Soner Yalçın

Başörtüsü Islam’dan önce de vardı

16 Eylül 2007
AKP’nin, üniversitelerde başörtüsünün serbest bırakılmasını da içeren Anayasa taslağı günlerdir Türkiye gündeminden düşmüyor. Bazı çevreler, başörtülü öğrencilerin üniversitelere girmelerini demokrasi adına savunuyor. Karşı çıkanlar ise türbanı toplumun gericileşmesinin simgesi olarak görüyor. Peki, kadın niye örtünüyor? Kadının örtünmesi ne zaman, nasıl oldu? Gelin, kadının örtünme tarihine kısa bir göz atalım. İLKEL çağlarda sihir ve büyü düşüncesi hákimdi. İnsanoğlu kadının çocuk doğurmasına akıl erdiremiyordu. Bunu gizli bir güç olarak yorumluyordu. Bu nedenle kadından hem korkuluyor, hem de ona saygı duyuluyordu.

Öte yandan ilk çağda birçok alanda üretimi kadınlar başlatmıştı: İp, sepet dokuma, ağla balık avlama, toprak kap, ateş yakıp yemeği pişirme, tarak, kaşık, madeni eşyalar, boncuk, ilk hekimlik ve şifalı otlar gibi buluşlar kadının eseriydi.

Kadının el üstünde tutulduğu "anaerkil" dönem binlerce yıl sürdü.

Ne zaman insanoğlu doğal olayları kavramaya başladı, "büyü" bozuldu. Artık kadının nasıl çocuk sahibi olduğu anlaşılmıştı!

Yetmezmiş gibi erkekler, üretim biçimini ve savaş aletlerini geliştirdi; din devleti, tapınak-saray-ordu biçimindeki erkek egemen örgütlenmesine yöneldi; kadının "saltanatına" son verdi! /images/100/0x0/55ea9812f018fbb8f88a28b9

ÖRTÜNME BAŞLIYOR

Yaklaşık 4 bin yıl önce Babil İmparatoru Hammurabi’nin kanunlarında kadının sosyal statüsü ilk kez yazılı yasa haline getirildi: "Kadınlar sokağa çıkarlarken başlarını açmamış olacaklardır."

Bu kanun yeniydi, ama uygulama eskiydi. Sümer, Asur, Hitit, Urartu, Akad gibi site devletlerinde de benzer uygulamalar vardı. Kadını örtüye sokmanın temel nedeni, hür kadın ile köle kadınların birbirinden ayrılmasını sağlamaktı. Yani amaç, hangi kadının bir erkeğin koruması altında, hangisinin ise "kolay av" olduğunu göstermekti!

Eski Anadolu kültüründe olan bu örtünme anlayışı, dünyanın çeşitli topluluklarında da vardı. Onlar genellikle meseleyi mitolojik öykülere dayandırıyorlardı. Örneğin, Japon mitolojisinin kutsal kahraman Okikurumi, Aynular’a kültür ve uygarlığı öğretmek üzere tanrıların cennetinden yeryüzüne inmişti. Cennete dönmeden önce Aynular’dan bir kadınla evlendi. Karısına, yiyecekleri kabile halkına dağıtma görevi verdi. Ancak bunun için de bir koşulu vardı; hiç kimse karısının yüzüne bakmayacaktı. Yani örtünecekti!

ÇARŞAF, SAHNEYE ÇIKIYOR

Çarşaf, önce Hititler’de ortaya çıktı.

Bu konuda, Ankara/Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde pişmiş toprak bir kabın üzerindeki resim bize önemli bilgi veriyor. Kutsal evlilik töreninde, tanrıçayla, /images/100/0x0/55ea9812f018fbb8f88a28bbtanrı adına kralın evlenmesi için yapılan ayini anlatan resimde tören sırasında gelin tanrıça, günümüzdeki çarşafın birebir aynısını giyiyordu.

Ve ne yazık ki, kendine güvenli, rahat, buyurgan tavırlı kralın karşısında, edilgen, teslimiyetçi duran bu kara çarşaflı tanrıça gelin, Sümer’deki kendine güvenli tanrıça karakterinden hayli uzaktı. Kadınlar artık örtüye sokulmuştu. Önceleri görünen saçlar zamanla görünmez olmuştu.

Heraklit, Antik Yunan ve Mısır’da yaşayan kadınların baş giyimini şöyle tarif etmişti: "Giysilerin başa gelen kısmı öyle sarılır ki, yüzün tümü peçeyle örtülmüş gibi görünür. Zira sadece gözler ortada kalır, yüzün diğer bölümleri ise giysinin bir parçası ile tamamen örtülür. Bütün kadınlar bu şekilde beyaz renkli giysiler giyerler."

Antik Yunan’da başörtüsü, bereket tanrıçası Demeter ve Zeus’un karısı Hera’nın da özel simgesiydi!

Zamanla kadınlar bu durumu bile arayacak hale gelecekti.

Antik Yunan’da kadın, "erkeğin başının belası" olarak görülmeye başlanacaktı. Pis kadınların domuzdan, zeki kadınların tilkiden, meraklı kadınların köpekten meydana geldiğine inananlar bile vardı!

Kadınların tek başına sokağa çıkmaları ise artık hayaldi...

Roma döneminde de erkeklerin tartışılmaz egemenliği iyice perçinlendi. Erkek, asker, politikacı, tüccar; kadın ise evde oturup çocuk büyüten ve sadece kocasına hizmet edendi.

TEK TANRILI DİNLER

Kadının en büyük onuru bakire olmaktı. Bir de doğurgan olmak.

Hiçbir sosyal hakkı yoktu. Hatta kadın, başı açık dışarıya çıkarsa kocası onu boşayabilirdi bile. Tek tanrılı dinler, kadının sosyal hayatını pek değiştirmedi:

Talmud’a göre, Yahudi kadınların başı açık halde toplum içinde gezmeleri günahtır. Eski Ahit’te üç farklı yerde kadının başını örtmesiyle ilgili pasaj bulunmaktadır. İşaya 3/20’de başa giyilen kıyafet anlamında "fara", İşaya 3/23’te başörtüsü anlamında "tsnyafaah" ya da Tekvin 24/65-38/14.19’da yüzü örten örtü anlamında da "tsaayafa" kullanılmıştır. Ayrıca vücudun üst kısmını örten örtü anlamında "radod" kelimesi kullanılmıştır.

Hıristiyanlığın temel ilkelerini belirleyen Tarsuslu Aziz Pavlos, "Kadının örtüsüz Tanrı’ya dua etmesi doğru değildir. Kadın örtünmüyorsa saçı kesilmelidir" demiştir.

Erkek eli değmemişliğin, erdemliğin sembolü Meryem Ana, hep başı bağlı tasvir edilmiştir. Bilindiği gibi, Hıristiyan rahibelerin başları örtülüdür.

Gelelim bizim İslam dinine...

İlk İslami buyruklardan 17 yıl sonra kadının örtünmesiyle ilgili ayet gelmiştir. Ahzab Suresi 59. Ayet, "Ey Peygamber, zevcelerine, kızlarına, müminlerin kadınlarına de ki dış esvaplarını üzerine giysinler. Bu onların tanınıp taarruza uğramamalarına daha fazla hizmet eder" der.

Görüldüğü gibi, köle ve cariyelere örtünme zorunluluğu getirilmemişti. Örtünme statü göstergesiydi ve bunun cinsellikle filan hiç ilgisi yoktu.

İslam dünyası içinde örtünmeye ilişkin farklı görüşler de zamanla ortaya çıktı. Örneğin, Mevlana da kadının başörtüsü konusunda şunları söylemiştir: "Kadına her ne kadar gizlenme, örtünme emir edersen onda kendini gösterme isteği artar. Eğer kadının tabiatında kötülüğe yönelik bir eğilim yoksa yasak etsen de etmesen de o kişiliği doğrultusunda hareket edecektir." (Fihi Ma Fih)

Mevlana’nın bu sözleri söylemesinde geldiği Orta Asya kültürünün etkisivardır kuşkusuz. Peki Orta Asya’da Müslümanlığı kabul eden Türkler ne zaman örtündüler?

RAMAZAN AYINIZ KUTLU OLSUN

Yıl 1930. Bir ramazan gecesinde Direklerarası’nda ünlü Ferah Tiyatrosu’nun önünde oyunu seyretmek için gelen kişiler görülüyor. Kapının üzerindeki afişte, "Ramazanda her gece muazzam beynelmilel varyeteler" yazılı. Paçaları yırtmaçlı, başları kukuletalı tavşan kızların ramazan ayında bir tiyatroda gösteri yaptığına dikkatinizi çekerim.

TÜRK KADINI NE ZAMAN BAŞINI ÖRTTÜ

ORTA Asya’daki göçebe Türkmen kadınların sosyal hayat içindeki statüsü, Hıristiyan ve Yahudi kadınlardan farklıydı.

Müslümanlığı kabul ettikleri 9. ve 11. yüzyıllardaki yaşam biçimleri de geleneksel Müslüman yaşamına uymuyordu.

Osmanlı döneminde, Bizans alınana kadar örtünme kurumsal olarak yerleşmedi. Tarihçi Şikari, İstanbul’un fethinden önce başkent olan Bursa’da kadınların yüzlerini örtmediğini yazıyor: "Yüz örtmek sonradan ádet oldu. Karamanoğlu Alaüddin’in Hamidoğlu İlyas diyarını katliam ettiğinde üç kabile Diyar-ı Osman’a firar etmişlerdi. O vakit bunları Murad Han görüp pek temiz ve uslu ádem olduklarından kendi şehrinde (Bursa’da) yerleştirmiş. İşte bu kabile kadınları pek güzel olduklarından herkes bunları temaşa etmeye (seyretmeye) başlayınca ulema tarafından bu kabilenin hatunlarının yüzleri siper edilmesi (yüzlerinin saklanması) emredilmesi. İşte ne vakit taşraya çıksalar, o kabile hatunları yüzlerini siper ederlerdi. Fakat bu hal sonradan diğer kadın ve kızların da pek hoşuna geldiğinden herkes daima güzelce her tarafını örtmeye başladı."

Burada dikkati çeken nokta örtünmeye inançtan çok, toplumsal bir tedbir gereğine başvurulmasıydı.

Göçebe toplumun izlerini taşıyan Osmanlı’da kadın, erkekle birlikte hareket etmekte, törenlere katılmaktaydı. Bu dönemde kadınların yüzleri de açıktı.

Örtünme yıllar sonra, Osmanlı Devleti’nin "halifelik" makamına sahip olmasıyla yaygınlaştı.

Anadolu’da Asur’dan Antik Yunan’a, Roma’dan Bizans’a uzanan kadının eve kapatılma süreci Türk kadınını da etkiledi.

Osmanlı’da kadının kapanması 16. yüzyılda başladı ve Cumhuriyet Türkiye’sine kadar sürdü.

OSMANLI GERİLEDİKÇE KIYAFETLE UĞRAŞTI

Osmanlı’da kadınlar üzerine çıkarılan bütün yasalar, kadının kapanması ya da kıyafetlerinin denetlenmesi yönünde oldu.

Çıkarılan bu ferman ve yasalarda kadının giyimi ayrıntılı olarak tanımlanmıştı. Feracelerin yaka boyları, üzerlerindeki nakışlar, yaşmakların biçimleri, kumaşların kalınlığı ve inceliği gibi detaylar bu fermanlara konu olmuştu.

Bu fermanlarla gelen yasaklar, kadına üç alanda müdahale etti.

1. Giyimleri,

2. Sokaktaki davranışları,

3. Erkeklerle olan ilişkileri.

Aslında Osmanlı, gerileme dönemine girmesiyle kadınlara yönelik kıyafet yasakları konusunda sertleşti.

Örneğin, ilk yasak 1725’te çıkarıldı.

"Günlük kıyafetlerinin şeriata uygun olması devlet namusu gereğindedir. Fakat savaşlar yüzünden çok önemli işlerle uğraşılırken bu husus ihmal edilmiştir. Bazı yaramaz kadınlar bunu fırsat bilip sokaklarda halkı baştan çıkarmak için aşırı süslenmeye başlamışlardır. Yeni biçimlerde çeşitli esvaplar yaptırmışlardır. Hıristiyan kadınlarını taklit ederek başlarına acayip serpuşlar geçirmişlerdir.

Bundan böyle kadınlar bir karıştan ziyade büyük yakalı ferace ve üç değirmiden fazla baş yemenisi ile sokağa çıkamayacaklardır. Feracelerde süs olarak bir parmaktan enli şerit kullanılmayacaktır.

Bu yasakları dinlemeyecek olan kadınların sokakta yakaları kesileceği ve esvaplarının yırtılacağı ilan olunsun. Dinlememekte ısrar edenler yakalanıp başka şehirlere sürüleceklerdir."

Bu yasak Müslüman Osmanlı kadınlarının, Hıristiyan kadınlara benzememeleri için koyu renkli giysiler yerine renkli giysiler giymelerini de tavsiye ediyordu.

Ama bazen de Müslüman kadına yakışan tek giysi olduğu iddiasıyla renkli giysiler yasaklanıp çarşaf giymeleri istenmekteydi!

Osmanlı’da kadınların kıyafeti hep tartışma konusu oldu.

Neredeyse her padişah bir ferman çıkardı. Örneğin, Sultan II. Mahmud da bir fermanla Hıristiyan kadınların başlarını Müslüman gibi, Müslüman kadınların ise Hıristiyan kadınları taklit eder şekilde örtmelerini yasakladı.

II. ABDÜLHAMİD’İN ÇARŞAF YASAĞI

19. yüzyılın ortalarında kadınlar İstanbul’da çarşaf giymeye başladı. 1850’lerde Suriye valiliğinden dönen Suphi Paşa’nın karısı, İstanbul’da ilk çarşaf giyen kadın oldu.

Daha çok Yunanlılarda görülen bu giysi, Meşrutiyet dönemine değin baştan yere kadar uzanan kolsuz tek parçalı bir sokak kıyafetiydi.

1876-1908 arasında ise başı-omuzları örterek bele kadar uzanan bir pelerin ve belden ayak bileklerine inen bir etek olmak üzere iki parçalı sokak üst giysisi olarak kullanıldı.

1880’li yıllar, çarşafın hızla yayıldığı yıllar oldu.

Ancak, Sultan 2. Abdülhamid öldürülme korkusuyla çarşafı yasakladı. 27 Ekim 1883’te Paris’te yayımlanan Le Courier d’Orient isimli gazetede, çarşaf yasağından etkilenen kumaş tüccarlarının yakınmalarına yer verildi.

İstanbul’da bu tür yasaklar söz konusu iken Anadolu kadınları için ferace ya da çarşaf güncel bir tartışma olmadı.

Hatta 1882’de çıkarılan bir fermanla ferace giymeleri istenen kadınlar bu buyruğa isyan ettiler.

Konu ile ilgili olarak 27 Temmuz 1882’de Levant Herald Gazetesi’nde şu haber yer aldı. "Yeni İzmit valisi civar köylerden pazarda satmak için pazara mal getiren ferace giymemiş ve ayağında pabuç olmayan Türk kadınlarının 5 gün hapis ve bir mecidiye para cezasına çarptırılacağı konusunda bir yasak çıkardı. Bu yasağa karşılık köylü kadınlar, atalarından kalmış gelenek ve göreneklerini hiçe sayıp baskı altına alan bu yeni kanuna uymaktansa, köylerinde kalmayı yeğlediler."

