Soner Yalçın

Avrupalıya göre ’biz kimiz’

1 Nisan 2007
Milliyet Gazetesi ile Konda’nın birlikte organize ettiği "Biz Kimiz?" araştırması, Türk kamuoyunda epey yankı yarattı. Peki, Avrupalılara göre "biz kimiz?" Avrupa’daki Türk imajı nasıl doğdu? Türk imgesi zaman içinde nasıl şekillendi? Ve bugün Avrupa’da Türk saplantısı var mı?

TARİH 1 Nisan 2004. Yer: Strasbourg. Avrupa Parlamentosu (AP) olağan toplantılarından birini yapıyor. Türkiye Raporu’nu görüşüyor. Ve kurul, o güne kadar AP’nin pek görmediği uzunlukta bir toplantıyla sonuçlandı. 40 milletvekili söz almıştı!

Kimi ekonomik ve siyasi reformlardan, kimi yeni bir anayasa ihtiyacından, kimi insan haklarından, kimi de demokratikleşmeden bahsetti. Sık değinilen konu ise ordunun ülke politikası üzerindeki etkisiydi!..

Sonuçta rapor oylandı:

Olumlu: 211, Olumsuz: 84, Çekimser: 46./images/100/0x0/55ea3691f018fbb8f871ba68

13 milletvekili de rapora şerh düşmüştü. AP tarihinde ilk kez bir oylamada bu kadar çekimser oy çıkmış ve ilk kez bir rapora bu kadar çok şerh konmuştu!

AP Genel Kurulu’nda olanların bir "alt metni" vardı kuşkusuz ve bu yüzyıllardır Avrupa’da oluşturulan "Türk imgesi"yle yakından ilgiliydi.

TÜRK DEMEK, MÜSLÜMAN DEMEKTİ

İspanya’da "Türk" adı; "coco" yani umacı eşanlamında kullanılmaktadır. İtalyanların korku deyimi, "Mama, i Turchi", yani "Anneciğim, Türkler"dir! "Türk" adı sadece Osmanlı’yı değil, tüm Müslümanları kapsıyordu.

Ve Avrupalılar, adlarını duydukları ama görmedikleri Türkler konusunda hep efsaneler üretti. Bu efsanelerde Türk tipi; korkak, aşırı gururlu, kaba, miskin, cahil ve Hıristiyanları yok etmek isteyen zalimdi.

1453’te İstanbul’un fethi, dönüm noktası oldu. Haçlı seferleri dönemlerinde Türkler Doğu’da yaşıyordu ve kötü bir masal kahramanıydı. Ama şimdi artık Avrupa sınırlarına dayanmıştı. Ve Türk ordusu gerçekti!

Korkuyorlardı. Korkularını abartıyorlardı; Türkler, İstanbul’da büyük zalimlikler yapmıştı! Türkler kötüydü; Türkler zalimdi; Türkler hırsızdı!..

Bu korkuları kilise provoke ediyordu. Türk sözcüğü "Torxuere" (işkence) kelimesinden türemişti! 16. yüzyılda korktukları başlarına geldi.

Türk ordusu, Avrupa’yı fethe çıktı:

Belgrad, Budapeşte ve Viyana kapıları...

Türkler ile Avrupalılar arasında, nefret ve küçümsemeyle, ama aynı zamanda merak ve gizlenilemeyen hayranlıkla yoğrulmuş sancılı bir ilişki dönemi başladı. Korku, zamanla yerini meraka ve cazibeye bıraktı. Sahi kimdi bu Türkler?

Türk ordusu Batı’ya doğru ilerlerken, Avrupalılar o tarif edilemez korkularının yanında; ordunun ihtişamına, Yeniçeriler’in görkemine, mehter müziğinin estetiğine içten içe hayranlık duymaya başladılar. Padişah’ın adı "Soliman el Magnifico" yani "Muhteşem Süleyman"dı artık!..

LAİKLİKLE BAŞLAYAN İYİ İLİŞKİLER

Avrupa’nın Türk’e bakış açısı Avrupa’nın laikleşmesiyle değişti. Kilise ve dinin devlet katından ayrılması, başlıca çatışma nedeni olarak görülen dinin, sahneden çekilmesine neden oldu. Tehdit algılaması, yerini anlamaya bıraktı. Kuşkusuz bu olumlu havanın doğmasında Avrupalı seyyahların izlenimlerinin de katkıları vardı.

Bakış açısının değişmesinde etkisi var mıydı, bilinmez; Türk ordusunun ilerlemesi duraksamıştı. 18. yüzyıl, Avrupa’nın Türk’e bakışını olumlu anlamda geliştirdi. Türk ordusu geri çekiliyordu. Korku dönemi bitmişti.

Üstelik o yıllar Avrupa’da "Turqueire" modası canlandı. Soylular, Türk kıyafeti giyerek resimler yaptırmaya başladı. Türk modası zamanla oryantalizmin doğmasına neden oldu.

TÜRK, KÜLHANBEYİVEHİLEBAZDI

19. yüzyıl Osmanlıların çözülme sürecinin başladığı dönemdi. Avrupalı artık, medeniyetin temeli olarak gördüğü antik Yunan ile ilgilenmeye başlamıştı. Türkler, Avrupa medeniyetinin kurulduğu topraklarda Hıristiyanları idare eden despotlar olmuştu yine.

Yeni imaj, ortaçağda yaratılandan farklı değildi.

Türk barbardı... Türk külhanbeyiydi... Türk kan emiciydi... Türk hilebazdı...

Gran Turco yeniden Le Turc’a dönüşüvermişti.

Trajikomiktir; o yıllar siyasi, ticari ve kültürel alanlarda Türklerin kendilerini Avrupa’ya kabul ettirmeye çalıştıkları dönemdi. Hem kamusal alanda; Tanzimat, ticari antlaşmalar ve Islahat fermanlarıyla... Hem de bireysel olarak; saraylar, konaklar, araba sevdaları ve alafranga yaşamla...

Avrupa’nın Türkleri bir türlü kabul etmemesi, iki dünya arasına sıkışıp kalan bazı aydınları medeniyeti reddetme noktasına getirdi. Tıpkı bugünkü AB karşıtlığı gibi. Peki, "Türkleri yenmek" Avrupalıların zihninde mi?

Geçtiğimiz hafta AB’nin kuruluşunun 50. yıldönümü törenlerinde, Almanya Başbakanı Angela Merkel’in, Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’a, üzerinde Napolyon’un 1799’da Mısır’da Osmanlıları yenişini anlatan bir kabartma bulunan bira kupası hediye etmesi, bunun göstergesi mi?

İşte o gün, 1 Nisan 2004 günü Avrupa Parlamentosu, yüzyıllar içinde inşa edilmiş "Türk imajı" nedeniyle sarsıntılı bir gün geçirmişti aslında.

Sanki yıllar içinde oluşan "Türk imgesi" yerini "Türk ordusu"na bırakmıştı. O gün toplantıda en çok eleştiriyi Türk Genelkurmayı’nın almasının "alt metnini" bilmem anlatabildim mi?

HALİ NİSAN HAVASI GİBİ

18. yüzyılda Viyana’da yapılan bir yağlıboya tabloda, Avrupa’da yaşayan halklar tasvir edilmişti. İlginçtir, Türkler ile Yunanlılara ayırt edilmeden aynı grup içinde yer verilmişti. Bu iki halkın özellikleri benzerdi ve şöyleydi:

İsimler: Türk veya Yunanlı

Hali tavrı:
Değişken nisan havası gibi

Karakteri ve özellikleri:
Genç bir şeytan

Zekásı:
Üstün zekálı

Özelliklerin kazanılması:
Şefkatli ve yumuşak

Bilimi:
Ucuz politikacı

Kötü özellikleri:
Daha da hain

Sevdiği şey:
Kendini sever

Hastalıkları:
Zafiyet, güçsüzlük

Ülkesi:
Dünya güzeli

Savaş yeteneği:
İşe yaramaz, tembel

Allah’a inancı ve ibadeti:
Onun gibi bir şey

Yöneticilerini nasıl tanırlar:
Bir despot

Fazlasıyla mevcut olan:
Yumuşak ve zarif şeyler

Vakit geçirme biçimleri:
Hastalanmakla

MÜZİKTENRESME, ünlü eserlerde Türk İmgesİ

Mozart, Beethoven, Puşkin, Tolstoy, Rossini, Verdi, Dürer, Renoir, Shakespeare, Cervantes, Machiavelli, Voltaire, Luther, Toynbee, Flaubert, Turgenyev, Liszt... İşte Avrupalı düşünürlere-sanatçılara göre Türk imajı.

WOLFGANG Amadeus Mozart, mehter müziğinden en çok etkilenen besteciydi.

İşte bir diğer usta besteci ise Ludwig van Beethoven idi. "Derviş Korosu","Atina Haberleri" ve "Vittoria Savaşı" adlı eserlerinde mehteri geniş ölçüde kullandı.

Ama Mozart’ı, Beethoven ve diğer bestecilerden ayıran bir fark vardı; o sadece mehter müziğinden etkilenmemiş, doğrudan doğruya Türkleri konu alan, "Sihirli Flüt" ve "Saraydan Kız Kaçırma" gibi eserler yazmıştı.

Mozart hep Türk dostu olarak bilindi.

Öyle ki, II. Abdülhamid, Salzburg’daki Mozart Dostları Derneği’ne bağışta bulundu!

"Mösyö Kreşendo" G. Rossini, Türkleri konu alan dört eser yazdı. En bilineni Fatih Sultan Mehmed üzerine yazdığı "Maometto II" idi.

Ancak 1826’da Yunan bağımsızlığından etkilenen Rossini, bu esere üçüncü bir perde ekleyerek Yunan propagandası yaptı.

İtalya’da Türkler üzerine çok sayıda operalar yazıldı.

P. Bonarelli’nin "II Solimano" adlı Kanunu Sultan Süleyman’ı anlatan operası, İtalya’nın en eski tragedyalarından biriydi.

Türklerle en az ilgilenen Giusseppe Verdi oldu. Bir tek operası vardır: "Korsan."

19. yüzyılın önemli bestecilerinden Franz Liszt, 1847’de Türkiye’ye geldi; Beyoğlu’nda Nuruziya Sokak No:19’da yaşadı.

Sultan Abdülmecid’e konserler verdi. Padişah için yazılan bir marşı yeniden düzenledi ve bu nedenle nişanla ödüllendirildi. Ama Liszt’in yazdığı bu marş sonradan kayboldu!

TABLOLARDAKİ TÜRK FİGÜRÜ

Hayatlarında hiç Türk görmemişler, hayali tablolar yapmışlardı.

Alman ressam Albrecht Dürer’in çizdiği "Türk Hükümdar" adlı gravür, Avrupa’da oluşmaya başlayan "despot" imgesinin bir göstergesiydi.

Rönesansın önde gelen ressamlarından Andrea Magtegna, resimlerinde Türklere yer veren ilk ressamdır.

Floransalı Mediciler, Avrupa’da Türklerle ilgili eserleri toplayan ilk aile oldu. Bu eserlerin en görkemlisi, Medici ailesinden Floransa Grandükü II. Ferdinand’ın başında sarıkla Türk giysileriyle poz vermiş tablosuydu.

SÖZCÜKLERDE TÜRKLER

Harem, odalık, çokeşlilik, genelev vb. Batı’nın hep ilgisini çekti.

Fantezilerinin merkeziydi Doğu!

1851’de İstanbul’da kısa bir süre kalan Gustave Flaubert, kahramanına ilk cinsel deneyimini, sahibi Müslüman bir kadın olan Türk Evi’nde (Chez la Turque)/genelevde yaşatıverdi.

O dönemde genelev işleten bir Türk kadını! Ünlü Fransız ressam Pierre Renoir, "Harem" adlı tablosunda Türk genelevine göndermelerde bulunur.

Sadece cinsellik değil, "Türk barbarlığı" da sıkça işlendi.

Shakespeare, "Othello"yu, "başı sarıklı, çok zararlı Türk" diye konuşturdu.

Don Kişot’un yazarı Miguele de Cervantes, İnebahtı, Navarin ve Modon’da Türklere karşı savaştı. Yaralandı. Sol elini kullanamaz oldu. Yaşamının beş yılını Türk esiri olarak Cezayir’de sürgünde geçirdi.

Cervantes’in, Türkler konusunda kafası karışıktı sanki. Türklerin hoşgörüsünü överken, zalim olduklarını da yazmadan edemiyordu.

Rus yazar Aleksandr Puşkin, gezi edebiyatı türünde bir başyapıt sayılan "Erzurum Yolculuğu" başlıklı eserinde Türkler konusunda nesneldi.

Aynı nesnelliği diğer Rus yazar İvan Turgenyev’de yoktu. "Arefe" adlı eserinde, inandırıcılıktan uzak, kaba bir Türk düşmanlığı yapıyordu.

Lev Tolstoy, ölümsüz yapıtı "Anna Karenina"da Osmanlı-Sırp Savaşı’nı anlattı. Türk düşmanlığı ya da Sırp dostluğu yapmadı; hangi amaçla kimler arasında olursa olsun savaşın acımasızlığını anlattı.

Osmanlı’nın misafiri olan bir diğer ünlü isim ise Alphonse de Lamartine idi. İzmir Tire’de kendine verilen arazide bir süre yaşayan Lamartine, "Osmanlı Tarihi" adlı eserinde Haçlılara karşı Türklerin safında yer tuttu.

İngiliz tarihçi Arnold Joseph Toynbee, Anadolu’ya gelip yerinde izlediği Türk-Yunan Savaşı’nda, Yunanlıların işgalini eleştirip askerlerin yaptığı vahşeti yazınca, Oxford Üniversitesi’ndeki kürsüsünden oldu!

TÜRK DÜŞMANI DÜŞÜNÜRLER

Avrupa’da "kötü Türk imajı" oluşmasında Martin Luther’in etkisi yadsınamaz.

Luther için Türk, Tanrı’nın gazabıydı.

Machiavelli’den Montesquieu’ya kadar Avrupalı düşünürler Doğu despotizminin medeniyete düşman olduğunu yazıp durdular!

İlginçtir, Avrupalı düşünürlerin bu bakış açısı, Marx ve Engels gibi komünistleri bile etkilemişti.

Tüm Avrupalı münevverler böyle düşünmüyordu kuşkusuz.

Fransız filozof Voltaire, Müslümanların eşitçiliğinden bahsedip misafirperverlik gibi insancıl özelliklerinden hep övgüyle bahsetti.

Sosyolojinin "babası" sayılan, pozitivistlerin başı Auguste Comte, Mustafa Reşid Paşa ve Midhat Paşa’ya imparatorluğun ıslahı için yeni politik yollar öneren mektuplar gönderdi.

Kuşkusuz yanlış anlamalar-anlaşılmalar zamanla törpülenecektir...
Yazının Devamını Oku

Çankaya Köşkü’nün ilk sahibi Ermeni’ydi

25 Mart 2007
Tarih: 16 Mayıs 1921. Gazeteci Ruşen Eşref (Ünaydın), Mustafa Kemal’i Çankaya sırtlarına at gezintisine davet etti. Gezintisi sırasında, Mustafa Kemal, birbuçuk dönüm içerisindeki iki katlı bir bağevini çok beğendi. "Kasapyan Bağevi" olarak bilinen bu mekán, zamanla Türkiye Cumhuriyeti’nin simgesi Çankaya Köşkü’ne dönüşecekti. İşte Çankaya Köşkü’nün mimari tarihi...

