Tartışma sürüyor... Peki Osmanlı döneminde "rektörler" siyasal bir tavır almak için, ilk kez ne zaman bir araya geldi; toplan-tıda neler konuşulup tartışıldı ve karar bildirisinde ne vardı?..
TARİH 18 Mayıs 1919. Saat 11.15. Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane (Haydarpaşa Tıbbiyesi) amfisini dolduranlar, heyecanlarını dizginleyemiyor. Kalabalık salona sığamamıştı; üniversitenin bahçesinde de binlerce öğrenci vardı. Salonun ön sırasında oturan, çeşitli okullardan temsilci öğretim üyeleri, öğrencileri sakin olmaya çağırdı. Ama kimse sakinleşecek gibi gözükmüyordu.
İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalini öğrenen öğrenciler, zaten iki gündür derslere girmiyor, gösteriler yapıyordu.Hepsi bir an önce ateşten gömlek giymek istiyordu.
"Ev sahibi" Tıp Fakültesi Meclisi Müderrisi Reisi
Akil Muhtar Bey, ortamı sakinleştirmek için kürsüye çıktı.
"Üniversiteler bu yurdun ruhudur, bilincidir..." Duygulandı. Sözlerini bitiremedi. Toplantı öncesi her okul, her fakülte adına bir temsilcinin konuşması kararlaştırılmıştı.
Hukuk Fakültesi adına
Muhiddin Adil Bey kürsüye çıktı:
"Felaket zamanları, insanları dayanışmaya, birliğe sevk eder. Bu zamanda bütün insanımızdan istifade etmek lazımdır. Bunu Darülfünun (üniversite) yapacaktır. Memleketin bilinci, mütefekkiri Darülfünun’dur. Darülfünun’u olan bir memleket ki bağımsızdır ve bağımsız olmayan bir memlekette Darülfünun yoktur."
Muhiddin Adil Bey alkışlarla, sloganlarla kürsüden indi. Darülfünun’da felsefe dersleri veren
"Feylesof" Rıza Tevfik’in gençleri sabırlı olmaya çağırıp,
"Adi nümayişlere meydan verilmemelidir" sözleri salonu karıştırdı. Salondakilerin,
"Seni çok dinledik, artık yeter" diye bağırması üzerine,
Rıza Tevfik sözlerini geri almaya çalışsa da protestolarla kürsüden indi.
Dr. Esat, Dr. Süleyman Numan, Dr. Besim Ömer, Dr. Fevzi beylerden sonra kürsüye son olarak
Yusuf Rıza Bey geldi:
"Burada birçok arkadaşımız, ’Kanımızı son damlasına kadar akıtacağız, canımızı feda edeceğiz’, gibi sözler söyledi. O halde, şimdi iş görmekten başka çare yoktur."
MİTİNG İÇİN TATİL EDİLDİ
Öğretim üyelerinden sonra kürsüye fakültelerini temsilen üniversite öğrencileri geldi. Hepsi heyecanlıydı. Hepsi vatan için ölmeye hazırdı. Toplantı, hazırlanan bildirinin açıklanmasıyla sona erdi:
"Kan dökerek kahramanlıkla ölmeyi işgale tercih ediyoruz."
Toplantıya katılanlar, ne pahasına olursa olsun işgale karşı durulacağının tüm dünyaya duyurulmasına karar verdi.
Bunun ilk yolu, miting yapmaktı.
"Rektörler", mitinge katılımın çok sayıda olması için Darülfünun’u tatil etme karar aldı. Mitingleri, tıp fakültesi öğrencilerinden oluşan komite organize edecekti. Gösterileri neden tıbbiyeliler organize ediyordu? Çünkü deneyim sahibiydiler. Şöyle ki:
Tıbhane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire adlı tıp okulları, 14 Mart 1827 yılında açıldı. Tıbbiyeliler, bu kuruluş tarihini, direnişin simgesi haline getirmek için, 14 Mart 1919 günü
"Tıp Bayram" adı altında direnişe başladılar. Neye direnmişlerdi?