Burada aslında şöyle bir durum ortaya çıkıyor: Türkiye’nin bugün konuştuğu kamusal alan tartışması o zaman da yaşanıyor. Osmanlı, pazaryeri gibi kamusal alanlarda örtünmeyi zorunlu kılıyordu.

Müslüman kadınlar Anadolu’da peçe takmadığı gibi İstanbul’un Kadıköy, Tarabya gibi semtlerinde de bu serbestliğe sahipti. Oysa Beyoğlu’na giden bir kadın peçe takmak zorundaydı.

Buradan şöyle bir sonuç çıkıyor: İktidarın merkezinde duyarlılıklar fazla iken çevrede bu duyarlılığın azaldığını görüyoruz.

Osmanlı’nın son döneminde türban, aydınlar tarafından çok tartışılan bir konu oldu. Birçok kesim bu konuda kendi görüşünü belirtti. Kimi gerekliliğini, kimi gereksizliğini savundu.

Ziya Gökalp gibi aydınlar, İslamiyet öncesi Türk kadını konusunda araştırmalar yaparak o modelin benimsenmesi gerektiğini savundular.

Görünen o ki, Osmanlı’da başlayan bu tartışmalar günümüzde henüz sonuçlanmamıştır.

Başörtüsü, demokrasi mi yoksa bir uygarlık meselesi midir?
Yazının Devamını Oku

Paris’in en ünlü resim koleksiyoncusu bir Osmanlı paşasıydı

9 Eylül 2007
Sanatseverlerin yüzlerce sanat eserini izleme fırsatı bulacağı 10’uncu İstanbul Bienali açıldı. Bu fırsattan yararlanıp biz de resim tarihimizde ilginç bir yolculuğa çıkalım: "O çıplak resimleri İstanbul’a getirme" emri üzerine bugünün değeriyle milyar dolarları bulan tabloları, sadece 638 bin franga elinden çıkaran Osmanlı devlet adamı kimdi? "Bir Müslüman tarafından toplanan ilk koleksiyon" unvanına sahip Osmanlı devlet adamının tabloları, bugün hangi ünlü müzelerde sergileniyor? Peki diğer yandan, Paris Louvre Müzesi’ne milyar dolarlık tabloları bağışlayan İstanbullu tüccar aileden haberdar mısınız?

AYŞE Arman’ı tanırsınız; gazeteci. Betül Mardin’i de bilirsiniz; Ayşe Arman’ın kayınvalidesi. Ve halkla ilişkiler mesleğinin duayeni.

Peki Osmanlı devlet adamı Halil Şerif Paşa adını hiç duydunuz mu? Pek sanmam.

Yukarıdaki bu üç isimle, tabloları bugün dünyanın sayılı müzelerinde sergilenen Eugene Delacroix adlı ressamın ne ilgisi vardı?

Evet, hikáyemize başlayabiliriz.

/images/100/0x0/55ea4719f018fbb8f87594e6Halil Şerif, 1832 yılında Kahire’de doğdu.

Babası, bu Osmanlı kentinin hükümdarı Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın sağ kolu Mehmet Şerif Paşa’ydı.

Kavalalı Mehmed Ali Paşa, Osmanlı’nın en ilerici devlet adamlarından biriydi; Fransa’dan getirdiği uzmanlar sayesinde birçok yeniliğe imza attı.

Halil Şerif ilköğrenimini bu modern atılımlarının etkisiyle Fransız okullarında yaptı. Batı düşüncesiyle burada tanıştı; sanata merak sardı.

Kısa aralıklarla gittiği Paris’ten tablolar almaya başladı. Ancak bunlar pek önemli eserler değildi.

Zamanla resim piyasasını ve sanat çevrelerini yakından öğrendi. Öyle ki, 1855’te Paris’teki Exposition Universelle’deki Mısır sergisinin sorumluluğunu yaptı.

23 yaşında gözünün hastalığı nedeniyle gittiği Paris’te yaşamını değiştirdi.

O tarihlerde Paris’te olan devrin Sadrazamı Ali Paşa’ya acilen bir metnin çevirisi gerekiyordu. Sefarettekiler kısa sürede çeviriyi yapacak eğitimden yoksundular; tercüman arandı ve Halil Şerif bulundu.

Halil Şerif çeviriyi hemen yaptı.

Sadrazam, Halil Şerif’in Fransızcasını çok beğendi. "Gel seni sefir yapalım" dedi.

Halil Şerif, Nisan 1856 ile Mart 1861 yılları arasında Atina elçiliğinde kátip oldu. Bu arada Kırım Savaşı sonrasında yapılan Paris Kongresi antlaşmasında görev yaptı.

Bu görevleri sırasında resim almayı hep sürdürdü.

Eylül 1861-Ocak 1864’te Petersburg’da "orta elçi" olarak görev yaptı. Çar II. Aleksander’la dostluğuna rağmen, Paris’i çok özlediği için görevinden ayrıldı.

Paris’e gitti. Zengin mahallelerinden (şimdiki Opera Binası yakınındaki) Rue Taitbout’daki malikáneyi Lord Hertford’tan kiraladı.

’SÜSLÜ ŞERİF’

Halil Şerif Paşa giderek ünlendi ve Paris sosyetesine dahil oldu.

Bu renkli hayat Osmanlılar arasında Halil Şerif Paşa’ya, "Süslü Şerif" adının verilmesine yol açtı. Paris gazetelerinin köşe yazarları ise onu "Osmanlı dandy’si" diye sıfatlandırıyordu.

Çok bonkördü; örneğin Figaro Gazetesi’ne para yardımı yaptı.

Kumara ve kadınlara karşı zaafı vardı.

"Grand Monde’daki en soğukkanlı kumarbaz" unvanına sahipti.

Cömertliği sayesinde kadınları baştan çıkarıyordu.

Provans’ta küçük rollere çıkan ve oyun yazarı Marc Fournier’in sevgilisi Jeanne de Tourbey’e áşık oldu. Evlendiler.

Halil Şerif Paşa, Jeanne de Tourbey sayesinde Gustave Flaubert, Saint Beuve, Ernest Renan, Emile Olivier gibi ünlü yazarlarla tanıştı.

Saint Beuve sayesinde, resimde realizmin öncüsü Gustave Courbet’in atölyesine gidip gelmeye başladı.

Bırakın bir Müslüman olarak resim almasının Parislileri şaşırtmasını; Halil Şerif Paşa aynı zamanda tartışmalar yaratan Courbet’in çıplak kadın resimlerini bile almaktan hiç çekinmiyordu. Örneğin bunlardan biri de kadının cinsel organını gösteren ve bugün Türkiye’deki hiçbir yayın organının basmaya cesaret edemeyeceği "Dünyanın Kaynağı" adlı tabloydu!

Sanatsal değeri olan her tabloyu alıyordu. Koleksiyonu giderek zenginleşiyordu. Örneğin, dünyanın en ünlü ressamlarından E. Delacroix’in altı tablosuna sahipti. Bunların içinde en değerlisi, 40 bin franga aldığı "Liege Başpiskoposunun Katli" adlı tabloydu. Sanatsal değerleri tartışılmaz bu tabloların bugünkü toplam değeri yaklaşık bir milyar dolardır!

Halil Şerif Paşa genellikle, Delacroix gibi Doğu’nun yaşamını konu edinen, Jean Auquste Dominuqe Inges’in "Türk Hamamı", Theodore Chasseriau’nun "Arap Süvarilerinin Dövüşü", Prosper Marilhat’ın "Kahire’de Bir Sokak Resmi" gibi oryantal resimleri topluyordu.

Backhuysen, Boucher, Huysum, Watteau gibi "eski"lerden; Corot, Courbet, Decamps, Delacroix, Diaz, Ingres, Isabey, Rousseau, Troyon gibi çağdaşlardan topladığı tabloları Fransa’nın önde gelen resim tüccarı Paul Durand Ruel’in galerisinde topluyordu. Eserlerin tümü Fransız resim antolojisine giren tablolardı.

1867 yılında Paris’e gelen Sultan Abdülaziz’in ilk ziyaret yerlerinden biri de Halil Şerif Paşa’nın tablolarının sergilendiği Exposition Universelle’di.

ŞATAFATLI HAYATIN SONU

Gösterişli davetler, lüks hayat ve özellikle kumar zamanla Halil Şerif Paşa’yı ekonomik olarak zora soktu. İstanbul’dan tekrar görev istedi; büyükelçi olmak istiyordu.

1867’de görev istemek için gittiği İstanbul’da görüştüğü devlet adamlarının hepsinin bir şartı vardı:

"O çıplak resimleri İstanbul’a getirme!"

Dünya resim sanatında "ilk Müslüman koleksiyoncu" unvanına sahip Halil Şerif Paşa’nın, 1868 Ocak ayında tablolarını satışa çıkardığı haberi L’Artiste Dergisi’nde çıktı.

Fransızların ünlü edebiyatçısı Theophile Gautier satış kataloğuna şunları yazdı: "Her resim dikkatle seçilmiş. Aralarında bir tane bile kötü resim, tek bir sahte inci yok. Her sanatçının en saf elmaslarından biri burada."

Tüm tablolar müzayedede satıldı. Halil Şerif Paşa, bugün değeri milyar dolar edecek 109 tabloyu sadece 638 bin franga sattı!

Halil Şerif Paşa satış sonrası müzayedeciye şu sözleri söyleyecekti:

"Hayat ne garip; kadınlar beni aldattı, kumar yıktı ve resimlerim ise büyük paralar getirdi."

Tablolar satılınca Halil Şerif Paşa’ya Viyana Büyükelçiliği verildi.

Eşi Jeanne de Tourbey ve iki yaşında kızı Leyla Şerife ile yeni görev yerine gitmek istedi. Eşi kabul etmedi. İddiaya göre ya bir Cezayirli zengin bir Arap’la ya da aşırı milliyetçi bir Fransız kontuyla kaçtı.

Halil Şerif Paşa, kızı Leyla Şerife ile Viyana’ya gitti.

Eylül 1872’ye kadar Viyana büyükelçiliği yaptı.

Daha sonra 5 ay; Eylül 1872-Mart 1873 tarihleri arasında Hariciye Nazırlığı (Dışişleri Bakanlığı) görevinde bulundu.

Meşrutiyet taraftarıydı. Namık Kemal gibi Jöntürkler’e maddi yardımlarda bulundu.

1876 yılında da beş ay Adliye Nazırlığı (Adalet Bakanlığı) yaptı. Bir yıl sonra bu kez Paris’e "büyükelçi" unvanıyla gitti.

Ancak Paris’teki görevi uzun sürmedi. Eylül 1877’de görevden alındı.

İki yıl sonra da, Sultan II. Abdülhamid’in cülus alayında at üzerindeyken güneş çarpması sonucu vefat etti.

Aradan yıllar geçti.

Halil Şerif Paşa’nın kızı Leyla Şerife, Kahire’de yaşıyordu. Babasının İstanbul’daki malları için dava açtı. Davaya bakan hukukçu Muhammed Arif Mardin’di. Hukuk sohbetleri evlilikle sonuçlandı.

Torun Betül Mardin, büyükannesini hiç unutamadı ve kızına Leyla Şerife adını verdi.

Bir de aile geleneğini sürdürmek istercesine, yıllardır Türk ressamların tablolarını topluyor.

Halil Şerif Paşa’nın eserleri bugün nerede?

Halil Şerif Paşa’nın Fransız eşi Jeanne de Tourbey’in portesini ressam Amaury Duval yaptı. Bu tablo Paris Louvre Müzesi’ndedir.

Jean Auquste Dominuqe Inges’in "Türk Hamamı", Paris Louvre Müzesi’ndedir.

Gustave Courbet’in "Yıkanan Kadın" adlı tablosu, New York Metropolitan Sanat Müzesi’nde, "Dünyanın Kaynağı" Paris Orsay Müzesi’nde ve "Uyuyan Kadınlar" ise Paris’te Petit-Palais’dedir.

Gerard Terboch’un "Mektup Yazdıran Subay" tablosu Londra Ulusal Galeri’dedir.

Eugene Delacroix’in; "Liege Başpiskoposunun Katli" tablosu ile "Cezayirli Kadınlar" tablosu Paris Louvre Müzesi’nde, "Tasso Aya Anna Ferrora Akıl Hastanesi’nde" tablosu ise bugün Zürih’teki özel Bührle koleksiyonunda, "Tom O’Shanter’i Cadılar Kovalarken" adlı tablosu Nottingham Castle Müzesi"nde, ve "Savaş Talimi Yapan Arap Süvariler" ise Montpellier Fabre Müzesi"ndedir.

Theodore Chasseriau’nun "Arap Süvarilerinin Dövüşü" tablosu Cambridge/ Massachusetts Fogg Art Müzesi’ndedir.

Mİlyar dolarlIk tablolarI PARİSLouvre Müzesİ’ne baĞIŞlayan OsmanlI tüccarI

14 adet Monet

11 adet Degas

8 adet Sisley

7 adet Manet

5 adet Cezanne

3 adet Renoir

2 adet Pissarro.

Sadece bunlar değildi. Toplam bağışladığı sanat eseri adedi 804’tü. Bırakalım hepsini sadece yukarıda yazdığım tabloların ederinin kaç lira olduğunu tahmin edersiniz?

Fazla zorlamayın kendinizi ben söyleyeyim; bu tablolara sahip olsaydınız Türkiye’nin en zengin kişisi olurdunuz! Bu dünyanın en pahalı eserlerini Paris müzelerine bağışlayan kişi bir Osmanlı ailesiydi: Camondolar!..

Camondolar 1492’de İspanya’dan kovulan Yahudi ailesiydi. Ancak önce Venedik’e yerleştiler. Baskılardan bunalıp İstanbul’a geldiler. Ailenin zenginleşmesinde büyük paya sahip olan Abraham Salomon Camondo, 1795’te İstanbul’da doğdu.

Kardeşi Isaac ile birlikte banka kuran, bankerlik yapan, devlete borç para veren Abraham Camondo, zamanla Osmanlı’nın en zengin kişisi oldu. Reformcu bir kimliği vardı. Yahudi cemaati içinde laik ve liberal bir çizgiyi benimsiyordu. Bu nedenle modern okullar açılmasına önayak oldu.

Ancak bu reformcu çizgileri nedeniyle başta Hahambaşı Avigdor olmak üzere dindaşlarıyla ayrı düştü.

Osmanlı iktidarının modern eğitim konusunda kendilerine pek destek vermemesi üzerine kızıp 1870 yılında Paris’e göçtü.

Ne var ki, Abraham Camondo, Paris hayatını pek sevemedi. Ölünce kendisinin İstanbul’a gömülmesini vasiyet etti. 1889’da ölünce vasiyeti yerine getirildi. Sultan II. Abdülhamid’in katıldığı bir törenle İstanbul’da toprağa verildi. Ne yazık ki Hasköy’deki mezarı bugün harabe halindedir!

Geride yetişkin üç evlat bıraktı: Behor, Nesim ve Rebecca.

İSTANBUL BAŞKONSOLOSU

Gelelim resim meselesine:

19. yüzyıl sonu Paris sosyetesinin önemli isimlerinden Kont Isaac de Camondo, Nesim Camondo’nun oğluydu. İstanbul doğumluydu.

Ailesinden miras olarak; bankalar, bankerlik kuruluşları, Paris’teki şirketler, büyük bir servet ve asalet unvanı (kontluk) yanında çok büyük de bir sanat eserleri koleksiyonu kalmıştı.

Birçok şirketin başında olan ve serveti dillere destan olan Isaac Camondo, aynı zamanda 1891’den beri İstanbul Başkonsolosu’ydu.