TARİH 13 Mayıs 1921. Mustafa Kemal gün doğarken uyandı. Halbuki yatalı bir iki saat ancak olmuştu; dışarıdaki gürültüye uyanmıştı.

Pencereyi açtı; gürültü çıkaranları seyretmeye başladı. Ankara Garı bitişiğindeki iki katlı istasyon şefi lojmanını hem ev hem de çalışma ofisi olarak kullanıyordu.

Tren istasyonu, son dönemlerde olduğu gibi, o gün de asker ve cephane nakillerinden birine tanıklık ediyordu.

Kuzeni Fikriye, ayak sesinden Mustafa Kemal’in uyandığını anlayıp, her sabah kendi eliyle pişirdiği orta şekerli kahveyi odasına götürdü. Sivas’tan beri Mustafa Kemal’in hizmetinde olan Ali Çavuş da gazetesini getirdi.

Bugün, Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’nden konukları gelecekti. İnönü zaferi ve Türk Ordusu’nun son durumu hakkında röportaj yapacaklardı./images/100/0x0/55eb07e8f018fbb8f8a6804e

Birkaç saat sonra, başta Ruşen Eşref (Ünaydın) olmak üzere gazeteciler geldi. Kahveler içildi; röportaj yapıldı.

Ancak Ruşen Eşref’in dikkatini Mustafa Kemal’in yorgunluğu çekti.

Mesele anlaşıldı; Mustafa Kemal sabaha kadar çalışıyor; uykuya daldığı sırada tren garının gürültüsüyle uyanmak zorunda kalıyordu.

Ruşen Eşref’e göre, ulusal kurtuluş savaşını organize eden "beyin"in dinlenmesi gerekiyordu.

Ama o günlerin Ankara’sında ev bulmak kolay değildi.

Mustafa Kemal, 27 Aralık 1919’da Ankara’ya geldiğinde, savaş karargáhına dönüştürülen Ziraat Mektebi’nin küçücük bir odasında kalmıştı.

Ulusal mücadeleye destek için, başta İstanbul olmak üzere birçok şehirden Ankara’ya gelenlerin en büyük sorunu, barınacakları ev bulmaktı.

20 bin kişilik Ankara ihtiyaca cevap veremiyordu...

Röportajdan üç gün sonra...

Ruşen Eşref, Mustafa Kemal’i Ankara’nın yazlık bağevlerinin bulunduğu Çankaya sırtlarında atla dolaşmaya ikna etti.

İşte bu at gezintisi, Çankaya Köşkü’nün doğmasına neden olacaktı...

KASAPYAN BAĞEVİ

Kente hákim yeşil bir tepe üzerindeki Çankaya’da, büyük bağlar ve meyve bahçeleri vardı.

Bağ ve bahçelerin içine tek katlı gösterişsiz evler yapılmıştı.

Ruşen Eşref, en azından yaz ayını bu evlerden birinde geçirebileceğini teklif etti.

Mustafa Kemal kabul etti. Beğendiği bağevini gösterdi: İki katlı, moloz taşlı, döşemeleri ve çatısı ahşap binanın üzeri kiremitle örtülü bir evdi burası.

Zemin katındaki taşlığın her iki yanında, birisi daha küçük iki oda vardı.

Küçük odanın arkasındaki merdivenden üst kata çıkılıyordu. Üst kat, zemin kat planının aynısıydı. Ayrıca çıkma iki balkonu vardı.

Evin tuvaleti dışarıdaydı.

Ankara’ya hákim bir tepede yeşillikler içinde bulunan bu bağevinin beğenilmesinin en önemli nedeni, arazi içinde üç evin olmasıydı. Dolayısıyla bunlar da korumalar, yaverler ve yardımcılar için kullanılabilecekti.

Beğenilen ev, bölgede "Kasapyan Bağevi" olarak biliniyordu; Ankaralı bir Ermeni tüccar tarafından yaptırılmıştı.

Zengin kuyumcu ev sahibi, savaş sırasında kenti terk ederken, bağevini de eşyalarıyla birlikte Ankara’nın tanınmış ailelerinden Bulgurluzadeler’e satmıştı.

Mustafa Kemal’in bağevini beğendiğini öğrenen Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı, Ankara Müftüsü Rıfat (Börekçi) Efendi, hemşerilerinden topladığı paralarla evi, Bulgurluzade Tevfik Efendi’den 4 bin 500 liraya satın aldı ve Mustafa Kemal’e hediye etti.

O da evi tek şartla kabul etti; bağevini Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bağışlayacaktı. Aynı yıl tescil işlemi Milli Savunma Bakanlığı adına yapıldı.

Kasapyan Bağevi’nin sahibi Mehmetçik’ti. Adı "Ordu Evi" oldu, kiracısı ise Mustafa Kemal’di...

Küçük bir onarımdan sonra, Mustafa Kemal haziran ayında, Fikriye ve diğer yardımcılarıyla bu bağevine taşındı...

Köşk, Fikriye Hanım’ın zevklerine göre döşenmişti.

Çankaya Köşkü’nün ilk "first lady"si Fikriye Hanım’dı...

EŞYALAR PSALDİ’DEN

26 Ağustos 1922.

Büyük taarruz başladı.

Türk Ordusu, 9 Eylül’de İzmir’e girdi.

Beş gün sonra, Mustafa Kemal İzmir’de sıradışı bir kadınla tanıştı: Latife.

29 Ocak 1923’te evlendiler.

Latife Hanım, 20 Şubat’ta Ankara’ya geldi.

İzmir’in tanınmış zengin ailesinin konaklarda büyümüş, Avrupa’da okumuş kızı; yollarının çamur deryası olduğu, kuyu suyunun kullanıldığı, soğuk, harap ve her türlü konfordan yoksun bu bağevine çok şaşırdı.

Ulusal kurtuluş stratejisinin, kül ve toz yığınları içindeki bu evde planlandığına inanamadı.

Latife Hanım, bağevini yeni yaşamına uygun hale getirmek için kolları sıvadı. Öncelikle ev, mekán olarak büyütülecekti.

Görev, Mimar Vedad (Tek) Bey’e verildi.

Mustafa Kemal ve Latife Hanım, geçici olarak yine Çankaya’da üç odalı bir eve taşındılar. Bu evin damı akıyordu; bunun üzerine bağevinin inşaatı bitene kadar İzmir’de kalmaya karar verdiler.

Mimar Vedad Bey, eski binanın güney yönüne 6.5 metre eninde tüm bina boyunca uzanan iki katlı yeni bir yapı ekledi.

Eklenen bölümün alt katında büyük bir yemek odası ve küçük servis ofisi vardı. Eski yemek odasını çalışma odasına dönüştürmüştü.

Yatak odaları, salonlar, banyolar, kütüphane yeniden tasarlandı.

Binaya bir kule eklendi ve bunun alt katının bir bölümü radyo, bir bölümü de sigara odası olarak ikiye bölündü. Üst kat çalışma odası yapıldı.

Ceviz rengi ahşap lambri paneller, sivri kemerli renkli vitray pencereler gibi değişikliklerle bağevi yepyeni hale getirildi.

Evin dekorasyonu da yenilendi; İstanbul Psaldi’den oval aynalar, neo barok büfeler, yeni mobilyalar alındı.

İnşaatı ve iç tasarımı bittikten sonra Latife Hanım, heyecanla evi Mustafa Kemal’e gösterdi.

Latife Hanım’ın beklemediği oldu; Mustafa Kemal evi beğenmedi.

Beğenmemesinin nedeni, Latife’nin özellikle Fikriye Hanım’ın yaptıklarını çöpe atmasıydı!

Bir de ağaçların kesilmesine kızmıştı...

KÖŞKTE TADİLAT

Mustafa Kemal
aslında yeni evden hoşnuttu; hemen her gece arkadaşlarını yemeğe davet ediyordu.

Köşk’ün geleni gideni çoktu. Latife Hanım tüm bunları düzene sokmak istedi ve Çankaya Köşkü’nün ilk protokol kurallarını devreye soktu.

Mustafa Kemal bu uygulamalardan rahatsız oldu.

Ardından, Almanya’da Sanatoryum’da tedavi gören Fikriye’nin Köşk’e gelip bir-iki gün kalmasına Latife Hanım’ın sert tepki göstermesi; Fikriye’nin intihar etmesi ve benzeri olaylar üzerine; 5 Ağustos 1925’te Mustafa Kemal ile Latife Hanım boşandılar.

Köşk kadınsızdı artık...

Latife Hanım’ın Çankaya Köşkü’nden ayrıldıktan sonra Mustafa Kemal’in öğrenimlerine yardım ettiği dört manevi kızı ve öğretmenleri İsviçreli Madam Baver Köşk’te yaşamaya başladı.

Bu arada Köşk’te mimari açıdan yapısal sorunlar çıkıyordu.

İstanbul Haydarpaşa Garı gibi birçok yapıyı gerçekleştiren Alman Holzmann firmasının uzmanları, Köşk’teki müteahhitlik sorunları için Ankara’ya davet edildi.

Alman uzmanların yaptığı incelemeler sonucu, Vedad Bey’in üst kattaki Şark Salonu’nu oluştururken yaptığı bölme duvarın, ahşap döşemede önemli bir sarkma meydana getirdiği görüldü.

Ayrıca, zemin katta yapılan duvarlar, üstten gelen yüklerle kamburlaşmıştı.

Almanların raporu üzerine mimar Arif Hikmet (Koyunoğlu) ve inşaatçı Erzurumlu Nafiz Bey, Köşk’ün tadilatıyla görevlendirildiler.

Onarım sırasında, kışın bir türlü ısınmayan Köşk’e, merkezi ısı donanımı da yapıldı; yani kalorifer döşendi.

İnşaatın maliyeti 8 bin lirayı bulmuştu.

Ama sorunlar ileriki yıllarda da ortaya çıkmayı sürdürdü.

Mustafa Kemal artık bıkmıştı bu sonu gelmeyen onarımlardan. Aynı arazi içine yeni bir bina yapılmasını istedi.

Bu binanın mimarı yabancı olacaktı: Prof. Dr. Clemens Holzmeister...

Ve yıl 1930’du...

ÇANKAYA KÖŞKÜ'NÜ NAZİLERDEN KAÇAN BİR MİMAR YAPTI

Clemens Holzmeister

ÇANKAYA’daki bağevine eklemeler yapıldı; onarımlarda bulunuldu; tadilatlar yapıldı ama ihtiyaca yeterli hale getirilemedi.

Bağevi arazisi büyütülerek buraya yeni bir bina yapılması için, Mayıs 1930’da Prof. Dr. Clemens Holzmeister görevlendirildi.

Prof. Holzmeister, dünyaca ünlü bir mimardı.

Uzmanlığı, Roma döneminden 20. yüzyıla kilise mimarisiydi.

Aynı zamanda Krim Kilisesi, Dornback Kilisesi, Vogelweidplatz Kilisesi ve Brezilya’da Belo Horizonte Katedrali’ni inşa etmişti.

Gerici çevrelerin, Atatürk’ün oturduğu Çankaya Köşkü’nü kilise çanlarıyla özdeşleştirip "Çan-Kaya" adını vermelerinin nedeni, köşkün mimarı Prof. Clemens Holzmeister’ın kilise ve katedral yapması mıydı acaba?

Sanmam. Onlar, Batılılaşmaya karşı oldukları için kelime oyunu yapıyorlardı.

Clemens Holzmeister sadece mimariyle ilgilenmiyordu; resim ve heykel yapan çok yönlü bir sanatçıydı. Öyle ki, 1929’da yaptığı Sehlageter Anıtı, Adolf Hitler tarafından yıktırılacaktı.

Türkiye, Naziler’den kaçan birçok bilim adamına olduğu gibi, Prof. Clemens Holzmeister’e de kapısını açtı.

Kızı dünyaca ünlü artist Judith Holzmeister, Nazi kampından canlı çıkmayı başaran nadir isimlerden biriydi...

Prof. Holzmeister "Sürgün Yılları" adlı kitabında, Hitler yüzünden ülkesinden uzakta geçirdiği yılları yazdı...

İNŞAAT 1.5 YILDA BİTTİ

Avusturyalı mimar Holzmeister, Çankaya Köşkü’nün tasarımını beş günde hazırladı.

27 Temmuz’da, Atatürk Yalova’da kaplıcada dinlenirken projenin kesin planını ve maketini takdim etti.

Projeye göre, yeni bina bodrum katı üzerine iki kat çıkılarak inşa edilecekti. Giriş katı çalışma ve kabul salonu; üst kat ise ikametgáh olacaktı.

Proje aslında biraz eklektikti; geleneksel Türk ev stili ile Batı yaşam tarzının rahatlığı birleştirilmişti.

Köşk’ün iç mekánlarını Viyana Güzel Sanatlar Akademisi tasarlamıştı.

Atatürk projeyi çok beğendi. Yapımla ilgili kararları Prof. Holzmeister’a bıraktı. Ama tek isteği vardı; ağaçlar korunacaktı. Kasım başında yer belirlendi; yeni bina eski bağevinin hemen yanına yapılacaktı. Yapı ve malzemelerin tümü Avusturya’dan getirildi.

1931 yılı başında inşaat başladı.

1932 yılı haziran ayında Çankaya Köşkü inşaatı bitti. Binanın dış cephesi, Atatürk’ün sevdiği pembe renge boyanmıştı. Bu nedenle bina "Pembe Köşk" olarak adlandırılacaktı.

Bugün hálá Çankaya kompleksinin rengi "pembe"dir... Yeni Köşk’ün tüm mobilyaları Viyana’dan getirildi. Ne yazık ki Ankara’nın iklimi bu mobilyalara iyi gelmedi, çabuk çürüyüp kullanılmaz hale geldiler.

Atatürk 1921 yılından beri oturduğu bağevinden ayrılıp -bugün sadece ikametgáh olarak kullanılan- Çankaya Köşkü’ne taşındı.

Eski bina, bugün "Müze Köşk" adıyla kullanılmaktadır.

KIZ KARDEŞİ’NE CAMLI KÖŞK

Çankaya Köşkü zamanla çok büyüdü; 438 dönüme ulaştı.

Eski binalara eklemeler yapıldı; yeni binalar oluşturuldu.

Örneğin, Atatürk’ün 1921’de bağevinde yaverlerin kullanımına verdiği "Yaveran Odası", eklemelerle "Başyaverlik Binası" haline getirildi.

Bağevinde hizmetkárların oturduğu ev büyütülerek, "Genel Sekreterlik Binası" oldu.

Her iki binayı da Türk mimar Seyfi Arkan (1904-1966) yaptı.

Vedad Tek’in öğrencisiydi. İstanbul Florya Deniz Kulübü gibi binaları yaparak Atatürk’ün güvenini kazanmıştı.

Atatürk, Mimar Arkan’ı Çankaya Köşkü’nde yeni bir bina yapmakla görevlendirdi. Bu mekán "Camlı Köşk"tü.

Atatürk bu köşkü kız kardeşi Makbule Atadan için yaptırdı.

1936’da yapımı bitirilen "Camlı Köşk", bugün yabancı misafirleri konuk etmek için "Devlet Konukevi" olarak hizmet vermektedir.

Büyük kurtarıcı Atatürk, 10 Kasım 1938’de vefat etti. Çankaya Köşkü’nün yeni ev sahibi, Milli Şef İsmet İnönü’ydü.

İNÖNÜ, OTURMAK İSTEMEDİ

Ancak başta Mevhibe Hanım olmak üzere İnönüler, Çankaya Köşkü’ne taşınmaya sıcak bakmadı.

