esnaf, tüccarlar, mühendisler vardı ama grafik sanatından anlayan kimse yoktu!

Selçuk Milar, Adnan Menderes’in "torpiliyle" geldiği için çok saygı görüyordu ama söylediklerini kimse pek ciddiye almıyordu.

Selçuk Milar, afişlerin nasıl olması gerektiğini Avrupa ve ABD afişlerinden örneklerle anlatıyor; çeşitli grafik dergilerinden seçtiklerini komisyona gösteriyordu.

KIZGINLIKLA DOĞDU

Selçuk Milar
10 gün boyunca konuştu, anlattı, örnekler gösterdi ama komisyon derdini anlamadı. Komisyon, işçi-köylü ve şehirliyi temsil eden kol kola girmiş üç genci gösteren afişi çok beğendi. Bu üç gencin üzerine madalya içinde Atatürk’ün başını gösteren bir de fotoğraf eklediler.

Afişin altındaki slogan ise şuydu: Köylü, İşçi, Şehirli Kol Kola, Demokrat Parti.

Komisyonun afişi çok beğenmesi Selçuk Milar’ı kızdırdı. Ayağa kalkarak, "Bu afiş Demokrat Parti’ye yakışmaz, partiyi iktidara taşımaz" diye bağırdı. Sinirlerine hákim olamadı. İstifa ettiğini açıkladı ve gitmek için yeni getirdiği örnek afişleri masadan toplarken...

O anda...

Birdenbire...

Sağ elini kaldırdı, parmakları bitişik halde, avucunu komisyon üyelerine gösterecek şekilde uzatarak, "Kocaman bir el yaparsınız, üzerine de, Yeter! Söz Milletindir! diye yazarsınız. İşte afiş dediğin böyle olur" dedi.

Selçuk Milar’ı sakinleştirmeye, gönlünü almaya çalıştılar. "Tamam sizin söylediğiniz afiş de güzel ama bu afiş Amerika’da geçerli olabilir. Bizim halkımız bunu anlamaz" dediler.

Selçuk Milar bir söz etmeden komisyonu terk etti.

’BİRAZ SERT DEĞİL Mİ’

O akşam Kenan Akmanlar yine komşusuna uğradı. Komisyondaki tartışmayı duymuştu. Dostunun gönlünü aldı. Yarın komisyona Celal Bayar ile Adnan Menderes’in de geleceğini ve kendisini mutlaka görmek istediklerini söyledi.

Selçuk Milar, ertesi gün parti genel merkezine gittiğinde, Bayar ve Menderes’in de aralarında bulunduğu parti üst yönetimini, komisyon üyeleriyle toplantıya başlamış buldu.

Boş bulunan bir koltuğa oturdu. Celal Bayar kendisine dönerek, "Selçuk Bey, sizin afiş fikrinizi beğendik ama biraz sert değil mi" diye sordu.

Selçuk Milar anlamıştı ki, dünkü olaydan Bayar ve Menderes’in haberi vardı. O sinirle birdenbire aklına gelen afiş fikrini kendisi de çok beğenmişti. Bu nedenle cevap olarak, "Hayır efendim, afiş hiç sert değil, bu afiş demokrasiyi anlatıyor" diye fikrini savundu.

Bayar anlattıklarını onayladı. "Peki" dedi, "Siz bu afişi bize ne zaman hazırlarsınız?"

Selçuk Milar, "Yarın hazır olur"
yanıtını verdi.

Heyecan içinde, eve nasıl geldiğini bilemedi. Ağzına bir tek lokma koymadan, çay içmeden sabaha kadar çeşitli kompozisyon ve eskizler yaparak çalıştı. Şafak sökerken afişi bitirdi.

Afişi odanın duvarına astı, karşısına geçip birkaç saat seyretti. Çıkan eserden mutluydu.

AFİŞ COK BEĞENİLDİ

Saat 09.00’daki parti genel merkezindeki toplantıda afiş çok beğenildi. İstanbul’un en büyük matbaalarından birine sahip olan Alaettin Kral’a telefon edildi, genel merkeze çağrıldı.

Afişlerin basımıyla Alaettin Kral ilgilenecekti. Afişin orijinalini alıp İstanbul’a döndü.