Yıllardan beri Louvre Müzesi’nde sergilenmek üzere tablolar alıp müzeye bağışlar yapan Isaac Camondo, 1907 yılında koleksiyonunun 804 parçadan oluşan büyük bir kısmını Louvre’a bağışlamaya karar verdi.

Manet, Degas, Monet, Cezanne, Sisley, Van Gogh, Corot gibi ressamların eserlerinin de bulunduğu 130 kadar resim ile 400 kadar Japon baskı koleksiyonunu şartlı bağışlıyordu.

El yazısı vasiyetnamesinde belirttiği koşul, Louvre’un bütün eserleri eksiksiz sergilemesi ve koleksiyonun elli yıl onun adını taşıyan özel bir salonda sergilenmesiydi. Bu koşulu önce tuhaf karşılayan Fransa Milli Sanatlar Kurulu, vasiyetin altında yatan gerçeği sonradan fark etti.

O güne kadar, herhangi bir ressamın eserinin Louvre’da sergilenebilmesi ancak ölümünden on yıl sonra gerçekleşebiliyordu. Isaac Camondo müze yönetimi tarafından kabul edilen bu koşuluyla, o zamanlar ünlü olmayan ve çok eleştirilen empresyonist ressamların tablolarını daha yaşarlarken Louvre’da sergilenmelerini sağlamıştı.

Isaac’ın vasiyeti ölümünden sonra kuzeni Moise tarafından gerçekleştirildi. Louvre Müzesi’nde "Camondo Salonu" adını alan özel bölüm, dokuz yıllık bir inşaattan sonra 1920 yılında resmen açıldı. Eserlerin bir bölümü zamanla sergilenmek üzere Orsay gibi müzelere de verildi.

Bugün Paris’te Monceau Parkı’nın kenarında, bu zengin Yahudi ailenin yaşadığı eski bir konak "Camondo Müzesi" haline getirilmiştir.

Bir gün yolunuz düşerse mutlaka uğrayınız. Çıkış kapısının kenarında duvara monte edilmiş madeni levhayı okuyunuz. Levhada Camondo ailesinin 1942 yılında Auschwitz kampında yok edildiği yazılıdır!

Camondo adını bugün yaşatan servetleri değil, sanatın gücü olmuştur!

DÜZELTME

Geçen haftaki "Kayseri’de Silahlı Bir Akıncı Gençlik Kampı Hikayesi" yazımda ismi geçen Hamza Süs, dolmuşçu olmadığını tekstil şirketi sahibi olduğunu belirtti. Yine aynı yazıda adı geçen Sanayi ve Ticaret Bakanlığı Avrupa Birliği Koordinasyon Genel Müdür Yardımcısı Yusuf İnce ise böyle bir kampta bulunmadığını, söz konusu kişiyle isim benzerliği olduğunu belirtti. Düzeltir, özür dileriz.
Yazının Devamını Oku

Kayseri’de silahlı bir Akıncı Gençlik kampı hikáyesi

2 Eylül 2007
Laik çevrelerin, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan gibi, bir dönem Milli Görüş "gömleği" giymiş siyasilerin "gizli maksatlar" peşinde oldukları şeklindeki şüpheleri sürüyor.  Gül ve Erdoğan her ne kadar değiştiklerini söyleseler de bu çevrelerin kuşkuları giderilemiyor. Kimin haklı çıkacağını elbet zaman gösterecek. Ama gelin sizi, 1980 öncesi, Milli Görüşçü Akıncı Gençler Derneği’nin Kayseri’deki silahlı bir kampına götüreyim; o kampta yaşananların dünü ve bugününü yazayım. Belki "kuşku tartışmalarına" bir nebze katkımız olur!..

TARİH: 23 Ağustos 1980.

Yer: Kayseri, Yahyalı İlçesi Aladağ Aksuderesi bölgesi.

Tan yeri, yeni ağarıyordu...

Kampın gece nöbetçisi, 17 yaşındaki Kamil Dağaslan’dı; belinde tabancası, elinde av tüfeğiyle çevreyi gözetliyordu.

Kamptaki diğer 16 kişi, gelişigüzel yapılmış çadırlarda uyuyorlardı.

Yaşları 15 ile 18 arasında değişen kamptaki bu gençler, gün boyu beden eğitimi yapıyor; silah atmayı ve patlayıcı madde yapımını öğreniyordu. Kamptaki genç Akıncılar, Kayseri, Nevşehir, Niğde ve Kırşehir’den gelmişlerdi. Çoğunluğu imam hatip öğrencisiydi.

Liderleri, Kayseri Akıncılar Derneği Başkanı Osman Yapar’dı.

Akıncı Gençler Derneği (AK-GENÇ) 1 Mart 1980 tarihinde kuruldu.

Milli Selamet Partisi’nin gençlik örgütüydü.

Derneğin amacı, "sınırsız ve sınıfsız bir İslam devleti kurmaktı".

Süvari müfrezesi anlamına gelen "Seriyye" adlı bir yayın organları vardı.

Akıncılar’ın silahlı kampı sadece Kayseri Yahyalı’da değildi. Türkiye’nin çeşitli yerlerinde 30 kampı vardı.

Kampların amacı, "ilerideki çetin mücadelede görev alma kabiliyetinde olan din kardeşleri" eğitmekti.

SİLAHLI ÇATIŞMA

Çevredeki köylülerin ihbarını değerlendiren Kayseri Jandarma Alay Komutanlığı askerleri, sabaha karşı Akıncılar kampını kuşattı.

Askerler, "teslim olun" çağrısını yapmaya fırsat bulamadan silahlı direnişle karşılaştı.

Kamp nöbetçisi Kamil Dağaslan, birden karşısında askerleri görünce heyecanlanıp silahını ateşlemişti.

Askerler ateşe karşılık verince Kamil Dağaslan, oracıkta can verdi.

Silah seslerine uyanan kamptaki diğer Akıncı gençler, ne olduğunu anlamadan çatışmanın ortasında kalakaldılar.

Çatışma kısa sürdü. Kampın lideri Osman Yapar, Türkay Gürlek ve Sami Öztürk yaralandı.

Kaçamayacaklarını anlayan Akıncı gençler teslim oldu.

Kampta yapılan aramada, 5 adet tabanca, 14 adet dinamit lokumu ve fitili, 4 av tüfeği, havalı tabanca ve çok sayıda mermi bulundu.

Kampta ele geçirilen afiş ve pankartlarda, "Ya Şeriat, Ya Ölüm", "Her Akıncı Bir Mermi, Kuracağız İslam Devletini" gibi sloganlar yazılıydı.

Kayseri Akıncılar kampında yakalananlar, çıkarıldıkları mahkemece tutuklandılar. 20 gün sonra 12 Eylül 1980 askeri darbesi oldu.

Kayseri’dekiler de dahil, Türkiye’nin çeşitli yerlerindeki kamplarda yakalanan Akıncılar, Ankara Mamak Askeri Cezaevi’ne kondu.

Tekrar işkenceli sorgulamadan geçirildiler.

Mahkemeleri bir yılı aşkın sürdü. Nihayetinde hepsi tek tek tahliye oldu.

Ve hayatlarını devam ettirmek için yeni bir mücadele içine girdiler.

ŞİMDİ NEREDELER?

- Çatışmada yaralanan Türkay Gürlek, o dönemde Nevşehir İmam Hatip Lisesi 4’üncü sınıf öğrencisiydi. Bugün Nevşehir’de "Gür Vigo Tekstil" adlı şirketin sahibi. Şiir yazıyor. Siyasetle ilgilenmiyor.

- Kayseri İmam Hatip Lisesi 5’inci sınıf öğrencisi Faruk Hasetçi, aynı zamanda boksördü. Cezaevinden çıktıktan sonra boksu bırakmadı. Milli takıma kadar yükseldi. Türkiye’yi yurtdışında temsil etti. Halen Türkiye Boks Federasyonu Yönetim Kurulu Üyesi. Kayseri’deki "FEM Çorapları"nın üç ortağından biri. Hasetçi, Refah Partisi Kayseri İl Yönetim Kurulu üyesiydi; 24 Ocak 1997 tarihinde Kayseri’ye gelen Necmettin Erbakan’ın korumalığını yaptı. Ancak koruma görevi sırasında bazı partililerle birlikte, tek tip güvenlik üniforması giydiği için yargılandı. Bunun üzerine siyasetten soğudu.

- Kayseri Pınarbaşı doğumlu Erdoğan Akan, Akıncılar kampına okuduğu Niğde İmam Hatip Lisesi’nden gelip katılmıştı. Cezaevinden çıktıktan sonra Ankara Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni bitirdi. Halen Türkiye İstatistik Kurumu Başkanlığı Destek Hizmetleri Daire Başkanı. 2004-2005 yılları Milli Güvenlik Akademisi 57. dönem müdavimiydi; yani askerler tarafından "güvenilirlik" belgesi almıştı. Aynı zamanda tekvando milli hakemi. Bu arada Türkiye Tekvando Federasyonu’na adaylığını koydu; az bir oyla kaçırdı.

- Yusuf İnce, Kırşehir İmam Hatip Lisesi 6’ncı sınıf öğrencisiydi. Bugün Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nda üst düzey görevde.

- Ali Aydemir, Nevşehir İmam Hatip Lisesi 5’inci sınıf öğrencisiydi. Bugün memleketi Nevşehir’de imamlık yapıyor. Ayrıca Diyanet Sendikası Nevşehir Şube Başkanı. Sendikada yardımcısı ise yıllar önce Kayseri Akıncı kampında birlikte olduğu arkadaşı Baki Öncel.

Baki Öncel de, cezaevinden çıktıktan sonra okulunu bitirdi; Nevşehir’de imamlık yapıyor.

- Mustafa Çakır, kampa katıldığında Nevşehir İmam Hatip Lisesi 3’üncü sınıf öğrencisiydi. Şimdi aynı okulda öğretmenlik yapıyor. İslamcı "İlkadım" dergisine makaleler yazıyor.

- Hamza Süs, o dönemde Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü öğrencisiydi. Cezaevinden çıktıktan sonra okula devam etmedi. İstanbul’da dolmuşçuluk yapıyor.

- Çatışmada yaralanan Sami Öztürk ise bugün halı ticaretiyle uğraşıyor.

23 Ağustos 1980’de Kayseri Akıncılar kampında olanlardan sadece bu isimlere ulaşabildim. Diğerleri nerede ne yapıyor bilemiyorum.

Bildiğim, zamanın, insan hayatlarını bambaşka yerlere savurduğu...

Görünen o ki, zaman, silahlı Akıncıları düzenin içine çekip ılımlılaştırmıştı.

"Sınıfsız ve sınırsız bir İslam devleti" peşinde koşan Akıncılar, zamanla sınırlı bir hayatın içinde sınıf atlama peşine düşmüşlerdi!

Artık sloganları değişmişti: "Yaşasın Yeşil Kapitalizm!"

AKP’NİN VETO ETTİĞİ AKINCILAR

Akıncılar’ın bir bölümü siyasetten kopmadılar.

Ancak siyasi hayat, yıllar içinde onları bambaşka mecralara yönlendirdi:

Akıncıların büyük lideri, Milli Görüş’ün efsanevi dava adamı Tevfik Rıza Çavuş bile zamanla değişti; 1991 yılında DYP’ye katıldı!

Akıncılar’ın dergisi "Seriyye"ye makale yazan Erdem Beyazıt, ANAP listesinden TBMM’ye girdi.

Akıncılar Derneği Ankara Başkanı Ersönmez Yarbay, RP-AKP milletvekilliği yaptı. Son seçimlerde veto edildi, listeye alınmadı.

Akıncılar bugün, merkezi Ankara’da olan Server Vakfı çatısı altında sosyal faaliyetler peşinde koşuyor.

Vakfın başkanlığını ise eski AKP Kahramanmaraş milletvekili M. Ali Bulut yürütüyor.

Son seçimlerde Bulut da veto edildi, milletvekili yapılmadı.

"Kuşku duyulan" Başbakan Erdoğan, Akıncılar’ı listesine almamıştı!

Burada da bir kez daha karşımıza çıkıyor ki, tartışmalarımızı bilgiye dayalı olgularla yapmalıyız.

Çünkü insan tanımadığından korkar.

Çankaya Köşkü’nün ’1915’ sırrı

1915 Ermeni tehcirine ilişkin dünyaya en güzel yanıtı artık Cumhurbaşkanı Abdullah Gül verebilir.

Şöyle ki:

Yazmıştım; Çankaya Köşkü’nün ilk hali olan bağ evinin sahibi Ermeni bir tüccar olan Ohannes Kasapyan (1857-1944) idi.

Ankara keçisi yetiştiricisi ve 1500’e yakın dokuma tezgáhında ürettiklerini Manchester’a ihraç eden Ohannes Kasapyan, 1915 yılında büyük Ermeni göçünde Ankara’yı terk etti.

Ohannes Kasapyan’ın bağ evi, zamanla Çankaya Köşkü’ne dönüştürüldü.

Şimdi Çankaya Köşkü’nde, 1915 yılında Siirt’ten ayrılıp Kayseri’ye göç etmiş bir ailenin torunu olan Abdullah Gül oturuyor.

Bu nedenle, Cumhurbaşkanı Gül dünyaya şu mesajı vermelidir:

"1915 yılında Anadolu’da büyük olaylar yaşandı. Bu olaylardan sadece Ermeniler değil, tüm Osmanlı tebaası etkilendi. Benim ailem de göç etmek zorunda kaldı. Ermeni kardeşlerimize yapılan soykırım değildir; sadece Birinci Dünya Savaşı koşullarının dayatmalarıdır. Ve bu büyük altüstten, benim ailem de etkilenmiştir."

TEKELİOĞLU’NUN AÇIKLAMASI

AKP İzmir Milletvekili Mehmet Tekelioğlu, Abdullah Gül’ün kız kardeşi Türkan Hanım ile evli. Milletvekili Tekelioğlu, aynı zamanda Gül’ün halasının oğlu.

Sayın Tekelioğlu, geçen hafta yazdığım "Abdullah Gül’ün 600 yıllık soyağacı" başlıklı yazıma bir ekleme yaparak, Abdullah Gül’ün baba soyağacını gönderdi.

Gönderilen soyağacı benim yazdığımdan farklı değildi; sadece daha ayrıntılıydı. Sayın Tekelioğlu, soyağacını Hacı Mehmet Efendi ile başlatıyor ve şöyle sürdürüyordu: Hacı Mehmet-Osman-Ahmet ve Hayrullah.

Kayseri’de Gülükimamoğlu olarak tanınan Hayrullah’ın altı çocuğu vardı: Ahmet Hamdi (eşi Adeviye)- Hamdiye (eşi Ali)- Mehmet (eşi Yüksel)- Mustafa (eşi Ayşe)- Mahmut (eşi Firdevs) ve Ömer (eşi Nimet).

Abdullah Gül, Ahmet Hamdi’nin oğluydu.

Mehmet Tekelioğlu ise Hamidiye Hanım’ın oğluydu.

Sayın Tekelioğlu’nun yazıma ilişkin bir de açıklaması vardı:

Abdullah Gül’ün babası Ahmet Hamdi Gül’ün içgüveysi olduğunu yazmıştım; bu cümle Gül ailesinde üzüntüye yol açmış.

Cumhurbaşkanı Gül’ün babası Ahmet Hamdi Gül ile annesi Adeviye Hanım’ı hiç üzmek istemem.

Düzeltiyorum; Ahmet Hamdi Gül, evlenince Satoğlu apartmanına taşınmıştır ama içgüveysi olmamıştır. Ailesine ve çocuklarına kendi alın teriyle bakmıştır.