İsmet İnönü, cumhurbaşkanlığı görevini ikibuçuk ay evinde yürüttü. Ama pratikte bunun mümkün olmayacağını anladılar.

Taşındılar. Alışılmış ev boyutlarını aşan büyüklüğüne zamanla alıştılar...

İnönü döneminde Köşk büyüdü; 1940 yılında sığınaklar yapıldı. Malum o yıllar savaş dönemiydi.

Köşk’ün 50 metre arkasındaki sığınakta iki oda, banyo, tuvalet vardı. Kapısı çeliktendi. Masanın üzerine kuru çiçekler konmuştu!...

Çankaya Köşkü, yıllar içinde birçok cumhurbaşkanına ve ailelerine ev sahipliği yaptı.

Zaman içinde yeni binalar yapıldı.

Son olarak 29 Ekim 1999’da kokteyller ve basın toplantısı için "Piramit Salon" hizmete açıldı...

AKP oylarıyla seçilecek cumhurbaşkanı, bakalım Çankaya Köşkü’ne ne inşa ettirecek?..
Yazının Devamını Oku

Hatalı plak kaydı yüzünden İstiklal Marşı’nı yıllardır yanlış söylüyoruz

18 Mart 2007
Türkiye tarihinin sözleri herkes tarafından büyük coşkuyla okunan, ama bestesi hep eleştirilen başka bir eseri yok... Besteci Osman Zeki Üngör’e göre tartışmalar, İstiklal Marşı’nın ilk plak kaydını yapan Sahibinin Sesi adlı müzik şirketinin yanlış kaydından kaynaklanıyor. Nasıl mı?..
TARİH: 10 Eylül 1922. İstanbul, Şişli’de Uğurlu Apartmanı’nın 4 numaralı dairesinin kapısı hızlı hızlı vuruldu. Kapıyı yumruklayan ilkokul öğretmeni İhsan Bey, telaşlıydı.

Ev sahibi; Mızıka-i Hümayun şefi-öğretmeni Osman Zeki (Üngör) Bey ile, misafiri Talim Terbiye Heyeti Üyesi Haydar Bey merakla kapıya koştular.

İhsan Bey müjdeyi kapıda verdi: "Türk süvarileri İzmir’e girmiş."

Üçü de gözyaşlarına hákim olamadı...

Osman Zeki Bey coşkuyla salondaki piyanosunun başına geçti. Sevinçten elleri titriyordu. Tuşlara dokunmaya başladı...

İki arkadaşı, piyanodan yükselen melodiyi şaşkınlıkla dinliyordu...

Yeni bir marş doğuyordu...

Osman Zeki Bey, Şişli’deki evinde iki gün daha çalıştı; bestesini bitirdi. Hemen arkadaşlarına koştu. Hepsi çok beğendi. Mesleki "onayı" almak için, bestesini Viyana Konservatuvarı’na gönderdi.

10 gün sonra yanıt geldi; eser orijinaldi...

Osman Zeki Bey notalarını çantasına koyup Ankara’nın yolunu tuttu...

ATATÜRK’ÜN DAVETİ

2 Ekim 1922. Ankara.

Büyük Kurtarıcı Mustafa Kemal’in İzmir’den dönüşü görkemli bir törenle kutlanıyor.

Osman Zeki Bey, o gece yarısı Ankara Palas’ta, Mustafa Kemal’in huzurunda çaldı.

Mustafa Kemal marşı çok beğendi. Osman Zeki Bey’i ekibiyle birlikte Ankara’ya davet etti.

Osman Zeki Bey, "Memnuniyetle Paşam!" dedi, ama içine de bir korku düştü. Sultan Vahideddin hálá padişahtı ve İstanbul’daydı. Ya arkadaşları korkup gelmezse? İstanbul’a gitti; Ankara davetini orkestra arkadaşlarına çekinerek söyledi. Korktuğu gibi olmadı; hepsi kabul etti...

Milli marş Ankara’da artık orkestra eşliğinde çalınıyordu. Ama bu sadece Ankara çevresiyle kısıtlıydı! Çünkü, ortada bir karışıklık vardı.

Her bölgenin milli marşı söyleyiş biçimi değişikti!.. Bu karışıklığın sebebi, savaş koşullarından kaynaklanıyordu.

FARKLI BESTELER VARDI

"İstiklal Marşı" Meclis tarafından 12 Mart 1921’de kabul edildi. Sıra marşın bestelenmesine gelmişti. Yarışmaya 24 besteci davet edildi. 24 besteci, Mehmet Akif’in şiirini farklı farklı besteledi. Söz jürideydi.

Ancak savaşın her geçen gün kızışması üzerine yarışma sonuçlandırılamadı.

Ve bir karmaşa doğdu.

Örneğin; 24 besteciden biri olan Ahmet Yekda Bey, bestesini Trakya bölgesine söyletmeye başladı!

Bir diğer yarışmacı İsmail Zühdü Bey ise bestesini Ege bölgesine yaydı.

İstanbul çevresi ise Ali Rıfat (Çağatay) Bey’in bestesine göre söylüyordu milli marşı...

Bu karışıklık üç yıl sürdü.

Yıl 1924.

Ankara’da, Milli Eğitim Bakanlığı’nda bir kurul oluşturuldu. Ali Rıfat (Çağatay) Bey’in bestesi beğenildi. Beste pek marşa benzemiyordu; Türk müziği etkisindeydi; acemaşiran makamındaydı!

Neden Ali Rıfat Bey’in bestesi seçilmişti?

Ali Rıfat Bey, Mısırlı Abbas Halim Paşa’nın kız kardeşi Prenses Zehra Hanım’la evliydi. Mısırlı Abbas Halim Paşa, Mehmet Akif’in yakın dostu ve hamisiydi; bir etki söz konusu muydu?

Öyle ya; Mehmet Akif’in yazdığı "Köse İmam" adlı şiiri de Ali Rıfat Bey bir perdelik operet yapmıştı. İyi ilişkileri vardı yani.

Neyse konumuz bu değil...

Alaturka tarzda icra edilen Ali Rıfat Bey’in bestesi, 1924’ten 1930 yılına kadar çalınıp söylendi.

1930 yılında milli marşın bestesi değiştirildi. Alaturka üslubun yerini modern Batı müziği aldı. O yıllarda Ankara’da Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın şefliğini yürüten Osman Zeki Üngör’ün, yıllar önce Şişli’deki evinde bestelediği marş kabul edildi.

Türkiye’de, 1930 yılından günümüze; 77 yıldır Osman Zeki Üngör’ün bu bestesi söylenmektedir.

Ama 77 yıldır da bir tartışma sürüp gitmektedir...

HATA PLAK ŞİRKETİNDE!

"Marş cenaze marşı gibi, temposu çok ağır."

Besteye yapılan eleştirilerin odağında buna benzer cümleler vardı.

Osman Zeki Üngör de bu eleştirilere katılıyordu. Ama haklı bir gerekçesi vardı.

Şöyle ki:

Sahibinin Sesi, İstanbul’da ünlü bir müzik şirketinin adıydı.

Şirketin üç ortağından Kayseri kökenli Vahram Gesaryan, İstiklal Marşı’nı plağa kaydetmek istedi. Bu nedenle besteci Üngör’le bir anlaşma imzaladı.

İngiltere’den getirilen ses teknisyenlerinin kontrolünde, besteci Üngör orkestra eşliğinde milli marşı stüdyoda icra etti.

Fakat aksilik oldu; marş plağın aynı yüzünün yarısını doldurabildi. Şirket yöneticileri devreye girdi; plağın dolması için bir marş daha çalınmasını istediler.

Besteci Üngör yanaşmadı.

Ortam gerilince bir teklifte bulundu:

"Marşı biraz ağır çalalım, böylece plak dolar. Sonra çalınırken gramofon biraz hızlıya ayarlanır, olur biter!"

Besteci Üngör kendi edip kendi bulmuştu; marş çalınırken, gramofonun hızıyla ayarlama yapılacağını kim düşünebilirdi ki?

Doğal olarak, milli marş plağa okunan bu ağır temposuyla Türkiye’ye yayıldı.

Radyolar bile aynı yavaşlıkta çalmaya başladı. Besteci Üngör sağa sola koştu, derdini anlatmaya çalıştı:

"Ben, Şişli’deki dairemde besteyi yaparken gözümüzün önünde İzmir’e dörtnala giden süvariler vardı; ama bu marş çok yavaş çaldırılıyor, yanlıştır, yazıktır, yapmayın!"

Ama iş işten geçmişti. Orkestralar bile artık plaktaki tempoyla çalıyordu...

İşin garibi, Osman Zeki Bey sadece plak şirketini kabahatli bulmadı. İsim vermeden sitem ettiği bir kişi daha vardı; İstiklal Marşı’nı orkestraya uyarlayan Ermeni besteci Edgar Manas!..

Üngör,
1958’de öldü ama tartışma hálá sürüyor. Tartışmalara inat İstiklal Marşı; ulusal direnişin ve bağımsızlık ülküsünün simgesi olmayı bugün de sürdürüyor.

Utangaç bir Şairin öyküsü Mehmet Akif Ersoy

Türk Ordusu’na ithaf ettiği İstiklal Marşı’nı Taceddin Dergáhı’ndaki odasına kapanarak 10 günde yazdı. 724 başvuru arasında birinci oldu. Millet Meclisi kendisini ayakta alkışlayınca, utanıp genel kurul salonundan çıktı. Sırtında giyecek paltosu bile yokken para ödülünü kabul etmedi. Milli şairin yaşam hikáyesinden farklı satırbaşları...

1873’te İstanbul Fatih’te doğdu. İlk adı Rakıf idi.

Babası Tahir Efendi, Fatih Medresesi’nde hocaydı. Ama oğlunu medreseye değil mahalle mektebine verdi.

Mehmet Akif’in din hocası, Bezmenler’in büyük dayısı Selanikli Esad Efendi’ydi.

Annesi Buharalı Şerife Hanım, Gümüşhanevi Dergáhı Şeyhi Ahmed Ziyaüddin Efendi’nin müridiydi.

Mülkiye’yi bırakıp Baytar Mektebi’ne geçti; okulu birincilikle bitirdi.

Güreş yapmayı seviyordu; hem de kıspet giyip yağlanarak.

Gençlik yıllarında dostu Neyzen Tevfik’ti. O yıllarda çok içki içiyordu.

1898’de İsmet Hanım’la evlendi. Altı çocuğu oldu: Cemile, Feride, Suat, Naim, Emin, Tahir.

II. Abdülhamid’e muhalifti. İttihatçıydı.

Victor Hugo, Zola, Lamartine gibi klasikleri elinden düşürmüyordu. Fuzuli, İbn-i Farız ve Sadi Şirazi’yi çok beğeniyordu.

Tevfik Fikret’i sevmezdi. Şiirlerinde karşılıklı atışırlardı.

Hiç aşk manzumesi yazmadı.

I. Dünya Savaşı’nda Teşkilat-ı Mahsusa görevlisi olarak Arabistan çöllerinde ve Lübnan’da görev yaptı.

Berlin’e gönderildi. Görevi; Fransız ordusundaki Müslüman askerlerin bulunduğu bölgelere uçaklarla atılacak Arapça bildirilerin hazırlanmasına yardımcı olmaktı.

Almanları öven şiirler yazdı: Değil mi ki Almansın/o halde fikr ile vicdana sahip insansın!

Finansörlüğünü Mısırlı Abbas Halim Paşa’nın yaptığı "Sebilü’r Reşad"ı çıkardı. Batılılaşmaya karşı çıkmayan ama geleneği de yok saymayan bir İslamcılığı savunuyordu.

Mehmet Akif’in masonlarla bir ilgisi yoktu. Ama hamisi Mısırlı Abbas Halim’in babası Prens Muhammed Abdulhalim, Osmanlı’ya masonluğu getiren kişiydi. Ayrıca fikri önderi/ideoloğu Cemaleddin Afgani de masondu.

Şeyhülislam’ın ulusal kurtuluş savaşına katılanlar hakkında ölüm fetvası çıkardığını öğrenince dayanışma için hemen Ankara’ya gitti.

Anadolu’yu dolaşıp ulusal mücadeleye destek istedi. Kastamonu Nasrullah Camii’nde yaptığı konuşmayı, Adnan Menderes’in eniştesi Nihad Paşa çoğaltıp elden ele dağıttırdı.

Birinci Meclis’te Burdur milletvekili olarak görev yaptı.

Mısır’a gitti.

Başta Ruşen Eşref, Aka Gündüz olmak üzere çok kişi Mehmet Akif’i cezalandırmak için İstiklal Marşı’nın değiştirilmesini teklif ettiler. Atatürk bu önerileri hep reddetti.

Yurda döndüğünde hastaydı; sirozdu.

Aynı yıl 27 Aralık’ta, Abbas Halim Paşa’nın sahibi olduğu Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda öldü. Saat 19.45 idi.

Vasiyeti gereği Babanzade Ahmet Naim Efendi’nin Edirnekapı Mezarlığı’ndaki mezarının yanına defneldi.

Prof. Hilmi Ziya Ülken’e göre, Mehmet Akif "Müslüman sosyalistti".

Mehmet Akif’in kızı Feride’nin torunu Aydemir Güler, Türkiye Komünist Partisi’nin genel başkanlığını yürütüyor...

Türkiye’deki her siyasal çevrenin kendince tanımladığı bir "Mehmet Akif portresi" var. Ama herkesin hemfikir olduğu gerçeği, şair Şükûfe Nihal özetliyor:

"Akif dönmedi. Paraya-mevkiye yaltaklanmadı. Vicdanına hıyanet etmedi. Gururunu çiğnemedi, insan kaldı."

NEDEN MISIR’A GiTTi

Hep yazıyorum, ezberimizi bozmalıyız.

Mısır’a gitmesine "şapka devrimine karşı çıktığı" gerekçe gösteriliyor.

Bu pek doğru değil. Şöyle ki:

1) Aslında milli mücadeleden önce Mısır’a gitme düşüncesi vardı. Ulusal güçlere destek için Ankara’ya gidince programını değiştirmişti. Ekim 1923’te hamisi Abbas Halim Paşa’yla Mısır’a gitti. 7 ay kaldı.

2) 1924’te Mısır’dan döndü! İkinci gidişi aynı yılın sonu oldu. 5 ay kaldı. 1925 Mayıs’ında döndü.

3) Ve üçüncü gidişi 1925 Eylül’ünde oldu. En uzun süre, bu gidişiyle oldu. Şapka devrimi aynı yılın ağustos ayında olduğundan, şapkaya muhalif olduğu için gittiği söylentisi çıkarıldı!

Aslında ne fesi sevdi, ne de şapkayı ve sarık giymedi hayatı boyunca. Düşünsenize saltanat lağvediliyor; Cumhuriyet ilan ediliyor; halifelik kaldırılıyor Mehmet Akif sesini çıkarmıyor; şapka devrimi oluyor, ülkeyi terk ediyor!

O, ülkeyi terk ediyor; hayatı boyunca birlikte olduğu Abbas Halim Paşa, Türk vatandaşı olabilmek için CHP’ye 900 bin lira bağışta bulunuyor!

O, ülkeyi terk ediyor; ama din reformunun en önemli adımı Kuran-ı Kerim’in tercümesi görevini kabul ediyor!

Mısır’da din bilgisi öğretmenliği yapmıyor; Türkoloji kürsüsü başkanlığı yapıyor.