Selçuk Milar afişinin prova baskısını görmek için her gün iki kez genel merkez binasına gitti. Provalar bir türlü gelmedi ve bir gün afişin tonlarca basılmış haliyle karşılaştı. Alaettin Kral afişin orijinal halini filme alıp bastırmamış, sıradan bir ressama afişi yeniden çizdirmişti. Afiş bu haliyle kötüydü.

Selçuk Milar’ın morali bozuldu. Ama Türkiye’nin dört bir yanına dağıtılan afişlerin halktan büyük bir takdir görmesi, üzüntüsünü kısa zamanda yok etti.

Selçuk Milar’ın afişine tepki duyanlar da vardı.

SÜRGÜN GİBİ TAYİN

Selçuk Milar,
Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı Mesleki ve Teknik Öğretim Müsteşarlığı’nda görevliydi.

Bir gün mesai saatinin bitmesine dakikalar kala Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, Selçuk Milar’ın karşısına dikildi.

"Demokrat Parti’nin afişini siz mi hazırladınız?" diye sordu. "Evet" yanıtını alınca, Selçuk Milar’ı tebrik etti ve ekledi:

"Siz, devlet dairesinde çalışan bir memursunuz, sizin özel atölyeniz yok, böyle bir afişi hazırlamanız pek doğru gelmiyor bize."

İki gün sonra, Selçuk Milar’ın Urfa’da bir şantiyeye tayini çıktı!

Selçuk Milar istifa etti.

"Yeter! Söz Milletindir!" afişi DP’ye 1946 seçimlerini kazandırmadı. DP yine aynı afişi kullanarak 1950 yılında iktidar oldu.

Ve iktidar olunca ne yaptı dersiniz; bir daha kendilerinin kullandığı gibi bir afişle karşılaşmamak için, dünyada benzeri olmayan bir yasa çıkardılar: Afişlerde çizim, resim ve fotoğraf olmasını yasakladılar!..

Limon gibi sıkılmaya hayır!

TARİH 10 Eylül 1987

TBMM 29 Kasım’da erken seçim kararı aldı.

Sabahattin Çetin, SHP İstanbul İl Başkanlığı Kültür Komisyonu Başkanı’ydı. Başta Yaşar Kemal olmak üzere aydınlar ile SHP Genel Başkanı Erdal İnönü’yü yan yana getiren davetler veriyordu. İnönü, Sabahattin Çetin’in çalışmalarından çok memnundu. Parti Genel Sekreteri Fikri Sağlar aracılığıyla haber gönderdi: "Seçim kampanyamızı yürütecek dinamik birilerine ihtiyacımız var, ne yapabiliriz?"

Sabahattin Çetin eniştesinin metin yazarlığı yaptığı Yorum Ajans’ın Elmadağ Kahan’daki bürosunun kapısını çaldı.

Ajans seçim konusunda deneyimsizdi. Daha kurulalı 6 yıl olmuştu.

Ortaklar ve çalışanların hemen tümü 12 Eylül 1980 askeri darbesi mağduru solculardı.

Yorum Ajans, SHP ile görüşmeye gitmeden önce nasıl bir kampanya yapacaklarına ilişkin kısa bir çalışma yaptı.

Eylül ayının son haftası SHP Genel Merkezi’nde toplantı yapıldı. Toplantıda Erdal İnönü ve Fikri Sağlar gibi partinin üst düzey yöneticileriyle, Sabahattin Çetin ve Yorum Ajans’ın ortaklarından Mehmet Ural ile Osman Uslu vardı.

Anlaşmaya varıldı; kampanya resmen Yorum Ajans’a verildi.

İNÖNÜ’NÜN İMAJI

Yorum Ajans, seçim kampanyasını Erdal İnönü’nün güvenilirliği üzerine konumlandıracaktı. Mehmet Ural bu nedenle İnönü’nün tüm yakınlarıyla konuştu. Kişisel özelliklerini sordu. İnönü kötü konuşmacıydı; yavaş konuşuyor ve uzun cümleler kuruyordu. İnönü’nün imajı değiştirildi.