Üstadımız Hasan Pulur’a not

SAYIN Hasan Pulur,
Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinde (29 Ağustos) bizim geçen hafta kaleme aldığımız Abdullah Gül’ün 600 yıllık soyağacını konu etti.

Hayır, benim üzerinde duracağım konu Cumhurbaşkanı Gül’ün soyağacına ilişkin yazdıkları değil.

Sayın Pulur, makalesinin girişinde, rahmetli gazeteci Ömer Sami Coşar’ın arşivciliğinden bahsediyordu: "Arşivciliği rahmetli Ömer Sami Coşar’dan gördük, ikimiz de Milliyet Yazı İşleri’nde çalışıyoruz. (...) Ömer Sami Abi, iyi hoş da, gazeteleri delik deşik ediyor. Elinde makas, sayfalar kevgir gibi, ilgilendiği her haberi, yazıyı kesiyor, saklıyor, zarfa koyuyor. Kim bilir şimdi bu arşiv nerededir?"

Sayın Pulur’un sorusunu "ödev" kabul edip araştırdım...

Gazeteci Ömer Sami Coşar, sara hastasıydı.

19 Mart 1984’te öğleye doğru Taşucu’nda denize girdi, yüzdü; tam denizden çıkarken sara nöbeti geldi, suya düştü ve bacak boyu kadar bir derinlikte boğularak öldü.

Arkasında içi kitap ve dosyalarla dolu bir ev bıraktı.

Kızı Gülsüm Sami ve oğlu Hami Sami Coşar, binlerce kitap ve dosyalardan oluşan kütüphaneyi koyacak yer bulamadılar.

Babalarının ölümünden bir yıl sonra Taşucu’ndaki kütüphaneyi İstanbul’da sahaflık yapan Tunç İnal’ın sahibi olduğu İnal Kitabevi’ne sattılar.

Yine bir meslek büyüğümüz olan Gazeteci Ünal İnanç, bir sohbet sırasında MİT Müsteşar Yardımcısı Hiram Abas’a, Gazeteci Coşar’ın arşivinin sahaflara düştüğünü söyledi.

Hiram Abas konuyla ilgilendi; basımı yapılmayan kitapların kendi arşivlerinde olmasının iyi olacağını düşündü. Ayrıca dosyalarda özel bilgiler de olabilirdi.

Bir gün İnal Kitabevi’ne dört sivil MİT görevlisi geldi. Rahmetli Coşar’ın kitaplarının bir bölümünü satın aldılar. Satın alan, kurum olarak MİT miydi, yoksa Hiram Abas kendi kütüphanesi için mi almıştı, bilinmiyor.

Bilinen, kütüphanedeki kitapların pek işe yaramadığıdır! Rahmetli Coşar’ın kendine özgü bir arşiv oluşturma tekniği vardı. Örneğin, okuduğu kitaplardan ilgisini çeken sayfaları kesiyor, ilgili dosyaya koyuyordu.

Yani sahafa satılan kitapların çoğunun sayfaları kesikti!..

MİT görevlileri, Coşar’ın dosyalarını sordular.

Ne yazık ki, Taşucu’ndaki dosyalar alım sırasında çöpe atılmıştı!..

Durun, hikáyemiz bitmedi. Olayın bir de ikinci bölümü var:

Gazeteci Coşar’ın arşivinin tamamı, Taşucu’nda değildi.

Sayın Pulur’un gönlü rahat olsun; Gazeteci Coşar’ın Taşucu’na götürmediği bir diğer arşivi bugün oğlu Hami Sami Coşar’ın Acarkent’teki evinin en müstesna köşesinde duruyor.

Sayın Pulur zaman bulabilirse, yakın arkadaşının bu özel arşivini gidip görebilir.

Bu arada: Acarkent’teki galeri için Acarlar Şirketler Topluluğu Yönetim Kurulu Üyesi Funda Acar, belki Coşar’ın arşivindeki fotoğraflardan bir sergi açılması için önayak olur.

Ve açılışı da Sayın Pulur yapar.
Yazının Devamını Oku

İşte Cumhurbaşkanı adayı Gül’ün 600 yıllık soyağacı

26 Ağustos 2007
Abdullah Gül aslen nereli? Sivaslı Sarrafzade Ailesi’yle ne tür akrabalık bağları var? 1915’te Siirt’ten göç mü ettiler? Kayseri’nin yarısı Gül Ailesi’ne mi ait? Fatih Sultan Mehmet’in hocası Akşemseddin’le Gül Ailesi’nin nasıl bir bağlantısı var? Büyük büyükdedesi Şeyh Tennuri kim? Gül’ün akrabaları arasında hangi ünlü isimler var? Kayınvalide Adeviye Gül ile gelini Hayrünnisa Gül’ün benzer yazgıları nedir?

Abdullah Gül’ün anne tarafının soyağacı yaklaşık 600 yıl öncesine gidiyor. Bu iddianın sahibi, Gül’ün annesinin amcası "Kayseri Ansiklopedisi" yazarı Abdullah Satoğlu ve büyük bir azimle ailenin soyağacını çıkarmış olan Gül’ün kuzeni Mehmet Celalettin Satoğlu’dur. Ailede soyağacı konusunda çalışan ilk kişi ise Gül’ün annesinin dedesi Mehmet Ali Satoğlu!

Soyağacını incelemeye başlamadan önce, ailelerin kendileri tarafından hazırlanan secerelerine ihtiyatlı yaklaşılması gerektiğinin altını çizmek istiyorum.

Bu notlardan sonra gelelim soyağacına:

ANNE TARAFI

Soyağacının en başında Sivaslı kuyumcu Hüseyin Efendi var.

Aile, Sivas’ta "Sarrafzadeler" olarak tanınıyor.

Hüseyin Efendi’nin bilinen tek oğlu ise Şeyh İbrahim Tennuri.

Şeyhin doğum tarihi bilinmiyor; ölüm tarihi: 1482.

Ailenin en tanınmış, adı tarih ansiklopedilerine geçmiş üyesi Şeyh İbrahim Tennuri’yi kısaca tanımakta yarar var:

Şeyh Tennuri, Sivas’taki ilköğrenimi ardından Konya’ya gitti; Mevlana Sarı Yakup’un öğrencisi oldu. Sarı Yakup’un 1438’deki ölümününü ardından Hunad Hatun Medresesi’ne müderris olması sebebiyle Kayseri’ye geçti.

Ancak birkaç yıl sonra medresenin vakfiyesinde, sadece Hanefi müderrislerin görev alabileceği şartı üzerine Şeyh Tennuri görevi bıraktı. Çünkü kendisi Şafii mezhebindendi.

Fatih Sultan Mehmed’in hocası Akşemseddin’in ününü duyunca, Beypazarı’na gidip ona intisap ederek Bayramiye tarikatına girdi.

Üç ay dünya nimetlerinden uzak durup inzivaya çekildi. Ardından tasavvuf eğitimi tamamladı.

Akşemseddin’den icazet ve hilafet alarak tekrar Kayseri’ye döndü. Bu kez kendi tekkesini kurup, öğrenci kabul etmeye başladı.

Bu arada, kendi geliştirdiği kabızlık hastalığını tedavi şekli, "İbnü’s Sarraf" olan lakabının değişmesine neden oldu!

Kabız olan müritlerini, sıcak fırın (tennur) üzerine oturtup, su içirip terleterek tedavi etmesi üzerine, "Tennuri" lakabını aldi!

Bir gün, Kayseri’de irşad faaliyetlerini sürdürürken, aldığı haber üzerine alel acele hocası Akşemseddin’in yanına gitti. Telaşının sebebi sonra ortaya çıktı: Hocasıyla birlikte İstanbul’un fethinde bulunmuştu.

Fetihten üç ay sonra tamamladığı, 5140 beyitlik mesnevi tarzındaki manzum eseri "Gülzar-ı Manevi"yi, Fatih Sultan Mehmed’e ithaf etti. (Bu eser halen Sülaymaniye Kütüphanesi’ndedir.)

Bu jest karşısında Fatih Sultan Mehmed, Şeyh Tennuri ve oğullarının vergiden muaf olduklarına dair ferman çıkardı.

Şiirlerinde "Aşık" mahlasını kullanan Şeyh İbrahim Tennuri’nin mezarı ve oğulları Şeyh Lütfullah ve Şeyh Ali’nin sandukaları da, Kiçikapı’dan Talas Caddesi’ne çıkılan ve kendi adını taşıyan sokakta, kendi yaptırdığı Şeyh Camii haziresindedir.

YARISI GÜL AİLESİ’NİN!

Abdullah Gül’ün anne tarafının soyağacı Şeyh İbrahim Tennuri’nin oğlu Şeyh Kasım’dan yürümektedir.

Şeyh Kasım’ın kızı Ayşe, Kayseri ulemasından tanınmış Sülayman Efendi’yle evlendi.

Sülayman Efendi-Ayşe Kadın evliliğinden doğan Kadı Bedreddin Mahmud aileyi zenginliğe kavuşturdu.

"El-hac Bedreddin Mahmud" Kayseri’nin en zengin adamıydı.

Mal varlığı gayrimenkulleri hakkında 966/M.1558 tarihini taşıyan "Vakıfname"ye göz atarsanız Kayseri’nin yarısının Kadı Bedreddin Mahmud’a ait olduğunu görürsünüz.

’SATOĞLU’ AİLESİ

Uzatmayayım: Abdullah Gül’ün anne soyağacı Abdülhay, Mahmud Paşa, Mustafa Efendi, Hacı Paşa olarak sürüp gidiyor...

Soyağacı Cumhuriyet’ten sonra netleşiyor. Sarrafzadeler Ailesi’nden gelen Fatma Hanım, eşi Hacı Mükremin’in soyadını alıyor: "Satoğlu!"

Fatma-Hacı Mükremin Satoğlu’nun beş çocuğu oluyor: Mustafa, Ayşe, İbrahim Nafiz, Fatma (Nanekioğlu) ve Yüzbaşı Ahmet Efendi.

Artık yavaş yavaş Abdullah Gül’e yaklaşıyoruz.

Abdullah Gül’ün büyük büyükdedesi (annesinin babasının dedesi) İbrahim Nafiz.

İbrahim Nafiz’in kimle evli olduğu bilinmiyor. Dört çocuğu vardı; Mükremin, Behiye, Mehmet Ali ve Merzuka.

Behiye ve Merzuka hakkında soyağacında bilgi yok; ya erken öldüler ya evlenmediler.

Soyağacı erkeklerden yürüyor:

Abdullah Gül’ün dedesinin babası Mehmet Ali Satoğlu (1876-1968) Kadiri tarikatına mensup bir din adamıydı. Yukarıda yazdığım gibi, ailenin seceresini çıkaran da oydu.

Mehmet Ali Satoğlu iki kez evlendi.

Birinci karısı Adeviye’den Abdullah Gül’ün dedesi İsmail doğdu.

Abdullah Gül’ün annesinin "Adeviye" adı da buradan geliyor; İsmail Satoğlu kızına annesinin adını vermişti.

İlkokul öğretmeni İsmail Satoğlu Hacı Kadın’la evlendi ve üç çocuğu oldu: Ahmet, Nazif ve Abdullah Gül’ün annesi Adeviye.

Abdullah Gül’ün anne seceresine burada bir virgül koyup babasının soyağacına göz atalım...

GÜL’ÜN BABA TARAFI

Gül’ün baba soyuna ait fazla bilgi yok.

Gül’ün biyografisini yazan kitaplara (Örn: "Köşke Gül Harekatı" H. Tecimen-B.Bengisu-Akış Yayınları) ve bazı yayın organlarına (örn: Hürriyet 23.08.07) göre, Gül Ailesi 1915 yılında Siirt’ten Kayseri Develi’ye göç etmişlerdi.

Burada biraz durmak gerekiyor:

1915 yılı, Anadolu’nun altüst olduğu bir dönemdi.

Kafkas Cephesi’nde Ruslara yardım edip, ayaklanma çıkardıkları için Ermeni tehcirinin yapıldığı bir yıldı 1915.

Gül Ailesi Siirt’ten neden ayrılmıştı? Karışıklık ve iç çatışmalardan kaçıp, daha sakin olduğu için Kayseri’yi tercih etmiş olabilirler miydi? Ama, Kayseri’de de benzer olaylar vardı.

Abdullah Gül’ün babası Ahmet Hamdi 1927 doğumlu. Yani göçten 12 yıl sonra doğmuş, bu nedenle Kayseri’ye geliş sebebini bilemeyebilir.

Aileyi Kayseri’ye getiren muhtemelen Abdullah Gül’ün büyükdedesi Hacı Abdullah Efendi.

Batı’da yaygın olup bizde nedense hep küçümsenen "isim bilim" (onomastik) burada karşımıza çıkıyor. "Abdullah" Allah’ın kulu demek. Osmanlı’da savaş dönemlerinde evsiz barksız, ailesiz kalan çocuklara genellikle "Abdullah" adı veriliyordu.

Gül’ün büyükdedesi de savaş yıllarında kimsesiz mi kalmıştı acaba? Bilinmiyor.

Bu konuyu çok da uzatmak istemiyorum çünkü "1915’te Siirt’ten Kayseri Develi’ye gittiler" bilgisinin doğru olmadığını (C.Kalyoncu, Aksiyon 30.04.07 ve S.Kurt, Zaman 14.08.07) iddia eden bilgiler de var.

Demek ki daha fazla araştırma yapılması gerekiyor!

KAYINVALİDE-GELİNİN YAZGISI

Gelelim, Adeviye Satoğlu ile Ahmet Hamdi Gül’ün evliliğine:

Abdullah Gül’ün dedesi İsmail Satoğlu, İzmir Torba Yeniköy’de ilkokul öğretmenliği yapıyordu. Üç çocuğunu da okutuyordu.

Adeviye ise daha kız sanat okulunu bitirmemişti ki, Kayseri’de Tayyare Fabrikası’nda çalışan Ahmet Hamdi ile görücü usulüyle evlendirildi.

İlginç olan şuydu:

Satoğlu Ailesi okumuş-yazmış, zengin bir aileydi; Güller ise yoksuldular.

Öyle ki, Ahmet Hamdi, Satoğlu Ailesi’ne "içgüveysi" gitti de denebilirdi. Adeviye Gül gencecik yaşında başını bağlayıp ev kadını oluverdi. Evliliklerinin ilk yıllarında Sahabiye Mahallesi’ndeki Satoğlu Apartmanı’nda yaşadılar. Abdullah Gül de bu apartmanda doğdu.

Yıllar sonra Hayrünnisa Özyurt da tıpkı kayınvaldesi gibi Çemberlitaş Kız Lisesi’nde okurken, okulu yarım bıraktırılarak Abdullah Gül’le evlendirildi.

Hayrinnüsa Hanım da tıpkı kayınvalidesi gibi genç yaşında okulu bırakıp, başörtüsü bağlayıp evinin kadını oluverdi. Aynı kaderi Abdullah Gül’ün kız kardeşi Hatice de yaşadı!

Bitmedi.

Okulunu daha yeni bitiren Abdullah Gül’ün kızı Kübra da bir ay sonra evleniyor!

Hatice’nin kızı Hümeyra da okulu bitirdi, nişanlandı, evlilik hazırlığı yapıyor!

Tesadüf mü?

Sormak durumundayım; Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan ve diğerleri neden kız çocuklarını en iyi okullarda okutuyorlar ve sonra da çalıştırmayıp hemen evlendiriyorlar?