İşgal kuvvetleri askeri karargáh için Mekteb-i Tıbbiye’yi seçmişti. Doğal olarak okulu da kapatmak istiyordu. Tıbbiyeliler 14 Mart’ta yaptıkları protesto eylemleriyle, öğrenim haklarını geri aldılar.
Bugün ne yazık ki sadece tıp bildirileriyle geçiştirilen
"Tıbbiyeliler Bayramı", işte ilk kez böyle bir direnişle kutlandı.
Tıbbiyeliler sadece bu eylemleriyle değil, Çanakkale Savaşı’ndaki direnişleriyle de sembol olmuştu. Daha bıyıkları yeni terleyen tıbbiyeliler, Çanakkale’de ön cephede savaştılar.
Ve 18 Mayıs 1915 gecesi...
Tıp fakültesinin birinci sınıf öğrencilerinin hepsi şehit oldu. Bu nedenle:
1921 yılında tıbbiye mezun veremedi.
Tıbbiyeliler direnişte öncüydü...
Osmanlı’da kitleleri
"propaganda aracı" olarak kullanan ilk siyasal örgüt, İttihat ve Terakki Cemiyeti oldu.
Boykot-miting yapmayı; isyanları bastırmakla görevli oldukları Balkanlar’daki ayrılıkçı örgütlerden ve zoraki sürgün yaşadıkları Fransa’ndan öğrenmişlerdi. İttihatçıların sivil hareketlerinin
"belkemiğini" tıbbiyeliler oluşturuyordu. Örgüt zaten bu okulda doğmamış mıydı? Deneyim sahibi tıbbiyeliler, kısa sürede ardı ardına miting düzenlemeyi başardılar.
KADINLAR KÜRSÜDE
İlk miting, 20 Mayıs 1919’da Üsküdar Doğancılar’da oldu. 80 bin kişi toplandı. Şair
Talat Bey, Ferruh Niyazi Bey, Muzaffer Bey, Necdet Hamdi Bey’le birlikte kürsüye çıkanlar arasında
Sabahat Hanım, Naciye Hanım ve
Zeliha Hanım da vardı.
"Ortalıkta dolaşmaları" hep bir sorun olarak görülen kadınlar artık kürsüdeydi ve büyük kalabalıkları coşturuyorlardı:
"Biz kadınlar, yaşamak için ölmeye yemin ettik."İkinci miting 22 Mayıs 1919’da Kadıköy’de yapıldı. Burada kürsüye çıkanlar
Münevver Saime, Halide Edip, Hayriye Melek hanımlar ve
Dr. Fahrettin Hayri Bey idi. Üniversite öğrencisi
Münevver Saime, mitinge katılanların ortak duygusunu şu sözlerle ifade ediyordu:
"Ağlamakla kazanılacak hak; hıçkırıklarımızı dinleyecek kalp yoktur."
Miting sonrası
Münevver Saime gözaltına alınmak istendi.
Münevver Saime kaçıp Anadolu’ya gitti. O artık
"Asker Saime" idi. Kurtuluş Savaşı’nda İzmit’te kalçasından yaralandı. İstiklal madalyasıyla onurlandırıldı.
Tekrar İstanbul’a dönersek:
Gözaltına alınıp Bekirağa Bölüğü’ne tıkılmak kimsenin umurunda değildi. Türk, ateşle imtihan veriyordu. İstanbul’da en büyük gösteri 23 Mayıs 1919’da, Sultanahmet Meydanı’nda düzenlendi. Gösteriye 200 bin kişi katıldı.
İşgalci İngiliz kuvvetleri, gösteri alanının üzerinden uçaklar uçurarak halkı korkutmak istedi. Bilmiyorlardı; artık korku duvarı çoktan aşılmıştı. Herkes şerefiyle ölmeye yemin etmişti.
Mitingde Şair
Mehmet Emin, Halide Edip, Dr. Süleyman Sırrı, Dr. Fahrettin Hayri konuşma yaptı.
Halide Edip meydanda toplanmış binlerce insana sesini duyurmak için bağırıyordu:
"Gece en karanlık ve ebedi göründüğü zaman, gün ışığa en yakındır. Her gecenin bir sabahı vardır."