Osmanlı’ya Batı yaşam kültürünü getiren ailelerin başında, Abbas Halim Paşa’nın mensubu olduğu "Mısırlılar" var. Bütün kadınlarının başları açıktı, bütün erkekleri Avrupalı gibi giyiniyordu.

Mehmet Akif’i onlardan ayrı düşünmek yanıltıcı olur. İşin özü Cumhuriyet devrimlerine karşı çıkan gruplar yıllarca Mehmet Akif’i kendilerinden gösterdiler. Mehmet Akif softaların elinden kurtarılmalıdır.

Hamisi Abbas Halim Paşa 1935’te vefat edince; hamisinin kızı Emine Abbas’ın isteğiyle Lübnan’a gidiyor. 16 Haziran 1936’da Türkiye’ye dönüyor.

Özetle; Mısır’a gidişi ve dönüşüyle Abbas Halim Paşa arasında direkt bir ilişki vardı.
Yazının Devamını Oku

Osmanlı istihbarat teşkilatı İngiliz elçisinin ısrarıyla kuruldu

11 Mart 2007
İranlı Ali Rıza Askari’nin Ceylan Oteli’nde esrarengiz bir şekilde kayıplara karışmasıyla, İstanbul dünya casusluk tarihine adını bir kez daha yazdırdı. İstanbul, tarihi boyunca ajanların gizli kapılar ardında kapıştığı, dünyanın sayılı şehirlerinden biri oldu. Türkler, bu gizli çatışmaları, entrikaları hep seyirci olarak mı izledi?..

FRANSA Ulusal Kütüphanesi’nin (Bibliotheque National) değerli/nadir eserlerin bulunduğu bölümünde, Osmanlı istihbarat örgütünün nasıl kurulduğunu anlatan bir kitap var.

Kitabın basım tarihi, 1891.

Yazarı, Spiridon Mavrogenis, nam-ı diğer Mavroyani Paşa.

Mavroyani Paşa saray doktoruydu; Sultan II. Abdülhamid’in özel hekimiydi.

Bir hekimin istihbaratla-casuslukla ne ilgisi olabilirdi?

Osmanlı tarihi konusunda nitelikli eserleri bulunan Prof. Taner Timur’a göre, saray doktorlarının çoğu çift taraflı ajanlık yapıyordu!

Azınlık tebaasından olmaları, yabancı dil bilmeleri, onları yabancı ülkeler için cazip kılıyordu.

Dr. Mavroyani ajan mıydı? Tarihçilere göre, evet.

Osmanlı istihbaratı hakkında yazdığı kitap, karanlık işler içinde olduğunun kanıtı olarak ileri sürülüyor.

II. Abdülhamid gibi herkesten şüphelenen birinin, en yakınındaki ajanı fark etmemesi de tarihin cilvesi olsa gerek!

Neyse...

Konumuz Dr. Mavroyani değil, onun yazdığı istihbarat kitabı...

İNGİLİZ ELÇİSİ CANNING/images/100/0x0/55eafdedf018fbb8f8a3ec85

Mavroyani Paşa’
nın yazdığına göre, Osmanlı istihbarat örgütü, İngiliz Büyükelçisi Stratfort Canning’in çabalarıyla kuruldu!

İngiliz elçisi Canning, gizli bir haber alma teşkilatı kurulması için Sadrazam Mustafa Reşid Paşa’yı ikna etmişti.

Şaka gibi, devletin gizli olması gereken istihbarat birimini yabancı bir elçi kurduruyor!

İkna olan Sadrazam Mustafa Reşid Paşa, "Madem elçiye söz verdik, ayıp olmasın" diye, Avrupa’da görev yapan Osmanlı elçilerini görevlendirdi:

"Herkes bulunduğu ülkenin gizli polis teşkilatını inceleyip geniş bir rapor hazırlayacak!"

İlk kapsamlı raporu, Paris Elçiliği’ndeki Sefels Soldenhof Efendi hazırladı. Napolyon Bonapart döneminde gizli emniyet teşkilatı kuran Vidocq’un örnek alınmasını önerdi.

Diğer elçiliklerden de benzer notlar, bilgiler geldi.

Elçiliklerden gelen tüm raporlar İstanbul’da kime teslim edildi dersiniz?

Rum Civinis Efendi’ye!

Çünkü:

İngiliz elçisi Canning, istihbarat şefi olarak Civinis Efendi’yi uygun görmüştü!

Eee Sadrazam Mustafa Reşid Paşa da, yakın dostu Elçi Canning’i kıramamıştı!

Öyle ya, İngilizlerden gizlimiz saklımız mı vardı?

Bir daha hatırlatayım; istihbarat teşkilatı kuruluyor; futbol takımı değil!

ÇARİÇE’NİN ALTINLARINI ÇALDI

Osmanlı istihbaratının başına getirilen Rum Civinis Efendi kimdi?

Mavroyani Paşa’nın hemşerisiydi; ikisi de Ege’nin en güzel adası Mikonos’luydu.

Bu nedenle Mavroyani Paşa, kitabında hemşerisi Civinis’i öve öve bitiremiyor...

Osmanlı’nın ilk istihbarat şefi hakkında bilgiler sınırlı.

Mavroyani Paşa, Civinis Efendi’nin biyografisini Rusya’dan başlatıyor.

Civinis Efendi, yıllarca St. Peterburg’da yaşıyor; sarayda Çariçe’nin özel hizmetçilerinden biri olmayı beceriyor. Bu arada önemli görevdeki bir subayın kızıyla da evleniyor.

Ancak, Civinis Efendi "şeytana uyup bir gün yoldan çıkıyor"; Çariçe’nin mücevherlerini alarak kayıplara karışıyor.

Civinis Efendi sonra Anadolu’da görülüyor; sıkı durun, üzerinde imam kıyafeti var! Üstelik cami cami dolaşıp vaaz veriyor.

Görünen; dünden bugüne değişen bir durum yok; bizim zavallı halkımız üzerinde dini sembolleri olan birini gördüğünde hemen inanıyor!

Neyse.

Civinis Efendi daha sonra, Ege Denizi’nde yatıyla gezen zengin bir İtalyan rolünde ortaya çıkıyor; adı da "Comte de Riveroso"!

Ve yat bir gün İstanbul’a demir atıyor.

Bu kez adı, "Civinis Efendi"!

Rum asıllı, Fransızca-İngilizce konuşan, kibar-zarif Civinis Efendi herkesin ilgisini çekiyor.

İngiliz Elçisi Canning’in takdimiyle Sadrazam Mustafa Reşid Paşa ile tanışıyor. Sadrazam, Civinis’ten çok etkileniyor.

Civinis Efendi’yi hemen "albay" yapıyor ve bir de görev veriyor: "Osmanlı istihbarat örgütünü kurar mısınız?"

Neden olmasın? Adamın işi bu be!..

DEDİKODU TOPLAYAN BİRİM

İstihbarat örgütünün başına geçen Civinis Efendi ne yapıyor?

İstanbul’un tanınmış tüccarlarının, paşaların vb. özel hayatlarını izletiyor, toplattığı dedikoduları rapor haline getiriyor.

Kim kiminle gibi, mahrem yaşamlar ilgilendiği yegáne konu oluyor.

Peki, Civinis Efendi’nin raporlarında siyaset, ekonomi, dış politika, yabancı ülkeler hakkında bilgiler var mıydı? Tabii ki yoktu!

Osmanlı hızla çökerken, istihbarat örgütü sadece mahrem hayatla ilgileniyordu!

Almanya ve İtalya yeni emperyal güç olarak tarih sahnesine çıkarken; İngiltere, Fransa ve Rusya dünyayı parsellerken; Civinis Efendi sadece dedikoduyla uğraşıyordu.

Karşı casusluk faaliyeti kontrespiyonaj için elini bile oynatmıyordu.

Kuşkusuz tüm bunlar bir İngiliz entrikasıydı.

Osmanlı sonunda dayanamadı, bu ilk "kurumsal" istihbarat birimini lağvetti. Hayır, dönen dolapları anladığından değil; raporlarda ortaya çıkan mahrem hayatlardan rahatsız olduğu için kapattı.

Yine eski yöntemine döndü; kendi muhbirleriyle yetindi...

1863’te istihbarat teşkilatı bir kez daha kuruldu.

Başına bu kez Ermeni iş çevrelerinin baskısıyla "Baron C" getirildi.

Yeni şef, Civinis Efendi’yi aratmadı.

Hazırladığı bir raporu, hem Osmanlı’ya, hem de el altından Viyana’ya verdiği ortaya çıkınca kovuldu...

Görünen o ki: Tarih yazan Osmanlı, çöküş günlerinde yabancı istihbarat ajanlarının elinde oyuncak olmuştu.

Öyle ki, Yemen ayaklanmasında İtalya adına casusluk yapan Doktor Adriano Lanzoni’ye, "savaşta gösterdiği yararlardan" ötürü nişan taktı!..

Uzatmayalım:

Osmanlı’nın, milli bir istihbarat örgütü ancak 17 Kasım 1913’de "Teşkilatı Mahsusa"nın kurulmasıyla gerçekleşti...

Bundan önce Osmanlı birkaç istisna dışında genelde hep seyirciydi...

Amerikan istihbaratInI bir istanbullu kadIn kurdu

1939 yılında ABD’nin Türkiye’de görev yapan toplam, bir büyükelçi, üç diplomat ve iki askeri ataşesi vardı.

İstihbarat çalışmalarını askeri ataşe düzeyinde yürütüyorlardı.

İkinci Dünya Savaşı her şeyi değiştirdi. Amerikalılar, savaş döneminde CIA’nın "selefi" Office of Strategic Services’i (OSS) sivil istihbarat örgütü olarak düzenlediler.

OSS kurucusu (CIA’nın ilk başkanı) Allen Dulles’ın kafasında bir isim vardı. Amerikan İstanbul Konsolosluğu’nda santral memuresi olarak çalışan, 1898 İstanbul doğumlu Macar kökenli Betty Carp.

Allen Dulles, Betty Carp’ı, dışişleri memuru olarak bir dönem çalıştığı İstanbul’da tanımış, zekásına ve işbitiriciliğine hayran olmuştu. Betty Carp, 16 yaşından beri Amerikalılarla çalışıyordu.

İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Almanca, Rumca ve Türkçe biliyordu. İstanbul ve Ankara’nın önde gelen isimleriyle dosttu.

İlişkilerine bakınca, aslında o çoktan santral memuresi konumunu aşmıştı. Betty Carp, 9 Ocak 1942 tarihinde Amerika’ya gitti.

Gidişin sözde gerekçesi, Dulles’ın hukuk bürosunda çalışmaktı. Hukukun hangi dalında çalışacağını soranlara, espriyle karşılık veriyordu: Boşanma!

Amerika’da istihbarat eğitimi alan Bayan Carp, İstanbul’a dönüşünde OSS’yi kurdu ve kısa sürede hayli büyüttü.

İki yıl içinde Amerikan personel sayısı; bir büyükelçi, on bir diplomat, yirmi bir sekreter, büyük bir askeri kola yükseldi.

Ayrıca, Beyoğlu İstiklal Caddesi’nde "Savaş Enformasyon Bürosu" açıldı. Burada yirmi Amerikalı ve yüzü aşkın yerel muhbir çalışıyordu.

Betty Carp’ın yıllar içinde yaptığı çevresi, Amerikalıların işini hayli kolaylaştırdı.

Örneğin:

OSS, dönemin Türk gizli servisinin (MAH) başkanına "Aunt Jane" (Jane Teyze) adını vermişti. "Aunt Jane"den özellikle Bulgaristan konusunda çok istihbarat alıyorlardı... Ve savaş bitti.

Betty Carp’ın yeteneklerinden çok etkilenen CIA Başkanı Allen Dulles, savaştan sonra Carp’a CIA’da birlikte çalışmayı teklif etti.

Bayan Carp kabul etmedi, İstanbul’daki eski işine dönmek istediğini söyledi. Fakat bir isteği vardı: Amerikan vatandaşlığına geçmek.

Hemen kabul edildi. Belgesini OSS Başkanı William Donovan imzaladı. Yıllar geçti.

1953 Ağustos’unda giderlerin azaltılması amacıyla, konsolosluk Betty Carp’ın işine son verdi.

Haberi öğrenen CIA Başkanı Dulles öfkeyle masaları yumrukladı; bu ulusal bir utançtı.

Bayan Carp özür dilenerek yeniden işe alındı.

İstanbullu Betty Carp’ın hayatının son günlerini nerede, nasıl geçirdiği bilinmiyor...

İngiliz istihbarat raporlarında ’andıç’lanan Türkler

28 Şubat 1997’deki "postmodern" müdahalenin olduğu dönemde siyasi terminoloji yeni bir kavramla tanıştı: Andıç!

Medyadaki bazı isimlerin "üzerinin çizildiği" operasyonun adıydı andıç!

Bu hafta Nokta Dergisi, Genelkurmay’da hazırlanan yeni bir "andıç dosyasını" yayınladı.

Konu yine medyaydı. Bu ikinci rapor, ilk andıçtan farklıydı.

Birincisinde yaptırım vardı; bazı basın mensuplarının işten atılmaları talep ediliyordu.

İkinci değerlendirme raporunda böyle bir istek yoktu. Sadece bilgi ve yorum var.

Aslında, bu tür medya değerlendirmesini güvenlikten sorumlu her kurum yapar! MİT’te, Emniyet Genel Müdürlüğü’nde her gazetecinin dosyası vardır.

Burada asıl mesele, bilginin nasıl elde edildiği ve yaptırım talebidir.

Veya şantaj gibi hukuk dışı uygulamaların olup olmadığıdır.

Ankara’daki her büyükelçilik basın merkezinin böyle bir "medya değerlendirme raporu" vardır. Sadece medya hakkında da rapor düzenlenmez...

Konunun daha anlaşılır olması için, İngilizlerin bir "değerlendirme raporu"nu bilginize sunmak istiyorum...

Ankara Büyükelçisi Loraine’in, 1938 yılında gizlilik kaydıyla Londra’ya gönderdiği "Notes On Leading Turkish Person Alities" adlı raporu, genç Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri, aydınları, gazetecileri hakkında bakın ne diyor:

Yunus Nadi Abalıoğlu: Gazeteci. Kısa boylu, şişmandır. Kelebek gözlük takar. Herhangi bir rüzgára kapılmaya meyillidir. Vicdansız, alçak adamın tekidir.

Celal Nuri İleri: Gazeteci. Müthiş Batıcıdır. Akıllı. Saman altından su yürüten biri. Komünist eğilimi olduğu düşünülüyor.

Ahmet Ağaoğlu: İslamiyet’i seçmiş Kafkas kökenli bir Yahudi’nin oğlu. Rus gizli servisinde çalıştı. 1926’dan sonra İngiliz düşmanlığı azalır gibi oldu.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu: Minyon. Önemli özelliği olmayan bir dış görünüşe sahip. Eşi hoş ve İngilizce bilen biri.

Ahmet Ferid: Bolşevik yanlısıydı. Fırsatçı ve prensipsiz. Çekici karısı, Londra Büyükelçiliği’ndeki başarısında ona yardımcı oldu.

Kazım Özalp: Büyük olasılıkla Alman ve Bolşevik karşıtı. Poker hastası.

İbrahim Tali Öngören: Doktor. Öküz kafalı, kısa boylu.

Hasan Saka: Bolşevik sempatizanıydı. Çekici değildir. Külhanbeyi gibidir.