Türkiye’yi büyütüp-kalkındırmak için kadın-erkek elbirliğiyle çalışmamız gerekmiyor mu? Kızlarımız, kadınlarımız neden evlere hapsediliyor?

Cumhurbaşkanı, Başbakan çocuklarının topluma örnek olması gerekmiyor mu?

Ve aslında başörtüsünden önce bunu tartışmamız gerekmiyor mu?..

Adeviye, Hayrinnüsa, Kübra, Hatice, Reyhan, Hümeyra vd. ailelerinin soyağaçlarında isim olarak varlar, ama ne yazık ki hayatın içinde yoklar...

Ailenin önde gelen ünlü simaları

Akrabalar arasında "Milli Görüşçü" olan ilk kişi, Gül’ün dedesinin kardeşi Harita Mühendisi Mehmet Satoğlu’ydu;. Necmettin Erbakan’la birlikte Milli Nizam Partisi’nin 18 kurucusundan biriydi. Yani basında yazılanın aksine, Gül Ailesi’ni Milli Görüşçü yapan baba Ahmet Hamdi Gül değil, Mehmet Satoğlu’ydu!

Babası Ahmet Hamdi Gül, 1973 seçimlerinde MSP’den aday oldu; Kayseri 8. sıraya konuldu; seçilemedi.

Akrabalardan (Gül’ün annesinin amcaoğlu) Abdurrahman Satoğlu, 1973 yılında "Türkiye’de Selamet" adında Milli Selamet Partisi (MSP)’yi öven kitap yazdı.

Gül’ün akrabalarından Göbülük ve Fişekçioğlu aileleri Kayseri’de kuyumculuk yapıyor. Yani, "ata mesleği" kuyumculuk sürdürülüyor.

Akrabalar arasında genç yaşlarında özel sektörün en tepe noktasına çıkmış isimler var: Sony Ericsson Genel Müdürü Fatih Gemalmaz; Ankara Sigorta Genel Müdürü Cemil Satoğlu gibi.

Akrabalar arasında, Şeyh İbrahim Tennuri’nin "Aşık" mahlasını sürdürenler de yok değil: Başta Gül’ün büyük amcası Abdullah Satoğlu, kuzenleri Emine Beyza Satoğlu, Yüksel Gemalmaz, Hulusi Satoğlu...

Aynı zamanda gazetecilik de yapan Abdullah Satoğlu, Kültür Bakanlığı’na "Kayseri Ansiklopedisi" hazırladı. Ailede bir başka şair Hulusi Satoğlu ise yerel gazetelere Kayseri basın tarihini yazmıştır.

Kuzen Betül Gemalmaz, Nancy Buther’ın "Akıllı Kadınlar Metroseksüel Erkekler" adlı kitabını Türkçe’ye çevirdi.

Akrabalar arasında sinema yazarı da var: Murat Mıhçıoğlu. Esquire-Antrak-Altyazı gibi dergilere sinema eleştirileri yazıyor. Halen Bilgi Üniversitesi’nde yüksek lisans yapıyor.

Gül’ün kız kardeşi Hatice’nin kızı Hümeyra Tekelioğlu da "Turuncu" dergisinde ve "Patika"da denemeler yazıyor.

Ailede, başta Gül’ün dayısı Prof. Dr. Ahmet Satoğlu olmak üzere akademisyen çok. Dr. Fehime Benli, Dr. Bilal Eryılmaz, Dr. Yüksel Gemalmaz, Mehmet Mirat Satoğlu...

Akrabalar arasında başta Gül’ün eniştesi AKP milletvekili Mehmet Tekelioğlu olmak üzere siyasetle uğraşanların sayısı da fazla: Ahmet Göbülük Kayseri Büyükşehir İl Genel meclisi üyesi, Mehmet Göze, İstanbul Büyükşehir İl Genel meclisi Üyesi...

İzmir AKP Kadın Kolları Başkanı Gülsüm Satoğlu son seçimlerde milletvekili aday adayı oldu ama listeye giremedi.

Macit Gül’ün eşi Reyhan’ın babası Şaban Bayrak, Kayseri RP milletvekilliydi.

AKP Kayseri milletvekili, uçak mühendisi Prof. Dr. Mehmet Tekelioğlu, Abdullah Gül’ün hem eniştesi hem de halası Hamdiye Hanım’ın oğlu.

Abdullah Gül’ün iki dayısı vardır; Prof. Ahmet Satoğlu doktordur. Diğer dayısı Nazmi Satoğlu ise tütün eksperliğinden emeklidir...

Gül’ün kız kardeşi Hatice’nin kızı Hümeyra da kuzeni Kübra gibi nişanlı. Hümayra da evlenmek için dayısının cumhurbaşkanı olmasını bekliyor.
Yazının Devamını Oku

İlk Cumhurbaşkanlığı seçimi Atatürk’ü öldürüyordu!

19 Ağustos 2007
İlk cumhurbaşkanlığı seçimi, Atatürk’ün iki kez kalp krizi geçirmesine neden oldu. Çankaya Köşkü’nde iki gün arayla gelen krizler, neden herkesten gizli tutuldu? Kalp krizlerinin sebebi, cumhuriyet fikrine karşı çıkan hilafet yanlısı muhalifler miydi? Kalp krizleri Atatürk’ün hayatını nasıl etkiledi? Tarih: 11 Kasım 1923. Yer: Çankaya Köşkü Atatürk, öğle yemeğinde çok sevdiği etsiz kuru fasulye yiyordu.

Birden göğsünün arka tarafından sol kolunun dirseğine kadar yayılan çok şiddetli bir ağrı hissetti. Terden vücudu sırılsıklam oldu.

Ağrılarını kimseye hissettirmek istemedi, ancak dayanılacak gibi değildi.

Başı masaya düştü.

Şanslıydı; Sağlık Bakanı Dr. Refik Saydam öğle yemeğinin konukları arasındaydı. İlk müdahaleyi o yaptı.

Atatürk, odasına yatırıldı. Kalp krizi geçirmişti.

Bünyesi pek sağlıklı değildi. Sağlıklı olması da mümkün değildi zaten. Ömrü savaş cephelerinde geçmişti. Trablusgarp Savaşı’nda gözlerinden rahatsızlanmıştı. Birinci Dünya Savaşı’nda böbrekleri iflas etmişti. Sakarya Savaşı’nda ise attan düşüp kaburga kemiklerini kırmıştı.

Ancak, ilk kez kalp krizi geçiriyordu.

Sebebi, aşırı yorgunluk ve stresti.

Cumhuriyet’in ilanı sancılı olmuştu. İstanbul gazetelerinde sürekli eleştiri yazıları çıkıyordu; hilafeti savunuyorlardı.

Başta Rauf Orbay olmak üzere, dava arkadaşları açıktan açığa cumhuriyet fikrini eleştiriyordu.

Başbakanlıktan Fethi Okyar’ın alınıp İsmet İnönü’nün getirilmesi hiç kolay olmamıştı. Hükümet krizi zor atlatılmıştı ve aslında tüm bu siyasal olayların temelinde cumhuriyetin ilanı ve Atatürk’ün cumhurbaşkanı seçilmesi vardı.

İKİNCİ KALP KRİZİ

Evet; Atatürk, cumhuriyeti ilan etmiş; cumhurbaşkanı seçilmiş...

Ama bu olaylar sağlığına mal olmuştu.

İlk krizi çabuk atlatmıştı. Fakat bu son olmayacaktı.

İki gün sonra...

13 Kasım 1923.

Çankaya Köşkü...

Atatürk, öğleyin Köşk’ün bahçesinde yürüyüşe çıktı. Köpeği Foks’la oynadı. Yorulduğunu hissetti. Bahçedeki masaya geçerek, kahve istedi.

Kahvesinden bir yudum almıştı ki, sandalyeden yere düştü.

Yine kalp krizi geçiriyordu.

Koruma memuru Kemal Özada, garsonu Cemal Granda, şoförü Remzi Öztunç hep birlikte Atatürk’ü odasına taşıdılar.

Baygındı. Hava alması için odanın pencereleri açıldı, burnuna kolonya koklatıldı. Koluna iğne yapıldı.

Kendine gelir gibi oldu. Sorulara yanıt vermiyordu. Sadece yattığı yerden neler olduğunu anlamaya çalışıyordu.

İki gün içinde iki kalp krizi geçirmesi üzerine, İstanbul’dan kalp doktoru Prof. Neşet Ömer İrdelp çağrıldı.

Doktor İrdelp, Ankara’ya geldi ve Atatürk’ü iyice muayene etti. Teşhisi aynıydı; çok çalışmaktan ve stresten ileri gelen "elemi asabi" kalp krizlerine neden olmuştu.

Dinlenmesi gerekiyordu. Bir de perhiz yapmalıydı. Yani içkiyi ve günde yaklaşık 30 bardak içtiği kahveyi azaltmalıydı. Sigara ise 10 adedi geçmemeliydi.

LATİFE HANIM OLSUN!

Atatürk’ün kalp krizi geçirmesi, basından gizli tutuldu. Muhaliflerin eline koz vermek istenmiyordu.

Ancak haber duyuldu. Başta "İkdam" gazetesi olmak üzere cumhuriyet muhalifleri Atatürk’ün ülkeyi yönetemeyecek kadar hasta olduğu dedikodusunu yaydılar.

Gazeteciler Çankaya Köşkü’nün önünden ayrılmıyordu. Hükümet resmi açıklama yapmıyordu. Tek açıklamayı, Ankara’dan İstanbul’a dönen Prof. İrdelp yaptı. Aşırı yorgunluktan dolayı küçük bir kalp spazmı geçirmişti. Dinlenip geçebilecek bir hastalıktı bu.

Bu arada Atatürk’ün durumunun ağır olduğu söylentilerine inanan bazı çevreler, Atatürk’ün yerine Latife Hanım’ın cumhurbaşkanı olması gerektiği gibi absürd fikirler ortaya attılar.

Atatürk sıhhatine kavuştuktan sonra kendisine ziyarete gelen Ali Fuat Cebesoy gibi arkadaşlarına, "öteki dünyaya gidip geldiğini" söyledi.

Doktorların tavsiyelerini dinleyip perhize uyacaktı.

YİNE KALP KRİZİ

Ama iki ay sonra sağlığına kavuşunca perhize son verdi. Latife Hanım’ın ısrarları da yeterli olmadı, hatta ilk kavgaları bu nedenle çıktı.

Annesi Zübeyde Hanım ve babası Ali Rıza Efendi kalp hastasıydılar, dikkatli olması gerekiyordu. Ancak yeni temellere dayanan yeni bir devlet kurmanın yolu yorulmaktan geçiyordu.

Hep çalıştı ve benzer krizler Atatürk’ü hiç yalnız bırakmadı. Nutuk’u hazırladığı 1927 yılının 22-23 ve 28 Mayıs’ında da üç kez kalp spazmı geçirdi.

Bu dönemde Almanya’dan gelen Prof. Kraus ve Prof. Von Romberg Atatürk’ü muayene ettiler.

Dört yıl önceki teşhisten farklı bir şey söylemediler. Fazla çalışmaması gerekiyordu.

Ancak Atatürk’ün Alman doktorların tavsiyelerine uyması zordu. Devrimlerin kesintiye uğramaması gerekiyordu.

Bile bile ölüme koştu...

İşte ilk cumhurbaşkanlığı seçimi ülke siyasi tarihi dışında Atatürk’ün kişisel tarihi açısından da bu denli güç şartlar altında, azim ve kararlılıkla hayati kararların alındığı ve uygulandığı bir dönemdi.

Latife Hanım’dan Erdoğan’a mektup

Sayın Başbakan,

"Birinci Cumhurbaşkanımız Atatürk’ün eşi de türbanlıydı" şeklindeki açıklamanız üzerine bu mektubu tarihe karşı bir borç duygusuyla kaleme aldım.

Bilmenizi isterim ki, zorunluluk olmadığı dönemlerde ne ben, ne de ailem hiçbir zaman başörtüsü kullanmadık.

Londra’da Chislehurst Tudor Hall School ve Paris’teki Sorbonne Üniversitesi’nde okurken başım açıktı. Pasaportumdaki fotoğrafımda bile başım açıktı.

İzmir’deki yaşamımda da örtünmedim. Sadece sokağa çıktığım zaman mecburen başıma bir örtü geçiriyordum. Bu örtünme benim kişisel isteğim değildi. Dönemin gelenekleri-ádetleri bunu emrediyordu.

Başörtüsüne ilişkin Osmanlı hukukunda zorunlu bir yasa olmamasına rağmen, başınızın, yüzünüzün açık olması kadı huzuruna çıkarılıp kınanmanıza neden olurdu. Bir kadının bu kınamaya maruz kalması ise itibarının-namusunun yok olması demekti.

Bu nedenle örtünmeye mecburdum.

25 Kasım 1925’teki şapka kanunu ile başlayıp, 3 Aralık 1934’te çıkan 2596 sayılı kanun ve 18 Şubat 1935’te çıkan 2933 sayılı kıyafet yasalarıyla süren reformlar kadınların giyim konusunda tamamen özgürleşmesini sağladı.

Ve ben de örtüyü kaldırıp attım.

Sayın Başbakan,

Büyük önder Mustafa Kemal’le evlendikten sonra mecburen, devlet görevi gereği örtündüm.

Ancak benim örtüm biraz farklıydı: Döneme göre modern giyiniyordum; çarşaf giymiyor, peçe takmıyordum.

Yüzümü tümden açık bırakan kendime özgü başörtüm, tayyörlerim, pelerinlerim, çizmelerim, elmas küpelerimle o dönem için çok farklı bir giyim tarzına sahiptim.

Bu tarz, yabancı gazetelerde haber bile oldu.

17 Mart 1923 tarihli İngiltere’de yayınlanan London Illustrated News ile ABD’de yayınlanan 14 Mart 1923 tarihli New York Times gazetelerine göz atarsanız, Türk kadının özgürlük simgesi olarak beni gösterdiklerini görürsünüz.

Diğer yandan, büyük önder Atatürk’le birlikte erkek meclislerinde bulunmam, lokantalara gitmem, toplantılarda bacak bacak üstüne atmam da yadırganıyordu.

Bu nedenle gizli bir örgüt olan "Anadolu Osmanlı İhtilal Komitesi", benim kıyafetim ve davranışlarımı kastederek, "Yarın senin de karı ve kızının bu hallere getirileceğini, ırz ve namusunun mubah kılınacağını düşün, vicdanına kulak ver, dininin namusunun ne kıratta bir Millet Reisi elinde oyuncak olduğunu anla! Ey Müslüman, fazla söze hacet yok, din ve ırk ocağımızın haremine kadar uzanan bu eli bugün kırmazsan dinine, Kuran’ına, ırz ve namusuna ebediyen veda et" şeklinde bildiriler dağıttı. Ben yılmadım ve hiç korkmadım.

Sayın Başbakan,

Önemle belirtmek istiyorum: "Atatürk’ün eşi de başörtülüydü" polemiği yarın tehlikeli tartışmalara neden olabilir.

Birileri çıkıp "Atatürk’ün döneminde içki yasaktı, halifelik kurumu vardı, laiklik yoktu, kadınlara çalışma izni yoktu" diyebilir!

Oysa bunlar da tıpkı "benim başörtüm" gibi dönem şartları altında değerlendirilmesi gereken konulardır.

Sayın Başbakan,

Devlet görevi gereği, siyasal kriz çıkmaması için, kısa bir süre zorunlu olarak giydiğim başörtüsünün bu şekilde değerlendirilmesine çok üzülüyorum.