Yorum Ajans’ın üçüncü ortağı Ahmet Yaşar Somuncuoğlu, görsel materyalle ilgileniyordu. Partinin yeni olduğunu, yenilikçi olduğunu göstermek için parlak renkler seçti. "Oyum SHP’ye" diyen fotoğraflı afişlerde genç, güler yüzlü insanlar ve başörtülü bir kadın kullanıldı.

TRT ilk kez seçime katılan partilere 20 dakika görüntülü propaganda olanağı verdi. Ajans yaptığı kamuoyu araştırmasında halkın en büyük şikáyet konusunun pahalılık olduğunu gördü. Bu kızgınlık duygusunu harekete geçirmek üzere çalışmalar yapıldı.

Tüm bu çalışmalar SHP Genel Merkezi ile koordineli olarak yürütülüyordu. Yorum Ajans’ın ortakları Mehmet Ural ve Osman Uslu bu nedenle sık sık Ankara’ya gidiyordu.

Seçime 20 gün kala...

Bir Ankara dönüşü...

Uçakta...

Birdenbire Osman Uslu’nun aklına "limon gibi sıkılmak" deyimi geldi.

Öyle ya, orta direk hayat pahalılığından şikáyetçi değil miydi? Bu durumu en iyi bu deyim açıklıyordu.

Uçaktan iner inmez büroya gittiler. Fikri arkadaşlarıyla tartıştılar. O dönem SHP kampanyasına Prof. Nilüfer Göle ve Prof. Burhan Şenatalar çok destek veriyordu. Onlar da limon konseptini çok beğendiler. Ajans çalışanları arasında Ali Saydam, Sinan Çetin gibi isimler vardı; onlar da çok beğendiklerini söylediler.

Kollar sıvandı. Ajansın yakınındaki manavdan güzel limonlar alındı. Limonu sıkmak için güzel bir el arandı; o da ofis çalışanlarından biri seçildi. Fotoğraflar, filmler seçildi ve tekrar Ankara’ya gidildi.

SHP EMİN DEĞİL

SHP’li yöneticilerden kimse "mükemmel" demedi. Onlar ajansa güveniyorlardı. "İyi", "beğendik" demekle yetindiler.

Ajans sahipleri biraz moralleri bozuk döndüler İstanbul’a. Kafaları karışmıştı. Morallerini bir gazeteci düzeltti: Güneri Cıvaoğlu.

Gazeteci Cıvaoğlu limon kampanyasını çok beğenmişti. "ANAP’ı sarsar" dedi.

Öyle de oldu.

Seçimlere bir hafta kala "sıkılmış limon" kampanyası patlatıldı:

"Beş Yıl Daha Bir Limon Gibi Sıkılmaya Hayır!"

"Beş Yıl Daha Bir Limon Gibi Sıkılmaya Gücünüz Var mı?"

Gazeteler limon esprisini manşetlerine taşıdı. Karikatüristlerin en iyi malzemesi limon olmuştu. Seçimin gündeminde artık "sıkılmış limon" vardı.

ANAP "limonun etkisini" azaltmak için gazetelere, "Bir siyasi gaf, bir milli ayıp" diye ilanlar verdi: "Sırf bir oy uğruna, insan kendi milletine limon demez, milletini limona benzetmez, ayıptır."

Ancak bu ilan da limon kampanyasına olumlu etki yaptı.

Ve Turgut Özal özel toplantılarında Yorum Ajans’ın bu kampanyasını övecek, "Bu çocuklarda iş var, kim bunlar" diyecekti.

"Limon kampanyası" SHP’ye iktidar getirmedi. Ama Yorum Ajans’ı çok büyüttü. Ajans zamanla, Fransız reklam ajansı Publicis’le ortak olup "Publicis Yorum" adını aldı.

"Sıkılmış limon" esprisinin ünü yurtdışına taştı; Mehmet Ural Avrupa Parlamentosu’ndaki bir panele katılarak kampanyalarının başarısını anlattı.

İlginçtir, "Yeter! Söz Milletindir!" afişi 14 Mayıs 1950 seçimlerinde DP’yi iktidara taşıdı. "Sıkılmış limon" konseptiyle unutulmaz bir kampanya hazırlayan Yorum Ajans ise bir 14 Mayıs (1981) günü kurulmuştu...
Yazının Devamını Oku

Gün olur, alır başımı giderim!..