SÜRGÜN KARARI
Ve
Halide Edip için de gözaltına alınma kararı çıktı. O da Anadolu’ya kaçtı.
Mustafa Kemal’in verdiği rütbeyle, o da artık
"Halide Onbaşı"ydı.
Mitinglerin ulusal bilinci canlandırdığını gören işgal kuvvetleri,
Damat Ferit Hükümeti’ne baskı yaparak, 25 Mayıs 1919’da bütün gösterileri yasaklattı. Üç gün sonra, 67 devlet adamı, aydın, asker evlerinden yaka paça alınarak Malta’ya sürgün edildi.
Sürgüne gönderilenlerin arasında, tıp fakültesinde o gün konuşma yapan öğretim üyesi
Dr. Süleyman Numan Bey de vardı.
Ancak eylemler bitmedi. Bir millet uyanıyordu. İstanbul’da dükkánlar beş gün süreyle kepenklerini kapattı. İstanbullular, 30 Mayıs 1919 Cuma günü, Sultanahmet Camii’nde toplandı.
Öğretim üyeleri
İsmail Hakkı, Hamdullah Suphi ve (Türkiye’nin ilk üniversite mezunu kızı onurunu taşıyacak) 23 yaşındaki öğrenci
Şüküfe Nihal konuşma yaptı. Yapılan konuşmalar, bir acı gerçeğe dikkat çekiyordu:
"Belaların sebebi, saldırılar karşısında isyan edilmemesidir." Konuşmalar sürerken, herkesi direnişe çağıran bildiriler dağıtıldı. Bildiri dağıtanlardan biri de, tüm gösterilere katılan hukuk fakültesi öğrencisi
Sıddık Sami (Onar) idi.
İhtilalin rektörü: Sıddık Sami Onar27 Mayıs 1960 sabahı, İstanbul Üniversitesi’nin beş öğretim üyesinin kapısı çalındı. Gelen askerler, öğretim üyelerinden ne istiyordu? Uzmanlık alanları hukuk olan profesörler neden Ankara’ya götürüldü? Tüm bu olanların YÖK Başkanı Prof. Erdoğan Teziç’le ne ilgisi vardı?
TARİH: 27 Mayıs 1960. Saat: 07.00. Yer: İstanbul. İstanbul Üniversitesi Rektörü Ordinaryüs Profesör
Sıddık Sami Onar’ın evinin kapı zili çaldı. 62 yaşındaki Ord. Prof.
Onar, yataktan güçlükle kalktı. Hastaydı.
Bir ay önce üniversitede, Demokrat Parti’yi protesto eden öğrenciler ile polisler arasında çıkan çatışmayı sona erdirmek için, polislerin yanına gidip üniversiteyi terk etmelerini istemiş, bunun üzerine, polis şefleri
Bumin Yamanoğlu ve
Zeki Şahin tarafından dövülmüş, yerlerde sürüklenmişti. O, seçimle rektör olmuş Türkiye’nin ilk öğretim görevlisiydi. Aldığı darbelerin üzerinden bir ay geçmesine rağmen hálá güçlükle yürüyordu. Kapıyı açınca şaşırdı. Kapıda bir subay ve yanında üç asker vardı.
Binbaşı
Şefik Soyuyüce, "Günaydın" dedi. Ülke yönetimine el koyduklarını açıkladı. Ord. Prof.
Onar, "Biliyorum" dedi. Gece 01.00’den itibaren İstanbul sokaklarında dolaşan askeri ciplerin, sokağa çıkma yasağı ilan edildiği anonslarını duyduğunda anlamıştı.
Ord. Prof.
Onar çok acil Ankara’ya çağrılıyordu.
"İzninizle giyineyim" dedi. Aynı saatlerde İstanbul’da, İstanbul Üniversitesi’nin dört öğretim görevlisinin daha benzer nedenle kapılarının zilleri çaldı. Ord. Prof.
Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Prof.
Ragıp Sarıca, Prof.
Naci Şensoy ve Prof.
Hüseyin Nail Kubalı.Prof.