Ali Çetinkaya: Bayındırlık Bakanı iken, yabancı şirketlerin millileştirilmesi için çalıştı.

Fethi Okyar: Moğol yüzlü. Alçakgönüllü bir insan. İngilizce bilen çok çekici karısı var.

İngiliz Elçisi Percy Loraine, 96 Türkhakkında görüşlerini yazmıştı.

Bu tür değerlendirme raporu yazan ilk İngiliz o değildi. İngiliz elçilik görevlisi G. Barclay, 18 Ocak 1907’de yazdığı 43 No’lu raporda bakın neler demişti:

Sadrazam Kamil Paşa: Kıbrıs asıllı Musevi’dir. Yetenekli ve namusludur. Rodos’a sürülmüş İngiliz Konsolosluğu’na sığınmıştır.

Said Paşa: Eski sadrazam. Küçük Said Paşa denir. Çok enerjik ve hırslıdır. Vatanını müthiş sever. Aşırı derecede zekidir. Çok sabırsızdır. Eskiden İngiliz dostuydu, sonra Rus taraftarı oldu.

Hariciye Hazırı Ahmet Tevfik Paşa: Diplomatik yeteneği yoktur. Karısı Alman olmasına rağmen Almanlardan şüphelenir.

Dahiliye Nazırı Memduh Paşa:
Gayet dar kafalı ve Hıristiyanlara düşmandır. Muhtelif zamanlarda İngiliz çıkarları yanında hareket etmiştir. Utanmaz derecede rüşvet yemesiyle ünlüdür.

Ferid Paşa: Sadrazam. Almanlar tarafından desteklenmektedir. Devamlı Almanya’yı destekler.

Mabeyinci Ragıp Paşa:
Sultan’a etki edecek kişilerin en önemlilerinden biridir. Saray etkisini kullanarak büyük servet kazanmıştır. İngiliz çıkarlarına yatkındır.

Mehmet Nuri Bey: Chateauneuf isimli bir Fransız’ın oğludur. Fransa’da tahsil yapmıştır. Saray casusudur. Dış görünüşünün bütün güzelliğine rağmen tamamen çürümüş bir insandır.

Genelkurmay "değerlendirme raporu", bu İngilizlerin yanında çok kibar kalıyor!..
Yazının Devamını Oku

Demokrat Parti’nin ’balans ayarı’ 6 Haziran 1950 darbesi

4 Mart 2007
28 Şubat, siyasi tarihimize "postmodern darbe" diye geçti. Bugüne kadar askerlerin sivil yönetimlere müdahaleleri konuşuldu, tartışıldı. Peki, siviller Türk Silahlı Kuvvetleri’nde hiç "darbe" yapmadılar mı? İşte, Bayar ile Menderes’in gerçekleştirdiği Cumhuriyet tarihinin ilk "postmodern darbesi"nin öyküsü.

ÖNCE bir-iki hatırlatma yapayım:14 Mayıs 1950. Genel seçimler yapıldı. Demokrat Parti sandıktan birinci parti olarak çıktı.

22 Mayıs 1950. Celal Bayar, Türkiye Cumhuriyeti’nin 3. cumhurbaşkanı oldu.

Ve aynı gün DP hükümeti, Adnan Menderes tarafından kuruldu. Cumhuriyet tarihinin en önemli sivil hareketinin olduğu bu geçiş döneminde, Ankara’da bir dedikodu alttan alta konuşulmaya başlandı:

"Askerler darbe yapacak!"

"Yüksek Askeri Şûra üyeleri toplantı yapıyor."

"Komutanlar, Çankaya Köşkü’ne çıkıp İnönü’yle görüştüler."

Sivil-asker herkes gergindi.

Gözler Milli Şef İsmet İnönü’ye çevrildi.

İsmet Paşa, siyasi kulisleri hareketlendiren "orduyu tahrik ediyor" iddialarına cevap verme ihtiyacı bile hissetmedi.

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Nafiz Gürman, Celal Bayar’ın evine gitti, güvence verdi: "Ordu seçim sonuçlarına saygılıdır."

2 Haziran 1950./images/100/0x0/55ea2656f018fbb8f86e41e3

Menderes kabinesi Meclis’ten güvenoyu aldı.

Ankara’da tedirginlik sürüyordu...

Üstelik Başbakan Menderes’in, güvenoyunu alır almaz "ezanın Arapça okunabileceğini" söylemesi tansiyonu hayli yükseltmişti.

Kimi çevreler, askerlerin artık müdahale edeceğinden emindi.

6 Haziran 1950.

Beklenenin tersi oldu.

Celal Bayar ile Adnan Menderes, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde büyük bir tasfiye hareketine başladılar.

Ordunun üst komuta kademesi tırpanlandı.

PAŞALAR EMEKLİ EDİLDİ

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Abdurrahman Nafiz Gürman, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Zeki Doğan, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Mehmet Ali Ülgen, Jandarma Genel Komutanı Korgeneral Nuri Berköz, Genelkurmay II. Başkanı Orgeneral İzzet Aksalur, Birinci Ordu Komutanı Orgeneral Asım Tınaztepe, İkinci Ordu Komutanı Orgeneral Muzaffer Tuğsavul, Üçüncü Ordu Komutanı Orgeneral Mahmut Berköz gibi üst düzey komutanlarla birlikte toplam 15 general ve 150 albay emekliye sevk edildi!

Emekli edilenler arasında Askeri Şûra üyeleri Orgeneral Kazım Orbay, Orgeneral Salih Omurtak gibi komutanlar da vardı.

Cemal Tural, Kami Akman, Cavit Çevik gibi albaylar, vekáleten tümen komutanı yapıldı.

Bu tür uygulamalar TSK’da ilk kez oluyordu!..

DP hükümeti, neden böyle büyük bir tasfiye operasyonu yapmıştı?

"Bir gün Başbakanlığa bir albay geldi. Adnan Menderes’le özel bir konuşma yaptı, üst düzey subayların darbe hazırlığı içinde olduğunu söyledi ve TSK’da büyük tasfiye hareketi böylece başladı."

Söylenen buydu.

Halbuki kazın ayağı öyle değildi!..

Bayar-Menderes, ordu içindeki "İnönücü Paşalar"ı tasfiye etmek istemişti.

Peki niye?

"Orduda İnönücülük" ne anlama geliyordu?

DP’nin kurulmasını, seçime girmesini, hükümet olmasını İsmet İnönü sağlamamış mıydı?

Orduda Atatürk’ü, İnönü’yü sevmeyen bir subay olabilir miydi?..

’HÜCUM ORDUSU’ HÜCRESİ

TSK tasfiyelerinin ardında iki eski subay vardı. İkisi de seçimlerden kısa bir süre önce TSK’dan istifa etti.

İkisi de üniformalarını çıkarır çıkarmaz DP’den aday olup Meclis’e girdi. İkisi de Menderes kabinesine girdi, bakan oldu!..

Bunlardan emekli Kurmay Albay Seyfi Kurtbek Ulaştırma Bakanı; emekli Korgeneral Fahri Belen ise Bayındırlık Bakanı oluverdi!

Ne hızlı bir yükseliş! Burada bir soruya ihtiyacımız var:

Bayar ve Menderes, bu iki emekli askere "sivil rütbeleri" ardı ardına neden verdi? Sorunun yanıtı sekiz yıl öncede gizli.

Yıl 1942. İkinci Dünya Savaşı’nın en sıcak günleri...

Seyfi Kurtbek o zaman binbaşı. Birinci Ordu İkmal Şubesi’nde görevli.

Binbaşı Kurtbek’in adı, İsmet Paşa’ya karşı yapılacak askeri darbenin lideri olarak geçiyor!

Darbeyi yapacak ekip, kendisine "Hücum Ordusu" adını vermişti!..

"Hücum Ordusu", aralarına katılması için kime teklif götürdü dersiniz?

Dönemin 2. Ordu Komutanı Korgeneral Fahri Belen’e! Belen bu teklifi önce reddetmiş ama kapıyı tam manasıyla da kapatmamıştı.

Korgeneral Belen’in bu yapılanma içinde yer aldığını düşününler, onu Ankara Temyiz Mahkemesi İkinci Reisliği’ne atadılar.

Kurtbek kurtulmuştu.

Tesadüf mü diyelim!.. Ve yine soralım, "İnönücülük neydi?"

İnönücülük, İkinci Dünya Savaşı’na katılmamaktı...

İKİNCİ NİZAM-I CEDİD

TSK’daki tüm "İnönü’ye bağlı subayları" emekliye sevk etmeyi kafasına koyan Bayar ve Menderes, operasyonlarına hiç son vermediler. 2 ay sonra, 9 Ağustos 1950...

Emekli Kurmay Albay Kurtbek, Ulaştırma Bakanlığı’ndan alınıp Milli Savunma Bakanlığı’na oturtuldu.

Gazeteler emekli Albay Kurtbek’i, Enver Paşa’ya benzetiyorlardı; TSK’yı topyekûn değiştireceğini yazıyorlardı.

Milli Savunma Bakanı Kurtbek, bu kez "Orduda reform" projesi hazırladı.

Teklifini Bayar ve Menderes’e kabul ettirdi.

Menderes, Bakan Kurtbek’i öve öve bitiremiyordu. Hatta işi daha da ileri götürüp, Sultan III. Selim’den esinlenerek bu projeye "ikinci Nizam-ı Cedid" adını verdi.

Ancak:

Teklif DP’de ayrılıklara neden oldu.

En güvendikleri paşa; emekli Korgeneral Fahri Belen, 28 Ekim’de bakanlıktan istifa etti ve projeyi TSK’daki arkadaşlarına söyledi. Askerler gerildi.

İsmet İnönü gelişmelerden rahatsızdı, "Hiç kimse kendine göre bir ordu yapamaz" diye ilk sert çıkışını yaptı. DP hükümeti bu "cerrahi projeyi" uygulayamadı.

Bu proje ve ardından Kurtbek’in TSK’daki tüm generalleri hiçe sayan tutumlar içine girmesi, ordu içinde DP aleyhine bir havanın doğmasına neden oldu!

6 Haziran darbesinde, tasfiye edilmeyen tek kuvvet komutanı, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nuri Yamut oldu.

Üstelik Orgeneral Yamut, Genelkurmay Başkanı yapıldı.

’BALANS AYARI’NIN KÖKENİ

Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na getiren Orgeneral Kurtcebe Noyan, DP’nin "balans ayarının" ideolojik yönünü ortaya çıkarıyor.

Kurtcebe Noyan Paşa, Nakşibendi Küçük Hüseyin Efendi’nin müridiydi!

Noyan Paşa, teğmen rütbesinde iken komutanı Orgeneral Fevzi Çakmak tarafından Küçük Hüseyin Efendi Dergáhı’na götürülmüş ve şeyhe intisap etmişti! "İnönücülük" tanımının ne olduğu yavaş yavaş ortaya çıkıyor gibi...

Bayar-Menderes, TSK’da "postmodern darbe" yaptıktan sonra, 1950 yılının o yaz günlerinde, şaşırtıcı bir kararın altına da imza attılar:

Türk Ordusu savaşmaya Kore’ye gidecekti!..

"İnönücülük" neydi?

Savaşa katılmamak mı?..

Sonuç:

Salt, askerlerin yönetime el koyduğu 27 Mayıs 1960 gününü başlangıç alarak o dönemi değerlendirmek yanlış olur. Öncesi vardır. DP’yi yıkmak için, orduda ihtilalci ilk hücrenin kuruluş tarihi 1954’tür.

Yani 28 Şubat müdahalesinin öncesi vardır.

En azından; "Geciş dönemi kanlı mı olacak kansız mı olacak" vb. söylemlerinin gerilimini, asker kansız gidermiştir.

Asker uyumaz, asker unutmaz!..

Onlar Kurtuluş Savaşı’nda görev yaptılar. Onlar ordunun en üst kademesine yükselip genelkurmay başkanı oldular. Ve onlar Devlet Mezarlığı’na alınmadılar. Kimdi onlar ve neden Devlet Mezarlığı’na alınmadılar?

ÖNCE bazı bilgileri sıralamama izin veriniz: Demokrat Parti’nin ilk Genelkurmay Başkanı Orgeneral Nuri Yamut’tu.

Orgeneral Yamut, dört yıl görevde kaldı, sonra DP milletvekili olarak Meclis’e girdi. 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinden sonra yargılanmak üzere Yassıada’ya götürüldü. Orada vefat etti.

Orgeneral Yamut’tan sonra Orgeneral Nurettin Baransel, Genelkurmay Başkanı oldu. Bir yıl görevde kaldı. Ama askeri müdahaleye kadar hep Yüksek Askeri Şûra Üyeliği yaptı. 27 Mayıs’ta emekli edildi.

DP döneminin 3. Genelkurmay Başkanı, Orgeneral Hakkı Tunaboylu oldu.

1957 yılına kadar görevde kaldı

Tunaboylu, 1958’de vefat ettiğinde büyük bir törenle Cebeci Şehitliği’nde toprağa verildi.

DP dönemi genelkurmay başkanlarını yazmaya devam edelim: Ekim 1957-Ağustos 1958 döneminin Genelkurmay Başkanı, Orgeneral Feyzi Mengüç’tü.

DP döneminin son Genelkurmay Başkanı, Orgeneral Rüştü Erdelhun’du. 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinden sonra Yassıada’ya götürüldü. İdama mahkûm oldu; cezası ömür boyu hapse çevrildi. 1964 yılına kadar cezaevinde kaldı.

’DP’Lİ PAŞALAR’ GİREMEZ!

Yukarıdaki bilgilerden sonra, sizi daha yakın bir tarihe götüreceğim.

12 Eylül 1980’de yönetime el koyan Milli Güvenlik Konseyi, 10 Kasım 1981’de Devlet Mezarlığı yapılması kararı aldı.

Kurtuluş Savaşı’na katılan subaylar ve cumhurbaşkanları buraya defnedilecekti.

Devlet Mezarlığı, 30 Ağustos 1988’de açıldı. Hangi komutanların defnedileceğine Genelkurmay karar verdi. DP dönemine kadar genelkurmay başkanlığı yapmış tüm komutanların mezarları buraya nakledildi.

Sadece Mareşal Fevzi Çakmak’ın mezarı, ailesinin isteği üzerine Eyüp Sultan’da Nakşibendi şeyhi Küçük Hüseyin Efendi’nin mezarının yanında kaldı.

DP döneminin genelkurmay başkanları Devlet Mezarlığı’na alınmadı.

Diyeceksiniz ki, onlar Kurtuluş Savaşı’na katılmamışlardır belki...

Hayır katıldılar.

Nuri Yamut 4 Ocak 1920; Nurettin Baransel 1 Mart 1921; Hakkı Tunaboylu 31 Temmuz 1921; Rüştü Erdelhun 2 Nisan 1921’de Anadolu’ya gizlice gelerek Milli Ordu’ya katılmışlardı.

DP’nin emekli ettiği Orgeneral Nafiz Gürman, 8 Şubat 1921’de Milli Ordu’ya katılmıştı. Diğerlerine göre Ankara’ya daha geç geldi. Ama Gürman, Devlet Mezarlığı’na defnedildi.

Diğerleri niye yoktu? Yasa, "Kurtuluş Savaşı’nda tümen komutanlığı yapan komutanlar defnedilir" diyor.

Ama Devlet Mezarlığı’na defnedilen Salih Omurtak, Nuri Yamut’la aynı dönemde Milli Ordu’ya katılmıştı. Rütbeleri aynıydı. Ama Yamut alınmadı.