3 Haziran 2007
Bugün kimin düşü değildir; günlük yaşamın telaşından, stresinden uzakta sessiz bir yaşam sürmek... Dün farklı değildi; Tevfik Fikret, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit (Yalçın), Hüseyin Kazım Kadri ve Dr. Esat (Işık), İstanbul’dan kaçıp Yeni Zelanda’da nasıl bir ortak yaşam kuracaklardı? Peki, bizim aydınımızın düşü yurtdışı olur da, yabancı edebiyatçının hayali Osmanlı toprakları olamaz mı? Fransız şair Alphonse de Lamartine’in isteği Aydın-Burgazova’da bir çiftlikte yaşamaktı.

YIL 1898... Dünya yeni bir yüzyıla hazırlanıyor... Osmanlı Devleti, gelen yüzyılın ne gibi siyasi-iktisadi ve kültürel gelişmelere sebep olacağının farkında bile değil...

Osmanlı münevverleri bıkkın, umutsuz...

İşte o günlerde beş Osmanlı aydını, heyecanlı bir macera için kolları sıvadı...

Tevfik Fikret... 31 yaşındaydı ve Robert Kolej’de Türkçe öğretmeniydi. Daha henüz "Rubab-ı Şikeste", "Haluk’un Defteri", "Doksan Beşe Doğru" gibi eserleri yazmamıştı.../images/100/0x0/55ea6a1bf018fbb8f87e5cd7

Mehmet Rauf... 23 yaşındaydı ve İstanbul Tarabya’da elçilik gemilerinin irtibat subaylığını yapıyordu. Henüz, edebiyatımızın ilk psikolojik romanı olarak bilinen "Eylül"ü kaleme almamıştı...

Hüseyin Cahit (Yalçın)... 24 yaşındaydı ve Vefa Lisesi’nde öğretmenlik yapıyordu. Henüz "Tanin" Gazetesi’ni çıkarmamış; polemikçi, sert siyasal makaleler yazmaya başlamamıştı...

Hüseyin Kazım Kadri... 28 yaşındaydı ve Maliye Nezareti Mektubi Kalemi’nde çalışıyordu. Henüz, "Şeyh Muhsin-i Fani" müstear adıyla, İslam’ın aydınlık yüzünü anlatan "Yirminci Asırda İslamiyet", "İstikbale Doğru", "Felaha Doğru" gibi eserleri yazmamıştı...

Dr. Esat (Işık)... 33 yaşındaydı ve göz doktorluğu yapıyordu. Henüz, İngilizler İstanbul’u işgal etmemiş ve onu Malta’ya sürgüne göndermemişti. Gün gelecek Dışişleri Bakanlığı yapacak oğlu Hasan Esat Işık daha dünyaya gelmemişti...

O yıllarda bu beş Osmanlı aydınının ortak özelliği, dönemin etkili edebiyat dergisi "Servet-i Fünun"da yazmaktı...

HEDEF YENİ ZELANDA

O yıllar Sultan II. Abdülhamid’in istibdat döneminin yoğun yaşandığı bir dönem...

Tevfik Fikret, babasının sahibi olduğu Aksaray’da Ağa Yokuşu’nun alt başındaki konakta oturuyordu. Konak haftada bir gün misafirlerini ağırlıyordu. Sohbet konusu genellikle edebiyat ve siyasetti. Ortak siyasi görüşleri şöyleydi; meşrutiyet taraftarıydılar ve Padişah’a muhaliftiler.

Özellikle Tevfik Fikret, bağıra bağıra II. Abdülhamid’i eleştiriyordu. Hafiyeler, jurnalciler duymasın diye kapılar, pencereler sıkıca kapatılıyordu. Ne evdekilerin ne de misafirlerin, Tevfik Fikret’e sesini alçaltmasını söyleyecek cesaretleri vardı.

Bir misafirlik günü...

Mehmet Rauf elinde tuttuğu bir broşürle geldi.

Bu broşür, konaktaki sohbetlerin seyrini değiştirecekti...