Ayrıca düşünüyorum da, bu polemiği çıkaranlar, "Cumhurbaşkanı eşinin başının açık olması gerekiyor" diyenlerle aynı safta olduklarının farkındalar mı acaba?

Unutmayınız ki bizim dönemimizde de bazı çevreler, "Cumhurbaşkanı eşinin başının kapalı olması gerekiyor" diyordu! Yazdığım gibi, bunu devlet görevi olarak kabul ettim ve örtündüm.

Madem böyle bir tartışmanın doğmasına neden oldunuz, şimdi size soruyorum: Sayın Hayrünnisa Gül de tıpkı benim yaptığımı yapar, başörtü meselesini devlet görevi sayar ve başını açar mı?

Sayın Başbakan,

Bu gereksiz tartışmalarla ne beni, ne de Hayrünnisa Hanım’ı siyasete "malzeme" yaptırmayınız lütfen.

Size çalışmalarınızda başarılar diler, kuracağınız 60. hükümetin vatanımıza, milletimize hayırlar getirmesini dilerim.

Saygılarımla,

Latife Mustafa Kemal

Abdullah Gül, Einstein gibi yapabilirdi!

İsrail Başbakanı Ben Gurion, "modern fiziğin dehası" Albert Einstein’a çok gizli kaydıyla bir mektup gönderdi. Einstein mektupla gelen teklife çok şaşırdı. Bu teklife Einstein’ın verdiği yanıtla cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül’ün ne ilgisi vardı?

Tarih 16 Kasım 1952

ABD, New Jersey, Princeton

O gün Albert Einstein için hayli hareketli geçti.

Mütevazı evinde sabah kahvaltısı yaparken okuduğu New York Times’taki habere gülüp geçti.

Ancak bir saat sonra İsrail’in Washington büyükelçisi Abba Eban imzalı "çok gizli" damgalı mektup olayın rengini değiştirdi.

Gülüp geçtiği haber, doğruydu.

İsrail’in ilk cumhurbaşkanı Chaim Weizmann vefat etmişti.

İsrail Başbakanı Ben Gurion bu nedenle, Albert Einstein’a İsrail’in cumhurbaşkanı olmasını teklif ediyordu.

Weizmann dünyaca ünlü bir kimyacıydı. İsrailliler şimdi de ünlü bir fizikçi olan Einstein’ın cumhurbaşkanı olması istiyorlardı.

Nobel fizik ödülü sahibi Einstein, bilim çalışmaları yanında toplumsal konulara da ilgisiz değildi.

Yahudi’ydi; ama Yahudiliği dini inançtan çok kültürel boyuttaydı. Dinsizdi.

Önceleri Yahudi sorunuyla pek ilgili değildi; milliyetçilik fikrine karşıydı; dünya vatandaşlığını savunuyordu. Komünistti.

Savaş sonrasında komünist olduğu gerekçesiyle ABD’de soruşturmalara uğradı; hatta vatandaşlıktan atılması bile gündeme geldi.

Ve tüm bunlara rağmen İsrail onu cumhurbaşkanı olarak görmek istiyordu.

Karar vermekte zorlandı, sıkıntısı kararsızlık değil, insanları üzmeden olumsuz cevabı nasıl vereceğiydi.

18 Kasım 1952’de büyükelçi Abba Eban’a şu mektubu gönderdi:

"Devletimiz İsrail adına şahsıma yapılan teklif beni son derece duygulandırdı, ama aynı zamanda üzdü. Zira bu teklifi kabul etmem mümkün değil.

Ömrüm boyunca kendimi cisimlerin dünyasına adamış olduğumdan, insanların dünyasıyla ilgilenmek ve resmi görevlerle uğraşmak için gerekli deneyimden de, doğal yetenekten de yoksunum.

İleri yaşım her halükarda gücümü sınırlamamış olsaydı da, böylesine önemli bir makamın gereklerini yerine getiremezdim. Tüm bunlar benim için çok üzücü.

Yahudi halkıyla aramdaki ilişkinin, uluslar bünyesindeki nazik konumumuzun bilincine vardığımdan beri en fazla gönül verdiğim şey haline gelmiş olması üzüntümü daha da artırıyor.

Bu ağır ve zor görevin üstesinden gelebilecek birinin bulunmasını tüm kalbimle diliyorum..."

Albert Einstein
cumhurbaşkanlığı teklifini reddetti.

Sonuç: Bizim gibi Üçüncü Dünya ülkelerinin en sorunlu yanı sağlıklı bir demokrasinin olmamasıdır. Bunun temelinde de uzlaşma kültürünün yoksunluğu yatar.

Keşke Abdullah Gül de, uzlaşma kültürünün kökleşmesi için fedakárlıkta bulunup, "makamları hiç önemsemeyen" Einstein’ın tavrını sergileyebilseydi!
Yazının Devamını Oku

Ünlülerle yapılan özel anketler

12 Ağustos 2007
Çocukluğumda gazete-dergilerde okumaktan zevk aldığım konuydu, ünlülerle yapılan anketler. Sosyal hayata ilişkin; onların özel dünyalarına ait ne varsa sorulurdu. "Hayatta en sevdiğiniz kahraman kim?", "Başlıca kusurunuz nedir?", "Gençler görücülükle mi yoksa görüşücülükle mi evlenmelidir?", "Sizce milli şair kimdir?", "Eşlerin gözünden edebiyatçıların ev halleri nasıldır?" Bu sıcak yaz gününde gelin anket tarihinde renkli bir yolculuğa çıkalım. Sizce milli şair kimdir

"Açıkgöz" Gazetesi yazarlarından Nusret Safa Coşkun, 1938 yılında dönemin ünlü edebiyatçılarına, "Milli bir edebiyat yaratabilir miyiz?" başlıklı anketinde sekiz soru yöneltiyor. Bunlardan biri de "Sizce milli şair kimdir" sorusudur.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu: Mehmet Akif ve Názım Hikmet’tir.

İsmail Hakkı Baltacıoğlu: Şiirden hoşlanmam, durup dururken bazı insanların çarpık konuşmasına şaşar kalırım.

Kazım Mami: En eskilerden tutunuz da en yenilere kadar bütün Türk şairler ne olursa olsun milli şairdirler; fakat mesela yenilerden Mehmet Akif ve Názım Hikmet, Türk şairleri olduğu halde milli değillerdir.

Ercüment Ekrem Talu: Benim dilimle bana munis gelen duyguları terennüm etmiş olan şairdir. Mevcutlarının içerisinde bir müze parçası gibi duran Abdülhak Hamit’i ayıracak olursak bana bu hazzı verebilen Yahya Kemal, Mehmet Akif, Faruk Nafiz Çamlıbel ve Orhan Seyfi Orhon’dur.

Halit Ziya Uşaklıgil: Cevap yok.

Selami İzzet Sedes:
Mehmet Emin Yurdakul’dur.

Necip Fazıl Kısakürek: Her iyi şair millidir.

Mehmet Emin Yurdakul: Cevap yok.

Vala Nurettin: Maksim Gorki’nin romanları ve tiyatroları sosyalist temayüllü olmakla beraber nasıl mükemmel bir Rus edebiyatı ise, bizde milli edebiyatın dışına atılmak istenen Názım Hikmet de birçok eserinde o derece mükemmel milli edebiyat numuneleri vermiştir sanıyorum.

Peyami Safa: Cevap yok.

Eşlerinin gözünden ünlü edebiyatçıların ev halleri

Sermet Sami Uysal, 1954 yılında Cumhuriyet Gazetesi için ünlü edebiyatçıların tek tek kapılarını çaldı ve onların eşleriyle anket yaptı. Eşleri, tanınmış edebiyatçıları bakın nasıl anlatıyor.

Hadİye Güntekİn (Reşat Nuri Güntekin’in eşi)

Kocam öğretmenimdi

Reşat Nuri Bey’i evlenmeden önce mi tanıyordunuz?: Evet, Erenköy Kız Lisesi’nde hocamdı.

İlk gördüğünüzde üzerinizde tesiri ne oldu?: Kendisini; zeki, zarif bir insan buldum.

Bu izdivaçta aşk mı, anlaşma mı başrolü oynadı?: Herhalde his.

Eşiniz ne zaman yazar?: Gece 12’den sonra başlar. Bazen dörde beşe kadar sürer.

Çalışırken bir şey içer mi?: Evet sigara ve kahve.

Batıl itikatları var mıdır?: Zerre kadar.

Bilhassa hoşlandığı şey: Sükûnet

En beğendiniz tarafı: O kadar çok ki. Bir defa karakterine hayranım. Sonra zeki ve insan.

Beğenmediğiniz tarafı var mı?: Eğlenmekten hoşlanmayışı.

Eşiniz çok duygusal mıdır?: Evet.

Evde elinden ne iş gelir?: Eve ait ufak tefek marangozluk işleri, elektrik tamiri filan gibi şeylere eli yatkındır. Canı istediği zaman çok güzel spesiyal yemekler yapar.

Sabiha Rifat (Oktay Rifat’ın eşi)

Evin sandalye ve koltuklarını eşim yaptı

Eşinizle nasıl tanıştınız?: Ankara’da Karadeniz yüzme havuzunda tanıştık.

Evlendikten sonra değişen huyları oldu mu?: Ufak tefek, mesela eskiden çayı sevmezdi; çaya alıştı.

Değişmeyen huyları: Rakı, rakıdan kesemedim.

Batıl itikatları var mı?: Hayır.

Oktay Rifat: Elhamdülillah dindar değilim. Allah’a inanmam.

Sabiha Hanım, eşiniz en çok neyi sever?: Şimdi en çok içkiyi seviyor. Akşam ufak bir tepsi içinde meze hazırlatıp, iki üç kadeh içmeye bayılır. Dostlarıyla sohbeti sever. Sinemaya filan gitmez.

Evde size yardım eder mi?: Hayli marifetlidir. Evvela iyi marangozdur. Misafir odasındaki masa, koltuk ve sandalyeleri eşim yapmıştır. Sonra birinci derecedeki aşçı kadar mükemmel yemek pişirir. Musluk tamir eder, soba kurar...

Leman Ataç (Nurullah Ataç’ın eşi)

Kumarına kızarım

Nurullah Ataç: Siz sormadan ben söyleyeyim, evde içki içmeme kızarlar.

Leman Ataç: Kumar oynamana da kızarız. Ayrıca sık sık "Sıhhatimle bu kadar alakadar olmayın, bıktım usandım sizden" diye bağırır.

Ne zaman evlendiniz Leman Hanım?: 28 sene oluyor. (1926)

Nurullah Ataç köşesinden bağırır: Leman, yengemin ablasının kızıdır.

Leman Hanım, eşiniz en çok neyi sever?: Kavgayı.

Nurullah Ataç gülerek söze karışır: Ben aksi kanaatteyim, asıl bizim hanım sever kavgayı.

Leman Hanım, eşinizin batıl inançları var mıdır?: Ah sadece gávurum der gezer!

Nurullah Ataç: Gávur değil dinsizim.

Leman Hanım, eşinizin hoşlandığı şeyler: Sofrasının çok kalabalık olmasını ister.

Hoşlanmadığı şey: Temizlik.

Nurullah Ataç: Doğru, evlenmeden önce hiç yıkanmazdım, şimdi altı ayda bir yıkanıyorum.

Eşiniz ev işlerinde size yardım eder mi?: Ne gezer.

Çalışırken ne yapar?: Bol kahve içer.

Çalışırken en sevdiği şey: Yatakta makine ile yazı yazmak.

Azİz Zorlutuna (Halide Nusret Zorlutuna’nın eşi)

Beş vakit namaz kılar

Eşinizle hayatınızı ne zaman birleştirdiniz Paşam?: 1926’da. Birbirimizi görmeden, Allah’ın emri Peygamberin kavli ile evlendik.

Paşam, eşiniz ne zaman yazı yazar?: Her zaman. Bazen benimle konuşur, sizinle konuşur, bir taraftan da şiir yazar. Yemek yaparken bile şiir yazdığı olur.

Halide Nusret: Yaa. Yemek yaparken bazen öyle dalarım ki hiçbir şeyin farkına varmam.

Eşinizin yazı yazarken özelliği: Yanında daima sekiz on tane yontulmuş kurşunkalem olacak.

Paşam, evde eşinizin elinden ne iş gelir?: Güzel yemek yapar. Sonra beş vakit namaz kılar.

Nurİye ÖĞütçü (Orhan Kemal’in eşi)

Kadına bakınca kızarım

Ne zaman evlendiniz?: 1937. İkimiz de iplik fabrikasında işçiydik.

Eşinizin yazarken hususiyetleri nedir: Daldığı zaman dünya yıkılsa umurunda olmaz. Çok sinirli olur. Zaman zaman gece kalkıp çalışır.

Çalışırken bir şeyler içer mi?: Çayı, kahveyi çok sever. Çalışırken yarım saat ara ile kahve pişirip getiririm. Yanında sigara bol olacak.

Eşiniz nelere sinirlenir?: Bütün bayağılıklara, olduğundan fazla görünmeye, nereye gidip geldiğinin sorulmasına, radyoda alaturka şarkının fazla çalınmasına.

En beğendiğiniz tarafı: Yazdığından mutlu olunca neşeli olunca top oynar, beni de kaleye diker. Ben de mutlu olurum.

Hoşunuza gitmeyen tarafı: Birdenbire kızması, eve geç dönmesi, kadınlara fazla bakması.

Gençler Nasıl Evlenmelidir

Görücülük mü, Görüşücülük mü

Kadın dergisi Süs, üçüncü sayısında (30 Haziran 1923) dönemin ünlülerine şu soruyu yöneltiyor: Gençler eski usulde görücü usulüyle mi, yoksa ailelerinin izniyle tanışarak mı evlenmelidirler? Sakın karıştırmayın, "görüşücülük" bugün anladığımız anlamda flört değildi.

Reşat Nuri (Güntekin): Parklarda, mesirelerde, fazla tenha mahallerde olmamak ve ahbaplığı ileri götürmemek şartıyla görüşücülüğe taraftarım.

Yakup Kadri (Karaosmanoğlu): Tabii görüşme ile... Fakat resmi sathi değil, tam, uzun ve samimi bir görüşme ile...

Falih Rıfkı (Atay):
Bbu suali sormak için tam on beş sene geciktiniz. Görücülük, harem efsanelerine karıştı.

Fazıl Ahmet (Aykaç): Hiçbir suretine taraftar değilim azizim.

Hüseyin Cahit (Yalçın): Neticesi evlenmeye çıkacak olduktan sonra hepsi bir. Hangi tarik ile evlenirsek evlenelim, emin olunuz ki ceryan-ı vakıa değişmeyecektir.

Hamdullah Suphi (Tanrıöver): Evleneceklerin kendi gözleri mütemmiz güzelliği, farkı, şekli diğer gözlerden daha iyi fark eder.

Hüseyin Rahmi (Gürpınar): Görüşe görüşe olduğu halde tam on sene dayak yedim. Ya görücülükle olsa idi acaba şimdi ne yapardım ve kim bilir nerede idim.

Mahmut Esat (Bozkurt): Görücülükle de olsa görüşücülükle de olsa işin sonu mutlak hır gür olmayacak mı? Benden paso.