Kubalı, askerleri karşısında görünce biraz çekinmişti. Çünkü, DP’ye muhalifliğiyle tanınıyordu. Başbakan
Adnan Menderes ile polemiklere girmiş, bu nedenle dekanlıktan alınmış, üniversitede ders vermeme cezası almış, DP’nin kurduğu Tahkikat Komisyonu’nca sorgulanmıştı. Başına yine benzer bir olayın geldiğini düşündü. Yanılmıştı...
ANKARA’YA GÖTÜRÜLÜYORLAR
Neden Ankara’dan çağrılıyorlardı? Yüzbaşı
Numan Esin, öğretim üyelerini merakta bırakmadı:
"Bize bir anayasa taslağı hazırlayacaksınız!"Öğretim üyeleri Ankara’ya gitmek üzere beklerken, aynı üniversiteden hukukçu arkadaşları Prof. Dr.
Tarık Zafer Tunaya ve Doç. Dr.
İsmet Giritli de ekibe gönüllü olarak katıldı.
İlk toplantılarını ayaküstü yaptılar. Başkanları
Sıddık Sami Onar bir káğıda çeşitli notlar aldı. Ankara’ya giderken uçakta, askeri hareketin lideri
Cemal Gürsel’e ne diyeceklerini ve nasıl bir anayasa hazırlayacaklarını konuştular.
Araya girip bir not yazmalıyım:
Bu topraklarda anayasa hep
"kurtarıcı" olarak görüldü. Yeni Osmanlılar;
Ziya Paşa’lar,
Namık Kemal’ler,
Şinasi’lerin tek bir istekleri vardı:
"Padişah, Kanuni Esasi’yi bir ilan etse, her şey düzelir!" Jöntürklerden sonra İttihatçıların da aynı umudu vardı:
"Kanuni Esasi bir ilan edilsin, Osmanlı tüm sıkıntılardan kurtulur."
27 Mayıs 1960 askeri müdahalesini yapanlar da aynı düşüncedeydi:
"Tüm sorunların nedeni anayasa, yeni bir anayasa lazımdır." 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbesini yapanlar ne diyordu:
"Bu anayasa bizim ülkemize bol geliyor; darlaştırmak gerekiyor!"
Anayasa, Türkiye gündeminden hiç düşmedi:
"Avrupa Birliği’ne girmemiz için Anayasa’yı değiştirmemiz gerekiyor!" Bugün Cumhurbaşkanlığı tartışmasında bile baş konu; Anayasa...
Ama...
Bu ülkede sadece
Mustafa Kemal kurtuluşu ve yeni bir ülke yaratmayı anayasada aramadı!.. Biliyordu ki, anayasa yeni bir hayat kuramaz; hayatın kendi dinamikleri anayasayı düzenler!
Yani: Anayasa yukarıdan gerçekleşemez; anayasa çekişe çekişe kopartılarak elde edilir!
Not bitti.
Yazıya devam...
JAKOBEN HOCALAR
Öğretim üyelerini taşıyan uçak Ankara’ya ulaştı.
Burada kendilerine Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Prof.
İlhan Arsel, Prof.
Bahri Savcı ve Prof.
Muammer Aksoy katıldı. Hareketin lideri
Cemal Gürsel, müdahalenin yapıldığı o ilk sıcak günde öğretim üyelerini kabul etti. Çünkü müdahalenin anayasaya
"ihtiyacı" vardı. Ord. Prof.
Sıddık Sami Onar, heyet adına konuştu:
"Bugün içinde bulunduğunuz durumu adi ve siyasi bir hükümet darbesi saymak doğru değildir."
Askerler derin bir soluk aldı. Bu arada, öğretim üyeleri konuştukça askerler şaşırdı. Çünkü öğretim üyeleri, askerlerden daha jakobendi!.. Heyet, yeni bir anayasa taslağı hazırlamakla resmen görevlendirildi.
Ve Türkiye’nin en özgürlükçü anayasası böyle bir olağanüstü günde doğdu. Tüm bu çalışmalar sırasında hocalarına yardım eden İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi asistanı kimdi dersiniz; YÖK Başkanı Prof.
Erdoğan Teziç...
Prof.
Teziç’in uzmanlık alanı nedir: Anayasa hukuku!..
Şimdi en başa dönüp yazıyı bir daha okuyunuz!..