Broşür İngilizce’ydi. Mehmet Rauf hem okuyor hem de Türkçe’ye çeviriyordu:

"Londra’da bir dernek varmış, Yeni Zelanda adalarına göçmen götürüyormuş. Göçmenlere yüzlerce dönüm parasız toprak veriliyormuş..."

Önce Yeni Zelanda’nın nerede olduğunu konuştular. Ardından broşürün de yardımıyla, bu adanın iklimini, toprakların verimliliğini vs. öğrendiler.

Ve:

Tevfik Fikret, hep birlikte Yeni Zelanda’ya gitme teklifini ortaya attı. Heyecanlandılar. Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit, Hüseyin Kazım Kadri ve Dr. Esat teklife sıcak baktılar.

Yıllar sonra Hüseyin Cahit anılarında bu olay için şunu yazacaktı: "Bir sosyalist cemaati halinde yaşayacaktık. Aramızda mülkiyet prensibi değil, uhuvvet (kardeşlik) prensibi hüküm sürecekti. Birbirimize karşı hakikaten bu kardeşlik hissini kalbimizde duyuyorduk."

Hüseyin Cahit (Yalçın)
o günlerde Marksist’ti...

HAYAT-I MUHAYYEL

Yeni Zelanda’ya gitmek için planlar yapmaya başladılar. Öncelikli sorun şuydu; yol parası nereden bulunacaktı?

Göz doktoru Esat Bey, Ankara’da ailesinin büyük bir çiftliği olduğunu, bunu satarak gerekli parayı temin edeceğini söyledi.

Kabul ettiler.

Dr. Esat’ı Ankara’ya uğurladılar.

Tevfik Fikret’in konağında yeni yaşam üzerine sohbetler sürüp gitti.

Bu arada tartışmalar da çıkmıyor değildi:

Tevfik Fikret, bir daha dönmemek üzere gitme düşüncesindeydi. Hüseyin Cahit ise II. Abdülhamid ölür ve ülkeye meşrutiyet gelirse hemen döneceğini söylüyordu.

Tartışmaya noktayı Tevfik Fikret koydu: "Hele bir gidelim, o zaman düşünürüz!"

Ankara’dan, Dr. Esat’tan müjdeli haber beklenirken, Aksaray’daki konakta mutlu bir olay meydana geldi: Mehmet Rauf, Tevfik Fikret’in halasının kızı Ayşe Sermet’e áşık oldu ve evlendiler.

O yıllar Mehmet Rauf’un bu evliliği "Eylül" romanında anlatacağı ve sık sık áşık olacağı pek bilinmiyordu...

Bu arada uzak diyarlarda yeni bir yaşam kurma hayali, o günlerde Hüseyin Cahit’in ilk hikáyesini yazmasına neden oldu: "Hayat-ı Muhayyel."

Yeni Zelanda hayali Dr. Esat Bey’in Ankara’dan dönüşüyle son buldu: Çiftlik satılamamıştı...

Moralleri bozuldu...

YENİ ÜTOPYA; MANİSA SARIÇAM

Hüseyin Kazım Kadri bir sabah Haydarpaşa’daki konağından sevinçle dışarı fırladı. Yolda giderken, "Neden olmasın" diye kendi kendine söyleniyordu.

Feribottan inip koşar adım Servet-i Fünun’a gitti ve "düş arkadaşlarına" projesini anlattı:

"Bizim ailenin, Manisa Sarıçam bölgesinde çok geniş toprakları var. Yeni Zelanda’ya gidemiyorsak, burada yeni bir köy kurabiliriz. Bütün giderleri ben karşılamaya hazırım."

Tevfik Fikret
bu projeyi duyunca hemen bir kurşunkalem buldu. Köy projesi yerine, büyük bir köşk planı çizdi: Binanın ortasında ortak yaşam alanı olacak büyük salon bulunacaktı.

Sohbetler burada yapılacak, yemekler burada yenilecekti. Ana binanın iki yanında iki katlı birer yatak odaları olacaktı.

Tevfik Fikret hızını alamamış, salon ve odaların nasıl döşeneceğini bile anlatmaya başlamıştı.

Ama birden durdu; sordu: Sarıçam denen bölge gerçekten güzel miydi?