Şükufe Nihal: İptidai terbiyemiz kat’i bir vahdet ve inzibat altına alınmadıkça, ne görücülük ne de görüşücülükle!
Yazının Devamını Oku

İlk anayasayı ’Islamcı liberaller’ hazırladı

5 Ağustos 2007
Hep "kurtarıcı" olarak görülen anayasa, yaklaşık 150 yıldır kamuoyunun gündeminden düşmüyor. Meclis’e çoğunlukla gelen AKP, yeni anayasa hazırlamak amacıyla kolları sıvadı. Verilen demeçlerde, ilk kez asker ağırlığı olmadan bir anayasa oluşturulacak deniyor! Diğer yanda muhalifler, daha anayasa taslağını görmeden eleştirilere başladı. Bu tartışmaları daha iyi "okuyabilmek" için 1876’da yürürlüğe giren ilk anayasanın hazırlanış öyküsüne göz atmakta yarar var.

TARİH, 29 Ekim 1876.

Bosna’da ve Hersek’te, Ortodoks Hıristiyanları etkileyerek isyanlar çıkaran Sırp Prensi Milan, Gazi Osman Paşa tarafından mağlup edilince "hamisi" Rus Çarı’ndan yardım istedi.

Rusya, savaşın bitirilmesi için Osmanlı’ya ültimatom verdi. Avrupa devletleri sessiz kalınca, Osmanlı askerleri Belgrat önünde durdu.

Rusya ve Avrupa’nın isteğiyle, Balkanlar’daki durumu görüşmek üzere, 23 Aralık’ta İstanbul’da uluslararası Tersane Konferansı’nın düzenlenmesine karar verildi.

Konferansın amacı belliydi: Osmanlı’nın, Hıristiyan azınlıkların durumu koz olarak kullanılarak iç sorunları masaya yatırılacaktı.

Babıáli ne yapacağını düşünürken, Şûra-yı Devlet Reisi Midhat Paşa, anayasanın ilanının teklifini gündeme getirdi.

"Anayasa, Tersane Konferansı’ndan önce ilan edilirse müdahaleler önlenir, Rusya’nın oyunu bozulur, aksi halde Batı baskısı sürüp gider."

Sultan II. Abdülhamid, bu teklife nihayet ikna oldu!

NAMIK KEMAL KOMİSYONDA

Bu arada haksızlık yapmayalım; anayasa ilanını tek bir "dış nedene" bağlamak yanlış olur. "İlk muhalefet partisi" Yeni Osmanlılar Hareketi’nin -geniş bir toplumsal tabanı olmasa da- yıllardır süren bir zorlaması olduğunu da belirtmek gerekir.

Bu nedenledir ki, Avrupa’ya kaçan dokuz "ihtilalciden" ikisi anayasa komisyonunda (Cemiyet-i Mahsusa) görev aldılar: Namık Kemal ve Ziya Paşa.

Anayasayı hazırlayan Cemiyet-i Mahsusa, 2 asker, 16 sivil bürokrat (üçü Hıristiyan) ve 10’u ulema olmak üzere toplam 28 üyeden meydana gelmişti.

Komisyonun önünde, Midhat Paşa’nın daha önce hazırladığı "Kanun-u Cedit" (Yeni Anayasa) adını taşıyan taslak vardı.

Ancak Sultan II. Abdülhamid, bu taslağı pek beğenmemiş; güvendiği Said Paşa’ya Fransız anayasalarını (1814-1830-1875) tercüme ettirmişti. Said Paşa bu tercümelerden bir taslak çıkarıvermişti!

Cemiyet-i Mahsusa önündeki taslakları ve diğer ülkelerin anayasalarını inceleyip tartışırken, kurulda iki farklı grubun varlığı ortaya çıktı.

Birinci grup, liberal reformist kanattı. Midhat Paşa’nın başını çektiği bu grupta, Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi isimler vardı.

Birinci grup aynı zamanda darbeciydi; Sultan Abdülaziz’i tahttan indirmişler; V. Murad’ı onun yerine geçirmişler; V. Murad’ın akıl sağlığı bozulunca saltanata bu kez, anayasayı ilan edeceğini kabul eden II. Abdulhamid’i oturtmuşlardı.

İkinci grup, monarşi geleneğine sahipti. Padişahın haklarını sonuna kadar savunan, Müslüman-gayrimüslim eşitliğine inanmayan bu grup, Tarihçi Ahmet Cevdet Paşa, Mütercim Rüstem Paşa, Namık Bey ve ulemadan oluşuyordu.

İki grup arasında kavga biraz da kişisel nedenlere dayanıyordu.

Tartışmalar Midhat Paşa ve Ahmet Cevdet Paşa arasında çıkıyordu. Yıllar önce Lofça’da aynı mektepte okuyan bu iki ünlü isim, yaşamları boyunca hep rekabet içinde olmuşlardı.

Komisyon toplantılarında da birbirlerine küçümseyen sözlerle hitap ediyorlardı. Örneğin; Midhat Paşa, Cevdet Paşa’nın Avrupa hukukunu bilmemesi ile alay ediyordu. Cevdet Paşa ise onu, Fransızca’yı doğru dürüst anlamayan cahil olarak itham ediyordu.

KİM BU ’İSLAMCI LİBERALLER’

Burada araya girip bir parantez açmalıyım.

Bir iki çalışma dışında, gerek Yeni Osmanlılar Hareketi, gerekse daha özelde Namık Kemal’in siyasi düşüncelerine ilişkin kapsayıcı, derin bir değerlendirme yapılmamıştır.

Resmi ideoloji argümanlarıyla isimler belli "saflara" sokulmuştur.

Uzatmayayım. Bir örnekle yetineyim:

Anayasa çalışmalarının en faal isimlerinden biri Namık Kemal’di.

Namık Kemal’in kafasındaki "anayasal düzen", İslami temelde Batılı bir yaşamdı. Yani gelenekten kopmayan bir modern yaşamı savunuyordu. "Hem Batılılaşalım hem Müslüman kalalım" diyordu kısaca.

Çünkü Namık Kemal’e göre Batı’nın liberal felsefesi ile İslam’ın yönetim esasları birbirine hiç de aykırı değildi. Aslında tüm bunlar şeriatın öngördüğü hususlardı.

Bu görüşleri tutarlı mıydı, değil miydi tartışılır.

Ama Namık Kemal, hocası Şinasi gibi "katı bir Avrupacı" liberal değildi. Bir elinde hep Kuran-ı Kerim vardı.

Özelde Namık Kemal, genelde Yeni Osmanlılar’ın "devleti kurtarma projesi" aynı zamanda dinin/İslam’ın kurtuluşunu da içeriyordu.

İslam birliğini savunuyorlardı.

Ve zaten bu nedenledir ki, Tanzimat modernleşmesine şiddetle karşı çıkan bazı geleneksel kurumlar, Yeni Osmanlı Hareketi’ne sıcak bakmışlardır.

Bu nedenle, ilk anayasayı "İslamcı liberaller"in yazdığını söylersek abartmış olmayız.

ASKER AĞIRLIĞI VAR MIYDI?

1876 Anayasası’na darbe anayasası diyebilir miyiz?

Hem "evet" hem "hayır"!

"Evet" diyebiliriz; çünkü Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinde, Hüseyin Avni Paşa, Süleyman Paşa, Redif Paşa gibi generaller ile Harbiyeli subay ve öğrencilerin; topçu-donanma birliklerinin, yani modernleşmeye başlamış silahlı kuvvetlerin rolü vardı.

Ancak...

Darbenin güçlü askeri Hüseyin Avni öldürülmüştü. Darbenin "teorisyenlerinden" (Názım Hikmet’in dedesi) Mustafa Celaleddin Paşa, Sırp Savaşı’nda şehit olmuştu. Yani hareketin asker kanadı güçsüz kalmıştı.

28 kişilik anayasa komisyonunda sadece iki asker vardı: Süleyman Paşa ve Redif Paşa.

Ama yine de, Süleyman Paşa’nın alt komisyon başkanlığını yürütmesi, sorunlar olduğunda II. Abdülhamid’in huzuruna rahatlıkla çıkması, asker ağırlığının sürdüğüne ilişkin kanıtlar sayılabilir.

Diğer yandan, "Asker ağırlığı yoktur" denilebilir. Çünkü darbenin "sacayağını" bürokratlar, ulema ve askerler oluşturuyordu.

Gizli ekibin başında bir sivil vardı: Midhat Paşa.

Keza, "asker ağırlığına" örnek gösterdiğimiz Süleyman Paşa’nın hazırladığı anayasa taslağının bırakın kurulu etkilemesini, düzensiz bile bulunması, asker ağırlığının olmadığının delili olabilir mi?

Görüldüğü gibi 1876 Anayasası’nda asker etkisi konusunda bir şey söylemek zor. Bu nedenle AKP söyleminin doğruluğu tartışılır.

II. ABDÜLHAMİD SÜRPRİZİ

Anayasa komisyon çalışmaları büyük bir hızla 20 Kasım’da bitirildi.

Taslak II. Abdülhamid’e sunuldu.

Padişah tasarıyı ayrıca bir de Heyet-i Vükela’nın (Bakanlar Kurulu) incelemesini istedi. Ayrıca tasarıyı, Yıldız Sarayı’ndaki bazı yüksek memurlarına gönderdi.

Saray dışında herkes umutla anayasanın ilanını bekliyordu.

Kahvehanelerdeki sohbetlerin ana konusu bile anayasa olmuştu.

Aydınlar arasında "anayasa romantizmi" doğmuştu. Mucizevi kurtuluşun ilacıydı anayasa!

10 gün geçti, Yıldız Sarayı’ndan ses çıkmadı.

Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın ısrarıyla Midhat Paşa, padişahın huzuruna çıktı ve meseleyi öğrendi. II. Abdülhamid tasarıya, ürkütücü bir madde eklettiriyordu: "Padişah, re’sen bir kimsenin siyasal suçlu veya siyasal yönden mahzurlu olduğuna karar verip sürgüne gönderebilir." (Madde 113)

Başta Namık Kemal olmak üzere isyan ettiler; çünkü sürgünü yaşamışlardı.

Üstelik anayasada kişi hak ve özgürlüğüne ilişkin yargısal güvenceler vardı. Bu ek madde anayasayı tamamen geçersiz kılacaktı. Reddedilmeliydi.

Midhat Paşa, arkadaşlarını teskin etti; önemli olan anayasanın ilanıydı; ek madde sonradan çıkarılabilirdi.

Zorlukla ikna oldular.

VE FİNAL

23 Aralık 1876 Cumartesi.

İstanbul’da uluslararası Tersane Konferansı başladı.

Yabancı devlet temsilcileri konuşmaya başlayacaktı ki, top sesleriyle irkildiler.

Hariciye Nazırı Saffet Paşa kürsüye çıktı: "Padişahımız yeni bir rejimi, meşrutiyeti ilan etmektedir. İmparatorluğumuzu oluşturan tüm etnik unsurların özgürlükleri güvence altına alınmıştır. Bu nedenle artık böyle bir konferansa gerek yoktur."

Osmanlı delegeleri toplantıyı terk etti.

Ancak yabancı temsilciler toplantıya devam edip kararlar aldılar ve bunu Babıáli’ye bildirdiler.

Osmanlı Devleti kabul etmeyince Rusya savaş ilan etti ve "93 Harbi" başladı.

II. Abdülhamid "göz boyamayla" yabancıları ikna edemeyeceğini anlayınca, 14 Şubat 1878’de meclisi feshedip birçok kişiyi sürgüne gönderdi.

En trajik olan Midhat Paşa’nın başına gelendi. Büyük emek verdiği anayasa, önce sürgün edilmesine sebep oldu, sonra kellesini götürdü.

Midhat Paşa’yı ölümle gönderen hukuk cinayetinin başında, büyük rakibi Ahmet Cevdet Paşa vardı.

İlk anayasadan bazı maddeler

MADDE 1 Devlet-i Osmaniye ülkesiyle bölünmez bir bütündür.

MADDE 2 Başkent, hiçbir ayrıcalığı olmayan İstanbul’dur.

MADDE 3 Saltanat-hilafet hakkı ve makamı Osmanoğulları soyuna ve bunun en büyük evladına aittir.

MADDE 5 Padişah, tüm anayasal sistemin merkezi ve en üstün gücüdür. İcraatından sorumsuzdur.

MADDE 6 Osmanoğlu sülalesinin hürriyet, mal-mülk ve ömür boyu ödenek hakları umumun kefaleti altındadır.

MADDE 7 Padişah yürütme organının başı ve hatta kendisidir. Meclisin ne zaman toplanacağına, ne zaman tatil olacağına ve gerektiğinde feshine padişah karar verir.

MADDE 8 Osmanlı Devleti uyruğu herkes, din ve mezhebi ne olursa olsun Osmanlı sayılır.

MADDE 11 Devletin dini İslam dır.

MADDE 12 Basın, yasalar çerçevesinde özgürdür.

MADDE 17 Osmanlı uyruğunda olan herkes yasa önünde hak ve ödevler bakımından eşittir.

MADDE 18 Devletin resmi dili Türkçe’dir.

MADDE 19 Türkçe bilen herkes kendi yeteneklerine göre memuriyete girebilir.

MADDE 24-26 Her türlü eziyet, işkence, müsadere ve angarya yasaktır.

MADDE 27 Bakanlar Kurulu üyelerini, Sadrazam’ı, Şeyhülislam’ı ve Heyeti Ayan’ı padişah seçer, atar ve gerektiğinde azleder. Padişah Silahlı Kuvvetler’in de başkomutanıdır.

MADDE 28 Bakanlar Kurulu, sadrazamın başkanlığında iç ve dış olayları görüşmek üzere toplanır. Ancak görüşülmesi padişahın iznini gerektiren hususları öncelikle padişaha bildirmek ve onayını almak zorundadır.

MADDE 46 Milletvekilleri yeminle göreve başlar. Yemin metninde padişaha sadakat, vatana sadakatten önce gelir.

MADDE 47 Milletvekilleri görüşlerinden dolayı suçlanamaz ancak meclis içtüzüğüne aykırı davrananlar bu korunmadan yararlanamaz.

MADDE 53 Yeni yasa ve yasa değişikliği padişah onayı almadan meclise getirilemez.

MADDE 54 Meclislerden birinde reddolunan tasarı, o yıl bir daha görüşülemez. Padişah veto yetkisine sahiptir.

MADDE 60-61-62 Heyet-i Ayan üyeleri, (halkın seçtiği) Heyet-i Mebusan’ın üye sayısının üçte birini geçmemek üzere, 40 yaşını geçmiş ve seçkin hizmetleriyle tanınmış kişiler arasından padişah tarafından seçilir. Heyet-i Ayan reisini de padişah seçer.

MADDE 64 Yasalar, din buyruklarına aykırı olamaz.

MADDE 65-66-69 Heyet-i Mebusan üyeleri, oy kullanan her elli bin (vergi veren) erkek nüfusa bir temsilci olmak üzere, dört yıl için ve seçim yoluyla göreve gelirler. Mebus seçilme yaşı 25’tir.

MADDE 106 Sayıştay üyelerini padişah atar.

MADDE 116 Anayasa her iki meclisin 2/3 çoğunluğunun oyuyla değiştirilebilir.
Yazının Devamını Oku

Bu kadar benzerliğe çok şaşıracaksınız

29 Temmuz 2007
Hükümette olan bir partinin seçimlerde oyunu artırarak iktidarını sürdürmesi açısından, 2007 ile 1954 seçimlerinin benzer olduğu ifade edildi. Doğru. Ancak, benzerlik sadece bu kadar değil. Benzerlikleri okudukça, "Tarih bu kadar da tekerrür etmez ki canım" diyeceksiniz. Ve 2007 seçimlerini bir kez daha gözden geçireceksiniz.