MUĞLALI, DEVLET MEZARLIĞINA

DP’nin emekli ettiği Gürman ve Omurtak gibi paşaların mezarları Devlet Mezarlığı’na getirilirken, DP dönemi genelkurmay başkanları neden nakledilmemişti?

Hani diyebilirsiniz ki, "Ama onların bazıları yargılandı, hüküm giydi".

1943’te Van’ın Özalp İlçesi’nde 33 köylünün kurşuna dizilmesi emrini verdiği için Orgeneral Mustafa Muğlalı, 20 yıl hapis cezası aldı.

Orgeneral Muğlalı’nın naaşı Devlet Mezarlığı’nda!

Sonuç:

Bu işlerin unutulmuşlukla, hapislikle, rütbeyle aslında pek ilgisi yok. İşi kılıfına uydurabilirsiniz fakat amacını gizleyemezsiniz.

27 Mayıs 1960’ta üsteğmen, yüzbaşı rütbesinde olan askerler, 1988’de Genelkurmay’ın üst tepesindeydi.

DP dönemini yakından yaşamışlardı.

Yazının başlığında dediğim gibi, asker unutmaz!..
Yazının Devamını Oku

Fercani zenci diye mi milli takıma alınmadı

26 Şubat 2007
Türkiye ve İngiltere futbol kamuoyu, bugünlerde Newcastle United’da futbol oynayan Emre Belözoğlu’nun ırkçı küfürler ettiği iddiasını tartışıyor. Türk futbol tarihinde ırkçılık var mı? Fercani, Vahap ve Kaleci Sadri, "zenci" oldukları için mi Türk milli takımına çağrılmadılar?.. FERCANİ Bey adını, hiç duydunuz mu? Fercani Bey, siyah renkli Türk vatandaşıydı. Futbolcuydu; Harbiye ve Beşiktaş’ta oynadı.

Forvetti. 1922’de attığı gollerle Beşiktaş’a, İstanbul Pazar Ligi şampiyonluğunu kazandırdı.

O yıllarda Türkiye spor çevrelerinde, 1924 Paris Olimpiyatları heyecanı vardı. Hükümet üyeleri, bütçede yeterli paranın olmaması nedeniyle olimpiyatlara sporcu gönderip göndermemeyi tartıştı.

Atatürk’ün, örtülü ödenekten 17 bin lira vereceğini söylemesiyle Paris’e gitme kararı çıktı... Olimpiyatlarda /images/100/0x0/55ea5d04f018fbb8f87b1099yarışılacak branşlardan biri de futboldu.

Rakibimiz de belliydi: Çekoslovakya.

Olimpiyat komitesi, Türkiye’yi temsil edecek futbolcuları seçmek için İstanbul Lig şampiyonluğu müsabakası düzenledi.

Şampiyon Beşiktaş oldu; en iyi futbolcu forvet Fercani Bey’di.

Milli takım kadrosu açıklandı.

Kadroda Beşiktaşlı Fercani Bey de vardı.

Ancak...

Ne olduysa, nasıl olduysa kadrodan Fercani Bey çıkarıldı! Sözü burada futbol tarihiyle ilgili kitaplar yazan Vala Somalı’ya bırakalım.

"Yıllar sonra kendisine sordum; ’Rengim siyah olduğu için beni kadrodan çıkardılar’ dedi. ’Olur mu canım böyle bir şey’ dedim. O da, ’Bana böyle açıkladılar’ diye konuştu. Sordum, soruşturdum, doğruymuş!"

İddianın sahibi Vala Somali yaşıyor ve sözlerinin arkasında duruyor.

O dönem Avrupa’sı farklıydı; 1924 Olimpiyatları’nın yıldız futbolcusu Uruguaylı Andrede’nin, yarışmalar sonucu Avrupa’da oynayacak takım bulamamasının nedeni de aynıydı!..

İddiaya göre Fercani Bey’in rengi siyahtı ve bu nedenle milli takımdan çıkarılmıştı.

İşin garip yanı, Fercani Bey aynı zamanda subaydı!

Milli takıma girememişti ama Türk Silahlı Kuvvetleri’nde rütbe almayı hep sürdürdü; albaylığa kadar yükseldi.

Siyah renkli vatandaşına askeri üniformayı verenlerin, ay yıldızlı formayı vermemeleri garipti!

Peki, Fercani Bey’in, TSK’da yıllarca görev yapması, bu iddiayı çürütüyor mu?

Aslında tam değil...

ALTAYLI GOLCÜ VAHAP

Adı; Vahap’tı.

Onun rengi de siyahtı.

İzmir’in efsanevi takımı Altay’ın kurucu ve aynı zamanda yıldız futbolcusuydu.

Gazeteler milli takıma çağrılacağını yazdı hep; ama o hiç davet almadı.

"Milli takıma çağrılırım" umuduyla, kurucusu olduğu Altay’ı bırakıp Beşiktaş’a transfer oldu.

Olmadı, yine kadroya alınmadı.

Şansını yurtdışında denemeye karar verdi; Fransızların transfer teklifine "evet" dedi.

Bugün adı Paris Saint German olan Racing takımına transfer oldu.

Başarılı oldu.

Paris karmasına seçildi. 2-2 biten Madris-Paris karması maçının son dakikasında gol attı.

Vahap yıllarca beklediği teklifi 1932 yılında aldı.

Türkiye’nin ilk siyahi milli takım futbolcusu oldu.

4 Kasım 1932’de, 2-2 biten Bulgaristan maçında 90 dakika görev yaptı.

Fakat, parlak futbol kariyerine rağmen, sadece bir kez milli formayı giyebildi.

Neden?

Futbol tarihi konusunda çeşitli kitapları bulunan Gazeteci-Yazar Vala Somalı, Avrupa’nın sayılı futbolcuları arasında gösterilen Vahap’ın da, renginden dolayı milli takıma çağrılmadığını iddia ediyor.

Futbol tarihine ilişkin çalışmaları bulunan Gazeteci-Yazar Ergün Hiçyılmaz, o yıllarda futbolcuların renginden dolayı milli takıma çağrılmadığı iddiasını kabul etmiyor.

Hiçyılmaz’a göre, siyahi futbolcuların milli takıma girememesinin nedeni, bazı yöneticilerin aşırı milliyetçi tutumundan kaynaklanıyordu!

Yani, bu konuda karar alınmış genel bir devlet politikası yoktu; sadece bazı yöneticilerin ırkçı tavırları söz konusuydu!..

Göğsünde ay yıldızlı bayrağı bulunan, beyazlar içindeki milli takım formasını, siyah renkli futbolcuların giymesini kim istememişti acaba?..

1923-1930 yılları arasında Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi Başkanlığı görevini yürüten Selim Sırrı (Tarcan) Bey olabilir mi?

Selim Sırrı, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin radikal milliyetçi kanadına mensuptu...

Selim Sırrı Bey’in komiteden ayrılmasından sonra Vahap’ın kadroya çağrılması sadece tesadüf müydü? Bilinmiyor.

BEŞiKTAŞ KALECiSi ARAP SADRi

Bir başka iddia, Beşiktaş’ın usta kalecisi Sadri Usuoğlu için ortaya atılıyor.

Adı Sadri Usuoğlu.

Nam-ı diğer Arap Sadri.

Onun rengi de siyahtı...

1924-30 yılları arasında Beşiktaş’ın kalesini koruyan, Robert Koleji mezunu Sadri, defalarca İstanbul karmasına seçilmesine rağmen, milli takıma bir türlü girememişti.

Nedeni, Fercani ve Vahap gibi "çikolata renkli" olması mıydı?

Sadri Usuoğlu, futbolda milli takıma giremedi ama 1936’da basketbolda milli formayı giydi. Arap Sadri milli formayı futbolculuk döneminde giyemedi ancak 1952 yılında ulusal takımın teknik direktörlüğünü yaptı.

Sonuç:

Dünü, bugünün değer yargılarıyla değerlendiremeyiz...

Şöyle ki:

Yıl 1916. Güney Amerika Kupası için Uruguay ve Şili karşı karşıya geldi. Uruguay maçı 4-0 kazandı.

Şili milli takım heyeti itiraz etti, "Maç ertelenmelidir, çünkü Uruguay iki zenci futbolcu oynatmıştır; zenciler futbol oynayamaz!" dedi.

20 yıl sonra Hitler’in, Berlin Olimpiyatları’na siyahi sporcularla katıldığı için ABD’yi ağır eleştirdiği dönemdi o yıllar. Evet, dün başkaydı...

Yoksa, bugün milli takımda, Fenerbahçe’nin siyahi futbolcusu Marco (Mehmet) Aurello oynayabilir miydi?..

Türklere basketbolu öğreten adam: Ahmet Robenson

MEHMET Okur’un Amerika’da NBA All-Star’a seçilen ilk Türk basketbolcusu olması Türkiye’yi sevince boğdu.

Türk basketbolunun gelişim sürecine baktığınızda, Mehmet Okur’un başarısının daha çok farkına varıyorsunuz.

Bilindiği gibi, basketbol Amerikan sporu olarak doğdu. Osmanlı’ya 1904’te geldi. Getirenler Amerikalılardı.

İlk maç İstanbul Robert Koleji’nde Amerikalı öğretmenlerin kendi aralarındaki maçla gerçekleşti.

Ancak, basketbol sadece Robert Koleji sınırları dahilinde kaldı. Türkler genelde ilgisizdi. Biri hariç...

Ahmet Robenson (1886-1968), Mektebi Sultani’de (Galatasaray Lisesi) beden eğitimi öğretmeniydi.

Hindistan’da görev yaptığı dönemde Müslümanlığı kabul eden İngiliz subayı Spencer Robenson’un oğluydu. Ailesi Osmanlı’ya sığınmıştı.

Ahmet Robenson, 1911 yılında bir Amerikan dergisinde fotoğrafını gördüğü basketbolu öğrencilerine oynatmaya karar verdi. Spor salonunun duvarlarına iki káğıt sepet astırdı. Öğrencilerini onar kişilik iki gruba ayırdı.

Amerikan dergisi, basketbolun kurallarını yazmadığı için, okuldaki ilk maç kuralsız oynandı. Maç 8-3 sürerken yarıda kaldı. Çünkü oyuncuların çoğu yaralanmıştı!

Ahmet Robenson, kuralları öğrenmek için Robert Koleji’ne başvurdu.

1919’da Fenerbahçeliler basketbolla "kurumsal" olarak ilgilenmeye başladılar. Amerika’dan basketbol hocası getirdiler.

Yaz aylarında kulübün Kurbağalıdere kenarındaki tenis kortu üzerinde kurulan açık hava sahasında başlayan çalışmalar kışın gelmesiyle son buldu.

Türkiye’ye gerçek anlamda basketbolun gelişi 1920’lerde Amerikan Genç Hıristiyanlar Birliği’nin İstanbul’da şube açmasıyla gerçekleşti.

Spor misyoneri olan bu örgüt, Beyoğlu’ndaki Amerikan Büyükelçiliği’nin yanındaki sahada, Türk gençlerine basketbol oynamayı öğretti.

4 Nisan 1921’de Dar-ül Muallimin-i Aliye Mektebi’nin (bugünkü Cağaloğlu Meslek Lisesi) bahçesinde, misyonerlerle Türkler arasında ilk gerçek ve ciddi basketbol maçı oynandı.

18-14 skorla Amerikalı spor misyonerlerine yenilen Türklerin takım kaptanı Ahmet Robenson’du...

Bir not eklemeliyim:

Ahmet Robenson aynı zamanda, Osmanlı’da paramiliter görevi yürüten izciliğin kurucudur. Oluşturduğu keşşaf (izci) teşkilatı, gönüllü olarak katıldığı Çanakkale Savaşı’nda 41 şehit verdi.

Ahmet Robenson’un bir ağabeyi Abdurrahman Robenson, 1915’te Kafkas Cephesi’nde şehit düştü.

Bir yıl sonra ise diğer ağabeyi Yakup Robenson, Bağdat’ta çarpışırken şehit oldu.

İki kardeş Robensonlar’ın, İngilizlerle çarpışırken şehit olması kader mi, yazgı mı bilinmez.

İlginçtir; Ahmet Robenson hangi koşulların zorlamasıyla bilinmez, uğruna ailesini kaybettiği, savaştığı toprakları terk edip ABD’ye göç etti!..

Türklere basketbolu öğreten Ahmet Robenson, ABD’deki mezarında, NBA’deki Türk basketbolcular; Mehmet Okur, Hidayet Türkoğlu, Ersan İlyasova’yla gurur duyup huzurla uyuyordur...

Madison Square Garden’da bir Türk: Koca Yusuf

MEHMET Okur’un basketbol serüveninde New York’taki ünlü Madison Square Garden’ın ayrı bir yeri var.

NBA’ye ilk adımı attığı Detroit Pistons takımıyla bu salonda tanıştı.

Detroit takımının uluslararası yetenek avcısı Tony Ronzone, Mehmet Okur’u bu salonda gördü ve 38. sıradan takıma seçti.

Sonrasını biliyorsunuz...

20 bin kişilik Madison Square Garden, NBA maçlarının yanı sıra, Grammy ödülleri, konserler, tenis-boks gibi maçlara da ev sahipliği yapmaktadır.

Bu dünyaca ünlü salonda yarışan ve Amerikalıların hayranlığını kazanan ilk Türk sporcusu, Koca Yusuf (1857-1898) idi...

Hikaye, sirklerde cambazlık ve kuvvet gösterileri yapan Fransız Doublier’in İstanbul’a gelmesiyle başlıyor.

Türk pehlivanlarından hayli etkilenen Doublier, Fransa’da gösteri maçları organize etmeyi planlar.

Eski bir güreşçi olan bir Fransız koyun tüccarını ikna eder.

Geriye Paris’e götürülecek pehlivanları ikna etmek kalmıştı.

Listesinin başında Deliorman’da yaşayan, 1.88 boyunda, 115 kilo ağırlığındaki Koca Yusuf vardı.

Çok paralar önermesine rağmen Koca Yusuf teklife soğuk bakar.

Ama Fransızlar kurnazdır; pehlivanın dindarlığından yararlanırlar; bir Müslüman’ın Hıristiyanlar karşısında kazanacağı her başarının çok sevabı olacağını söylerler!

Koca Yusuf kabul eder; yanına da köylüsü Filiz Nurullah’ı ve arkadaşları Kara Osman ile Mehmed Pehlivan’ı da alarak yola düşerler.

Yıl 1895. Paris’in ünlü "Folies Bergeres" salonunda karşılarına hangi Fransız güreşçi çıkarsa sırtını yere getirir, minderi dar ederler.

Organizatörler artık Avrupa’da rakip bulamadıkları için, üç yıl sonra Koca Yusuf’u Amerika’ya götürür.

3 Şubat 1898. Koca Yusuf, New York Madison Square Garden salonunu tıklım tıklım dolduran seyircilerin önünde, Amerikan şampiyonu Roeber’i eze eze yener.

5 Mart’ta yine aynı salonda bu kez Amerikalı Jenkins ile karşılaşır. Karşılaşma fazla uzun sürmez; Amerikalı kısa sürede tuş olur.

Türk güreşinin sembol isimlerinden Koca Yusuf, Amerika’daki tüm güreşlerini kazandı.

Çok zengin bir Amerikalı kadının evlenme teklifini "Ben damızlık değilim" diye reddetti.

Madison Square Garden salonuna ilk çıkan Türk sporcunun sonu hazin bitti...

İstanbul’a dönmeye karar verdi.