Diğerleri göz göze geldiler, biliyorlardı ki Tevfik Fikret zor beğenen biriydi. Hüseyin Cahit’in gidip bölgeyi görmesine karar verildi.

Ancak, öyle kolay değildi o günlerde İstanbul’dan kalkıp Manisa’ya gitmek. Çalıştığınız kurumdan ve polisten, geçiş tezkeresi almanız gerekiyordu!

Hüseyin Cahit, ilkini kolay aldı. İkincisi için Zaptiye Nazırı Şefik Paşa’nın huzuruna çıktı.

- Manisa’ya niçin gideceksin?

- Efendim, orada bir çiftlik var, bakacağım, eğer oturulabilecek bir yerse ailelerimizle yerleşeceğiz.

Nazır Şefik Paşa, tepeden tırnağa Hüseyin Cahit’i süzdükten sonra, "Sen çiftçilik yapacak adama benzemiyorsun. Doğru söyle amacın ne?" dedi ve sonra ekledi: "Kadın işi mi var?"

Hüseyin Cahit derdini anlatamadı ve sonuçta geçiş belgesini alamadı!

Morali bozuk halde arkadaşlarının yanına döndü.

TEVFİK FİKRET SÜRPRİZİ

Tevfik Fikret yaz aylarında Anadoluhisarı’ndaki yazlığında oturuyordu.

Hepsi orada buluştu. Yeni durumu gözden geçirdiler. Durum ümitsizdi.

Fakat, Hüseyin Kazım Kadri’nin pes etmeye hiç niyeti yoktu, Hüseyin Cahit’e dönerek, "Benim geçiş tezkeremle gidersin!" dedi.

Bu yöntem o yıllarda çok tehlikeliydi. Hüseyin Cahit, yakalandığında sürgüne gönderilebilirdi.

Ama düşleri bu tehlikeyi göze almaya yetti.

Hüseyin Cahit birkaç gün sonra yola düştü. Zorlu yolları aştıktan sonra Manisa Sarıçam’ı gördü ve çok beğendi.

Sevinçle İstanbul’a döndü.

Ama...

Tevfik Fikret hiçbir zaman açıklamadığı sebeplerle Manisa’ya gitmekten vazgeçti...

Düş gezginlerinin lideri oydu...

Onun ödün vermez bir kişiliği vardı.

Ne yapsalar ikna edemeyeceklerini biliyorlardı.

Onlar da vazgeçti...

İçlerinden sadece Hüseyin Kazım Kadri, Sarıçam’a tek başına yerleşti. Özel merakı olan tarım konusunda bilgilerini geliştirmek için bir ara Almanya’ya bile gitti.

Tevfik Fikret, Yeni Zelanda ya da Manisa Sarıçam’a gidememişti ama 1901 yılında Servet-i Fünun’dan da ayrılarak "Aşiyan" adını verdiği Rumelihisarı’ndaki evinde inzivaya çekildi...

Hüseyin Cahit, Tevfik Fikret’e küstü ve yazı yazmaya son verdi...

Aradan yıllar geçti...

Ve bu üç idealist adam, 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından sonra, birlikte "Tanin" Gazetesi’ni çıkardı...

Son hayalleri, tüm Osmanlı tebaasının barış içinde yaşayacağı yeni bir dünya yaratmaktı...

Ve ne yazık ki yine hüsrana uğrayacaklardı...

FransIz Şaİr LamartIne’İn OsmanlI’dan özel rİcasI: Bana lütfen bİr çİftlİk verİr mİsİnİz?

TARİH 1 Temmuz 1850.

Fransız şair ve devlet adamı Alphonse de Lamartine, İstanbul’a geldi. Bu ilk gelişi değildi; 18 yıl önce yine gelmişti.

Fakat bu ziyareti öncesinden biraz farklıydı:

Düşünü gerçekleştirdiği için Sultan Abdülmecid’e teşekkür edecekti!

Şairin düşü neydi ve nasıl gerçekleşmişti?..

Hikáyeyi baştan anlatalım...

Lamartine, Fransa’da edebiyat alanında ünlenmişti. Bir ekol yaratmıştı. Ama onun asıl isteği, hedefi, politikayla uğraşmaktı. Ve bu emeline de kavuştu. 1832 yılında İstanbul’da iken Fransız parlamentosuna milletvekili olarak seçildiğini öğrendi. Apar topar ülkesine döndü.