TARİH 11 Şubat 1954. Demokrat Parti Meclis Grubu, seçimlerin 2 Mayıs’ta yapılması kararı aldı. Seçimlerin üç güçlü partisi vardı:

DP, CHP ve zamanla MHP adını alacak olan Cumhuriyetçi Millet Partisi (CMP). Ama iktidar için iki parti kıyasıya yarışacaktı: DP ve CHP.

CHP seçim öncesinde, CMP ile ittifak yapmak istedi. Süren görüşmeler anlaşmazlıkla sonuçlandı. Ancak bu yakınlaşma, her iki partinin miting meydanlarında birbirleri aleyhine hiç konuşmamalarına sebep oldu.

DP, seçime vitrinini yenileyerek girdi: CHP’nin önde gelen isimleri Cavit Oral, Lütfi Kırdar ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Nuri Yamut, Kore’ye giden Türk Birlikleri Komutanı Tahsin Yazıcı, Orgeneral İsmail Hakkı Tunaboylu gibi üst düzey subaylar aday yapıldı.

İNŞACI VE İMARCI DP/images/100/0x0/55eb5e00f018fbb8f8bc8632

DP’nin seçim kozu, vitrininden çok, "altın yıllar" dediği dört yıllık icraatıydı. DP, seçim stratejisini ekonomik başarısı üzerine kurdu. Ülkeyi şantiye haline getirmekle övünüyordu. Limanlar inşa etmiş, çimento ve şeker fabrikalarının temellerini atmış, otomatik telefon santralları kurmuş, karayolları yapmıştı.

Kuşkusuz bu iyileştirmelerde, 1950-1953 yılları arasındaki dünya ekonomisinin canlanmasının büyük payı vardı; "konjonktür himmetiydi" bu ivme.

İkinci Dünya Savaşı’nı yaşayan ülkelerin hammadde ve tarımsal ürünlere ihtiyacı, Türkiye’nin ihracatına olumlu etki yapmıştı. Özellikle tarım sektörü patlamıştı. Traktör ve yeni sulama kanallarıyla tarımsal üretim üç kat artmış; tarımın gayri safi milli hasıla içindeki payı yükselmişti.

Köylünün yüzü gülüyordu; bu nedenle buğday, tütün ve özellikle pamuk fiyatları patlama yapmıştı. Kişi başına düşen milli gelir artmıştı.

DP’nin seçimlerdeki en büyük kozu, ekonomik canlanmaydı.

CHP: LAİKLİK TEHLİKEDE

CHP’nin seçim propagandasının iki ayağı vardı: Ekonomi ve laiklik.

CHP’ye göre, DP halkı kandırıyordu; ekonomi reel olarak büyümüyor şişiyordu; geçici iyileştirmelerin nedeni alınan borçlardı ve bu hesapsız büyüme zamanla iktisadi krize yol açacaktı.

"Liberalizm bize göre değildir" diyordu CHP’nin önde gelen ismi Şemsettin Günaltay.

Bu arada:

DP’nin "Türkiye Müslüman bir ülkedir ve Müslüman kalacaktır" gibi sözlerini CHP’liler, "laiklikten ödün" olarak değerlendiriyordu.

CHP’ye göre DP, rejim açısından güven vermiyordu; kara çarşafı bile serbest bırakabilirdi. Bu nedenle halkı uyanık olmaya çağırıyordu CHP: "1950 seçimlerinde kandın, bu kez kanma!"

DP’lilere göre, laiklikten ödün verildiğini söyleyenler köy enstitüsü mezunu "inkılap softaları"ydı.

"DP VATANI SATIYOR"

DP ve CHP arasında miting meydanlarında en büyük kapışma yabancı sermaye konusunda oldu. O seçim günlerinde Türkiye’ye başta Amerikalılar olmak üzere yabancılar sık geliyordu:

ABD’nin ünlü Dışişleri Bakanı, soğuk savaşın mimarlarından Foster Dulles, Türkiye’de kurulacak üsler için onay almıştı.

ABD Temsilciler Meclisi Dış Ekonomik İlişkiler Komisyonu Başkanı Clarence Randall, Türkiye’den çıkmıyordu sanki. Sürekli demeç veriyordu: "Sermaye ürkektir, bu nedenle önündeki tüm engellerin, kısıtlamaların kaldırılması gerekir."

DP hükümeti, 18 Ocak’ta "yabancı sermaye yasası" çıkardı.

Bir diğer Amerikalı Max Ball de görüşmeler için başkentteydi. Bu ziyaretin ardından hükümet bu kez 7 Mart’ta "petrol yasası" çıkardı.

2007 seçimleri öncesi nasıl Migros’un yabancılara satışı gündemdeyse, 1954 seçimlerinin gündeminde de Migros vardı.

Türkiye halkına "ucuzluk kralı" olarak tanıtılan Migros’un sahibi M. Gottiep Duttweiller de Türkiye’ye gelen yabancılar arasındaydı. 1 Nisan’da Migros kuruldu. Migros, yabancı sermayenin Türkiye’ye gelişinin de bir sembolü oluvermişti. DP, yabancıların ilgisinden memnundu.

CHP’ye göre ise "DP’liler memleketi satıyordu".

Yabancı Sermaye ve Petrol Yasası, Türkiye’yi yarı sömürge bir ülke haline getirmek için çıkarılmıştı. Ülke zenginlikleri yabancılara peşkeş çekiliyordu.

CHP Lideri İsmet İnönü, seçim meydanlarında, "Amasya’nın elma bahçelerini sattırmayacağız" diyor ve şöyle devam ediyordu:

"Tarihte yabancılar kapitülasyon korumacılığıyla Türkiye’yi istismar ettiler. Yabancı sermaye özel kanunlarla korunacaksa biz elimizdeki milli sermayeyi yabancı olmaya zorlarız. Yüzyıllarca denenmiş sakıncalı usullerin, bugün marifet gibi yeniden getirilmesini kabul edemeyiz."

KÜÇÜK AMERİKA

CHP seçim stratejisini "Vatanı sattırmayacağız" teması üzerine kurmuştu.

DP’liler ise daha basit propaganda yapıyorlardı; vatandaşlara soruyorlardı:

"Dün mü mutluydunuz bugün mü; ona göre oy verin."

Acaba sandıkta, DP’nin "müreffeh Türkiye", "Türk mucizesi" sözleri mi; yoksa CHP’nin "Vatanı sattırmayacağız" söylemi mi prim toplayacaktı?

O dönemde Türkiye halkının büyük çoğunluğu Amerika’ya sempatiyle bakıyordu. DP bu nedenle sürekli "ABD bizi destekliyor" propagandası yapıyordu.

Örneğin: Seçimden sonra iktidar değişikliği olmazsa ABD’nin Türkiye’ye 1 milyar dolar yardımda bulunacağını iddia ediyorlardı.

CHP ise alınacak parayı eleştiriyordu: "Bu yardım değil, çocuğumuzun kursağından kesilecek borçtur."

DP hemen cevap veriyordu: "CHP büyük rakamlardan hep korkar."

ABD hangi partiyi destekliyordu?

DP’yi destekliyordu. DP’nin yanında olduğunu kamuoyuna göstermek için DP’nin önemli ismi Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ı Amerika’ya davet etti. Bayar, Amerika’da büyük törenlerle karşılandı; Amerikan Kongresi’nde konuştu.

DP’liler bu geziyi seçim malzemesi olarak kullandılar. Celal Bayar yurda dönüşünde açıkladı: "Türkiye’yi küçük Amerika yapacağız."

CHP’nin, yabancı sermaye ve petrol yasasını eleştirmesi, ABD ile arasına soğukluk getirdi. New York Times Türkiye muhabiri W. Hangen, "CHP seçimleri kazanabilmek için ABD aleyhtarlığı yapıyor" diye haber yaptı. CHP bunu şiddetle yalanladı ama benzer haberler hep sürdü gitti.

DEVLET OLANAKLARI

CHP, Başbakan Menderes’in seçimlerde, devletin C-47 tipinde çift motorlu uçağını ve makam aracı Cadillac otomobilini kullanmasını sürekli eleştirdi.

Menderes de, "Siz de devletin beyaz trenini kullandınız yıllarca" diye yanıtladı bu eleştirileri.

Bu tartışma, Anadolu Ajansı ve radyonun DP’liler tarafından tek taraflı kullanıldığı eleştirileriyle sürdü.

Gazeteler açısından da iktidar partisi şanslıydı. Üstelik:

DP seçimlerden hemen önce çıkardığı bir yasayla CHP’nin, -tek parti döneminde haksız şekilde mal edindiğini iddia ederek- başta partinin güçlü yayın organı Ulus Gazetesi olmak üzere mallarına el koymuştu.

Sadece ABD ve basın değil, işadamları da DP’ye destek veriyordu. O yıllarda henüz TÜSİAD yoktu; İstanbul’un önde gelen 20 işadamı -içlerinde CHP’liler de vardı- düzenledikleri basın toplantısında, ekonomik istikrarın bozulmasını istemediklerini açıkladılar.

İşadamlarının bu açıklaması, "İstanbul zengin çevreleri bu seçimde DP’ye oy verecek" söylentisine neden oldu.

CHP çevreleri, Adana’dan, Kayseri’den yani Anadolu’dan çıkan yeni zenginlerin "gazino kültürünü" küçümsüyorlardı. Cumhurbaşkanı Bayar’ın Köşk’e alaturka söyleyen Müzeyyen Senar gibi sanatçıları çağırmasıyla alay ediyorlardı. Türk burjuvazisinin beğeni düzeyinin düştüğünü fısıldıyorlardı birbirlerine.

DP ise CHP’lilere bir başka açıdan "vuruyor"; CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek’in Robert Koleji mezuniyet fotoğrafını el altından Anadolu’ya dağıtıyor; "CHP Genel Sekreteri daha önce papaz idi" propagandasını yapıyordu.

DP, seçmeni daha yakından tanıyordu! "Papaz" zamanla "dindar cumhurbaşkanı" söylemine dönüşecekti!

Düne övgü bizde neredeyse gelenektir. Oysa 1954 seçim kampanyasında da liderlerin ağızlarından düşmemişti hakaret sözcükleri: "Cahil, bunak, jurnalci, sağır, psikopat, memleketi satanlar, hırsızlar vs..."

Bu havayla gidilen seçimlerin sonucunu kimse kestiremiyordu.

2 Mayıs akşamı sandıklar açıldı.

Seçime katılım yüzde 83.6 oldu.

DP yüzde 58.4 ile 305 milletvekili; CHP yüzde 35.1 ile 31 milletvekili; CMP yüzde 4.9 ile 5 milletvekili ve yüzde 1.6 ile bağımsızlar 2 milletvekili çıkarmıştı. DP oylarını artırmıştı.

Seçimin mağlubu kuşkusuz CHP idi ve gözler genel başkan İsmet İnönü’deydi; istifa edecek miydi?

ismet PaŞa da istifa etmedi!

1954 seçimlerinden sonra İsmet İnönü evine kapandı. İstifa edeceği konuşulmaya başlandı. Bazı CHP’lilere göre, "Millet CHP’ye değil, genel başkan İsmet İnönü’ye karşıydı". Kimi partili ise CHP’nin kendini feshedip yeni bir isimle kurulmasını istiyordu! Gözler, kulaklar İsmet Paşa’nın açıklamasına çevrildi.

CHP 1954 seçimlerine iktidar olacağı umuduyla girmişti.

Oysa oyları bir önceki seçimde 39.9’du. Şimdi 35.1’e düşmüştü.

Seçim sonuçlarından sonra CHP Lideri İsmet İnönü evine, Pembe Köşk’e kapandı. Paşa’nın bu ikinci seçim yenilgisiydi. İstifa edecek mi tartışmaları başladı.

Partide herkes şaşkındı. Herkes kendi dışındakileri suçlu buluyordu.

CHP’nin Yenişehir’deki yeni genel merkezi önünde bazı gençler olay çıkardı.

Bu arada CHP Tunceli milletvekilleri Aslan Bora ve Fethi Ülkü DP’ye geçti; CHP’nin sandalye sayısı 29’a düştü. CHP darmadağın olmuştu. Gözler ve kulaklar İsmet İnönü’deydi.

Çünkü İsmet Paşa’nın genel başkanlığı bırakması, fahri genel başkan olarak partide bulunması konuşuluyordu.

CHP’nin önemli ismi Şemsettin Günaltay’a göre, "Millet CHP’ye değil, İsmet Paşa’ya karşıydı. Millet onu tekrar ülkenin başında görmekten korkuyordu!"

Bazı CHP’liler, partinin kendini feshedip yeni bir isimle tekrar kurulmasını bile dile getiriyordu. Bu teklifi ortaya atan Cemil Barlas’a göre (Gazeteci Mehmet Barlas’ın babası), CHP üzerindeki ipotekten kurtulmalıydı. İpotek, tek parti döneminin jandarma tahsildar baskısı, savaş yıllarındaki yokluk dönemi vs. idi. CHP bunlarla özdeşti ve CHP adıyla artık iktidar olması zordu!

Bazı CHP’liler halka kızıyordu: DP milleti kandırmış, iğfal etmişti; halk içinde yaşadığı koşullardan habersiz oy kullanmıştı.

İsmet Paşa seçimlerden üç gün sonra basının karşısına çıktı:

CHP ve genel başkanlıktan ayrılmayacaktı. İstifa haberleri kasıtlı olarak çıkarılmıştı. Halka inanıyordu. Gerçeklerin görülmesi için zamana ihtiyaç vardı. Ve inanıyordu ki, halk zamanla her şeyi görecekti.

İsmet Paşa’nın CHP’lilere de mesajı vardı. Eğer CHP, Atatürk devrimlerinin bekçisi olarak kalır ve DP’nin seçim sonrası yaptığı (DP’ye oy vermeyen bazı illerin ilçeye, ilçelerin bucaklara çevrilmesi gibi) totaliterliği karşısında cesurca tavır alırsa, DP’nin sonu yakındı.

Paşa’ya göre, DP bir dalgaydı ve dalgalar kalıcı olamazdı!

İsmet Paşa ne kadar soğukkanlı olsa da, partide "her şey bitti" havası vardı.

Partide erime sürüyordu; CHP milletvekili, üstelik grup başkanvekili Server Somuncuoğlu da DP’ye geçmişti.

İsmet Paşa haziran ayında CHP parti meclisini topladı. Herkes her şeyi söyledi. Ancak bir karar alınamadı. Seçim yenilgisini araştırmak için "Islahat Komisyonu" kurulmasına karar verildi. Komisyon, seçim yenilgisinin nedenlerini araştıracak ve partiye yeni tüzük ve program hazırlayacaktı.

CHP kurultayı temmuz ayında Yeni Sinema’da toplandı.

İsmet Paşa açılış konuşmasında, "Taviz sahasında DP ile yarış edebilir miyiz? O halde? Biz devletçilikten ve bilhassa laiklikten en ufak taviz verirsek bunların ucunu bir daha yakalayamayız. Türkiye’de CHP, Atatürk devrimlerinin bekçisi olduğu için itibardadır ve gerçek bir kuvvete sahiptir" diyerek CHP’lilere moral verdi.

Paşa’nın son sözü, "CHP, Atatürk devrimlerinin yılmaz bekçisidir" oldu.

Bu sözden sonra sinemada öyle bir tezahürat oldu ki, salon yıkılıyor gibiydi.

CHP yine duygusallık girdabına girmişti.

İsmet Paşa bu konuşmadan sonra genel başkanlığa oybirliğiyle yeniden seçildi.

Ve CHP bundan sonraki seçimlerde de oylarını artırmadı, hep aynı oyu aldı.

Ta ki Bülent Ecevit’in genel başkan seçilmesine kadar.
Yazının Devamını Oku