Güreşlerden kazandığı altınları kemerine yerleştirip, Fransız bandıralı La Buorgogne adlı transatlantiğe bindi.

Ve ne yazık ki, Türk güreşinin bu efsanevi ismi, bindiği geminin 4 Haziran 1898’de batması sonucu vefat etti.

İddiaya göre, ağırlığı nedeniyle filikalara alınmamıştı...

Koca Yusuf bir efsaneydi...

Yolundan binlerce güreşçi yürüdü.

Bunlardan biri de, Mehmet Okur’un dedesi Süleyman Baştimur’du.

Dede Baştimur, yağlı güreşlerden mindere transfer oldu; milli formayı giydi. 1955 Barcelona Akdeniz Oyunları’nda altın madalya aldı; 1959 Beyrut Akdeniz Oyunları’nda ise gümüş madalya kazandı...
Yazının Devamını Oku

Filmin yapımcısı ve oyuncusu değişti senaryo hep aynı kaldı: The Kerkuk

18 Şubat 2007
Tarih: 13 Şubat 1925. <br><br>Dinsel ve milliyetçi Şeyh Said isyanı başladı. Ayaklanma iki ayda bastırıldı. İç savaşın Türkiye’ye bedeli ağır oldu; Musul-Kerkük kaybedildi.

Hikáye bilindik, bilinmeyen dünün bugüne ne çok benziyor olduğu...

FİLMİ, Şeyh Said ayaklanmasından iki yıl önceye giderek başlatalım:

Lozan Konferansı’na katılan Türk heyetinin elinde üç sayfalık 14 maddeden oluşan talimat vardı.
/images/100/0x0/55ea8d4df018fbb8f8876aa1
Birinci madde, Irak sınırıydı; Süleymaniye, Kerkük ve Musul mutlaka geri alınacaktı.

Çünkü:

Birinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren Mondros Antlaşması’na (30 Ekim 1918) göre, bu sancaklar Osmanlı Devleti’ne bırakılmıştı. Ancak iki hafta geçmiş, İngiltere bir oldu bittiyle buraları işgal edivermişti!

Lozan Konferansı’nda İngilizlerin tüm stratejisi petrol üzerineydi... Daha konferans başlamadan, İngiliz, Fransız ve Amerikan petrol şirketleri, Londra’da Mezopotamya petrollerini müzakere etmişlerdi.

Bu toplantının başkanlığın ise Irak hükümeti adına Osmanlı Mebusan Meclisi eski üyesi Sasson Haskail Efendi yapmıştı!

Lozan Konferansı bu havada başladı. Türk Heyeti Başkanı Dışişleri Bakanı İsmet (İnönü) Paşa, önce duygusal konuşmalarla İngilizleri iknaya çalıştı:

"Türkiye yoksul bir ülkedir, petrole ihtiyacı vardır..."

Bu sözler, bir petrol şirketine ortak olan İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon’u nasıl etkileyebilirdi ki?

Zaten, Bonar Law Hükümeti, İngiliz heyetine kesin talimat vermişti; Musul-Kerkük konusunda tartışmaya bile girmeyeceksiniz!

KERKÜK 11. YÜZYILDAN BERİ TÜRK

Türk heyeti toplantılarda, "Bu topraklar 11’inci yüzyıldan beri bizimdir" gibi tarihi gerçekleri anlatarak İngilizleri iknaya çalıştı. Bölgenin nüfus sayım sonuçlarını sundu: 263 bin Kürt, 146 bin Türk, 43 bin Arap, 18 bin Yezidi, 13 bin gayrimüslim...

İngilizleri, kendi belgeleriyle, kaynaklarıyla vurmaya çalıştı.

Öyle ya, onların Britannica Ansiklopedisi bile Türkler ile Kürtlerin Turani iki kardeş kavim olduğunu yazmıyor muydu?

Türk heyeti iyi niyetini hep korudu; her iki halkın bir arada yaşamak istediklerini; inanmıyorlarsa referandum yapılabileceğini ileri sürdü.

Türkiye ne kadar tarihten, kardeşlikten, istatistiklerden bahsetse de İngilizlerin kafasında sadece tek bir düşünce vardı; petrol!

Bu nedenle, konuyla hiç ilgisi olmamasına rağmen, bir gün birdenbire Türklerin Ermenilere çok eziyetler yaptıklarını gündeme getiriverdiler!

Lozan’da toplam 8 ay süren görüşmeler sonucunda, Türkiye ve İngiltere uzlaşamadı. Konferans, sınır meselesini iki ülkenin kendi arasında halletmesine karar verdi.

Eğer her iki ülke, öngörülen 9 aylık sürede anlaşma yoluna gitmezse, mesele, Milletler Cemiyeti Meclisi, -bugünkü adıyla Birleşmiş Milletler’e- götürülecekti.

İNGİLİZLER: HAKKÁRİ’Yİ DE İSTERİZ

Lozan Konferansı’ndan sonra Türkiye ve İngiltere arasında ikili görüşmeler İstanbul’da başladı.

İngiliz heyetinin başında bu kez, Irak Yüksek Komiseri Sir Percy Cox vardı. İngilizler bu konferansta da, çözümsüzlüğü derinleştirmek için, yeni bir diplomasi taktiğini uyguladılar: Türkiye’den, -Musul’un komşusu- Hakkári’yi istediler!

Ve... Hay aksi, tam o günlerde Hakkári’de Nasturi Ayaklanması (12-28 Eylül 1924) başlamasın mı? Bakın şu kör talihe!

Şaka bir yana, bırakın kışkırtmayı, İngilizler isyanı havadan bile destekledi...

İngilizlerin oyunu hep benzerdi: Böl-yönet!

Petrol için önce Arapları ayaklandırmışlardı.

Şimdi sırada Kürtler vardı...

İngiliz istihbaratçıları; Albay T.E. Lawrence Arapları, Binbaşı E.W.C. Noel ise Kürtleri kışkırtıyordu...

Bu arada İngilizlerin, Araplarla Kürtleri de birbirlerine düşürdüklerini eklemeliyim.

ATATÜRK ÇİZMELERİNİ GİYİYOR

İstanbul’daki Türkiye-İngiltere ikili görüşmelerinden de sonuç çıkmadı.

Dolayısıyla, Irak sınırı meselesi Milletler Cemiyeti Meclisi’ne gitti...

İşin garip yani; bu mecliste İngilizlerin büyük ağırlığı vardı ve aksiliğe bakın ki, Türkiye cemiyete üye bile değildi...

Milletler Cemiyeti Meclisi, İngilizlerin isteği doğrultusunda üç kişilik bir komisyon kurma kararı aldı. İsveçli T. Wirsen, Macar Kont Teleki, Belçikalı Albay Poulis’ten oluşan bu heyet, her türlü yazışma ve soruşturma yapma yetkisine sahipti.

Bu komisyonun yaptığı ilk çalışma, Musul ile Hakkári arasına geçici bir çizgi çekmek oldu. Daha Türkiye’yi dinlememişlerdi bile.

Batı’nın bu kibirli, Türkiye’yi hor gören anlayışı Ankara hükümetini çileden çıkardı.

İngiliz istihbarat raporlarına göre, Mustafa Kemal asker çizmelerini tekrar ayağına geçiriyordu.

Atatürk, Irak’a müdahale etmeye kararlıydı...

Ve yine bir aksilik çıktı; ne oldu dersiniz?

Bu kez 14 ili kapsayan Şeyh Said isyanı başladı...

Türkiye, Kuzey Irak’a askeri operasyon yapamadı; içe döndü; binlerce asker ayaklanmayı bastırmakla görevlendirildi...

Ankara’nın, Türklerle Kürtlerin kader birliği içinde bulunduğunu söylediği bir dönemde, bu ayaklanma İngilizlerin elini güçlendirdi. "Hani siz kardeştiniz, bakın şu anda bile savaştasınız" dediler.

Ve, Milletler Cemiyeti Meclisi, Musul, Kerkük ve Süleymaniye’yi İngilizlere verdi...

The End. Çünkü yukarıdaki tarihi film bir İngiliz yapımıdır...

Vizyondaki yeni filmin yapımcısı ve oyuncuları kim acaba?..

Kürt ayaklanmalarında ’Halidiye Ekolü’ etkisi

NAKŞİBENDİLİĞİ Kürtler arasında yaygınlaştıran din adamı, Kuzey Irak Süleymaniye doğumlu Mevlana Halid-i Bağdadi (1776-1826) idi.

Araştırılması gerekiyor; Mevlana Bağdadi’nin halifeleri ve müritlerinin bir kısmı neden hep dinsel-milliyetçi hareketlerin içinde olmuşlardı?

Sorumuzu birkaç örnek olayla açalım:

Şeyh Said’in dedesi Şeyh Ali Septi, Halid-i Bağdadi’nin halifelerindendi. Halife Şeyh Ali Septi’nin torunu Şeyh Said, Kürt Azadi Cemiyeti’nin başkanıydı.

Adıyla bilinen ayaklanmanın lideriydi. "Emirülmücahidin, Mehmet Said’un Nakşibendi El-Halidi" imzasını kullanması dikkat çekici.

Halid-i Bağdadi’nin bir diğer halifesi Nehri’li Seyit Taha’nın torunu Seyit Abdulkadir ise Kürt Teali Cemiyeti’nin başkanıydı.

Mustafa Kemal’in Nutuk’ta yazdığına göre, Koçgiri İsyanı’nın elebaşısıydı.

Her iki torun da idam edildi.

Bitmedi...

Menemen ayaklanmasını organize ettiği için idam cezası alan Musul-Erbil doğumlu Şeyh Muhammed Esad Erbili’nin dedesi Şeyh Hidayetullah da, Halid-i Bağdadi’nin halifelerindendi.

Bugünden de bir örnek vermek gerekiyor:

Halife Seyit Taha’nın icazet verdiği Taceddin Efendi, Musul’a bağlı Barzan Köyü’nde yaşıyordu ve bugünkü KDP’nin başındaki Mesut Barzani’nin büyük dedesiydi.

Barzaniler’in hep ayaklandığını biliyoruz.

Araştırılması gereken bir soru: Mesut Barzani Güneydoğu’daki hangi Nakşibendilerle yakın ilişki içindedir?

Şeyh Said’in mezarı nerede

ŞEYH Said ve 46 arkadaşı, 28 Haziran 1925’te gece yarısı Diyarbakır’da "İngiliz ipiyle" asılarak idam edildi.

Cenazeler ailelere teslim edilmedi. Sadece, Eşref Cengiz’in (CHP-AP milletvekilliği yaptı) dedesi Şeyh Şemseddin’in naaşı ailesine verildi.

Diğerleri bilinmeyen bir yere gömüldü.

Bu yer hálá bilinmiyor...

İddiaya göre, Diyarbakır’da şehri boydan boya kaplayan surların dört ana kapısından biri olan Dağkapı’daki devlete ait boş araziye gömülmüşlerdi.

Cenazelerin bulunduğu bu arazinin bir bölümüne önce halkevi yapıldı.

DP döneminde halkevi kapatıldı, sinema yapıldı. Yenişehir Sineması’nın iki bölümü vardı; yazlık-kışlık.

Yazlık sinemanın arkasında makine dairesinin yanındaki bir tür çitlembik ağacı olan dağdağan vardı. Sinemaya gelenler, Şeyh Said’in bu ağacın altında yattığını söylüyorlardı.

Yeşil alan olarak gösterilen bu araziye Alman Hastanesi inşa ediliyor.

İnşaatı yapan DYP Diyarbakır İl Başkanı, müteahhit Galip Ensarioğlu. Ensarioğlu, cenazelerin bu arazide olmadığını söylüyor. "Olsa hafriyat sırasında kemikler çıkardı" diyor.

Onun iddiası, mezarlar kendi inşaatları ile Astsubay Orduevi arasındaki küçük ara bölgede. Gelen bilgilere göre, Şeyh Said ve arkadaşlarının mezarları, Astsubay Orduevi duvarının tam dibinde.

Ne ilginç:

İki Said; Said-i Nursi ve Şeyh Said...

İkisi de Kürt; ikisi de din adamı; ikisinin de binlerce müridi var ve ikisinin de mezarı kayıp...

82 yıllık derin sır

İdam edilen Şeyh Said ve 45 arkadaşının cesedi, Diyarbakır Dağkapı’da inşaatı halen süren Alman Hastanesi ile Orduevi arasında kalan bu arazinin altında. Bir diğer iddiaya göre, Astsubay Orduevi istimlak duvarının hemen dibinde.

Şeyh Said’in sosyalist torunları

ŞEYH Said’in torunları-akrabaları arasında Türk siyasi hayatının yakından tanıdığı, genellikle sağ partilerde bulunmuş politik isimler var: Abdülmelik Fırat (DP-DYP), Fuat Fırat (MSP- RP), Ali Rıza Septioğlu (AP-CHP-DYP), Mahmut Sönmez (ANAP), Abdulillah Fırat (RP), Muhammed Akar (AKP)...

1925 ayaklanması kararı, Şeyh Said’in kardeşi Şeyh Abdurrahim’in Piran’daki evinde alındı.

Şeyh Abdurrahim, ayaklanmadan sonra Suriye’ye kaçtı. 12 yıl sonra Türkiye’ye döndü. Bismil’in Salat Köyü’nde güvenlik güçleriyle girdiği çatışmada 11 arkadaşıyla birlikte öldü.

Şeyh Abdurrahim Piran’ın varlıklı ailelerinden Hasan Ağa’nın kızı Medine ile evliydi; üç oğlu vardı; Zülküf, Fevzi, Şahabettin.

Zülküf Bilgin, 1950-1960 yılları arasında önce Demokrat Parti’den, sonra Hürriyet Partisi’nden Diyarbakır Belediye Başkanı oldu.

Zülküf Bilgin’in iki oğlu oldu; Abdurrahim ve Behram.

Yılmaz Erdoğan’ın eşi Belçim, inşaat mühendisi Abdurrahim Bilgin’in kızıdır...

Behram Bilgin ise elektrik mühendisi oldu.

Her iki kardeş de Ankara’da, Abdullah Öcalan’ın da içinde bulunduğu sosyalist hareketler içindeydi.

Şeyh Abdurrahim’in ikinci oğlu Öğretmen Fevzi Bilgin de sosyalistti, Diyarbakır TİP listesinden aday oldu.

Fevzi Bilgin’in oğlu Samet, 12 Eylül döneminde TKP-ML davasından yargılandı, hüküm giydi. Samet Bilgin bir ara, Barış Partisi yönetimindeydi.

Diyarbakır TİP İl Başkanı Tahsin Ekinci, Şeyh Said’in kardeşi Şeyh Tahir’in kızıyla evliydi.

Şeyh Said’in "Mehdi" diye bilinen kardeşi Muhyettin Aygören, Elazığ’da TİP’i destekledi. Oğulları Hüsamettin ve Fehrun uzun yıllar Dicle Belediye Başkanlığı yaptılar.

Şeyh Said’in torunu Kasım Fırat, Murat Karayalçın’ın başında olduğu SHP’nin kurucusudur.
Yazının Devamını Oku

O afişlerin kökeni Şeyh Ahmed Ziyaüddin Efendi’ye dayanıyor

11 Şubat 2007
Gümüşhanevi Dergáhı’nın kurucusu Şeyh Ahmed Ziyaüddin Efendi’nin, 1838’deki Osmanlı-İngiliz Ticaret Antlaşması’na tepki olarak hayata geçirdiği kampanyası, bugün tartıştığımız "Dindar milliyetçi olur mu?" ve "Türk İslamcılığı" polemiklerine ışık tutuyor. BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan son günlerde, ne zaman milliyetçiliği ağır basan bir demeç verse, muhalefet kendisini hemen "takıyye" yapmakla itham ediyor.