Ama burada şaşırtıcı işler yaptı; Osmanlı Devleti hakkında meclis kürsüsünden olumsuz görüşler sarf etti. Öyle ki, Osmanlı Devleti’nin parçalanması gerektiğini iddia edecek kadar sert fikirler ileri sürdü.

1848 Fransız Devrimi, Lamartine’in yıldızını daha da parlattı. Geçici hükümetin dışişleri bakanı oldu.

Ancak devrim kısa sürdü.

Aynı yıl III. Napolyon’un karşısına cumhurbaşkanı adayı olarak çıktı. Hezimete uğradı.

Lamartine’in edebiyatçı, politikacı kimliği yanında bir de işadamı kimliği vardı. Ama mali alanda da çok başarısızdı.

İşte bu zor günlerde imdadına Osmanlı yetişecekti...

BİNLERCE DÖNÜM

Fransız Lamartine, 1849 yılında Sadrazam Mustafa Reşid Paşa aracılığıyla Sultan Abdülmecid’e mektuplar gönderdi.

Artık Fransa’dan bıkmıştı; çok sevdiği Doğu insanıyla birlikte yaşamak istiyordu! Bu nedenle, modern yöntemlerle işleteceği bir çiftlik için imtiyaz verilmesini rica ediyordu!

Fransız Lamartine, zaman içinde görüşlerini mi değiştirmişti?

Riyakárlık mıydı yaptığı? Öyleydi kuşkusuz. Ama Osmanlı, Lamartine’in isteğini yerine getirecekti.

Burada da bir "Osmanlı kurnazlığı" karşımıza çıkıyor aslında: Babıáli’nin bir umudu vardı; belki ileride Lamartine, Fransa’da tekrar önemli makamlara gelebilirdi!

Öyle ya, Osmanlı’da durum böyleydi; sadrazamlar, vezirler, şeyhülislamlar giderler gelirlerdi...

Bu "umutla" Osmanlı yönetimi, Aydın Burgazova’da toplam 38 bin 500 dönümlük araziyi 25 yıllığına Lamartine’e verdi.

50 FRANSIZ AİLE

İşte yazının girişinde yazdığımız tarihte, Fransız şair, topraklarını görmek, işletme projeleri yapmak, mukavelesini imzalamak ve Sultan’a teşekkür etmek İstanbul’a gelmişti...

İstanbul Ihlamur Kasrı’nda Sultan Abdülmecid’in huzuruna çıkarak, teşekkür etti. Ve topraklarını görmek üzere Aydın’a gitti.

Lamartine kendisine verilen geniş topraklara hayran oldu.

Bu kadar geniş bir arazi verileceğini kendisi de tahmin etmemişti. Hemen projeler yapmaya başladı.

Burgazova’da bağcılık yapıp üzüm yetiştirecek, pamuk ekecek ve Fransa’dan getireceği koyunlarla hayvancılık yapacaktı.

Bu arada doğduğu Fransa-Maçon’dan 50 bağcı aileyi de Aydın’a getirecekti.

PARA ARIYOR

Tüm bu yatırımlar için paraya ihtiyacı vardı.

Fransa’ya gitti, para aradı. Ama Fransa piyasasından para bulamadı. Şansını İngiltere’de denedi. Londra’da tahviller çıkardı ama satamadı.

İmdadına yine Osmanlı Devleti yetişti. Lamartine’e bir öneri sundu: Siz hiç yorulmayın, toprakların gelirlerini biz toplayalım, size de senede 80 bin kuruş verelim!

Şaka gibi...

Rüşvet de diyebilir miyiz?

Neyse...

Fransız Lamartine, bu teklif karşısında düşlerini erteledi.

Osmanlı’nın vereceği rantı kabul etti. Ve belki inanamayacaksınız ama 1869 yılına kadar, yani ölene kadar bu parayı aldı...

Kim bilir belki de bu yüzden; siyasi ve ticari alandaki başarısızlığı, edebiyat dünyasına yansımış, hak ettiği takdiri bir türlü görememiştir...
Yazının Devamını Oku