İslamcılar-tarikatlar-dergáhlar ulusalcı/milliyetçi olabilir mi?

Bu soru Yeni Osmanlılar’dan günümüze, 150 yıldır sorulup duruluyor...

"İslamcılık" ve "milliyetçilik"; bu iki kavramın 150 yıllık "ilişkisi" aslında hep işbirliği şeklindedir; çoğunlukla birlikte hareket etmişlerdir. Bazen araya kısa süreli ayrılıklar girse de, iki akım hiçbir zaman "can düşmanı" olmamıştır.

İlginçtir, bu "ebedi dostluğun" temelinde Şeyh Ahmed Ziyaüddin Efendi gibi din adamlarının etkisi vardır.

Bu uzun girişten sonra soru şudur:

Başbakan Erdoğan, "takıyye" mi yapmaktadır; yoksa Gümüşhanevi Dergáhı’nın kurucusu Şeyh Ziyaüddin Efendi’nin "Milli İslamcılık" yolundan mı yürümektedir?...

İstanbul’daki Nakşibendi Gümüşhanevi Dergáhı, özellikle son 50 yılın en ünlü/bilindik tekkelerinden biridir.

KÖŞKTE İKİNCİ CUMHURBAŞKANI

Dergáh, Recep Tayyip Erdoğan Çankaya Köşkü’ne çıktığı takdirde, ikinci kez cumhurbaşkanı çıkaracaktır. Birincisi rahmetli Turgut Özal’dı!

Tekkenin müritlerinin çoğunu siyasi hayattan tanıyorsunuz: Necmettin Erbakan, Korkut Özal, Recai Kutan, Kemal Unakıtan, Hüsnü Doğan, Hasan Aksay, Erdem Beyazıt, Temel Karamollaoğlu, Bahri Zengin, Kahraman Emmioğlu, Yahya Oğuz, Cevat Ayhan, Prof. Cevat Akşit, Prof. Osman Çataklı, Prof. Orhan Okyay, Lütfi Doğan vs.

Listeye baktığımızda şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; son 25 yıldır -ufak kesintilere rağmen- Türkiye’yi, Gümüşhanevi Dergáhı yönetmektedir.

Bunun tesadüf olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur.

Biz asıl konumuza dönelim...

Gümüşhanevi Tekkesi’nin kurucusu Şeyh Ahmed Ziyaüddin Efendi (1813-1893), Gümüşhaneli bir tüccarın oğluydu.

Babasının tüccar olmasını istemesine rağmen, İstanbul’a gelerek önce Beyazıt, ardından da Mahmut Paşa medreselerinde okudu.

"Kürt Hoca" lakabıyla tanınan Nakşibendi Şeyhi Abdurrahman el-Harputi’nin öğrencisi oldu.

1844’te müderrislik icazeti aldı; Beyazıt Medresesi’nde dersler vermeye başladı.

1848’de, Üsküdar’daki Alacaminare Tekkesi’nde Mevlana Halid-i Bağdadi’nin halifelerinden Abdülfettah el-Ukari ile tanıştı. Onun aracılığıyla Trablusşam Müftüsü Ahmet Ervadi’ye bağlandı.

"Mecmuatül Ahzab" adlı kitabı derledi.

HER ŞEY FATMA SULTAN CAMİİ’NDE BAŞLADI

Ömrünün 28 yılını kitap çalışmalarına verdi. İçinde 18 bin eser bulunan 4 kütüphanesi vardı. 1859’da Cağaloğlu’ndaki Fatma Sultan Camii’nde ilk irşada başladı ve işte burası zamanla Gümüşhanevi Dergáhı olarak ün kazandı.

Şimdi burada biraz soluklanalım...

Ve Osmanlı Devleti’nin tarihsel bir dönemecine gidelim:

16 Ağustos 1838.

Sadrazam Reşid Paşa, yakın arkadaşı İngiliz Elçisi Lord Stratford Canning’le bugün İstanbul Üniversitesi sosyal tesisi olarak kullanılan İstinye’deki yalısında Osmanlı-İngiltere Ticaret Antlaşması’nı imzaladı.

Benzer antlaşma aynı yıl Avrupa’nın öteki devletleriyle de yapıldı. Bu ticari antlaşmalarla Osmanlı devleti, dış ticaretteki tekel düzenini yıktı; ithalat önündeki -başta vergiler olmak üzere- tüm engelleri kaldırdı.

Özetle; Osmanlı pazarı, ucuz ithal mallar cenneti yapıldı. Bu antlaşmalarla Osmanlı pazarına yabancı sermaye, yabancı bankalar ve borsa geldi.

Dönemin bugünden pek farkı yoktu; Midhat Paşa ve Namık Kemal gibi münevverler bile borsada oynamaya başladılar. Öyle ya bir koyup üç kazanacaklardı!

Tabii hep kaybettiler, tıpkı Osmanlı Devleti gibi...

YABANCI BANKALARA KARŞI İLK DİRENİŞ

Haklı olarak, "tüm bu olanların; -yabancı sermayenin, borsanın- Şeyh Ahmed Ziyaüddin Efendi’yle ne ilgisi var" diye soruyorsunuz?

Anlatayım:

Ahmed Ziyaüddin Efendi, Osmanlı pazarının yabancı sermayenin eline geçişini engellemek; gelen yabancı bankaları fonksiyonsuz hale getirmek ve yerli sermaye birikimi oluşturmak için yardım sandıkları kurdu.

Amacı, yabancı sermayeye karşı ulusal/yerli sermayeyi güçlendirmekti!

Bu nedenle, iş kurmak isteyen yetenekli kişilerle ortaklık yoluyla şirketler kurdu.

İlk kez Nakşibendi bir dergáh, "Türkler Müslümanlığı sadece oruç tutup-namaz kılmak zannediyor" anlayışını yıktı!

Tekkelerin sadece uhrevi dünyayla ilgilendiğini sananları yanılttı! Dinsel olan ile dünyevi olan arasında bir köprü kurmuştu dergáh.

Milli sermayeyi oluşturmayı amaçlayan bu sandıklar, aslında Nakşibendilerin tarihleri boyunca Osmanlı’ya karşı ilk "siyasal" tepkileridir.

Bir tasavvufi tekkenin -Gümüşhanevi Dergáhı’nın- dünyevi işlerle uğraşmasının çeşitli nedenleri vardı kuşkusuz.

FRANSIZ İHTİLALİ DERGÁHI DA ETKİLEDİ

Ama öncelikle bir sebebin üzerinde durmak istiyorum:

Yerli sermaye birikimi oluşturmayı amaçlayan sandıkların kurulma dönemi, milliyetçiliğin Avrupa’da "icat olduğu" 19. yüzyıldır.

Yani: 1789 Fransız İhtilali’yle dünyaya yayılan ulusalcılık/milliyetçilik rüzgárlarının, artık Osmanlı’yı da derinden etkilediği bir dönemdir bu.

"İslamcılık" ve "milliyetçilik" kavramlarının, Osmanlı siyasal düşünce tarihinde yer almaya başladığı ve tartışıldığı bir dönemdir bu yıllar. Dergáh bu rüzgárdan etkilenmişti...

Türkiye’de her siyasal çevrenin kendi milliyetçilik tanımı vardır; doktrin sanki bukalemunvaridir! Oysa terminolojik anlamı nettir: "Kendi ulusal pazarını/piyasanı korumak."

O halde, Şeyh Ahmed Ziyaüddin Efendi, sadece Gümüşhanevi Dergáhı’nı kuran bir din adamı değildi. O, aynı zamanda Osmanlı piyasasını Batı sermayesine karşı koruyan milliyetçiydi.

Şeyh Ahmed Ziyaüddin Efendi’nin ailesinin tüccar olması, halifelerinin-müritlerinin çoğunun esnaflıktan gelmesi de bu "milli duruşun" sebeplerinden biriydi kuşkusuz.

Evet, bu karşı gelmenin altında, dergáhın "şehirli tüccar damarı"nın olduğu gerçeği vardı.

ŞEHİRLİ TÜCCARLARIN MİLLİ İSLAMCILIĞI

Örnek vermek gerekirse; Eğinli Mustafa Feyzi Efendi "Kátip" diye tanınıyordu; Lastikçi Murtaza Ticarethanesi başta olmak üzere İstanbul’daki bazı büyük şirketlerin muhasebe hizmetlerini yürütmüştü.

Yine Şeyh Ahmed Ziyaüddin’in halifelerinden Abdulaziz Bekkine’nin babası Kazanlı tüccar Haris Efendi, Asmaaltı’nda toptan yağ ticaretiyle meşguldü.

Osmanlı ve Cumhuriyet bürokratlarının, öğretim üyelerinin, üniversite öğrencilerinin Nakşibendi Gümüşhanevi Dergáhı’na gitmelerinin nedenleri arasında bu "milli duruşun" payı yok mu sanıyorsunuz?

Ahmed Ziyaüddin Efendi’nin "Milli İslamcılık" yolundan dergáhın diğer şeyhleri de gitti.

Osmanlı’da kurulan "milli sandıklar", Cumhuriyet’te (adını dergáhtan alan) fabrikaya dönüştü.

Gümüşhanevi Dergáhı’nın şeyhi Mehmet Zahid Kotku’nun öncülüğünü yaptığı, tarımsal sulamada kullanılan 5-15 beygir gücünde pompa üreten "Gümüş Motor" fabrikasının kurulmasına, işte tam bu perspektiften bakmamız gerekiyor. Yol benzerdi: Ulusal pazarı koruyan millici bir İslam...

İSLAMİ KALVENİZM BU DERGÁHTA DOĞDU

Tarihe farklı bakmayı öğrenmeliyiz; ezberimizi bozmalıyız.

Gümüşhanevi Dergáhı’nda "uhrevi dünyanın" yanında, "dünyevi iktisadın" bu derece rol oynamasına "tesadüfi" deyip geçemeyiz...

"İslami Kalvenizmi" yani Müslümanlığın kapitalizmle (serbest piyasayla) bağdaşabileceğini ilk telaffuz eden münevver kimdi: Prof. Sabri Ülgener (1911-1983).

Peki Prof. Ülgener nerede dünyaya geldi biliyor musunuz; Gümüşhanevi Dergáhı’nda!

Prof. Ülgener’in anne ve babası, Şeyh Ahmed Ziyaüddin Efendi’nin müridi ve Gümüşhanevi Dergáhı’nın sürekli bakıcısıydılar...

Bu örneklerden sonra Gümüşhanevi Dergáhı’nın sadece "öteki dünyayla" ilgili olduğunu nasıl düşünebiliriz?..

Uzatmayayım: Türkiye’de siyasal İslamcılığın gelişimi ve değişimi üzerinde ulusçuluğun/milliyetçiliğin ciddi etkileri hep oldu.

Afiş tartışmalarının olduğu günlerde Başbakan Erdoğan’ın dünyaya gelen torununa "Mehmet Akif" adını vermesini de bu anlamda düşünmeliyiz.

Kısaca: AKP’nin topoğrafyasını çıkardığımızda güçlü bir milliyetçilik damarının olduğunu görürüz.

Bu arada: Özellikle son 25 yıldır Türkiye piyasasını yabancı sermayeye açan siyasal kararların altında, Gümüşhanevi Dergáhı müritlerinin imzalarının bulunması da, tarihin garip bir cilvesi!..

Názım Hikmet’in anneannesi ile Erdoğan’ın yolu bu dergáhta kesişti

Gümüşhanevi Dergáhı’nın müritleri arasında, Názım Hikmet’in büyükannesi Ayşe Sıdıka Hanım da vardı. Keza dergáhın müritlerinden Prof. Sabri Ülgener’in anneannesi Hatice Hanım, Ayşe Sıdıka Hanım’ın kız kardeşiydi.

Yani; Názım Hikmet ile Prof. Sabri Ülgener kuzendiler. Bu akrabalık bağına Kurtuluş Savaşı’nın ünlü komutanı Ali Fuat Cebesoy’u da eklemek gerekiyor. Cebesoy da Ayşe Sıdıka Hanım’ın torunuydu.

Prof. Ülgener’in bir diğer kuzeni de yine bir ünlü komutandı: Kázım Karabekir!

Prof. Ülgener’in dedesi Hasan Sabri ile Kázım Karabekir’in babası Ahmet Efendi kardeşti...

Bülent Ecevit, Gümüşhanevi Dergáhı’nın kurucusu Ahmed Ziyaüddin Efendi’nin akrabası.

Şeyh Ziyaüddin Efendi, 63 yaşında Havva Seher ile evlendi.

Yazar Mahmut Çetin, "Teyze ile Prenses" adlı kitabında, Havva Seher Hanım’ın, Bülent Ecevit’in anneannesinin teyzesi olduğunu yazdı.

Bugünlerde yeniden doğan "Müslüman sol" hareketin yıllar öncesi lideri, "İslam sosyalizmi"ni savunan, Paris Sorbonne mezunu Nurettin Topçu’nun (1909-1975) hidayetine vesile olan kişi Gümüşhanevi Dergáhı’nın şeyhi Abdulaziz Bekkine idi.

Şeyh Bekkine de "İslam sosyalizmi"ne inanıyor muydu? Bilmiyorum.

Bildiğim, Kazanlı hemşerisi ünlü bir sosyalistti; Vladimir İliç Lenin...

Gümüşhanevi Dergáhı Şeyhi Mehmet Zahid Kotku’nun sohbetlerini merak edenler, Ersin Gürdoğan’ın "Görünmeyen Üniversite" adlı kitabına (İz Yayıncılık) bakabilirler.

Bu kitap, Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer’in, Şeyh Mehmet Zahid Kotku’nun konuşmalarından aldığı notlarla derlenmiştir.

Müsteşar Dinçer’in aldığı notlardan bir örnek: "Misvakı kaçımız kullanır, bilmiyorum. Çoğumuz diş fırçasını tercih ediyoruz. Gerçekten efdal olanı misvaktır. Diş fırçası bizim değildir." (s. 65)

ARAŞTIRILACAK KONULAR

1Fethullah Gülen hareketinin milliyetçiliğe bakışı nedir?

Sık sık vurgu yaptıkları "Türk Müslümanlığı" deyiminin kapsamı nedir?

Balkanlar ve Orta Asya ülkelerinde okulları bulunmasına rağmen, Müslüman Arap ülkelerinde neden hiç okul açmamaktadırlar?

Araplara soğukluğunun sebebi nedir?

2Bizde din reformlarının pozitivizm etkisiyle hep Batı’dan geldiği söylenmektedir. Peki, Yusuf Akçura’ya "Üç Tarz-ı Siyaset"i yazdıracak teorik altyapıyı veren Kazan’daki Muhammediye Medresesi neden gözardı edilmektedir?

Tatar uyanışının başlıca mimarları Şehabettin Mercani, Kayyum el Nasırı, Alimcan Barudi’ler İslam’da reform yapmak gerektiğini söylemiyorlar mıydı? Kafkaslar’ın "Türk İslamı"na etkileri nedir?

Ahmet Ziyaüddin, Abdulaziz Bekkine, Mehmet Zahid Kotku gibi Kafkas göçmeni din adamlarıyla, Ortadoğulu din adamlarının bakış açıları arasındaki farklar nelerdir?..
Yazının Devamını Oku